VECİH

(الوجه)

Zâtı, kendisi veya rızası anlamında Allah’a nisbet edilen haberî sıfatlardan biri.

Sözlükte vech “yüz, çehre, sima; bir şeyin kendisi; bakan kimsenin karşısına gelen yön” anlamlarına gelir (Lisânü’l-ǾArab, “vch” md.). Kur’ân-ı Kerîm’de on bir âyette Allah veya rab kelimesine yahut bunlara râci zamire muzaf olarak Cenâb-ı Hakk’a nisbet edilen vecih lafzı sekiz yerde “rıza” mânasında kullanır. Çünkü bu âyetlerde vecih lafzı “ibtigā, irade” (dileme) veya “li-vechillâh” (Allah rızası için) ifadesiyle irtibat halindedir. Diğer üç âyetin birinde (el-Bakara 2/115) doğunun da batının da Allah’a ait olduğu, kulların yöneldiği her yerde Allah’ın vechinin (kendisinin), dolayısıyla rızasının bulunduğu ifade edilir. Bu ifade bir yönüyle, iyilik ve taatin sadece yüzü doğuya veya batıya çevirmekle değil iman esaslarına inanmanın yanı sıra namazın ve güzel davranışların gerçekleştirilmesiyle meydana geldiğini bildiren âyete (el-Bakara 2/177) benzemektedir. Vecih geçtiği diğer iki âyetin birinde (er-Rahmân 55/27), “bekā” kökünden türeyen fiilin öznesi durumunda bulunmakta, diğerinde de aynı muhtevayı belirtmek üzere, O’nun vechinden (zâtından) başka her şeyin yok olacağı vurgulanmaktadır (el-Kasas 28/88; ayrıca bk. M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “vch” md.). Müfessirler Kur’an’da Allah’a atfedilen vechi O’nun “zâtı, ilmi” ve “rızası” ile açıklamıştır (İbnü’l-Cevzî, Nüzhetü’l-aǾyün, s. 618). Vecih lafzı çeşitli hadislerde de Allah’a nisbet edilmiştir (Wensinck, el-MuǾcem, “vch” md.). Bu hadislerde belirtildiğine göre Hz. Peygamber dualarında Allah’ın vechine (zâtına) sığınıp O’na bakma lezzetini niyaz etmiş (Müsned, IV, 264; Buhârî, “Tefsîr”, 6/2), ihsan derecesine ulaşmış müminlerin cennete girmenin ötesinde bir lutfa daha mazhar kılınacaklarına ilişkin âyetteki “ziyade”yi (Yûnus 10/26) “Allah’ın vechine bakmak” diye tefsir etmiş (Ebû Saîd ed-Dârimî, s. 516) ve Allah rızasını gözeterek mescid inşa eden kimse için cennette bir benzerinin inşa edileceğini müjdelemiştir (Müsned, V, 391; Buhârî, “Śalât”, 65).

Naslarda Allah’a nisbet edilen vechin mahiyetine ilişkin tartışmalar II. (VIII.) yüzyılın başlarında ortaya çıkmıştır. Bu konudaki fikir ayrılıkları daha çok kelâmcılarla Selefiyye’ye bağlı âlimler arasında cereyan etmiştir. Burada söz konusu görüşler şöylece özetlenebilir: a) Vecih Allah’a ait haberî-zâtî bir sıfat olup “yüz” anlamına gelir ve nur saçan bir nitelik taşır. Nasların zâhirinden anlaşıldığına göre Allah’ın vechi insanların yüzüne benzer. Hanbelî fakihlerinden İbn Hâmid el-Verrâk ile İbnü’z-Zâgūnî gibi bazı Selefîler’in yanı sıra Müşebbihe ve Mücessime mensupları bu inancı benimsemiştir. İbnü’l-Cevzî, Kādî Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ’nın da aynı kanaati taşıdığını naklederse de (DefǾu şübheti’t-teşbîh, s. 4-5, 10) bu doğru değildir; çünkü Ebû Ya‘lâ, Allah’a izâfe edilen vechin “organ” mânasına gelmediğini açıkça belirtmiş ve Mücessime’nin görüşünü eleştirmiştir (el-MuǾtemed, s. 51-52; krş. İbn Hazm, II, 347). b) Vecih sıfatının mânasını herhangi bir yorum yapmadan ilâhî ilme havale etmek gerekir. Zira bu tür nasların mahiyetini kavramak insan idrakini aşar. Bir kısım Selef âlimiyle Kādî Beyzâvî gibi bazı kelâmcılar bu görüştedir (İbnü’l-Cevzî, DefǾu şübheti’t-teşbîh, s. 27; Beyzâvî, s. 190). c) Vecih Allah’ın zâtından başka bir sıfatı olup kur’an’da celâl ve ikram sahibi olmak, bâkī olup hiçbir zaman zeval


bulmamakla nitelendirilmiştir (er-Rahmân 55/ 27). Bu nitelikleriyle Allah’ın vechi insanların vechine benzemez. Şayet Allah’a vechin nisbet edilmesi insan bulunduğu için teşbihi gerektirseydi insanlarla hayvanların birbirine benzemesi icap ederdi. Veche “zât” mânası vermek naslar açısından mümkün değildir, çünkü dil kurallarına göre “vechü rabbik” terkibi, muzaf ile muzafun ileyhin iki ayrı şey olması sebebiyle vechin “zât” anlamına gelmediğini kanıtlar. Rahmân sûresindeki âyette (55/27) celâl ve ikram sahibi olma niteliği veche ait bulunduğundan bunu ifade eden “zû” kelimesi merfû kılınmıştır. Eğer vecih zât mânasına gelseydi bu kelimenin “zî” şeklinde mecrur olması gerekirdi. Hz. Peygamber’in Allah’tan vechine bakma lezzetini talep etmesi de bu sıfatın zât anlamına gelmediğini ve insanların yüzüne benzemeyen bir nitelik taşıdığını gösterir. Allah’ın vechine bakmayı konu edinen nasları tasdik etmek Resûl-i Ekrem’e iman etmenin bir gereğidir. Keyfiyetsiz ve hacimsiz (bilâ-keyf-bilâ-tahdîd) vechin haberî-zâtî bir sıfat olarak kabul edilmesi nasların kaçınılmaz bir sonucudur. Selefiyye’ye bağlı âlimlerin çoğunluğu ile Ebû Hanîfe, Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî ve İbn Fûrek gibi kelâmcılar bu görüştedir (Ebû Saîd ed-Dârimî, s. 515-520; İbn Huzeyme, I, 24-51; Eş‘arî, s. 120-121; İbn Fûrek, s. 159-162; Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, s. 51-52). d) Vecih sıfat değil Allah’ın zâtını ifade eden bir kavramdır. Zira sözlük anlamı “yüz” olan vechin bu muhteva ile Allah’a nisbet edilmesi mümkün değildir ve mutlaka mecazi mânaya yorumlanmalıdır. Kelimenin Allah’a nisbet edildiği âyetlerdeki kullanılışı onun üç âyette zât, diğerlerinde rıza mânasına geldiğini göstermektedir. Hadislerde Allah’a izâfe edilen veche “zât, sâlih amel, sevap, ilâhî rıza” gibi anlamlar vermek mümkündür. Kelâm âlimlerinin çoğunluğu bu görüştedir (Kādî Abdülcebbâr, s. 227; Nesefî, I, 131; Fahreddin er-Râzî, s. 117-120). Bunlara İbn Hazm, Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Nevevî gibi Selef çizgisinde yer alan âlimler de katılmıştır.

Allah’ın yaratıklara benzemekten münezzeh olduğu gerçeğini dikkate alarak kelâmcıların yaptığı yorumun daha isabetli göründüğünü söylemek gerekir. Mâtürîdî’nin de belirttiği gibi Allah hakkında sınırlı, sonlu, dolayısıyla yaratılmış olma özelliği taşıyan bütün inançlar yanlıştır (Kitâbü’t-Tevĥîd, s. 126-127). Selef âlimleri ve bazı kelâmcılar tarafından ileri sürülen dil bilimine dayalı deliller ise zayıftır; zira Allah zâtı ve sıfatları bulunan bir varlık olduğundan “Allah’ın zâtı” şeklinde bir tamlama yapmak mümkündür, “celâl ve ikram sahibi olan rabbinin zâtı” nitelemesi de böyledir. Aslında meşhur kıraat rivayetleri içinde Rahmân sûresindeki (55/27) “zü’l-celâl” terkibi “rabbike”nin sıfatı olarak “zi’l-celâl” şeklinde de okunmuştur (Taberî, XXVII, 174; İbnü’l-Cezerî, II, 382).

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “vch” md.; et-TaǾrîfât, “Vechü’l-ĥaķ” md.; Müsned, IV, 264; V, 391; Ebû Saîd ed-Dârimî, er-Red Ǿale’l-Merîsî (ǾAķāǿidü’s-selef içinde), s. 515-520; Taberî, CâmiǾu’l-beyân (nşr. Sıdkī Cemîl el-Attâr), Beyrut 1415/1995, XXVII, 174; İbn Huzeyme, Kitâbü’t-Tevĥîd (nşr. Abdülazîz b. İbrâhim es-Sehvân), Riyad 1408/1988, I, 24-57; Eş‘arî, el-İbâne (Fevkıyye), s. 120-125; Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevĥîd (nşr. Bekir Topaloğlu - Muhammed Aruçi), Ankara 1423/2003, s. 126-127; Âcurrî, eş-ŞerîǾa (nşr. M. Hâmid el-Fıkī), Beyrut 1403/1983, s. 251; Ebü’l-Hüseyin el-Malatî, et-Tenbîh ve’r-red (nşr. M. Zâhid Kevserî), Beyrut 1388/1968, s.118-120; İbn Fûrek, Müşkilü’l-ĥadîŝ (nşr. Abdülmu‘tî Emîn Kal‘acî), Halep 1402/1982, s. 106-107, 159-171, 200-201; Kādî Abdülcebbâr, Şerĥu’l-Uśûli’l-ħamse, s. 227; Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, el-MuǾtemed fî uśûli’d-dîn (nşr. Vedî‘ Zeydân Haddâd), Beyrut 1974, s. 51-52; İbn Hazm, el-Faśl (Umeyre), II, 347-348; Nesefî, Tebśıratü’l-edille (Salamé), I, 131; İbnü’l-Cevzî, Nüzhetü’l-aǾyün, s. 617-618; a.mlf., DefǾu şübheti’t-teşbîh, Dımaşk 1345, s. 4-69; Fahreddin er-Râzî, Esâsü’t-taķdîs, Kahire 1354/ 1935, s. 114-120; Beyzâvî, ŦavâliǾu’l-envâr (nşr. Abbas Süleyman), Beyrut 1411/1991, s. 190; İbnü’l-Cezerî, en-Neşr, II, 382; Seffârînî, LevâmiǾu’l-envâri’l-behiyye, Beyrut, ts. (el-Mektebü’l-İslâmî), I, 225-228.

Yusuf Şevki Yavuz