ZANNİYYÂT

(الظنّيّات)

Farklı derecelerde zan ifade eden önermeler için kullanılan mantık ve felsefe terimi.

Mantık, felsefe, kelâm gibi aklî ilimlerde yakīniyyât/kat‘iyyâtın karşıtı olarak, yakīn derecesinde kesinlik değerine ulaşmayıp farklı derecelerde zanla verilen öncüller için el-mukaddimâtü’z-zanniyye veya kısaca zanniyyât denilir (Cürcânî, Şerĥu’l-Mevâķıf, II, 36, 43; Seyfeddin el-Âmidî, Ġāyetü’l-merâm, s. 123; Adudüddin el-Îcî, I, 196, 199). Zihnin kesinlik derecesi bakımından genellikle üç çeşit hüküm verdiği belirtilir. Aksini doğrulayacak herhangi bir kanıtın veya unutma, yanılma, karıştırma gibi kesinliği zedeleyecek bir durumun bulunmadığından emin olarak verilen ve hiçbir şekilde değişmesi mümkün olmayan hükme yakīn adı verilir. Onaylayanın zihninde tam kesinlik kazanmakla birlikte, güvenilir olduğundan kuşku duyulmayan bir kaynağa dayalı yeni ve daha güçlü bir bilgi sebebiyle onaylayanın sonradan değiştirmesi muhtemel olan hükme câzim i‘tikād, zihinde tasdik edilen, ancak aksi de mümkün görülen hükme zan adı verilir (Gazzâlî, Miĥakkü’n-nažar, s. 99-100, 112-113). Muahhar kaynaklarda bu üç hükmün ilkine yakīniyye, ikincisine taklîdiyye, üçüncüsüne zanniyye denilmiştir. Yakīnî hükmün özelliği hem hüküm verenin zihninde kesinlik taşıması hem de objektif gerçeklikle örtüşmesidir. Kesin itikad veya taklitte zihin hükmün kesinliğinden emin olmakla birlikte objektif açıdan bu hükmün gerçek olmama ihtimali mevcuttur; zannî hükümde ise hem sübjektif hem objektif yönden mutlak kesinlik bulunmamaktadır (bk. ZAN).

İbn Sînâ en-Necât’ta (s. 112-126) bütün bilgilerin tasavvur ve tasdiklerden teşekkül ettiğini söyleyerek tasdikleri kesinlik dereceleri bakımından mahsûsât, mücerrebât (tecribiyyât), mütevâtirât, makbûlât, vehmiyyât, zâiât (meşhûrât), maznûnât, mütehayyilât (muhayyelât), evveliyyât şeklinde sıralar. Bunlardan evveliyyât, mücerrebât ve mahsûsâtın burhan değerinde kesin öncüller (yakīniyyât) oluşturduğunu; zâiât, makbûlât ve maznûnâtın bu kesinlik değerinin dışında kaldığını belirtir. Fakat “kıyasın maddeleri” adı da verilen bu tasdik çeşitlerinin sayısı kaynaklarda değişmektedir. Nitekim yine İbn Sînâ el-Burhân’da (s. 21) yukarıdaki


maddelere kıyasları fıtrî olan öncüllerle mutlak meşhûrât ve mahdut meşhûrâtı da ekler (İbn Sînâ’nın daha farklı ve ayrıntılı bir tasnifi için bk. el-İşârât ve’t-tenbîhât, I, 341-363). Muahhar filozoflardan Muhammed b. Mahmûd eş-Şehrezûrî bunları yakīniyyât ve yakīnî olmayan öncüller diye ikiye ayırarak ilkini evveliyyât, müşâhedât, mücerrebât, hadsiyyât, mütevâtirât ve kıyası kendi içinde önermeler; ikincisini de meşhûrât, müsellemât, makbûlât, maznûnât, vehmiyyât, muhayyelât şeklinde sıralar (Resâǿilü’ş-Şecereti’l-ilâhiyye, I, 407-413). Ancak ilgili eserlerde bu husustaki tasniflerin kesinlik taşımadığı görülür. Meselâ bir hükmün yaygın kabul görmesi bakımından meşhûrâttan, kesinlik değeri taşıması yönünden yakīniyyâttan olması mümkündür. Nitekim bütün evveliyyât meşhurdur, ancak bütün meşhûrât evvelî değildir (İbn Sînâ, el-Burhân, s. 19). Aklın doğuştan sahip bulunduğu ilk bilgilerle duyu verilerine ve gözleme dayalı olanlar gibi mutlak kesinlik taşımayan, gerçekliği yönünde bir kanaat teşekkül etmekle birlikte başka türlü olma ihtimali de bulunan önermeler bir yönüyle maznûnâttandır (a.g.e., s. 20). Kesinlik değeri taşımayan önermeler elde ediliş yollarına göre değişik isimler alır ve bunların gerçeklik oranı değişir. Kaynaklarda farklı adlarla ve farklı sayıda tasnifler yapılmakla birlikte yaygın kanaate göre zannî kabul edilen başlıca önermeler şöylece sıralanır:

1. Meşhûrât. Bir devir, bir bölge veya şehir halkı ya da meslek erbabı gibi geniş bir kitlenin benimsediği hükümlere denir. Diğer bir tanıma göre meşhûrât herkesin veya büyük çoğunluğun kabul edilmesi gerektiğine inandığı hükümlerdir. Bunlar, fıtratın gerektirdiği hükümler olmayıp barış ve huzur içinde yaşama arzusundan veya hayâ, merhamet gibi insanlığın ahlâk telakkisinden ya da çok sayıdaki örneklere dayanarak ulaşılan ve aksi görülmeyen genel sonuçlardan doğan hükümlerdir (Ömer b. Sehlân es-Sâvî, s. 224). Yakīniyyât dışındaki önermeler içinde gerçeklik ihtimali en yüksek deliller meşhûrât türünde olanlardır. Bununla birlikte evveliyyât gibi yakīn ifade eden hükümlerin dışında kalan meşhûrât doğru yahut yanlış olabilir. Evveliyyât ile meşhûrât arasındaki en temel fark birincinin tamamen aklın doğuştan sahip olduğu hükümlerden meydana gelmesi, ikincinin gelenekler, eğitim ve öğretim gibi çevre telkinleriyle oluşmasıdır. Buna göre hiçbir insanla görüşmeden, hiçbir eğitim ve telkin almadan tek başına büyüyüp yetiştiği farzedilen bir insan, “Bütün parçasından büyüktür” gibi doğruluğu apaçık bilgilere sahip bulunduğu halde adaletin iyi, zulmün kötü olduğu gibi hükümlere ulaşamaz; çünkü bunlar saf aklî hükümler olmayıp doğruluğunu ahlâkî ve içtimaî yönden yararlı olduğu hususunda meydana gelen yaygın kabulden alır (İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-tenbîhât, I, 352-353; Gazzâlî, el-Müstaśfâ, I, 48-49). Aklın kesin bildiği delillere dayanmayan meşhûrât bütün insanlarca kabul edilse bile yakīniyyâttan sayılmaz; buna karşılık üçüncü şıkkın imkânsızlığı gibi bazı hükümler bütün insanlarca kabul edilmesi yönüyle meşhûrâttan, doğruluğu apaçık olması yönüyle zarûriyyâttandır. Meşhûrâtın hükmü çeşitli inanç ve kültür mensuplarına göre değişebilir. Eski kaynaklarda sık sık tekrar edilen zulmün kötü, adaletin iyi olduğu örneğinde görüldüğü gibi meşhûrâtın yaygınlık oranı, yine evlâtsız hükümdarın zalim olacağı gibi istikrâda öncül konumundaki cüzi hükümlerin çokluğu meşhûrâtın doğruluk derecesini arttırır (Tehânevî, I, 749). Fârâbî’ye göre felsefenin ilkeleri yakīnî öncüller, cedelin ilkeleri meşhûrât ve ona yakın önermeler, safsatanın dayanakları ise gerçekte öyle olmadığı halde meşhûrâttan zannedilen önermelerdir (el-Burhân, s. 62). Adaletin iyi, zulmün kötü olması gibi -zarûriyyât ve yakīniyyâttan sayılmamakla birlikte- bütün insanlarca kabul edilen hükümlere mutlak meşhûrât; bir millet, bir meslek grubu gibi belli bir topluluk arasında benimsenenlere de mahdut meşhûrât adı verilir. Bir hükmün şöhreti onun daha kolay kavranmasını ve benimsenmesini sağlarsa da o hüküm gerçeğin ölçüsü olamaz; zira gerçek kendiliğinden gerçektir; oysa meşhur kendisine ilişen durumlar sayesinde meşhur olur. Bu durumlardan biri insan psikolojisinin hükmün cazibesine kolayca kapılmasıdır; bu da söz konusu hükmün hızla kabul edilmesine yol açar. Meselâ bir kimse fikrini daha güzel ifade etme yeteneğine sahip olabilir, başka biri olmayabilir. Aslında aynı görüşü ortaya koydukları halde birincisinin ifade tarzındaki çekicilik sayesinde kabul edilme imkânı daha yüksektir. Meşhûrâtın kabulünü kolaylaştıran bir başka husus genel menfaate uygunluğu, din mensuplarının onun doğruluğunda birleşmesidir; hatta bunlar, “Âdil olmak, doğruyu söylemek gereklidir” gibi yazılı olmayan kanunlar haline de gelebilir, eğitim ve öğretim ilkelerine dönüşebilir. Tümevarım yöntemi, hayâ merhamet, öfke gibi duygular da meşhûrâtın kabulünde etkili olan sebeplerdir. Meşhûrâtın şöhreti, tamamen zorunlu olmayan hükümlere bağlanıp boyun eğmeye dayandığına göre onların kabulünün temelinde psikolojik sebeplerin rolü vardır (a.g.e., s. 19; Kitâbü’ş-Şifâ, s. 26; Muhammed b. Mahmûd eş-Şehrezûrî, I, 444). Gazzâlî, kelâmcılarla fukahanın tartışmalarında ve eserlerinde kullandıkları kıyasların çoğunun kendi aralarında yaygınlık kazanmış öncüllerden meydana geldiğini, onların bu öncülleri sırf yaygınlıkları dolayısıyla kabul ettiklerini ve bu yüzden yanılgıya düştüklerini belirtir; yine de zannın geçerli kabul edildiği fıkıh konularında meşhûrâtın delil olabileceğini söyler (Miĥakkü’n-nažar, s. 108; el-Müstaśfâ, I, 48-49).

2. Müsellemât. Bir tartışmacının, rakip kişinin veya zümrenin doğru saydığı bir görüşü alıp kendi iddiasını o görüş üzerine oturtmak suretiyle rakibini susturmak için kullandığı önermelerdir (Ömer b. Sehlân es-Sâvî, s. 225). Fıkıhta yer alan temsil, istikrâ, icmâ ve istishâb yöntemleri, geometride noktanın bölünemeyeceği, çizginin genişliğinin olmadığı gibi önermeler müsellemâta örnek gösterilir; bunların kabulü o alanın örfüne dayanır. Her ilim ve mesleğin kendine özgü müsellemâtı vardır, bu tür öncüllerle yapılan kıyasa “cedelî kıyas” denir. Dayanağının haber-i vâhid olduğunu söyleyerek bir hükmü reddedene karşı usûl-i fıkıhta haber-i vâhidin delil kabul edildiğini belirterek hükmün geçerliliğini savunmak böyle bir kıyasın ürünüdür (et-TaǾrîfât, “Müsellemât” md.; Tehânevî, I, 696; Muhammed b. Mahmûd eş-Şehrezûrî, I, 410-411).

3. Makbûlât. İbn Sînâ’nın, “Allah vergisi (semavî) bir özelliğe veya seçkin bir zihinsel yeteneğe sahip olması sebebiyle söylediklerine güvenilen kimselerden işitilip onaylanan bilgiler” şeklindeki makbûlât tanımı (en-Necât, s. 115) sonraki kaynaklarda yaklaşık ifadelerle tekrarlanmıştır. Meselâ Adudüddin el-Îcî (el-Mevâķıf, I, 199-200) ve Cürcânî (et-TaǾrîfât, “Maķbûlât” md.; Şerĥu’l-Mevâķıf, II, 44) gibi âlimler makbûlâtı “mûcize, keramet vb. olağan üstü bir olay gerçekleştirdiği veya ilim, zühd gibi aklî ve dinî bir üstünlüğüyle temayüz ettiği için kendilerine inanılan, haklarında hüsnüzan beslenen kişilerden alınan hükümler” diye tanımlar. Peygamberlerin yalan söyleme ihtimali bulunmadığı için onlardan alındığı kesin olan hükümler burhanî bilgiler sınıfına girer (Tehânevî, II, 1204). Makbûlât zihinde


herhangi bir kıyas yapılmadan benimsenen hükümlerdir (İbn Bâcce, s. 153). Fârâbî hem meşhûrâtta hem de makbûlâtta güvenilirliğin temelinin gözlem olduğunu söyler. Ancak herkesin veya çoğunluğun şahit olduğu meşhur, belli bir kişinin ya da topluluğun şahit olduğu makbul sınıfına girer. Meşhûrât makbûlâttan daha güvenilir kabul edilmekle birlikte ikisinde de kesinlik yoktur (el-Burhân, s. 20-21).

4. Maznûnât. Aklın -zıddını da muhtemel görmekle birlikte- tercihe şayan bulduğu önermelerdir. Maznûnâtta ulaşılan hükmün sebebi aklın tercihi olup bu özelliğiyle maznûnât doğruluğunun gerekçesi süjenin dışında bulunan meşhûrât, müsellemât ve makbûlâttan ayrılır; zihinde kesinlik kazanacak değere ulaşmayan hadsiyyât, tecribiyyât ve mütevâtirâtla birleşir. Bazı mantıkçılar meşhûrât, müsellemât ve makbûlât ile çoğunluk tecrübesine dayalı hükümleri, tevâtür sınırına yakın bazı bilgileri ve güçlü olmayan bir kısım hadsiyyâtı maznûnât içinde değerlendirmiştir. Makbûlât ve maznûnâttan oluşan kıyasa “hatâbe” denir (et-TaǾrîfât, “Mažnûnât” md.; Tehânevî, II, 940; İbn Sînâ, en-Necât, s. 120; el-Burhân, s. 20; Nasîrüddîn-i Tûsî, I, 358).

5. Vehmiyyât. İslâm düşünce geleneğinde İbn Sînâ’nın mantık ve felsefeye kazandırdığı kavramlardan olan vehmiyyât vehim gücünün inanmayı gerekli gördüğü, ancak doğru veya yanlış olması muhtemel hükümler için kullanılır. Bilgileri kesinlik derecelerine göre yedi kısma ayıran Gazzâlî vehmiyyâtı zannî bilgiler arasında inceler (bk. VEHMİYYÂT).

6. Muhayyelât. Somut ve objektif bir sebep olmaksızın ruhun (nefis) hayal edip sıkıntı veya rahatlama, arzulama veya nefret etme şeklinde etkilendiği, doğrulanabilir veya doğrulanamaz, gerçek ya da gerçek dışı hükümlerdir. İbn Sînâ’ya göre insanların çoğu mantıkî tasdikten çok hayalin ürettiklerine (tahayyül) uyar (el-Burhân, s. 16-17). Şiir sanatında genellikle muhayyelât türü öncüllerin kullanıldığı belirtilir (ayrıca bk. YAKœNİYYÂT; ZARÛRİYYÂT).

BİBLİYOGRAFYA:

et-TaǾrîfât, “Maķbûlât”, “Mažnûnât”, “Muħayyelât”, “Müsellemât” md.leri; a.mlf., Şerĥu’l-Mevâķıf, Kum 1412, II, 36, 43-44; Tehânevî, Keşşâf, I, 454, 696, 749; II, 940, 1204; Fârâbî, el-Burhân (el-Manŧıķ Ǿinde’l-Fârâbî içinde, nşr. Mâcid Fahrî), Beyrut 1987, s. 20-21, 62, 85-86; İbn Sînâ, en-Necât (nşr. M. Takī Dânişpejûh), Tahran 1364 hş./1985, s. 112-126; a.mlf., el-Burhân (nşr. Abdurrahman Bedevî), Kahire 1966, s. 16-21, 59; a.mlf., Kitâbü’ş-Şifâ: Topikler-Cedel (trc. Ömer Türker), İstanbul 2008, s. 26, 31; a.mlf., el-İşârât ve’t-tenbîhât (nşr. Süleyman Dünyâ), Kahire, ts. (Dârü’l-maârif), I, 341-363; Gazzâlî, Miĥakkü’n-nažar (nşr. Refîk el-Acem), Beyrut 1994, s. 99-113; a.mlf., el-Müstaśfâ, Bulak 1324, I, 48-49; İbn Bâcce, TeǾâlîķu İbn Bâcce Ǿalâ Kitâbi’l-Burhân (el-Manŧıķ Ǿinde’l-Fârâbî içinde), s. 153; Ömer b. Sehlân es-Sâvî, el-Beśâǿirü’n-Naśîriyye fî Ǿilmi’l-manŧıķ (nşr. Refîk el-Acem), Beyrut 1993, s. 224-229; Seyfeddin el-Âmidî, el-Mübîn (nşr. Hasan Mahmûd Abdüllatîf), Kahire 1403/1983, s. 91-94; a.mlf., Ġāyetü’l-merâm (nşr. Hasan Mahmûd Abdüllatîf), Kahire 1391/1971, s. 123; Nasîrüddîn-i Tûsî, Şerĥu’l-İşârât ve’t-tenbîhât (İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-tenbîhât içinde), I, 358; Muhammed b. Mahmûd eş-Şehrezûrî, Resâǿilü’ş-Şecereti’l-ilâhiyye fî Ǿulûmi’l-ĥaķāǿiķi’r-rabbâniyye (nşr. M. Necip Görgün), İstanbul 2004, I, 407-413, 444; Adudüddin el-Îcî, el-Mevâķıf (nşr. Abdurrahman Umeyre), Beyrut 1417/1997, I, 196, 199-200; Ahmed Cevdet, Mi‘yâr-ı Sedâd, İstanbul 1303, s. 100, 120-122.

Mustafa Çağrıcı