VÜCÛD

(الوجود)

Allah’ın zihnin dışında gerçekliğinin bulunduğunu ve yokluğunun düşünülemeyeceğini belirten sıfat.

Sözlükte “var olmak, bulunmak; varlık” anlamındaki vücûd felsefe terimi olarak “bir şeyin zihinde ve zihnin dışında gerçek varlığa sahip olması” veya “bir şeyin aklî tahlil yoluyla belirlenen mahiyeti, zatı” diye tanımlanır. Vücûd “bir şeyin zatının (özünün) dış dünyada fiilen tahakkuk etmesi” mânasında da kullanılır (Tehânevî, II, 1770; Alâeddin et-Tûsî, s. 224). Dinî bir terim olarak vücûd, Allah’ın zihnin dışında gerçekliğinin bulunduğunu ve mevcudiyeti zorunlu bir varlık (vâcibü’l-vücûd) olduğunu belirtir. Allah’ın varlığı zâtının gereği yani kendindendir (bizâtihî/lizâtihî), O’nun dışındaki varlıkların mevcudiyeti ise kendileri dışındandır (bigayrihî/ligayrihî). Kur’ân-ı Kerîm’de insanların doğuştan Allah’ın varlığına dair bilgiye veya eğilime sahip kılındıkları ve bu selim fıtratın bozulmayacağı ifade edilir (el-A‘râf 7/172; er-Rûm 30/30). Kur’an’ın beyanıyla, asil ve şerefli bir varlık olarak yaratılıp (el-İsrâ 17/70) imtihan dünyasında yaşatılan insan, içten gelen nefsânî arzular ve dıştan gelen saptırıcı akımlarla temiz fıtratını köreltebilir. Bununla birlikte hayatta karşılaşılan fevkalâde olaylar, hastalık ve felâketler kişinin aslî yaratılışına dönmesini sağlar.

Kur’ân-ı Kerîm’de “var olan, varlığı mümkün olan” anlamındaki “şey” lafzının Allah’a nisbet edilmesi (el-En‘âm 6/19) vücûd sıfatının naklî delilleri arasında kabul edilir. Naslarda geçen esmâ-i hüsnânın bir kısmı vücûd sıfatıyla irtibatlıdır, bunların başında “hak” ismi gelir. “Gerçekliği bulunan ve bilfiil var olan” anlamındaki hak isminin yer aldığı âyet ve hadislerde Allah’ın fiilen mevcudiyetinin insanlarca bilindiği belirtilmek suretiyle vücûd sıfatı vurgulanır (Yûnus 10/32; en-Nûr 24//25; Buhârî, “Tevĥîd”, 24; Müslim, “Müsâfirîn”, 199). Hak aynı zamanda Allah’ın vâcibü’l-vücûd olduğunu bildirir (Fahreddin er-Râzî, LevâmiǾu’l-beyyinât, s. 216; Kurtubî, s. 145-148). Bunun dışında nûr, zâhir, bâtın, evvel, âhir isimleri de vücûd sıfatını vurgulayıcı niteliktedir. Nûr ismi akıl yürütülerek Allah’ın varlığının algılanabileceğini ifade eder. Nûr kelimesi sadece duyular âlemini değil zihnî bilgileri anlatmak için de kullanılır. Gözler Allah’ı göremese de akıl O’nun varlığını idrak eder. Bu sebeple nûr ilâhî varlığın apaçık bir nitelik taşıdığını belirtir (Gazzâlî, s. 147-148). Zâhir ve bâtın isimleri de aynı konumdadır. Zâhir Allah’ın varlığının fiilleriyle ve aklî delillerle açıkça bilindiğini, akla göründüğünü, bâtın ise zâtının duyulardan gizlendiğini, dolayısıyla zâtının varlığı ve niteliği hakkında duyusal bilgi elde etmenin mümkün olmadığını ifade eder (el-Hadîd 57/3; Zeccâc, s. 60; İbn Manzûr, s. 128-130). Evvel, âhir ve bâkī isimleri Allah’ın ezel ve ebed yönünden varlıkları kuşattığını, zaman üstü olduğunu, varlığının başlangıcının bulunmadığını, yokluğunun asla tasavvur edilemeyeceğini açıklar (el-Hadîd 57/3; bk. Müslim, “Źikir”, 61; Beyhakī, s. 25-27; Kurtubî, s. 134-138).

Vücûd sıfatına ilişkin tartışmaların IV. (X.) yüzyıldan itibaren başladığını söylemek mümkündür. Ebû Hanîfe’ye ait akaid risâlelerinde zikredilen ilâhî sıfatlar arasında vücûd yer almaz (Ali el-Kārî, s. 14). Eş‘arî’ye göre Allah’ın mevcut olması hem kendisinin hem de insanın O’nun varlığını bilmesi anlamına gelir, bundan dolayı “linefsihî mevcûd” diye tanımlanır. Allah’a nisbet edilen vücûd, varlığının başlangıcı ve sonu bulunmayan mutlak bir mevcudiyeti ifade eder (İbn Fûrek, s. 27-28, 42, 326). Eş‘arî’den sonra gelen kelâmcılar vücûdun ilâhî zâta ait olan ve mânadan ibaret bulunan sübûtî bir sıfat mı, yoksa zâtın aynı olup farklılık göstermeyen yalnızca zihnî bir tevcih mi olduğu konusunu tartışmıştır. Gelenbevî, Fahreddin er-Râzî’ye kadar bütün kelâmcılarla İslâm filozoflarının, Allah’ın zâtı ile varlığının aynı olup zâtına ait mânadan ibaret bir vücûd sıfatının bulunmadığı konusunda ittifak ettikleri halde Râzî’nin yeni bir tartışma başlatarak zâttan ayrı bir vücûd sıfatını ispat etme gayretinin yanı sıra bunu kelâmcıların çoğunluğuna nisbet ettiğini belirtir (Ĥâşiye Ǿale’l-Celâl, s. 232). Ancak Eş‘arî’den hemen sonra Bâkıllânî’nin bu konuda farklı bir görüş ileri sürdüğü dikkate alınırsa (Abdülkerîm Tettân - M. Edîb el-Kîlânî, I, 276) konuya ilişkin ihtilâfların Râzî’den çok önce başladığını kabul etmek gerekir. Vücûd sıfatı konusunda ortaya çıkan farklı görüşleri şöylece özetlemek mümkündür:

1. Vücûd ilâhî zâtın aynı olup zâta eklenen bir mâna ve ayrı bir sıfat değildir, hatta yalnız Allah hakkında değil bütün varlıklarda vücûd ile mahiyet arasında başkalık yoktur. Eğer zât hakikat ve mahiyeti dışında herhangi bir varlığa sahip olsaydı bu takdirde zâtın biri hakikat ve mahiyetine, diğeri vücûduna ait iki varlığının bulunması gerekirdi. Yine bir zâtın varlığı ilâve bir mâna niteliği taşısaydı söz konusu varlığın da bir varlığının olması icap ederdi. Böyle bir düşünce kısır döngüye (teselsül) götürdüğünden yanlıştır (Ubeydullah b. Muhammed es-Semerkandî, s. 58). Allah’ın zâtı vâcip (zorunlu) olduğundan mevcudiyeti zâtından dolayıdır, bu da Allah’ın varlığı ile zâtının aynîliğini gösterir. Çünkü zâtına ilâve bir vücûd sıfatının düşünülmesi, O’nun kendinden değil başkasından dolayı (vücûd sebebiyle) var olmasını ve mümkin


bir varlık konumunda bulunmasını gerektirir (Alâeddin et-Tûsî, s. 222). Vücûd mahiyetten sadece zihinde ve akıl yürütme eyleminde ayrılır, bu husus dikkate alındığı takdirde Allah’ın zâttan ayrı bir mevcudiyetinin bulunmadığı ortaya çıkar (Nasîrüddîn-i Tûsî, III, 34-35; İsfahânî, s. 88). Esasen zihindeki vücûdun hariçte herhangi bir varlığı söz konusu değildir. Nitekim birer zihnî kavram olan ma‘dûm ile mümteniin hâricî bir mevcudiyete sahip olduklarını söylemek içerdikleri anlamla çelişir. Kurtubî kelâmcıların çoğunluğunun bu görüşü savunduğunu belirtir (el-Esnâ, s. 123-124). Hanefî-Mâtürîdî âlimlerinin ekseriyeti ile Şîa da bu görüştedir. Eş‘ariyye’nin çoğunluğuna muhalif olarak Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî ve İbn Haldûn, ayrıca Mu‘tezile’den Ebü’l-Hüseyin el-Basrî de bu görüşü benimseyenlerdendir (Muhammed b. Eşref es-Semerkandî, s. 298, 302; Fahreddin er-Râzî, Kitâbü’l-ErbaǾîn, I, 143; İbn Haldûn, s. 57, 92-93; Beyâzîzâde, s. 53, 94-96). Allah’ın hakikatinin mutlak ve salt varlık olduğunu söyleyen Sûfiyye mensupları da bu gruba girer (Taşköprizâde, s. 176). İslâm filozofları, vâcibü’l-vücûd olan Allah’ın zâtı ile varlığı arasında başkalık bulunmadığını ileri sürerken mümkin varlıklarda vücûdun mahiyette ortaya çıkan zâta zâit bir sıfat olduğunu kabul etmiştir (İbn Sînâ, III, 30-34; Alâeddin et-Tûsî, s. 209). Nasîrüddîn-i Tûsî, İbn Sînâ’nın vücûdun vâcip ve mümkin bütün varlıklarda ortak olduğu düşüncesinden hareketle Allah’ın zâtına zâit bir vücûd sıfatı bulunduğu yolundaki görüşü eleştirmiş ve mahiyetin varlıkla nitelenmesinin tamamen aklî bir hüküm olduğunu belirtmiştir (Şerĥu’l-İşârât, III, 30-35).

2. Allah’ın zâtına ait zâit bir mâna olan vücûd üstünlük ifade eden bir kemal sıfatıdır ve O’nun zâtıyla aynı değildir. Aksi halde zât-ı ilâhiyye söz konusu üstünlük ve kemalden yoksun bulunurdu (Muhammed b. Eşref es-Semerkandî, s. 299). Bütün varlıkların ortak bir niteliğini teşkil eden vücûd, mümkin varlıklarda görüldüğü gibi vâcibü’l-vücûdun mahiyetinde de ortaya çıkan zâit bir sıfattır. Zira, “Siyahlık siyahlıktır” önermesiyle, “Siyahlık vardır” önermesi arasında anlam bakımından bir fark yoktur. Bu da vücûdun mahiyetten ayrı ve ona ilâve bir sıfat olduğunu kanıtlar (Fahreddin er-Râzî, MeǾâlimü uśûli’d-dîn, s. 24; Âmidî, I, 257-258). Eğer vücûd vâcip varlığın mahiyetinde yoksa bu takdirde onun bütün varlıklarda ortak olduğuna ilişkin hüküm geçersiz sayılır, dolayısıyla söz konusu kavram Allah hakkında sadece lafızdan ibaret olurdu. Allah’ın zâtı varlığını gerektirdiğinden O’na atfedilmesi zorunlu olan ilk sıfat vücûddur (Gelenbevî, s. 232). Vücûd, Cenâb-ı Hakk’ın zâtı üzerine zâit bir sıfat olmasaydı varlığını akıl yürütmek suretiyle bilmek imkânsız hale gelirdi. Çünkü Allah’ın zâtına ait hakikati bilmek mümkün değildir, dolayısıyla aklî bilgiler sadece varlığına hükmedebilir (Cürcânî, s. 471). Fahreddin er-Râzî yanında Şemseddin es-Semerkandî, Seyyid Şerîf el-Cürcânî, Beyzâvî, Şemseddin el-İsfahânî gibi âlimler söz konusu anlayışı kelâmcıların çoğunluğuna nisbet eder. Ancak kaynaklardan, bunun Eş‘ariyye’ye mensup âlimlerin ekseriyetiyle Şemseddin es-Semerkandî ve Sadrüşşerîa gibi bazı Mâtürîdî kelâmcılarının görüşü olduğu anlaşılmaktadır (Kurtubî, s. 123-124; Beyâzîzâde, s. 53; Gelenbevî, s. 232). Son devir âlimleri vücûd sıfatını Allah’ın zâtını niteleyen nefsî (zâtî), sübûtî veya selbî yahut sıfât-ı hâliyye içinde değerlendirmiş, fakat her biri O’nun varlığının zorunluluğunu vurgulayan vücûb özelliğini öne çıkarmıştır (Hüseyin el-Cisr, s. 16; Bilmen, s. 113; Bûtî, s. 108-109; Abdülkerîm Tettân - M. Edîb el-Kîlânî, I, 276-277).

Neticede vücûd sıfatını tarihî süreçte ortaya çıkan sıfât-ı nefsiyye, sıfât-ı selbiyye, sıfât-ı maânî, sıfât-ı ma‘neviyye ve sıfât-ı hâliyye gibi sıfat teorilerinin her biri içinde mütalaa edenler olmuştur. Vücûdu Allah’ın zâtıyla aynı kabul edenler onu sıfât-ı ma‘neviyye, zâtına zâit bir mâna kabul edenler sıfât-ı maânî, varlık mertebesi kazanmayan, fakat Allah’ın zâtında sabit bir hal kabul edenler sıfât-ı hâliyye ve zâtın kendisini vurguladığından sıfât-ı nefsiyye grubuna dahil etmiştir. Ancak Allah’ın vâcip bir varlık olduğu dikkate alınırsa diğer selbî sıfatlar gibi vücûdun da selbî grubu içinde yer aldığını kabul etmek gerekir. Çünkü vücûd varoluş açısından zorunluluğun yalnızca Allah’a ait bulunduğunu kanıtlamakta ve yaratılmışlara ait mümkin oluşu Allah’tan nefyetmektedir; buna göre yegâne vâcip varlık Allah Teâlâ’dır ve O’nun yokluğu asla düşünülemez.

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “vcd” md.; Tehânevî, Keşşâf, II, 1770; Zeccâc, Tefsîru esmâǿillâhi’l-ĥüsnâ (nşr. Ahmed Yûsuf ed-Dekkāk), Beyrut 1395/1975, s. 60, 64; İbn Fûrek, Mücerredü’l-Maķālât, s. 27-28, 42, 326; Kādî Abdülcebbâr, Fażlü’l-iǾtizâl ve Ŧabaķātü’l-MuǾtezile (nşr. Fuâd Seyyid), Tunus 1393/1974, s. 139; İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-tenbîhât (nşr. Süleyman Dünyâ), Kahire 1985, III, 30-34; Beyhakī, el-Esmâǿ ve’ś-śıfât, s. 23-28; Gazzâlî, el-Maķśadü’l-esnâ (Fazluh), s. 26, 138, 147-148; Nesefî, Tebśıratü’l-edille (Salamé), I, 78-80; Muhammed b. Eşref es-Semerkandî, eś-Śaĥâǿifü’l-ilâhiyye (nşr. Ahmed Abdurrahman eş-Şerîf), Küveyt 1405/1985, s. 197, 298-309; Fahreddin er-Râzî, LevâmiǾu’l-beyyinât, Kahire 1323, s. 12, 24, 105, 216; a.mlf., MeǾâlimü uśûli’d-dîn (nşr. Tâhâ Abdürraûf Sa‘d), Kahire, ts. (Mektebetü’l-külliyyâti’l-Ezher), s. 24; a.mlf., Kitâbü’l-ErbaǾîn fî uśûli’d-dîn (nşr. Ahmed Hicâzî es-Sekkā), Kahire 1406/1986, I, 138-147; a.mlf., Mefâtîĥu’l-ġayb, IV, 173; Seyfeddin el-Âmidî, Ebkârü’l-efkâr (nşr. Ahmed M. el-Mehdî), Kahire 1423/2002, I, 257-261; Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, el-Esnâ fî şerĥi esmâǿillâhi’l-ĥüsnâ ve śıfâtih (nşr. Sâlih Atıyye el-Hatmânî), Bingazi 2001, s. 121-124, 134-148; Nasîrüddîn-i Tûsî, Şerĥu’l-İşârât ve’t-tenbîhât (nşr. Süleyman Dünyâ), Kahire 1985, III, 30-35; Beyzâvî, ŦavâliǾu’l-envâr, İstanbul 1305, s. 85; Ubeydullah b. Muhammed es-Semerkandî, el-ǾAķīdetü’r-rükniyye (nşr. Mustafa Sinanoğlu), İstanbul 1429/2008, s. 58; İbn Manzûr, Şerĥu esmâǿillâhi’l-ĥüsnâ, Tanta 1992, s. 40-42, 98, 113, 128-130; Mahmûd b. Abdurrahman el-İsfahânî, MeŧâliǾu’l-enžâr, İstanbul 1305, s. 85-89; İbn Kayyim el-Cevziyye, el-ĶavâǾidü’l-mühimmât fi’l-esmâǿ ve’ś-śıfât (nşr. Ebû Muhammed Eşref b. Abdülmaksûd, ĶavâǾidü’ŧ-ŧayyibât içinde), Beyrut 1416/1995, s. 20-25; Haydar el-Âmülî, CâmiǾu’l-esrâr (trc. Cevâd Tabâtabâî), Tahran 1368 hş., s. 626; İbn Haldûn, Lübâbü’l-muĥaśśal fî uśûli’d-dîn (nşr. Refîk el-Acem), Beyrut 1995, s. 57, 92-93; Seyyid Şerîf el-Cürcânî, Şerĥu’l-Mevâķıf, İstanbul 1239, s. 61, 87, 90-98, 471; Alâeddin et-Tûsî, Tehâfütü’l-felâsife (nşr. Rızâ Saâde), Beyrut 1403/1983, s. 209, 218, 222-224; Devvânî, Celâl (trc. Ahmed Hamdi), İstanbul 1311, s. 208-213; Taşköprizâde, el-MeǾâlim fî Ǿilmi’l-kelâm (nşr. Ahmet Sururi, doktora tezi, 2011), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 173-176; Ali el-Kārî, Şerĥu’l-Fıķhi’l-ekber, Kahire 1323, s. 14; Beyâzîzâde Ahmed Efendi, İşârâtü’l-merâm min Ǿibârâti’l-İmâm (nşr. Yûsuf Abdürrezzâk), Kahire 1368/1949, s. 53, 94-96; Gelenbevî, Ĥâşiye Ǿale’l-Celâl, İstanbul 1317, s. 232; Sırrı Paşa, Nakdü’l-kelâm, İstanbul 1324, s. 154-156; Hüseyin el-Cisr, el-Ĥuśûnü’l-Ĥamîdiyye, Kahire 1323, s. 16-18; Mehmed Vehbi Efendi, Akāid-i Hayriyye, İstanbul 1340-43, s. 59; Albert Nasrî Nâdir, Felsefetü’l-MuǾtezile, Bağdad 1951, s. 39-45; Ömer Nasuhi Bilmen, Muvazzah İlm-i Kelâm, İstanbul 1972, s. 113; M. Saîd Ramazan el-Bûtî, Kübre’l-yaķīniyyâti’l-kevniyye, Dımaşk 1402, s. 108-110; Abdülkerîm Tettân - M. Edîb el-Kîlânî, ǾAvnü’l-mürîd li-şerĥi Cevhereti’t-tevĥîd, Dımaşk 1994, I, 275-277; Emre Dorman, Modern Bilim: “Tanrı Var”, İstanbul 2011, s. 21-22, 71, 119-140, 204-218.

Yusuf Şevki Yavuz