VUKUF

(الوقوف)

İki makam arasında durup kalma anlamında bir tasavvuf terimi, seyrüsülûkün son mertebelerinden biri.

Sözlükte “bir şeyi iyice anlamak ve kavramak için üzerinde durup düşünmek” anlamındaki vukūf ve vakfe kelimeleri tasavvufta bir halden bir makama veya bir makamdan bir menzile geçerken ikisi arasında durmayı ifade eder. Duruşun sebebi geçilen makamı gözden geçirmek, önceki makamdan kalan eksiklikleri tamamlamak, varılmak istenen makam için hazırlık yapmaktır (et-TaǾrîfât, “Vaķfe” md.; İbnü’l-Arabî, II, 595, 805). İki makam veya iki menzil arasında duran sâlike vâkıf, durulan yere mevkıf (çoğulu mevâkıf) denir. Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Bâyezîd-i Bistâmî ile Nifferî gibi sûfîleri ehl-i mevâkıf diye niteler ve onların vâkıfiyyeden olduğunu söyler (el-Fütûĥâtü’l-Mekkiyye, I, 187; II, 107-108).

Vukuf terimini tasavvuf literatüründe ilk defa geniş kapsamda kullananlardan biri olan Nifferî Kitâbü’l-Mevâķıf adlı eserinde görüşlerini anlatmaya, “Hak Teâlâ beni şu mevkıfta durdurdu ve dedi ki” ifadesiyle başlar, verdiği bilgileri Hakk’ın hitapları diye sunar. Nifferî’ye göre vukuf hayret makamı ve matla‘ terimiyle eş anlamlıdır. Kâşânî, “idraklerin ulaştığı son mertebe” veya “kelâmı duyma mertebesinden söyleyeni müşâhede mertebesine yükselme” diye tanımladığı matlaın âriflerin dilindeki adının mevkıf olduğunu belirtir. Mevkıf veya matla‘ bütün bilgilerin kaynağı, idraklerin sonu, her türlü bilginin sonlandığı mertebedir. Nifferî vukufu sülûk ile elde edilen mârifetten, mârifeti zâhirî bilgi anlamındaki ilimden daha üstün görür. Her vâkıf aynı zamanda âriftir ama her ârif vâkıf değildir. Vukuf kalpte Hak’tan başka ne varsa hepsini siler, ilmin cehaleti yok ettiği gibi mâsivâyı yok eder. Mâsivâ bağından kurtulan vâkıf böylece hürriyete kavuşur, bedeni ölür ama ruhu ölmez. Nifferî’ye göre sâlikin mârifetten “sürekli huzur” mânasındaki vukufa geçmesi gerekir. Vukuf ilmin aksine herhangi bir sebebe bağlı değildir. Bu da vâkıfın mâsivâdan âzat olup hür kimseler arasında yer almasından kaynaklanır. Nifferî bunu, “Vâkıflar hükümdarlar, ârifler vezirlerdir” diye açıklar. Vâkıfın bilgisi doğrudan Hak’tan, vâkıf olmayanların bilgisi başkalarındandır. Vâkıfa İbnü’l-Arabî terminolojisinde “insân-ı kâmil”, İbn Seb‘în’de “muhakkik” adı verilir. İlk sûfî müelliflerden Kuşeyrî vakfeyi “sâlikin sülûkün gereklerini yerine getirmemesi, tembellik ve gevşeklik gösterip duraksaması” anlamında kullanmıştır. Bu duraksama “müridlikten dönüş ve çıkış” manasındaki fetretten daha kötüdür. Mürşid bu haldeki müridini çeşitli riyâzetlerle eğitir. Eğitimini başarıyla tamamlayan mürid bu yolda sebat gösterirse vuslata ulaşır (Risâle, s. 595).

Vukuf Nakşibendiyye tarikatının âdâbıyla ilgili temel kavramlardandır. Tarikatın esas kaynaklarından Reşeĥât-ı ǾAynü’l-ĥayât’ta üç çeşit vukuftan bahsedilir (Reşehât Tercümesi, s. 32). 1. Vukūf-ı Zamânî. Bahâeddin Nakşibend’e göre sâlikin her an kendine bakıp halinin şükrü mü yoksa özrü mü gerektirdiğine vâkıf olmasıdır. Bu bir nefis muhasebesi ve vaktin gereklerini yerine getirmektir. Vaktin ve halin tasarrufu altında bulunana “ibnülvakt” denir. Kul kabz halinde istiğfar, bast halinde şükür etmelidir. Bu iki hale riayet zamanla ilgili vukuftur. Sâlikin mânevî halinin düzgünlüğü zamanını iyi değerlendirmesine bağlıdır. Sâlik, nefesinin Hak ile huzur halinde mi yoksa gaflet içinde mi geçmekte olduğuna vâkıf olmalıdır. Nefese vâkıf ve mâlik olmayan sâlik huzur ve gaflet hallerini ayırt edemez (a.g.e., s. 41). 2. Vukuf-ı Adedî. Zikir esnasında zikrin adedine vâkıf olmaktır. Bahâeddin Nakşibend’e göre bu vukuftan maksat sülûkün başında bulunanların dikkatlerini bir noktada toplamaları, zihin dağınıklığını önlemeleridir. Buna tasavvufta “cem‘-i himmet” denir. Sâlik zikir adedine riayet ederek kendini disiplin altına sokar. Burada amaç dilin zikrinden kalbin zikrine geçmektir. Kalp ile zikrin sayısının çokluğundan ziyade huzur ve vukufla yapılması önemlidir. Dil ile kalbin zikrinin birleşmesi ve kalbin zâkir haline gelmesine “yâd-kerd” denir. Gaflet halinde şuursuzca yapılan kalp zikrinin faydası yoktur. Kalp zikriyle vuslata erişen kâmil insanlar “bir” sayısı nasıl bütün diğer sayıların içinde bulunuyorsa gerçek bir olan Hakk’ın da öylece bütün nesnelere sirayet etme sırrına vâkıf olur. Vukūf-ı adedîyi Hâce Abdülhâlik-ı Gucdüvânî’ye Hızır’ın telkin ettiği belirtilir. 3. Vukuf-ı Kalbî. Bu tür vukufun iki mânası vardır: Biri sâlikin zikir sırasında kendini daima Hakk’ın huzurunda bilmesidir; bu kalp vukufuna “yâd-dâşt” adı da verilir. Ubeydullah Ahrâr, “Vukūf-ı kalbî gönlün Hak Teâlâ’ya vâkıf olmasından ibarettir” derken bunu kastetmektedir. Bu vukufa şühûd, vüsûl ve vücûd da denir. Bu durumdaki sâlikin gönlünde Hak’tan başkasına yer yoktur. Vukūf-ı kalbînin diğer mânası sâlikin kalbine teveccüh edip onu zikirle meşgul etmesidir.

BİBLİYOGRAFYA:

Nifferî, el-Mevâķıf (nşr. A. J. Arberry), Kahire 1934, s. 14-24, ayrıca bk. neşredenin girişi, s. 9-16; Kuşeyrî, Risâle (Uludağ), s. 595; İbnü’l-Arabî, el-Fütûĥâtü’l-Mekkiyye, Kahire 1293, I, 187; II, 107-108, 595, 805; Kâşânî, Iśŧılâĥâtü’ś-śûfiyye, s. 54; a.mlf., Tasavvuf Sözlüğü (trc. Ekrem Demirli), İstanbul 2004, s. 520, 574, 575; Abdurrahman-ı Câmî, Nefeĥâtü’l-üns (nşr. Mahmûd Abîdî), Tahran 1370, s. 412; Reşehât Tercümesi, s. 30, 32, 40-43; Şa‘rânî, eŧ-Ŧabaķāt, I, 201; Abdülmecîd el-Hânî, el-Ĥadâǿiķu’l-verdiyye, Kahire 1308, s. 112; Nasrullah Bahâî, Risâle-i Bahâiyye, İstanbul 1325, s. 34, 55, 65; M. Chodkiewicz, The Spiritual Writings of Amir Abd al-Kader, Albany 1995, s. 12-13; Ekrem Demirli, “Nifferî”, DİA, XXXIII, 81.

Süleyman Uludağ