ZA‘F-ı TE’LÎF

(ضعف التأليف)

Belâgatta sözün fesahatini bozan söz dizimi kuralsızlığına verilen ad.

Sözlükte za‘f ve zu‘f “zayıflamak, kuvvetten düşmek” anlamına gelir. Bazılarına göre za‘f akıl ve görüş zayıflığına, zu‘f ise bedenî zayıflığa işaret eder. Bu sebeple za‘f-ı te’lîf yerine zu‘f-ı te’lîf terkibini tercih eden belâgatçılar vardır (Lisânü’l-ǾArab, “żǾf” md.; el-Müncid, “żǾf” md.; Ahmed Matlûb, s. 520). Çünkü, za‘f-ı te’lîf, sözün/cümlenin bünyesinde görülen, öğelerinin dizimine ilişkin somut kusurdur. Arap dili belâgatında, kelimenin yapısında görülen sarf kurallarına aykırılığa onun fasih sayılmasını bozan bir kusur olarak “muhâlefet-i kıyâs” denildiği gibi kelâmın cüzleri/kelimeleri arasındaki nahiv kurallarına aykırı terkip ve dizim kusuru da za‘f-ı te’lîf diye adlandırılmıştır. Ancak cümlenin terkip ve telifinin zayıf olmasına, dolayısıyla fasih sayılmamasına yol açan kusurun, nahiv âlimlerinin çoğunluğu tarafından kabul edilmiş meşhur bir nahiv kuralına aykırılık şeklinde ortaya çıkması şart koşulmuştur. Nahiv âlimlerinin hepsinin ittifak ettiği kurala aykırılığa ise fesâd-ı te’lîf adı verilir. Meselâ merfû olması ittifakla kabul edilmiş fâilin mansub veya mecrur kılınması za‘f-ı te’lîf değil fesâd-ı te’lîftir. Yine “إنما قائم زيد” örneğinde görüldüğü üzere kendisine “innemâ” ile hasr/kasr yapılmış müsnedin müsned ileyhten önce getirilmesi de böyledir (Şürûĥu’t-Telħîś, I, 97).

Kudâme b. Ca‘fer, lafız-vezin uyumu kusurları arasında “ta‘ŧîl” adı altında kelâmın cüzlerinin diziminin, takdim ve tehirlerin vezne uygun düşmemesi şeklindeki beyanı (Naķdü’ş-şiǾr, s. 208) ve İbn Sinân el-Hafâcî, fâsid tasarrufun fesâhati ihlâl edeceği yolundaki sözü ile za‘f-ı te’lîf konusuna ilk işaret eden müellifler ise de za‘f-ı te’lîf meselesini Telħîśu’l-Miftâĥ sahibi Hatîb el-Kazvînî, özellikle bu esere şerh veya hâşiye yazan Sa‘deddin et-Teftâzânî, Bahâeddin es-Sübkî, İbn Ya‘kūb el-Mağribî, Muhammed b. Ahmed ed-Desûkī ve Abdülhakîm es-Siyâlkûtî gibi belâgat âlimleri ayrıntılarıyla incelemişlerdir. Onların za‘f-ı te’lîf örneği olarak irdeledikleri konu zamirin, yerini tuttuğu isimden (merci‘) önce getirilmesi meselesidir. Nahiv âlimlerinin çoğunluğu tarafından kabul edilen meşhur kaide zamirin, yerini tuttuğu isimden sonra getirilmiş olmasıdır; bunun aksi, bir telif ve terkip zayıflığıdır. Ancak nahiv âlimlerinden başta Ahfeş el-Evsat ile Muhammed b. Ahmed et-Tuvâl, İbn Cinnî ve İbn Mâlik et-Tâî bunu bir kusur diye görmemiştir. Çünkü söz konusu takdim ve tehirin telif zayıflığı sayılması nesirle sınırlıdır. Nesirde zayıflık ve kusur sayılan birçok husus şiirde vezin ve kafiye zarureti sebebiyle hoş görülmüştür. Şiirde hoşgörüyle karşılanacak meseleler ilgili eserlerde “ez-zarûrâtü’ş-şi‘riyye, ez-zarâiru’ş-şi‘riyye” gibi başlıklar altında ele alınmıştır.

Zamirin, yerini tuttuğu isimden lafız, anlam, rütbe ve hüküm itibariyle önce getirilmiş olması telif zayıflığı kabul edilmiştir; “ضرب غلامُه زيداً” (Kölesi Zeyd’i dövdü) örneğinde görüldüğü gibi. Bu cümlede zamir yerini tuttuğu isimden (Zeyd) lafız itibariyle önce geldiği gibi anlam bakımından da zamirden önce merciine delâlet eden bir şey bulunmamaktadır. Nitekim “اعدلوا هو أقرب للتقوى” âyetinde (el-Mâide 5/8) zamirin mercii anlam bakımından kendisinden önce gelmiştir, çünkü burada merci‘ zamirden önceki fiilin masdarıdır. Örnekte zamir fâile bitiştiğinden ve yerini tuttuğu isim olan Zeyd mef‘ul bih olduğundan sıralama bakımından da merciinden önce gelmiştir.

Hassân b. Sâbit’in, müslüman olmamakla birlikte Hz. Peygamber’i ve ashabını Mekke’de himaye eden Mut‘im b. Adî’yi övdüğü şu dizesinde de za‘f-ı te’lîfin bulunduğu kabul edilmiştir:” من الناس أبقى مَجْدُه الدهرَ مُطعِما/ولو أن مجداً أخلد الدهرَ واحداً “ (Eğer asalet ve şeref bir insanı âlemde bâki kılsaydı Mut‘im’in şanı kendisini ölümsüz hale getirirdi). Bu beyitte fâile bitişik olan zamir (مجده), merci‘ ve mef‘ul bih konumunda bulunan “مُطعِما”den lafız, anlam ve sıralama bakımından önce getirildiği için ifadede telif


zayıflığı söz konusudur. Nâbiga ez-Zübyânî’nin Tay kabilesi reisi Adî b. Hâtim’i yerdiği şu dizesi de aynı niteliktedir:” جزى ربه عني عدي بن حاتم / جزاء الكلاب العاويات وقد فَعَلَ“(Cezalandırsın -cezanın- rabbi benim yerime Adî b. Hâtim’i/Uluyan köpeklerin -taşlanarak- cezalandırılması gibi ki bunu yapmıştır da). Ahfeş el-Evsat ve takipçileri, bu tür kanıt beyitlere dayanarak isminden (merciinden) önce zamir getirmenin telif zayıflığı olmadığını savunmuşlarsa da nahiv ve belâgat âlimlerinin çoğu bunları şâz/istisna kabul etmiş, ayrıca “...جزى ربه” beytinde zamirin merciinin bundan sonra gelen (Adî) değil, önce geçen (جزى) fiilinin masdarı (رب الجزاء) olduğunu, dolayısıyla merciinin anlamca zamirden önce geldiğini ve kural dışılık bulunmadığını ifade ederek Ahfeş ve takipçilerinin görüşünü reddetmiştir (Şürûĥu’t-Telħîś, s. 96-99; Abdünnâfi İffet, I, 39-40).

Önce getirilen zamirle bir şeyin kapalı biçimde anlatılması, ardından getirilen merci‘ ile de kapalılığın açılması söze ilgiyi çekmek gibi edebî bir amaca dayanmış olabilir. Bu durumda önce getirilen zamir hüküm bakımından sonra getirilmiş sayıldığından telif zayıflığı şöyle dursun edebî bir anlatım üslûbu söz konusudur. Böyle bir amaca ve nükteye dayanmayan zamirin merciinden önce getirilmesi ise telif zayıflığıdır. Şan ve kıssa zamirleri, onları izleyen merci‘ konumundaki isimle açıldığı, övme-yerme fiillerinde fâil konumunda gizli zamir şeklinde gelen ve kendisini izleyen temyizle açıklığa kavuşturulan zamir, “rubbe” cer harfinin mecruru olarak kendisine bitişen ve bunu izleyen temyizle açılan zamir gibi yerlerde anılan edebî amaç ve nükteye dayandığından zamir, merciinden lafız itibariyle önce gelmişse de hüküm ve takdir açısından sonra gelmiş kabul edilir, bu sebeple telif zayıflığı değil edebî bir anlatım üslûbu niteliği taşır:” هو الله أحد“(O ki Allah’tır, tektir); “رجلاً زيد (هو) نعم” (Zeyd, ne iyidir “o” adam!);” ربه فتية دعوت إلى ما / يورث الحمد دائماً فأجابوا“(O nice gençler ki kendilerini daima övgü ve şükranla yâdedilecek işlere davet ettim, onlar da icabet ettiler) gibi.

Zamir meselesi dışında “illâ”nın peşinden merfû munfasıl zamir yerine “إلّاك” gibi mansup muttasıl zamirin gelmesi, yine amel ve etkisinin devam etmesiyle birlikte nasb edatı “أن”in hazfedilmesi gibi kural dışı durumlar da telif zayıflığının sebeplerindendir; şu beyitlerde görüldüğü gibi:” وما علينا إذا ما كنت جارتنا / ألّا يجاورنا إلّاك ديّار “(Sen bize komşu olduktan sonra sensiz diyarın komşu olmamasından bize ne!);” ليس إلّاك يا علي همام / سيفه دون عرضه مسلول “(Ey Ali! Kılıcı şerefini, namusunu savunmak üzere çekilmiş bulunan senden başka bir yiğit yoktur);” ألا أيها الزاجري (أن) أحضر الوغى / وأن أشهد اللذات، هل أنت مخلدي “(Hey benim savaşa ve -ganimet- lezzetlerine katılmama engel olan sen bana ölümsüzlük bahşedebilir misin ki! [Tarafe b. Abd]; Besyûnî Abdülfettâh Besyûnî, I, 23). Za‘f-ı te’lîf de ta‘kīd de sözün fasih sayılmasına engel olan kullanım kusurları ve kural dışılıklar ise de bu kusurlar cümleyi anlaşılmaz ve içinden çıkılamaz duruma sokarsa “ta‘kīd” adını alır. Telif zayıflığında ise böyle bir durum söz konusu değildir (bk. TA‘KœD). Çağdaş Arap belâgatı yazarları za‘f-ı te’lîf için “düzenli dil kurallarına ve alışılmış üslûba aykırılık” gibi daha genel tanımlar ortaya koymuşlardır.

BİBLİYOGRAFYA:

et-TaǾrîfât, “żaǾfü’t-teǿlîf” md.; Kudâme b. Ca‘fer, Naķdü’ş-şiǾr (nşr. M. Abdülmün‘im el-Hafâcî), Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye), s. 208; Hatîb el-Kazvînî, el-Îżâĥ (nşr. M. Abdülmün‘im el-Hafâcî), Kahire 1400/1980, s. 74-75; Şürûĥu’t-Telħîś, Kahire 1937, I, 96-99; Teftâzânî, Muħtaśarü’l-meǾânî, İstanbul 1307, s. 17-18; Abdünnâfi İffet, en-Nef‘u’l-muavvel, Bosna 1289, I, 39-40; Ahmed Cevdet Paşa, Belâgat-ı Osmâniyye, İstanbul 1299, s. 11-14; Tâhirülmevlevî, Edebiyat Lügatı, İstanbul 1973, s. 45, 181; Ali el-Cârim-Mustafa Emîn, el-Belâġatü’l-vâżıĥa, Kahire 1959, s. 6; Mecdî Vehbe-Kâmil el-Mühendis, MuǾcemü’l-muśŧalaĥâti’l-ǾArabiyye fi’l-luġa ve’l-edeb, Beyrut 1979, s. 129; Besyûnî Abdülfettâh Besyûnî, Ǿİlmü’l-meǾânî, Kahire 1408/1987, I, 22-23; Ahmed Matlûb, MuǾcemü’l-muśŧalaĥâti’l-belâġıyye ve teŧavvürühâ, Beyrut 1996, s. 520.

İsmail Durmuş




TÜRK EDEBİYATI. Klasik belâgat kitaplarının fesahat bölümünde söz dizimindeki karmaşıklığı belirten bu terim “söz diziminde kurala aykırılık” olarak da tanımlanabilir. Buna göre cümleyi meydana getiren unsurlar gramer kurallarına uygun dizilmeli ve dilin ortak beğenisine ters düşmemelidir. Bir cümlede fikirler sağlam ve hayaller canlı olsa da bunlar yanlış, karışık ve belirsiz bir sırayla dizildiğinde ifade değerini ve etkisini kaybeder, hatta anlam karışıklığına yol açabilir. Güzel cümle fikirlerin her bakımdan doğru ve açık ifade edildiği cümledir.

Anlatım özellikleri bakımından cümleler kuvvetli, zayıf ve bozuk (fâsid) olarak üç kategoride değerlendirilir. Bir cümlenin “kuvvet-i te’lîf” derecesine ulaşabilmesi için hem fasih kelimelerden meydana gelmesi hem de sıralanışının gramer kurallarına ve zevkiselime uygun olması gerekir. Bu şartları taşımayan cümle za‘f-ı te’lîf ile kusurlu kabul edilir. Fesâd-ı te’lîf za‘f-ı te’lîfe kıyasla daha ileri derecede bir ifade kusurudur ve söz dizimindeki karmaşıklığın anlamı bozacak dereceye ulaşması demektir. Ancak örneklerin birbirine yakınlığından dolayı fesâd-ı te’lîf yerine za‘f-ı te’lîf denildiği de görülür. Tâhirülmevlevî za‘f-ı te’lîfe yol açan ifade kusurlarını zikir, hazif, takdim ve tehir şeklinde dörde ayırmıştır (Edebiyat Lügatı, s. 157). Zikir ve hazif “cümlede fazla veya eksik kelime bulunması” anlamına gelir. Takdim ve tehir ise cümledeki öğelerin bulunması gereken yerden önce ve sonra gelmesi durumudur. Recâizâde Mahmud Ekrem de za‘f-ı te’lîf sebeplerini dört başlık altında toplamıştır (Ta‘lîm-i Edebiyyât, s. 91):

1. Herhangi bir nükteye/sebebe bağlı olmadan cümledeki öğelerin sıralanışının, söz dizimi kurallarına veya dili güzel kullanan edebiyatçılar arasındaki ortak beğeniye ters düşmesidir. “Rastlamıştım ona bir yağmurlu akşamda” veya, “Anlar yalnız Ekrem Bey, Osmanlı mimarisinden” cümlelerinde görüldüğü gibi yüklemler, cümlelerin sonunda bulunması gerektiği halde herhangi bir geçerli sebep yokken cümlelerin başına getirilmiş ve za‘f-ı te’lîfe düşülmüştür. Cevdet Paşa, cümledeki sıralamanın kurallara uygun olmamasından doğan bu kusuru üslûpla ilgili bir zaaf şeklinde görür. “İnsanın lisanı kalbinin tercümanıdır” diyen Cevdet Paşa’ya göre maksadı ifade için konu zihinde nasıl tasarlanırsa lafızlara da o şekilde dökülür, dolayısıyla berrak olmayan bir zihnin ürünü olan ibare de insicamsız, zayıf veya bozuk olur (Belâgat-ı Osmâniyye, s. 11). Bir yazar, kendisinin anladığı bir hususun başkaları tarafından anlaşılıp anlaşılamayacağını düşünmek zorundadır. Cümledeki öğelerin sıralanışında gramer kuralları kadar zevkiselime uygunluk da bir ölçüdür. Nâilî-i Kadîm’in, “Hâtırda zevk dilde safâ tende yok mecal” mısraında “mecal yok” yerine “yok mecal” ifadesi söyleyişle söylenen arasındaki uyumu bozmaktadır (Muallim Nâci, s. 59). Ancak vezin ve kafiye zarureti şiirdeki bu tür takdim ve tehirleri meşrû gösterir. Nef‘î’nin, “İltifât et sühan erbâbına kim onlardır/Medh-i şâhân-ı cihan-bâna veren unvanı” beytinde (Bilgegil, s. 36) “iltifat et”, “onlardır”, “veren” kelimeleri yüklem durumunda oldukları halde mısra sonlarında yer almamıştır. Nitekim Cevdet Paşa, söz dizimindeki bu kuralsızlığın (takdim ve tehir) şiirde mümkün görüldüğünü ve yaygın bir uygulama alanı bulunduğunu, Türk şairlerinin vezin hususunda Fars şiirini örnek aldıkları için zamanla şiir cümlelerini de Farsça cümle yapısına


benzettiklerini belirtmiştir (Belâgat-ı Osmâniyye, s. 13). Bazı nesir cümlelerinde vurgu ya da buna benzer anlam incelikleri sebebiyle cümle içerisinde takdim ve tehirler gerekli olabilir. Ancak Türkçe devrik cümle esasına dayanmadığından bu tür örnekler birer istisna kabul edilmelidir. Cümledeki öğelerin kurallara uygun sıralanması aynı zamanda cümlenin anlaşılmasını kolaylaştırmaktadır. Takdim ve tehirlerin anlamayı güçleştirecek ölçüye vardığı cümleler za‘f-ı te’lîf değil ta‘kīd-i lafzî örneği sayılmıştır.

2. Cümlede bazı kelime ve takıların eksikliği yahut yerinde kullanılmaması da za‘f-ı te’lîf sebebidir. “İçeriden bir ses geldi; sandım sen şarkı söylüyorsun” cümlesi “ki” bağlacı ilâvesiyle za‘f-ı te’lîften kurtulur. Râgıp Paşa’nın, “Bi’l-iktizâ ederse de ebnâ-yı dehrden/Râgıb ümmîd-i himmet eğer himmet istemez” beyti “eğer” edatının yersiz kullanımına bir örnektir. Takılarda olduğu gibi eklerin de uygun biçimde kullanılmaması za‘f-ı te’lîfe yol açar. Haşmet’in, “Pertevinden biliriz meh gibi şöhret bulanın/Anlarız rütbesini çarhta âdem olanın” beytinde ilk mısraın son kelimesindeki ilgi eki gereksiz olup za‘f-ı te’lîf örneğidir (Recâizâde Mahmud Ekrem, s. 101). Cümlede fiillerin zamanları arasındaki uyumsuzlukla bir ifadenin fıkraları arasındaki irtibatsızlık Recâizâde’nin za‘f-ı te’lîf sebebi olarak zikrettiği üçüncü ve dördüncü hususlardır.

Belâgat kitaplarında bu dört husus dışında za‘f-ı te’lîfe yol açan pek çok örnek vardır. Meselâ çoğul bildiren sayı sıfatlarından sonra gelen ismin de çoğul yapılması bunlardan biridir; “Üç çocuklar gördüm” cümlesindeki gibi. Ancak “üç ahbap çavuşlar”, “kırk harâmiler” ve “beş evler” (Beşevler) gibi işaret edilen şeyin açıkça bilinmesi durumunda ve özel isim niteliğinde kullanılan ibareler ifade kusuru sayılmaz. “Her” sıfatından sonra çoğul isim kullanmak da za‘f-ı te’lîf sebebidir; “her ebruvân”, “her şuarâ”, “her mektuplar” gibi. Farsça kaideye göre yapılan sıfat tamlamalarında sıfatla mevsuf Arapça kelimelerden oluşuyorsa ikisi arasında nicelik ve nitelik bakımından uygunluk bulunması gerekir; yani isim müfredse sıfat da müfred, cemi ise cemi, müennes ise müennes olmalıdır. Buna Farsça’da her zaman uyulmamakla birlikte Osmanlı Türkçesi’n-de uygunluk mutlaka aranır: “Devlet-i Osmâniyye”, “memâlik-i İslâmiyye”, “müverrihîn-i muhakkıkīn”, “tedrîsât-ı âliye” gibi. Türkçe kelimelerle Farsça kaideye uygun terkip oluşturmak da böyledir; Mustafa Reşid Paşa lâyihasındaki “uğur-ı devlet-i aliyye”, Âsım Efendi’deki “sanâdîd-i ocak” terkipleri gibi (Bilgegil, s. 37). “Kapudân-ı deryâ”, “otağ-ı hümâyun”, “âlâ-yı vâlâ” ve “ağa-yı merkum” gibi yaygınlık kazanmış terkipler bu kaidenin istisnalarını teşkil eder. İki Türkçe kelime arasındaki “ve” bağlacını Farsça’da olduğu gibi, “u, ü, vü” şekliyle yazmak (Olduk o zaman el ü ayaktan), Farsça kelimelerin başına Arapça harf-i ta‘rîf getirmek de (“mütenâsibü’l-endâm”, “bi’l-girift”, “li-ecli’l-fürûht”) za‘f-ı te’lîftir. Arap dili ve belâgatında za‘f-ı te’lîf konusu sınırları belli bir alanda görüldüğü halde Türkçe’de za‘f-ı te’lîfe yol açan kusurlar için bir sınır çizmek mümkün değildir.

BİBLİYOGRAFYA:

Muallim Nâci, Edebiyat Terimleri: Istılâhât-ı Edebiyye (haz. M. A. Yekta Saraç), İstanbul 2004, s. 59; Ahmed Cevdet Paşa, Belâgat-ı Osmâniyye, İstanbul 1299, s. 11-14; Recâizâde Mahmud Ekrem, Ta‘lîm-i Edebiyyât, İstanbul 1299, s. 91-103; Tâhirülmevlevî, Edebiyat Lügatı (İstanbul 1936), İstanbul 1994, s. 156-158, 181; Fevziye Abdullah Tansel, İyi ve Doğru Yazma Usûlleri, İstanbul 1983, III, 80; M. Necmettin Hacıeminoğlu, Türk Dilinde Edatlar, İstanbul 1984, s. 265-266; M. Kaya Bilgegil, Edebiyat Bilgi ve Teorileri-Belâgat, İstanbul 1989, s. 36-38; Nusrettin Bolelli, Belâgat: Arap Edebiyatı Bilgi ve Teorileri, İstanbul 1993, s. 17; M. A. Yekta Saraç, Klâsik Edebiyat Bilgisi Belâgat, İstanbul 2000, s. 31; Cüneyt Eren-M. Vecih Uzunoğlu, Arap Edebiyatında Edebî Sanatlar: Belâgat, İzmir 2006, s. 37-38.

Meliha Y. Sarıkaya