TUHFE-i İSNÂAŞERİYYE

(تحفهء اثناعشريّه)

Abdülazîz ed-Dihlevî’nin (ö. 1239/1824) on iki imama bağlı Şîa inancının eleştirisine dair Farsça eseri.

Naśîĥatü’l-müǿminîn ve fażîĥatü’ş-şeyâŧîn adıyla da anılır (Gulâm Muhammed, s. 5). Kitap hicretten on iki asır sonra yazıldığı veya daha kuvvetli bir ihtimalle İsnâaşeriyye Şîası imamlarının sayısına denk geldiği için on iki bölüm (bab) halinde düzenlenmiştir. Eserin mukaddimesinde işlenecek konular kısaca zikredildikten sonra birinci bölümde Şîa’nın ortaya çıkışı ve ayrıldığı fırkalar ele alınmış, Hz. Ali’nin taraftarı sayılan Şîa’nın özellikle Hz. Osman döneminin ardından başta İslâm dışı kültürler olmak üzere çeşitli etkenlerle geliştiği belirtilmiştir. İlk Şiî fırkası Hz. Ali’nin imâmeti devrinde ona uyan sahâbî ve tâbiîlerdir. Daha sonra diğer sahâbîlere buğzetmemekle birlikte Hz. Ali’yi onlardan üstün tutan Tafdîliyye kaydedilmiş, ardından Abdullah b. Sebe’ye nisbet edilen Sebeiyye ile değişik aşırı fırkalar (gulât) dört başlık halinde incelenmiş, bilhassa gālî grupların belirgin nitelikleri ortaya konmuştur. Birinci bölüm Zeydiyye, İmâmiyye, İsmâiliyye ve İsnâaşeriyye’nin tanıtılmasıyla sona erer.

İkinci bölümde Şîa mensuplarının insanları kendilerine bağlamak için kullandıkları yöntemlere (mekâyid), özellikle İsmâiliyye’de “el-belâğu’l-ekber” diye anılan davet hileleri konu edilmekte, mezheplerine katmak istedikleri kimselere uyguladıkları, âyet ve hadislerin bâtınî yorumları ile mantık hilelerine geniş biçimde yer verilmektedir. Üçüncü bölümde İmâmiyye’nin ilk mensupları yedi tabaka halinde ele alınmaktadır. İlk iki tabakayı Abdullah b. Sebe ve onun tâbilerinden Hz. Osman’ı katledenler, üçüncü ve dördüncü tabakayı Hz. Ali’nin ölümünün ardından Hasan ve Hüseyin’i teşvik edip çeşitli sıkıntılara mâruz bırakanlar teşkil etmektedir. Muhtâr es-Sekafî’nin Irak’taki hâkimiyeti döneminde Zeynelâbidîn’i Muhammed b. Hanefiyye tarafına çevirmek isteyenlerle Zeyd b. Ali’yi Emevîler’le mücadeleye teşvik ettikleri halde daha sonra onu yalnız bırakarak ölüme sürükleyenler beşinci ve altıncı tabakada yer almaktadır. İmamların öğrencileri olduklarını iddia etmekle birlikte onların düşüncelerine aykırı biçimde, meselâ Allah’ı üç boyutlu bir varlık olarak düşünen Hişâm b. Hakem, Hişâm b. Sâlim el-Cevâlîkī, Şeytânüttâk ve İbn Mîsem gibi kişiler yedinci tabakayı meydana getirmektedir. Bu bölüm Keysâniyye, Zeydiyye, İsnâaşeriyye ve İsmâiliyye’ye mensup bazı âlimlerin kaleme aldıkları eserlerin zikredilmesiyle tamamlanmaktadır. Tuĥfe-i İŝnâǾaşeriyye’nin dördüncü bölümü İmâmiyye Şîası’nın benimsediği haberler ve bunların râvileriyle ilgilidir. Müellif İmâmiyye’nin haberleri sahih, hasen, müvessak ve zayıf şeklinde dört kısma ayırdığını belirttikten sonra Keşşî’den (ö. 340/951) önce İmâmiyye âlimlerinin isnada önem vermediklerini ve isnadda geçen ricâli değerlendirmediklerini söyler. Üzerinde ittifak edilen hükmün mâsum imamın kavline uygun olması gerektiği iddiası yanında fıkhî kıyası kabul etmeyen bir fırkanın şer‘î konularda aklî düşünceden uzak kalacağı gerçeği ortaya konulur. Eserde Kur’an’ın tahrif edildiği yolunda bazı Şiî gruplarının iddialar ileri sürdüğü, ancak bu iddiaların herhangi bir delile dayanmadığı belirtilerek bunlar reddedilir. Ardından -az bir kısmı hariç- sahâbîlerin irtidad ettiği, bu sebeple onlardan gelen haberlerin kabul edilmemesi gerektiği düşüncesinin isabetsizliği delillerle ispat edilir.

Eserin ilâhiyyâtla ilgili beşinci bölümünde Allah’ın bilinmesi meselesinin aklî ve naklî gerekliliği üzerinde durulmakta, Şîa’nın bu konuda aklî vücûbu kabul ettiği belirtilmekte, onların aklın amellerdeki iyilik ve kötülüğü (hüsün-kubuh) anlamakta tek başına yeterli olacağı şeklindeki görüşleri eleştirilmektedir. İlâhî sıfatların da ele alındığı bu bölümde Mu‘tezile’de görüldüğü gibi İsnâaşeriyye’nin sıfatları zâta irca etmek suretiyle nefiy cihetine yöneldiği, halbuki bu tür düşüncelerin ilâhî sıfatları inkâr etme anlamı taşıdığı kaydedilmektedir.


Nübüvvet hakkındaki altıncı bölümde peygamber göndermenin Allah için vâcip olduğu yolundaki Mu‘tezilî-Şiî düşüncesi hatırlatılarak Allah’a hiçbir şekilde vücûb nisbet edilemeyeceği belirtildikten sonra peygamberlerin yalan ve iftira gibi fiillerden mâsum bulunduğu ifade edilmekte, bunun takıyye vb. şekillerde câiz olabileceği yolundaki iddialar bâtıl sayılmaktadır. Peygamberlerin yaratılanların en faziletlisi olduğu İslâm fırkalarınca kabul edilirken İmâmiyye’nin Hz. Ali’nin ülü’l-azm dışındaki peygamberlerden üstün sayıldığı biçimindeki görüşler eleştirilmektedir. İmâmet konusuna ayrılan yedinci bölümde İslâm toplumunda imamın insanlar tarafından mı Allah tarafından mı seçileceği hususu ele alınmakta ve Şîa’nın ikinci görüşü benimsediği kaydedilmektedir. İsnâaşeriyye’nin bu telakkisinin, ayrıca imamların günah, hata, unutma vb. kusurlardan korunup ilâhî bilgilerle donatıldıkları yolundaki iddialarının tutarsızlığı ortaya konulmaktadır. Özellikle on ikinci imamın niçin gaybete girdiği, zuhur ettiğinde dünyaya nasıl hâkim olabileceği, öte yandan imamın insanlar arasında bulunup onları doğruya iletmesi gerektiği hususu anlatılıp gāib imam düşüncesine önemli eleştiriler yöneltilmektedir. Bu bölümde ayrıca imamlardan gelen rivayetlerde kendilerinin mâsum olmadıklarını beyan ettikleri belirtilerek onların Allah tarafından tayin edilmelerinin akıl ve nakille bağdaşmadığı, imamın yaşadığı dönemdeki insanların en üstünü sayılması gibi bir durumun söz konusu edilemeyeceği ifade edilmekte, Hz. Peygamber’den sonra Ebû Bekir’in fiilen imâmete geldiği, Ali’nin imâmetinin ise ilk üç halifenin arkasından gerçekleştiği kaydedilmektedir. Daha sonra imamların belirlenmesi ve sayısı konusunda Şîa mensuplarının kendi aralarında bile farklı görüşlerinin bulunduğu ileri sürülmektedir.

Meâd konusunun ele alındığı sekizinci bölümde anlatıldığı üzere Şîa’ya göre ölümden sonra diriltme Allah’a vâciptir; kurtuluş ancak Ali’yi sevmekle mümkündür; onu sevenler hiçbir günahtan dolayı cezalandırılmayacak, Ehl-i sünnet bir yana Şîa fırkaları içinde İsnâaşeriyye’ye mensup olmayanlar bile cehennemden kurtulamayacaktır. Müellif bu iddiaları da kesin bir dille reddetmektedir. Dokuzuncu bölüm fıkhî hükümlere ayrılmıştır. Burada İsnâaşeriyye’nin sahâbeyi, ilk üç halifeyi ve Hz. Peygamber’in hanımlarını tekfir etmesi, özellikle Hz. Ömer’i lânetlemesi ve onun öldürüldüğü 19 Rebîülevvel gününü bayram kabul etmesi, Zilhicce’nin 18. gününde kutlanan Gadîr-i Hum’u en büyük bayram sayması, Nevruz’a büyük önem vermesi eleştirilmekte; namaz, oruç, zekât, hac, cihad, nikâh, talâk vb. fıkhî konulara temas edilmektedir. Namaz esnasında yiyip içmenin ve imamların kabirlerine yönelerek namaz kılmanın câiz olduğu, imamın gaybetinde cuma namazını terketmenin gereği, Hz. Hüseyin’in şehid edilişinden Mehdî’nin ortaya çıkışına kadar cihad etmenin câiz sayılmadığı gibi anlayışlar reddedilmekte, özellikle müt‘a nikâhının topluma vereceği zararlar üzerinde durulmaktadır. Eserin onuncu bölümünde Şîa’nın ilk üç halife ile Hz. Âişe’ye ve diğer sahâbîlere yönelik eleştirileri cevaplandırılmaktadır. On birinci bölümde aynı ekolün velîlerin kerametini inkâr etmeleri, muharrem ayında icra ettikleri Câhiliye dönemini andıran merasimleri, muhaliflerini kâfir kabul etmeleri, yine imamlarının mâsumluğunu ileri sürmeleri ve ilk üç halifeyi münafıklıkla suçlamaları eleştirilmektedir. Son bölümde Şîa’nın tevellî ve teberrî meselesi ele alınıp tenkit edilmiştir.

Hindistan’daki Sünnîler’in Şîa’ya karşı gösterdiği sert tepkinin ürünü olarak bilinen eser iki grup arasında şiddetli tartışmalara yol açmış, Şiî müellifleri esere cevap mahiyetinde çeşitli kitaplar kaleme almıştır (EIr., I, 100). Tuĥfe-i İŝnâǾaşeriyye Leknev (1255/1839, 1295/1873, 1313/1896), Pekin (1296/1879) ve İstanbul’da (1994) basılmıştır. Eser, Gulâm Muhammed b. Muhyiddin b. Ömer el-Eslemî tarafından 1812 yılında et-Tercemetü’l-Ǿabķariyye ve’ś-śavletü’l-Ĥaydariyye li’t-Tuĥfeti’l-İŝnâǾaşeriyye adıyla Arapça’ya tercüme edilmiştir. Mütercim mukaddimenin sonunda kitabın bazı yerlerine eklemeler yaptığını ve eserin hedef aldığı gruplardan gelen bir kısım itirazlara cevap verdiğini kaydetmektedir. Mahmûd Şükrî el-Âlûsî, eseri el-Minĥatü’l-ilâhiyye telħîśu tercemeti’t-Tuĥfeti’l-İŝnâǾaşeriyye adıyla dokuz bölüm halinde ihtisar etmiş, Muhibbüddin el-Hatîb de kendi mukaddimesi ve bazı dipnotlarının ilâvesiyle yayımlamıştır (Kahire 1373, 1387). Bu neşrin ofset baskısı İstanbul’da da gerçekleştirilmiştir (1396/1976, 1399/1979). Eserin, İngiliz hâkimiyetindeki Hindistan’da müslümanların birlik olması gerektiği bir dönemde mezhepler arasında düşmanlığa yol açtığını söylemek mümkündür.

BİBLİYOGRAFYA:

Abdülazîz ed-Dihlevî, Tuĥfe-i İŝnâǾaşeriyye, Leknev 1313/1896, s. 2-3, 114-137, 173-236, 262-348, ayrıca bk. tür.yer.; a.e.: et-Tercemetü’l-Ǿabķariyye ve’ś-śavletü’l-Ĥaydariyye li’t-Tuĥfeti’l-İŝnâǾaşeriyye (trc. Gulâm Muhammed b. Muhyiddin b. Ömer el-Eslemî), MÜİF Ktp., nr. 583; Mahmûd Şükrî el-Âlûsî, Muħtaśarü’t-Tuĥfeti’l-İŝnâǾaşeriyye (trc. Gulâm Muhammed b. Muhyiddin b. Ömer el-Eslemî, nşr. Muhibbüddin el-Hatîb), İstanbul 1396/1976, tür.yer.; Azduddin Khan, “ǾAbd al-ǾAzīz Dehlavī”, EIr., I, 99-101.

Mustafa Öz