ÜLÜ’l-AZM

(أولو العزم)

Kur’ân-ı Kerîm’de bazı peygamberler için kullanılan bir tabir.

Sözlükte “sabırlı, gayretli ve kararlı kimseler” demektir. Bu tabir Kur’an’da, Resûl-i Ekrem’e peygamberlerden azimli ve kararlı olanların sabredişi gibi sabretmesinin emredildiği bir âyette geçmektedir (el-Ahkāf 46/35). Ahzâb sûresinde (33/7) peygamberlerden ağır taahhüt (mîsâk) alındığı belirtildikten sonra onlardan özellikle Hz. Muhammed, Nûh, İbrâhim, Mûsâ ve Îsâ’nın zikredilmesine dayanan âlimler, ülü’l-azm peygamberlerin bunlardan ibaret olduğunu söylemiştir. Mâtürîdî’nin de vurguladığı gibi (Teǿvîlâtü’l-Ķurǿân, XI, 310) Şûrâ sûresinde geçen ve söz konusu beş peygambere aynı dinin verildiğini bildiren âyet de (42/13) bu görüşü desteklemektedir. Öte yandan diğer bazı âyetlerde Resûlullah’a hitap edilerek kendisine olduğu gibi Nûh’a ve ondan sonra gelen nebîlere de vahiy gönderildiği bildirilmekte ve bazı isimler sayılmaktadır (en-Nisâ 4/163). Ancak burada mutlak mânada vahiy ve nübüvvet görevine işaret edilmekte, kemiyet ve keyfiyet bakımından herhangi bir açıklama yapılmamaktadır.

Ülü’l-azm peygamberlere hitap eden âyetlerde dikkati çeken üç kavram yer almaktadır: Sabır, azim ve mîsâk. “Sıkıntıya, belâ ve güçlüklere karşı direnip bunların ortadan kalkacağına inanmak” anlamındaki sabırla “dayanıklı ve kararlı olmak” mânasındaki azim birbirinden ayrılmayan iki kavram durumundadır. Nitekim bazı âyetlerde sabırla azim birleştirilerek mânalandırılmıştır (Âl-i İmrân 3/186; Lokmân 31/ 17; eş-Şûrâ 42/43). Mîsâk ise “ağır taahhüt, kuvvetli antlaşma” demektir. Yukarıda isimleri sayılan peygamberler Kur’an’da


bu üç kavramın çerçevesinde zikredilmiştir. Ancak bu durum diğer peygamberlerden sabır ve azmi nefyetmez. Kur’ân-ı Kerîm’de son peygamberle ümmetine sabır ve azim tavsiye edilirken geçmiş dönemlerdeki nebîlerin ve ümmetlerinin karşılaştıkları sıkıntılara temas edilir (el-Bakara 2/214). Sabır Kur’an’da yirmi civarındaki âyette Resûlullah’a, ayrıca diğer peygamberlere nisbet edilirken (M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “śbr” md.) Hz. Âdem’de azmin, Yûnus’ta sabrın eksik olduğu belirtilir (Tâhâ 20/115; el-Kalem 68/48). Bu durumda bazı âlimlerin ülü’l-azmin bütün peygamberleri kapsadığı biçimindeki yorumları isabetli görünmemektedir.

İmam Mâtürîdî ülü’l-azm vasfını taşıyan peygamberlerin özelliklerini ve görevlerini şu şekilde özetlemiştir: İlâhî mesajın tamamını -ölümleri pahasına da olsa- en güçlü ve en zalim insanlara tebliğ etmek, hitap ettikleri kimselerin eziyetlerine katlanıp görevlerini terketmemek ve onların arasından ayrılmamak, kavimlerine bedduada bulunmamak, mâruz kalabilecekleri sıkıntılara ve musibetlere sabretmek, dinî görev ve ibadetlerini tam mânasıyla yerine getirmek, nefsânî arzularına boyun eğmemek. Mâtürîdî bu altı hususun son üçüyle bütün müslümanların da mükellef tutulduğunu belirtmiştir (Teǿvîlâtü’l-Ķurǿân, XIII, 379-380). Ahzâb sûresinde (33/7) isimleri zikredilen ülü’l-azm peygamberlerden Hz. Mûsâ, Îsâ ve Hz. Muhammed semavî dinlerin dayandığı vahiylerin tebliğcileridir ve mensupları halen mevcuttur. Hz. İbrâhim semavî dinlerin temel ilkesini oluşturan tevhid esasının, dolayısıyla Hanîf inancının ortak peygamberidir. Babası ve kavmi tarafından reddedilen, Nemrûd tarafından ateşe atılan tarihî bir şahsiyettir. Namazlardaki Salli ve Bârik dualarında Resûl-i Ekrem’le birlikte adının zikredilmesi de onun büyüklüğünü göstermektedir. Hz. Nûh, sosyolojik gelişim tarihinde belki de toplum hayatının tam anlamıyla başladığı bir dönemde nübüvvetle görevlendirilmiştir. O, Kur’an’da belirtildiği üzere ilk defa ilâhî vahyi, tevhid ilkesini insanlara tebliğ eden peygamberdir.

Mâtürîdî’ye göre ülü’l-azm peygamberlerin özelliklerinden biri de onların kavimlerinin helâki için beddua etmemeleridir. Halbuki Nûh rabbine hitap ederek yeryüzünde hiçbir kâfiri yaşatmamasını, aksi takdirde inkârcıların Allah’ın kullarını saptırıp kendi nesillerini çoğaltacağını söyleyerek bedduada bulunmuştur (Nûh 71/ 26-27). Öyle anlaşılıyor ki Hz. Nûh, asırlar boyu verdiği mücadele sonunda -bir gemiye sığacak kadar insan hariç- muhataplarından ümidini kesmiş, kendisine karşı alay, hakaret ve taşa tutma gibi davranışlara devam edecekleri sonucuna varmış, bu sebeple kavmine beddua etmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak ona bir gemi yapmasını emrederken o zamana kadar iman edenlerden başka hiç kimsenin iman etmeyeceğini haber vermiştir (Hûd 11/36). Bu açıdan bakıldığında Nûh’un bedduasını bir nevi vahiy ürünü kabul etmek mümkündür. Firavun, Hz. Mûsâ’ya iman eden İsrâiloğulları’nın yeni doğan erkek çocuklarını öldürüyor, kız çocuklarını hayatta bırakıyordu. Mûsâ birçok mûcize gösterdiği halde Firavun ve taraftarları iman etmemiştir. Hz. Mûsâ’nın bedduası, iman etmelerine vesile olacağı ümidiyle servetlerinin yok edilmesi ve zulme alışmış yüreklerine sıkıntı verilmesi içindir (Yûnus 10/88). Mâtürîdî gibi bazı müfessirler bu kanaati taşımaktadır (a.g.e., VII, 102-103; krş. Taberî, XI, 202-208). Öte yandan Hz. Mûsâ’nın bedduasını savaş hali çerçevesinde düşünmek de mümkündür. Zira Firavun her türlü maddî güce sahipken Mûsâ’nın elinde dua etmekten başka bir imkân yoktu. Cenâb-ı Hak onun bedduasını kabul etmiş, Mûsâ ile İsrâiloğulları denizden geçerken Firavun ve taraftarları denizde boğulmuştur.

İmâm-ı Rabbânî’ye göre yüzyılın müceddidiyle binyılın müceddidi konusunda da ülü’l-azm mefhumu ortaya çıkmaktadır. Ülü’l-azm diye nitelendirilen peygamberden önceki ümmetlerde binyılın geçmesi herhangi bir peygamberin değil ülü’l-azmin gönderilmesini gerektirir. Resûl-i Ekrem’den sonra günümüze kadar ülü’l-azm peygamberlerin yerini tutacak olan kişi kendisine ihtiyaç duyulan, mârifeti tam bir âlim ve âriftir (Mektûbât, I, 390; DİA, XXII, 197).

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü’l-ǾArab, “Ǿazm” md.; Tâcü’l-Ǿarûs, “Ǿazm” md.; Taberî, CâmiǾu’l-beyân (nşr. Sıdkī Cemîl el-Attâr), Beyrut 1415/1995, XI, 202-208; XXVI, 48-49; Mâtürîdî, Teǿvîlâtü’l-Ķurǿân (nşr. Hatice Boynukalın), İstanbul 2006, VII, 102-103; (nşr. Ali Haydar Ulusoy), XI, 310; (nşr. Murteza Bedir), İstanbul 2008, XIII, 379-381; Abdülkāhir el-Bağdâdî, Uśûlü’d-dîn, Beyrut 1401/1981, s. 158-159; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, Beyrut 1411/1990, XXVIII, 35; Kurtubî, el-CâmiǾ, Beyrut 1408/1988, XVI, 145-147; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ķurǿâni’l-Ǿažîm, Beyrut 1385/1966, VI, 306-307; İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, Karaçi 1393/1973, I, 390; Elmalılı, Hak Dini, VI, 4363-4364; Mustafa Çağrıcı, “Azim”, DİA, IV, 328-329; Hamid Algar, “İmâm-ı Rabbânî”, a.e., XXII, 197; Ferâmerz Hâc Menûçihrî, “Ülü’l-Ǿazm”, DMBİ, X, 451.

Muhammed Aruçi