VAHDET

(الوحدة)

Matematik, mantık ve metafizikte kullanılan bir terim.

Sözlükte “bir ve tek olmak, tek kalmak” anlamındaki vahd kökünden masdar olup “birlik, teklik, bütünlük” anlamında kesretin karşıtıdır; “varlığa bir (vâhid) adını vermeyi sağlayan mâna” diye açıklanır (Fârâbî, el-Medînetü’l-fâżıla, s. 46; İbn Rüşd, Metafizik Şerhi, s. 87). Vahdetle vâhid arasındaki ilişki vücûdla (varlık) mevcut arasındaki ilişkiye benzer. Vücûd gibi vahdet de zihinlerde ilk yer eden, anlamı apaçık önsel kavramlardandır. Varlık ismi denen şeye vâhid de denilebilir. Bu sebeple vücûd da vahdet gibi cevheri ifade eden genel kavram arasında yer alır. “Çokluk birle sayılandır” denildiğinde çokluğun tanımına vahdet katılmış olur. Buna göre vahdet akıl tarafından doğrudan ve bizzat kavrandığı, ayrıca tanımlanmasında kendi kendine yeterli sayıldığı halde kesret ancak vahdetle tanımlanır. Vahdetle kesret arasında bir mütekabiliyet ilişkisi bulunmakla birlikte bu tam bir zıtlık ve karşıtlık değildir. Çünkü çokluğun zıddı birlik değil azlıktır. Vahdetle kesret arasındaki mütekabiliyet ölçenle ölçülen ilişkisinde görüldüğü gibi bir izâfet ilişkisidir. Bir başka açıdan bu ilişki illetmâlûl ilişkisine benzer (Kindî, I, 160; Fârâbî, el-Vâĥid, s. 51; İbn Sînâ, Kitâbü’ş-Şifâ: Metafizik, I, 91-97, 111-113, 115-116; İbn Rüşd, Metafizik Şerhi, s. 101-102; M. Hüseyin et-Tabâtabâî, s. 173, 183, 259). Ontolojik açıdan duyusal varlıklar (mahsûsat) alanında vahdetle kesret arasında birinin diğerini gerektirdiği bir ilişkiden (mülâzemet) söz edilir. Buna göre kesretin olduğu yerde vahdet, vahdetin olduğu yerde kesret vardır (Kindî, I, 141-143). İbn Sînâ vahdetin üç özelliğini şöyle sıralar: Vahdet cevherlerin varlığının zatî unsuru değil onun lâzımıdır; maddede vahdeti çokluk izler; vahdet arazlar için de söz konusudur. Bu üç özellik vahdetin arazî bir tabiata sahip bulunduğunu gösterir. Vahdeti izleyen ve ondan oluşan sayılar için de bu sonuç geçerlidir (en-Necât, s. 515). Matematikte vahdet aritmetiğin ilkesi ve ilk konusu kabul edilir. Vahdet sayı değilse de sayılar vahdetin tekrarıyla kurulur. Vahdetin aritmetikteki konumu noktanın geometrideki konumu gibidir. Bölünmemesi yönünden vahdet noktaya benzerse de noktaya vahdet denilmemekte, ancak ittisâl (çizgi ve yüzey oluşturmak için noktaların birleştirilmesi) bir çeşit vahdet sayılmaktadır (Fârâbî, el-Vâĥid, s. 44, 47; İbn Sînâ, Kitâbü’ş-Şifâ: Metafizik, I, 85, 89-90, 107; Kitâbü’ş-Şifâ: II. Analitikler, s. 188, 193, 225; İbn Rüşd, Tefsîru Mâ BaǾde’ŧ-ŧabîǾa, II, 538-547).

Mantıkta vâhidle vahdet özdeş ve özdeşlik kavramlarını ifade eder. Öncelikle her nesne (ayn) ve özel varlık (şahıs) kendi kendisiyle özdeş, dolayısıyla vâhiddir. Mantıkta beş küllîden nevi, cins ve fasıl zatî özdeş, hâssa ve araz-ı âm izâfî ve nisbî özdeştir. Meselâ kaptanla gemi, yöneticiyle ülke arasında izâfî (arazî) özdeşlik vardır (Kindî, s. 131-132; Fârâbî, el-Vâĥid, s. 40-43, 52; İbn Sînâ, Kitâbü’l-Hidâye, s. 255-259; İbn Rüşd, Metafizik Şerhi, s. 90). Bir şeyin kendi kendisi olduğunu anlatmak için kullanılan “hüve hüve” ile vâhid aynı anlama gelir, ikisi de özdeşlik ifade eder. Vahdet gibi hüve hüve de bizzat ve bi’l-araz kısımlarına ayrılır. Bizzat hüve hüve kendi kendisi kalan cins, tür ve hâssa gibi şeylerde, bi’l-araz hüve hüve ise nitelik, nicelik ve izâfette görülür. Buna göre bir varlıktaki birlik (ittihad) nitelikteyse müşâbehet, nicelikteyse müsâvat, cinsteyse mücâneset, türdeyse müşâkelet, konumdaysa müvâzene adını alır. Kindî ve İbn Sînâ aklın özdeşlik işlevi için ittihad kavramını kullanmışlardır (Resâǿil, I, 154-155; Kitâbü’ş-Şifâ: Metafizik, II, 49; en-Necât, s. 544-545). İzmirli İsmail Hakkı’nın “özdeşlik ilkesi” anlamında “mebde-i ittihâd” terkibini oluşturmasının da (Felsefe Dersleri, s. 57-60, 63) bu kullanımdan ilham aldığı anlaşılmaktadır.

İslâm felsefesi geleneğinde ilk varlığın (Tanrı) birliğiyle diğer varlıkların birliği arasında temel bir ayırım yapılmıştır. Meselâ metafiziğini vahdet-kesret ilişkisi üzerine kuran Kindî, vahdeti zatî / hakikî ve arazî / mecazî şeklinde ikiye ayırır. Yalnız Tanrı’nın vahdeti zâtîdir; dolayısıyla yalnız Tanrı gerçek bir olup O’nun hakkında hiçbir yönden çokluk düşünülemez. Bu sebeple varlıklardaki arazî vahdet insana gerçek vahdete sahip Tanrı’yı gösterir. Vahdetin var olmayla ilişkisinden dolayı şeylere mevcûdat dendiği gibi muvahhadât da denir (Kindî, I, 128-131, 143, 161-162; İbn Sînâ, en-Necât, s. 556-557). Fârâbî’ye göre bir şeyin vahdeti onun özel varlığıdır; her mevcuda vâhid denirse de ilk varlık vâhid adını ve anlamını almaya her şeyden daha çok lâyıktır (el-Medînetü’l-fâżıla, s. 46). İbn Sînâ, İhlâs sûresindeki “ahad” kelimesini “vahdetteki mübalağa” şeklinde yorumlar (el-İħlâś, s. 109). İbn Rüşd’ün ifadesiyle gerçek anlamda vahdet ilk ilkeye (el-mebdeü’l-evvel / Tanrı) aittir; Tanrı kendi özünde basit ve vâhiddir, diğer cevherler vahdetini O’ndan alır. Bazan bir şeyin yetkinliği ve tümelliği onun bir çeşit vahdeti sayılır. Meselâ “bir kitap, bir tanım, bir mukaddime, bir konuşma” denildiğinde bunların tamlığı ve mükemmelliği kastedilir (Metafizik Şerhi, s. 134-135). Tasavvufta sâlikin varlıkta birliği, yani gördüklerinde yalnız Allah’ı görmesi vahdet-i şühûd; varlık olarak yalnız Allah’ı bilmesi, O’ndan başka varlık bulunmadığı, her şeyin ilâhî tecellilerden ibaret olduğu idrak ve şuuruna


ulaşması vahdet-i vücûd terimleriyle ifade edilir (ayrıca bk. KESRET; VAHDET-i VÜCÛD).

BİBLİYOGRAFYA:

Kindî, Resâǿil, I, 128-132, 141-143, 154-155, 160-162; Fârâbî, el-Vâĥid ve’l-vaĥde (nşr. Muhsin Mehdî), Dârülbeyzâ 1990, s. 36-44, 47-52; a.mlf., el-Medînetü’l-fâżıla (nşr. Albert Nasrî Nâdir), Beyrut 1986, s. 46; a.mlf., el-Burhân (el-Manŧıķ Ǿinde’l-Fârâbî içinde, nşr. Mâcid Fahrî), Beyrut 1987, s. 43; İbn Sînâ, Kitâbü’l-Hidâye (nşr. Muhammed Abduh), Kahire 1974, s. 255-259; a.mlf., Kitâbü’ş-Şifâ: II. Analitikler (trc. Ömer Türker), İstanbul 2006, s. 188, 193, 225; a.mlf., Kitâbü’ş-Şifâ: Metafizik (trc. Ekrem Demirli - Ömer Türker), İstanbul 2004-2005, I, 13, 54, 85-97, 107, 111-113, 115-116; II, 48-49; a.mlf., en-Necât (nşr. M. Takī Dânişpejûh), Tahran 1364/ 1985, s. 495, 515, 544-545, 556-557; a.mlf., el-İħlâś (et-Tefsîrü’l-Ķurǿânî ve’l-luġati’ś-śûfiyye fî felsefeti İbn Sînâ içinde, nşr. Hasan Âsî), Beyrut 1403/1983, s. 109-110; Behmenyâr b. Merzübân, Kitâbü’t-Taĥśîl (nşr. Murtazâ Mutahharî), Tahran 1996, s. 364-367; İbn Rüşd, Tefsîru Mâ BaǾde’ŧ-ŧabîǾa (nşr. S. J. Maurice Bouyges), Beyrut 1991, II, 523-551; a.mlf., Şerĥu’l-Burhân li-Arisŧû (nşr. Abdurrahman Bedevî), Küveyt 1984, s. 170, 194, 308; a.mlf., Telħîśu Kitâbi’l-Cedel (nşr. Cîrâr Cihâmî), Beyrut 1982, s. 507; a.mlf., Metafizik Şerhi: Telhîsu Mâ Ba‘de’t-tabî‘a (trc. Muhittin Macit), İstanbul 2004, s. 19-21, 86-87, 90, 95, 101-102, 134-135; İsmail Hakkı [İzmirli], Felsefe Dersleri, İstanbul 1330, s. 57-60, 63; M. Hüseyin et-Tabâtabâî, Bidâyetü’l-ĥikme (nşr. Abbas Ali ez-Zirâî es-Sebzevârî), Tahran 1428, s. 127-131, 173, 183, 259.

Ali Durusoy