VÜCÛB

(الوجوب)

Mu‘tezile âlimlerince Allah’a atfedilen bir kavram.

Sözlükte “gerekli olmak, gereklilik” anlamına gelen vücûb, Mu‘tezile’nin beş temel esası içinde yer alan adalet ilkesi gereğince Allah’ın, yükümlü kıldığı insanlara ilişkin yapması gereken fiilleri ifade eder. Buna göre vücûb “kulların dünya ve âhiret mutluluğuna erişmeleri için gerçekleştirmeleri gereken fiilleri yaratmanın Allah’a vâcip olması” şeklinde tanımlanabilir. Mu‘tezile kelâmcılarına göre çirkin fiilin terki övgüye lâyık görüldüğü gibi vâcip fiilin yapılmaması da yergiye yol açar. Bu tür davranışlar için insanlar hakkında verilen hükmün benzerinin Allah hakkında da verilmesi gerekir. Bir fiilin Allah hakkında vâcip kabul edilip edilmemesi, ulûhiyyet anlayışının yanı sıra Allah ile yaratıklar arasındaki münasebetin açıklanması ile de yakından ilişkilidir. Bu konularda farklı bir düşünceye sahip olan Mu‘tezile kelâmcıları “vücûb alellah” diye ifade edilebilecek bir görüş ileri sürmüş ve bunu ilâhî adaletin ayrılmaz bir unsuru haline getirmiştir. Onlara göre Allah’ın her türlü kötü fiilden tenzih edilmesi, ancak kullarıyla ilgili bazı fiilleri yapmasını hikmet açısından zorunlu kabul etmekle mümkündür. Bundan dolayı kullarına lutufla muamele etmesi, haklarında en hayırlı olanı (aslah) yaratması, çektikleri sıkıntılara karşılık âhirette bedel (ıvaz) vermesi, itaat edene sevap yazması, günah işleyip tövbe etmeyeni cezalandırması Allah için vâciptir. Bunları icra etmemek veya bunlarla çelişecek fiiller yaratmak ilâhî adaletle bağdaşmaz. Zira Allah’ın âdil oluşu adalete aykırı fiiller yaratmamasını gerektirir, aksi halde kendisine zulüm nisbet etmek gibi yanlış bir sonuç ortaya çıkar. Cenâb-ı Hakk’ın kullarıyla ilgili fiilleri lutuf, sevap ve ivazdan ibarettir. Allah’ın kişiye amelleriyle hak etmediği bir şeyi vermesi lutuf, emirlerine uyması sonucu vermesi sevap, iradesi dışında mâruz bıraktığı bir fiilden doğan sıkıntı ve üzüntüye karşılık mükâfat vermesi ise ivazdır (Kādî Abdülcebbâr, el-Muġnî, XIII, 505-507; Şerĥu’l-Uśûli’l-ħamse, s. 494). “Kişiyi Allah’a itaat etmeye yaklaştıran ve onu günah işlemekten alıkoyan şey” diye tanımlanabilen lutfu Ebû Ali el-Cübbâî iki kısımda ele alır. İlki Allah’ın kulunu mükellef tutmakla ilgili lutfudur; peygamber göndermek, kitap indirmek, bunlarla insanın akıl yürütme gücünü takviye etmek gibi fiiller bu türden olup Allah’a vâciptir. İkincisi ihlâs ve takvâ sahibi kullarına ihsan ettiği lutfudur ki onların iman ve sevaplarını arttıran bir ikramdır; ancak bu lutuf O’na vâcip değildir (Ahmed Mahmûd Subhî, I, 298-300). Mu‘tezile kelâmcılarının çoğunluğu, kullarla ilgili en iyi ve en faydalı olanı yaratmayı Allah hakkında vâcip kabul etmekle birlikte Bişr b. Mu‘temir ile Ca‘fer b. Harb gibi bazıları O’nun aslah olanı değil salâh (iyi ve faydalı) olanı yaratmasının kendisine vâcip olduğu görüşündedir. Bunlara göre en iyiyi yaratmak Allah’a vâcip olsaydı kâfirlerin zorunlu şekilde iman etmesi gerekirdi (Çelebi, s. 294-295).

Mu‘tezile âlimlerinin akıl yönünden Allah’a vâcip gördüğü fiiller arasında O’nun peygamber göndermesi de yer alır. Cenâb-ı Hakk’ın, iman edeceğini bildiği insanlara peygamber göndermesi onlar için faydalı olanı yaratma ilkesine, iman etmeyeceğini bildiği insanlara göndermesi ise âhiretteki itiraz ve mazeretlerini geçersiz kılma hikmetine bağlıdır. Bu husus, aklın iyi ve güzel bulduğu bir fiil niteliği taşıması açısından hüsün-kubuh ilkesine göre vâciptir (Kādî Abdülcebbâr, el-Muġnî, XV, 20-21; el-Muħtaśar, s. 235-236; Seyyid Şerîf el-Cürcânî, s. 550). Bunun yanında peygamberleri düşmanlarına karşı meleklerle koruması veya onlara hastalık vermemesi O’na vâcip değildir. Nitekim Bedir Gazvesi’nde melekler indirip müslümanları desteklediği halde Uhud Gazvesi’nde böyle bir destekte bulunmamıştır. Bu da muhtemelen müslümanların sabrını sınamak ve İslâm’a bağlılıklarını denemek gibi hikmetlere bağlıdır (Kādî Abdülcebbâr, Teŝbîtü delâǿili’n-nübüvve, II, 407). Mu‘tezile kelâmcıları kulun tövbesini kabul etmeyi de Allah için vâcip görür, çünkü O’na itaat eden kul sevabı hak etmiştir. Aynı şekilde isyan eden kişiyi de cezalandırması gerekir; ancak bu durumda onu günahına denk bir ceza ile cezalandırabileceği gibi affetmesi de mümkündür. Allah, tövbe etmeyen günahkârları ise mutlaka cezalandırır (a.mlf., el-Muħtaśar, s. 234; Sübkî, II, 413-414). Ayrıca yaratıklarına rızık vermesi de Allah’a vâcip olan fiillerdendir (Kādî Abdülcebbâr, el-Muġnî, XI, 47).

Sünnî kelâmcılarına göre Allah’a vücûb nisbet etmek, kudret ve iradesini sınırlandırıp O’nu mecburiyet altındaki bir varlık konumuna düşüreceğinden doğru değildir. Allah’ın kullarına emrettiği fiiller onların yerine getirebileceği fiiller olup birçok fayda ve hikmet içerir. Mu‘tezile tarafından ileri sürülen vücûb, O’nun fiilleri yaratıkların fiillerine kıyas edilerek (kıyâsü’l-gāib ale’ş-şâhid) ortaya konmuştur. Burada Allah’ın, kullarıyla ilgili fiillerini lutuf ve ihsanla gerçekleştirdiği hakikati dikkate alınmamıştır. Halbuki Allah’ın bu fiilleri rahmet ve ihsanının bir sonucudur. Bu sebeple insanların birbirine yönelik fiillerine kıyasla Allah’a vücûb isnat edilmesi hikmete aykırıdır. Kulun yaratıcısına hamdedip şükretmesi, kendisi hakkında vâcip olan fiillere mukabil değil Allah’ın lutuf ve ihsanına bir karşılıktır. Ayrıca vücûb alellah anlayışı, Cenâb-ı Hakk’ın “fiillerini dilediği şekilde yapan en mükemmel varlık olması” gerçeğiyle uyuşmaz, yaratıklar arasında süregelen gerçeklerle de bağdaşmaz. Çünkü Allah insanları zekâ ve yetenek bakımından eşit yaratmamış, bazılarını bazılarına üstün kılmıştır (Nesefî, II, 747-758; Sübkî, II, 386, 414). Nitekim naslarda O’nun, rahmetini özel şekilde tahsis ettiği kullarının bulunduğu belirtilmiştir


(el-Bakara 2/105; Âl-i İmrân 3/74; en-Nisâ 4/69-70; en-Nûr 24/14, 21). Ayrıca Cenâb-ı Hakk’ın, kulları hakkında takdir ettiği fiilleri onların belirlemesi mümkün değildir; O, zulmü zâtına haram kıldığına göre bunları belirleyen ve kendisi hakkında hüküm veren yine kendisidir (Müslim, “Birr ve’ś-śıla”, 55; Ali b. Sa‘d b. Sâlih ed-Düveyhî, s. 112-113). Şiî âlimleri de Mu‘tezile mensupları gibi kulların fiilleri hakkında Allah’a vücûb isnat ederler. Onların Mu‘tezile’den ayrıldığı başlıca husus imâmet meselesidir. İmâmiyye-İsnâaşeriyye’ye göre Allah’ın kullarına lutufta bulunması vâciptir, O’nun insanlara en büyük lutuflarından biri de onları yönetecek bir devlet başkanı belirlemesidir, bu sebeple imam tayin etmek O’na vâciptir (Aydınlı, s. 233). Ancak Şiîler’in bu görüşü dinî ve aklî dayanaktan yoksun olduğu gibi tarihî gerçeklere ve Hz. Peygamber’in uygulamalarına da aykırıdır.

BİBLİYOGRAFYA:

Hayyât, el-İntiśâr, s. 129; Eş‘arî, el-İbâne (Fevkıyye), s. 176-177; Kādî Abdülcebbâr, el-Muġnî, XI, 47, 218; XII, 279; XIII, 505-507, 514; XIV, 77-78; XV, 20-21; a.mlf., Şerĥu’l-Uśûli’l-ħamse, s. 133, 494, 518-522, 611-612; a.mlf., Teŝbîtü delâǿili’n-nübüvve (nşr. Abdülkerîm Osman), Beyrut 1972, II, 407; a.mlf., el-Muħtaśar fî uśûli’d-dîn (nşr. Muhammed İmâre, Resâǿilü’l-Ǿadl ve’t-tevĥîd içinde), Kahire 1971, I, 234-236; Nesefî, Tebśıratü’l-edille (Salamé), II, 747-758; Sübkî, Ŧabaķāt, II, 386, 413-414; Seyyid Şerîf el-Cürcânî, Şerĥu’l-Mevâķıf, Kahire 1266, s. 550; Ebü’l-Vefâ et-Teftâzânî, Kelâm İlminin Belli Başlı Meseleleri (trc. Şerafeddin Gölcük), İstanbul 1980, s. 167-168; Fazlurrahman, İslâm (trc. Mehmet Dağ - Mehmet Aydın), İstanbul 1981, s. 111; Mahmûd Kâmil Ahmed, Mefhûmü’l-Ǿadl fî tefsîri’l-MuǾtezile li’l-Ķurǿâni’l-Kerîm, Beyrut 1403/1983, s. 25-26; Ahmed Mahmûd Subhî, Fî Ǿİlmi’l-kelâm, Beyrut 1405/1985, I, 199-300; Ali b. Sa‘d b. Sâlih ed-Düveyhî, Ârâǿü’l-MuǾtezile el-uśûliyye, Riyad 1415/1995, s. 112-115; Câbir Zâyid Îd es-Semîrî, Ķażıyyetü’ŝ-ŝevâb ve’l-Ǿiķāb beyne’l-medârisi’l-İslâmiyyîn, Hartum 1416/1995, s. 39; İlyas Çelebi, İslâm İnanç Sisteminde Akılcılık ve Kadı Abdülcebbar, İstanbul 2002, s. 294-295; Osman Aydınlı, Akılcı Din Söylemi, Ankara 2010, s. 233-234.

Salih Sabri Yavuz