USÛL-i HAMSE

(الأصول الخمسة)

Mu‘tezile mezhebinin beş inanç esasını ifade eden tabir.

Ehl-i sünnet kelâmcılarının iman esaslarını ilâhiyyât, nübüvvât ve sem‘iyyât şeklinde ayırmalarına karşılık Mu‘tezile âlimleri inanç esaslarını tevhid ve adalet olmak üzere iki, nübüvvet ve şerâi‘ konularının eklenmesiyle dört veya tevhid, adl, va‘d ve vaîd, menzile beyne’l-menzileteyn, emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker şeklinde beş esas halinde ortaya koymuştur. Ancak meşhur olan sonuncu ayırımdır. İslâm düşünce tarihinde akaidle ilgili görüşlerini sistematik bir çerçevede ortaya koyan ilk mezhep olan Mu‘tezile, belirtilen esasların benimsenmesini Müslümanlık için değil Mu‘tezile’ye intisap etmek için zaruri görmüştür (Hayyât, s. 126-127). Eş‘arî usûl-i hamsenin, Mu‘tezile’nin bütün meselelerini üzerine bina ettiği ve çok az ihtilâfa düştüğü ana esasları teşkil ettiğini belirtir (Maķālâtü’l-İslâmiyyîn, s. 155). Kādî Abdülcebbâr mezhebin beş esasla sınırlandırılmasının sebebini açıklarken Muattıla, Dehriyye, Mülhide ve Müşebbihe’nin adalet, Mürcie’nin va‘d ve vaîd, Hâricîler’in menzile beyne’l-menzileteyn, İmâmiyye’nin de emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münkere muhalefet ettiğini, bu esaslardan birine dahi muhalefet edenin kâfir, fâsık veya hatalı olabileceğini söyler (Şerĥu’l-Uśûli’l-ħamse, s. 123-126). Mu‘tezile’nin kuruluşu sırasında ortaya çıkan beş esasın önceliği-sonralığı konusunda kendi âlimlerince farklı görüşler ileri sürülmüştür. Mezhebin doğuşuna mürtekib-i kebîre, Allah’ın sıfatları, iradî fiiller, Kur’an’ın mahlûk oluşu, ayrıca siyasî ve fikrî ihtilâflar gibi iç etkenlerin yanı sıra varlığın mahiyeti, cevher, araz, hareket, sükûn gibi meseleler de etkili olmuştur. Ancak dış faktörler konusunda Mu‘tezile felsefî görüşleri aynen benimseyip taklit etmemiş, gerektiğinde cevaplama, dönüştürme, yeniden inşa etme ve reddetme yöntemlerini kullanmıştır (bk. MU‘TEZİLE).

Mu‘tezile’nin üzerinde ittifak ettiği beş esas şöylece özetlenebilir: 1. Tevhid. Allah’ın zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde tek olduğu inancı bütün İslâm mensuplarınca benimsenen bir ilkedir. Ancak tevhidi temsil eden yegâne mezhebin kendi mezhepleri olduğunu iddia eden Mu‘tezile mensupları (Hayyât, s. 13-14, 17) Ehl-i sünnet’in ilâhî zâta nisbet ettiği hayat, ilim, kudret gibi sıfatları kadîmlerin çoğalmasını gerektireceği için kabul etmemiştir. İnsanların iradî fiillerinin ilâhî bir müdahale bulunmadan sadece kendileri tarafından meydana getirildiğini iddia etmek suretiyle bir bakıma kulu yaratıcı konumuna getirmek ve kaderi inkâr etmekle itham edilmişlerdir. Mu‘tezile kelâmcıları, kemal mertebesinde bir tevhid inancı ortaya koyma bağlamında Allah’ın selbî / tenzihî sıfatlarına önem vermiş, sübûtî sıfatlardan sadece kelime bakımından sıfat olan kavramları (mânevî sıfatlar) zât-ı ilâhiyyeye nisbet etmiş, fiilî sıfatların hâdis olup Allah’ın zâtıyla kāim olmadığını ileri sürmüştür. 2. Adl. Allah’ın güzel olmayan (kabîh) her türlü fiilden münezzeh kabul edilmesi, bütün fiillerinin hikmet, adalet ve isabet çerçevesinde bulunması demektir. Bunun sonucu olarak kulun iradî fiillerini meydana getirebilmesi için bu fiillere ait kudreti fiilden önce tam mânasıyla taşıması gerektiğini, ayrıca kul için en iyi ve en faydalı şeyi (aslah) Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasının kendisine vâcip olduğunu ileri sürmüşlerdir (bk. VÜCÛB). 3. Va‘d ve Vaîd. Dünya hayatında gerçekleştirilen iman ve amel-i sâlih ile küfür, inkâr ve büyük günahların âhirette mutlaka karşılıklarının görüleceğini ifade eden ilkedir. Gelecekte başkasına fayda vermesini veya ondan bir zararın giderilmesini bildiren habere va‘d, gelecekte başkasına zarar ulaşacağını veya ona yönelik faydanın ortadan kalkacağını ifade eden habere de vaîd denir. Mu‘tezile va‘d ve vaîd başlığı altında küfür, tövbe, şefaat, âhiret ahvali, büyük günah işleyenlerin cehenneme girdikten sonra oradan bir daha çıkamayacakları gibi konuları ele almaktadır. 4. Menzile beyne’l-menzileteyn. “İki konum arasında üçüncü bir konum” anlamındaki bu prensip büyük günah işleyen kişinin bu fiiliyle imandan çıkmış olacağını, ancak küfrü gerektiren bir davranışta bulunmadığı için küfre girmeyeceğini, yani imanla küfür arasında bir yerde kalacağını ifade eder. Mu‘tezile’de bu konumdaki kişiye “fâsık” denilir. Fâsık tövbe etmeden öldüğü takdirde ebediyen cehennemde kalır. Bu görüşüyle Mu‘tezile, büyük günah işleyeni kâfir kabul eden Hâricîler’le onu kâmil mümin sayarak âhirette günahlarının zarar vermeyeceğini iddia eden Mürcie arasında orta bir yerde durmaktadır. 5. Emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker. “İyiliği emredip kötülükten sakındırmak” demektir. Aslında bu prensip bütün müslümanlar tarafından farz-ı kifâye kabul edilmektedir. Mu‘tezile kelâmcıları ile Hâricîler bu görevin farz-ı ayın olduğunu belirtmişlerdir. Mu‘tezile mensupları başlangıçta söz konusu prensibi kullanarak Mecûsîlik, Yahudilik, Hıristiyanlık gibi dinlere, Mücessime, Müşebbihe, Râfizîlik gibi bid‘at hareketlerine ve zındıklık akımlarına karşı İslâm’ı güçlü bir şekilde savunmuş, bu amaçla Horasan ve Mâverâünnehir’e kadar gitmişlerdir. Ancak onlar bu prensibi başlangıçta müslümanlar içinde itikadî ve ahlâkî bozuklukları önlemek, toplumu ıslah etmek, hürriyet ve adaleti fiilen uygulamak amacıyla kullanmışken (Kādî Abdülcebbâr, Şerĥu’l-Uśûli’l-ħamse, s. 141, 741; el-Muħtaśar, s. 248; Âişe Yûsuf el-Mennâî, s. 375-379) daha sonra mihne olaylarında ve halku’l-Kur’ân meselesinde görüldüğü gibi muhaliflerini yola getirme ve hasımlarını susturma aracına dönüştürmüşlerdir.

Mu‘tezile kelâmcıları arasında el-Uśûlü’l-ħamse adıyla ilk eser Ebü’l-Hüzeyl el-Allâf tarafından yazılmıştır. Daha sonra Hişâm b. Amr el-Fuvatî, Ca‘fer b. Harb, Kādî Abdülcebbâr ve öğrencileri Ebû Muhammed İsmâil b. Ali el-Ferzâzî ile Kıvâmüddin Ahmed b. Ebû Hâşim el-Hüseynî (Mankdîm) bu adla kitaplar telif etmişlerdir (Şerĥu’l-Uśûli’l-ħamse, neşredenin girişi, s. 24-28). Kādî Abdülcebbâr’ın Şerĥu’l-Uśûli’l-ħamse’si bir görüşe göre kendisine ait el-Uśûlü’l-ħamse’nin şerhi, diğer bir görüşe göre ise Mu‘tezile’nin beş esasının tefsir ve açıklaması niteliğindedir (bk. ŞERHU’l-USÛLİ’l-HAMSE).

BİBLİYOGRAFYA:

Hayyât, el-İntiśâr, s. 13-14, 17, 126-127; Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî, Maķālâtü’l-İslâmiyyîn, İstanbul 1929-30, s. 155; Kādî Abdülcebbâr, el-Muġnî, VI/ 1, s. 49-50; a.mlf., el-Muħtaśar fî uśûli’d-dîn (nşr. Muhammed İmâre, Resâǿilü’l-Ǿadl ve’t-tevĥîd içinde), Kahire 1971, s. 169, 248; a.mlf., Şerĥu’l-Uśûli’l-ħamse, s. 122-126, 137-138, 141, 301, 741; ayrıca bk. neşredenin girişi, s. 6-11, 24-28; Bağdâdî, el-Farķ (Abdülhamîd), s. 119-120; Şehristânî, el-Milel (Kîlânî), I, 46-49; İbnü’l-Murtazâ, Ŧabaķātü’l-MuǾtezile, s. 7; Âişe Yûsuf el-Mennâî, Uśûlü’l-Ǿaķīde beyne’l-MuǾtezile ve’ş-ŞîǾati’l-İmâmiyye, Devha 1412/1992, s. 361-367, 375-379; İlyas Çelebi, İslâm İnanç Sisteminde Akılcılık ve Kadı Abdülcebbar, İstanbul 2002, s. 147.

İlyas Çelebi