TELKİN

(التلقين)

Ölüm döşeğindeki kişiye kelime-i tevhidi, definden sonra ölüye iman esaslarını hatırlatma.

Sözlükte “bir şeyi hatırlatmak, bir inancı, duygu ve düşünceyi aşılamak” anlamındaki telkīn (Türkçe’de halk arasında “talkın” şeklinde de söylenir), fıkıh terimi olarak ölüm döşeğindeki kişiye (muhtazar) kelime-i tevhidi veya kelime-i şehâdeti hatırlatmayı ve cenazenin defnedilmesinin ardından bir kişinin kabrin başında yüksek sesle ölüye iman esaslarını hatırlatmasını ifade eder. Ayrıca fıkıh eserlerinde, had gerektiren bir suç ikrarında bulunan kişinin bu ikrarından dönüp had cezasından kurtulmasını sağlayacak ifadelere yönlendirilmesiyle, bir davanın görülmesi sırasında hâkimin taraflardan birini veya şahitleri belirli bir delil yahut ifade biçimine yönlendirmesinden söz edilirken telkin kelimesi ve türevleri kullanılır.

Kur’ân-ı Kerîm’de yer almayan telkin kelimesi farklı türevleriyle hadislerde geçmektedir. Telkinin dayanağını oluşturan, “Ölülerinize lâ ilâhe illallah demeyi telkin edin” meâlindeki hadiste mevcut (Müslim, “Cenâǿiz”, 1-2) “ölüleriniz” ifadesi âlimlerin büyük çoğunluğu tarafından -naslardaki (meselâ ez-Zümer 39/30) benzer durumlar dikkate alınarak- mecaz anlamında yorumlanıp “ölmek üzere olanlarınız” şeklinde anlaşılmış, aklî melekeleri yerinde olup konuşma yeteneğini kaybetmemiş ölüm döşeğindeki kişiye kelime-i tevhidin telkin edilmesi sünnet veya müstehap kabul edilmiştir. İbn Hazm gibi bazı âlimler bu sözün emir kipiyle ifade edildiği gerekçesiyle telkini vâcip görmüştür. Telkinin amacı hastanın tevhid inancını dile getirerek hayata veda etmesini sağlamaktır. Hadisin bu şekilde anlaşılmasında, “Kimin son sözü lâ ilâhe illallah olursa o kişi cennete girer” meâlindeki hadisle (Ebû Dâvûd, “Cenâǿiz”, 20) Hz. Peygamber’in bu yöndeki bazı uygulamaları etkili olmuştur.

Fıkıh eserlerinde ölüm döşeğindeki kişiye telkinin nasıl yapılacağı hususunda bazı açıklamalar mevcuttur. Telkinin hastanın sevip saydığı kişilerden ve mümkünse vârisleri arasında yer almayan biri tarafından yapılması, bu esnada hastanın bunalıp rahatsız olmasına, bir tepkide bulunmasına yol açacak davranışlardan, ısrarcı tutumlardan kaçınılması, hastadan


tevhid veya şehâdet sözünü okumasını istemek yerine yanında bu cümleleri onun duyacağı şekilde ve en fazla üç defa okumakla yetinilmesi, hastanın bunları bir defa okuması halinde telkine son verilmesi âlimlerin çoğunluğu tarafından benimsenen tavsiyelerdir. Bazı âlimler, ilgili hadisin zâhirini dikkate alarak telkine “Muhammedün Resûlullah” sözünü ilâve ederken bazıları buna gerek olmadığını belirtmiştir.

Müslüman toplumların çoğunda ve özellikle Türkiye’de definden sonra telkin uygulaması ise şöyledir: Definden sonra iyi hal sahibi bir kimse ölünün baş ucunda yüzüne karşı ayakta durarak ona ismi ve annesinin ismiyle (isimleri bilmiyorsa “Ey Havvâ oğlu Abdullah!” diye) üç defa seslenir. Ardından, “Üzkür mâ künte aleyhi min şehâdeti en lâ ilâhe illallah …” (“Hayatta iken benimsediğin şu hususları hatırla …”) ifadesiyle başlayan bir ibareyi okur. Bu ibarede Allah’tan başka tanrı bulunmadığı, Muhammed’in O’nun elçisi olduğu, cennet ve cehennemin, yeniden dirilişin gerçekliği, kıyametin vuku bulacağı, Allah’ın kabirde yatanları yeniden dirilteceği; ölen kişinin dünyada iken rab olarak Allah’ı, din olarak İslâm’ı, peygamber olarak Muhammed’i, imam olarak Kur’an’ı, kıble olarak Kâbe’yi ve kardeş olarak müminleri seçtiği hatırlatılır. Ardından üç defa, “Yâ abdallah! Kul lâ ilâhe illallah” (‘Ey Allah’ın kulu, lâ ilâhe illallah’, de!) sözünden sonra yine üç defa, “Rabbim Allah, dinim İslâm, peygamberim Muhammed’dir. Ey rabbim! Sen onu tek başına bırakma, vârislerin en hayırlısı sensin” anlamındaki Arapça ibareyi tekrar eder.

Bazı hadis ve fıkıh eserlerinde bu uygulamanın dayanağı şeklinde gösterilen rivayetlerin zayıflığı konusunda ittifak edilmişse de konuya ilişkin tartışmaların daha ziyade bu rivayetler etrafında cereyan ettiği görülmektedir. Hz. Peygamber’in bir cenazenin gömülmesinden hemen sonra geri dönmeyip bir süre daha mezar başında beklediği ve cemaate, “Kardeşiniz için yüce Allah’tan mağfiret, onun için sebat dileyin, o şimdi sorguya çekilmektedir” dediği (Ebû Dâvûd, “Cenâǿiz”, 73), cenazelerin ardından dua ve istiğfarda bulunduğu bilinmektedir. Fakat rivayetlerde bir telkin uygulamasından söz edilmemekte, bu konuda merfû olarak sadece Ebû Ümâme el-Bâhilî’den bir rivayet nakledilmektedir. Buna göre Ebû Ümâme, öldüğü zaman kendisine Resûl-i Ekrem’in ölülere yapılmasını emrettiği gibi davranılmasını vasiyet etmiş ve onun şöyle buyurduğunu söylemiştir: “Kardeşlerinizden biri ölüp de kabrini düzlediğiniz zaman içinizden biri onun mezarının başında durup şöyle desin: ‘Ey falan (kadının) oğlu filân!’ O muhakkak duyar, fakat cevap veremez. Sonra yine, ‘Ey falan (kadının) oğlu filân!’ desin. Ölü, ‘Bizi irşat ettin, Allah’ın rahmeti üzerine olun’ der, fakat siz duyamazsınız. Sonra şöyle desin …” Hadisin bundan sonraki kısmında telkinin nasıl yapılacağına dair ayrıntılarla Münker ve Nekir’in kendisine telkin yapılan ölüye dair ifadeleri yer almaktadır (Taberânî, VIII, 249-250). Bu rivayette açıklanan telkinle müslüman toplumlarda fiilen uygulanan telkin şekli arasında bazı farklılıklar vardır.

Hadis ve fıkıh âlimlerince hem senedinde hem metninde birçok zaaf tesbit edilen bu rivayetin zayıf olduğu belirtilmiş, bu sebeple definden sonra telkin işleminin meşruiyeti âlimler arasında tartışılmıştır. Bazı âlimler, başka delillerle desteklendiğini söyledikleri bu rivayetle fezâil konusunda amel edilebileceğini, diğer bir kısmı bu nitelikteki bir hadisle teklifî bir hükmün sabit olamayacağını ileri sürmüş, bazıları da kesin bir hüküm vermekten kaçınmıştır. Meselenin ölen kişilerin hayattakilerin sözlerini duyup duymayacağına, yaşayan kişilerin tasarruflarının ölüye fayda sağlayıp sağlamayacağına ve kabir azabının sabit olup olmadığına dair özellikle Ehl-i sünnet ile Mu‘tezile arasında cereyan eden kelâm tartışmalarıyla doğrudan ilgisi vardır. Birçok âlim, meşruiyeti konusundaki delilleri metodolojik bakımdan yetersiz görmekle birlikte Ehl-i sünnet’e ters düşmemek için bu uygulamayı onaylamayı veya en azından buna karşı çıkmamayı tercih etmiş görünmektedir. Meselâ bazı Hanefî eserlerinde telkinin ölüye bir fayda vermeyeceğinin belirtilmesine, hatta bazı kaynaklarda telkin yapılmayacağı hususu zâhirü’r-rivâye görüşü diye kaydedilmesine rağmen doktrindeki baskın görüş bunun sünnet veya mekruh olmayıp mubah olduğu, dolayısıyla yapılmasının veya terkedilmesinin tavsiye edilmeyeceği yönündedir. Bu yaklaşımda Mu‘tezile ile Ehl-i sünnet karşıtlığının etkisinin bulunduğu Hanefî eserlerinde açıkça belirtilmektedir. Konuya Mâlikî ve Hanbelî ilim çevrelerinin yaklaşımı da bu şekildedir. Ancak bazı kaynaklarda Mâlikîler’den Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, İbnü’l-Hâc, Kurtubî ve Seâlibî gibi âlimlerin bu uygulamayı müstehap gördükleri, Medine, Kurtuba ve Merv’deki uygulamanın da bu yönde olduğunu söyledikleri kaydedilir. Hanbelî kaynaklarında definden sonra telkinin hükmüyle ilgili Ahmed b. Hanbel’den ve diğer imamlardan açık bir beyan gelmediği, sadece bu uygulama kendisine sorulduğunda Ahmed b. Hanbel’in bunu Ebü’l-Mugīre’nin ölümünden sonra Şamlılar’ın yapmaya başladığını, başka yerde böyle bir uygulamanın bulunmadığını söylediği kaydedilir. Buna rağmen Hanbelî fakihlerinin bir kısmı telkini müstehap, bir kısmı mubah görmektedir. İbn Teymiyye telkinin vâcip olmadığı hususunda icmâ edildiğini, bunun dışında mekruh, müstehap ve mubah şeklinde üç görüş bulunduğunu, doğrusunun üçüncü görüş olduğunu belirtmektedir. İbn Teymiyye mekruh hükmünü içinde Mâlikîler’in de yer aldığı bir grup âlime atfetmektedir. İbn Kayyim el-Cevziyye de Hz. Peygamber’in böyle bir uygulamasına rastlanmadığını, bu konuda rivayet edilen hadisin zayıflığı hususunda ittifak edildiğini, ayrıca başka sahih delillerle de çatıştığını söylediği halde uygulamayı özü itibariyle meşrû gördüğünü belirten ifadeler kullanmaktadır.

Definden sonra telkin uygulamasını en çok savunanlar Şâfiî âlimleridir. Bu konuda İmam Şâfiî’den açık bir beyan nakledilmemiş olsa da başta Mütevellî, Gazzâlî, İbnü’s-Salâh, Râfiî, Nevevî ve İbn Hacer olmak üzere Şâfiî âlimlerinin büyük çoğunluğu, Ebû Ümâme hadisinin zayıf olmakla birlikte başka delillerle desteklendiğini ileri sürüp bu uygulamayı müstehap görmüştür. Destek olarak getirdikleri deliller arasında, “Hatırlat, zira hatırlatma müminlere fayda verir” meâlindeki âyet (ez-Zâriyât 51/55), kabrine konulan kulun dönüp giden yakınlarının ayak seslerini duyduğuna (Buhârî, “Cenâǿiz”, 68; Müslim, “Cennet”, 70-72), Hz. Peygamber’in Bedir’de öldürülen müşriklere seslenmesine (Buhârî, “Meġāzî”, 8; Müslim, “Cennet”, 76-77) dair hadisler, sahâbenin defnin ardından ölünün kabri üzerinde bu şekilde telkin verilmesini müstehap gördüğüne dair Saîd b. Mansûr’un Damre b. Habîb’den zayıf bir senedle naklettiği mevkuf bir rivayetle (Şevkânî, IV, 101) Amr b. Âs’ın defnedildikten sonra mezarı başında bir süre beklenilmesi yönündeki vasiyeti (Müslim, “Îmân”, 192) zikredilebilir. Bu âlimler ayrıca, bu işlemin ilk asırlardan itibaren bir itirazla karşılaşılmadan uygulanmasını bunun doğruluğu için kuvvetli bir delil kabul eder. Bunlardan bir kısmı telkinin meşruiyetini temellendirme bağlamında, “Ölülerinize lâ ilâhe illallah sözünü telkin ediniz” hadisinin hakikat mânasında


olduğunu ileri sürmüşse de bu görüş Şâfiî âlimlerinin çoğunluğu tarafından bile kabul görmemiştir. Hanefîler’den İbnü’l-Hümâm da hadisin gerçek anlamında kabul edilebileceği yönünde deliller getirmekte ve açıklamalar yapmaktadır. Şâfiîler’den İzzeddin İbn Abdüsselâm ile Emîr es-San‘ânî ve Azîmâbâdî gibi âlimler ise definden sonra telkin uygulamasının şer‘î dayanaktan yoksun bir bid‘at olduğu görüşündedir. Çağdaş ulemâdan Nâsırüddin el-Elbânî gibi Selefî eğilimli bazı âlimlerle Vehhâbî geleneğine mensup kişi ve gruplar bu uygulamaya şiddetle karşı çıkmakta, çeşitli delillerle bunun bid‘at olduğunu ortaya koymaya çalışmaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Taberânî, el-MuǾcemü’l-kebîr (nşr. Hamdî Abdülmecîd es-Selefî), Beyrut, ts. (Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî), VIII, 249-250; İbn Hazm, el-Muĥallâ (nşr. Abdülgaffâr Süleyman el-Bündârî), Beyrut 1405/1984, V, 157; Gazzâlî, İĥyâǿ, Kahire 1358/1939, IV, 450, 476; Muvaffakuddin İbn Kudâme, el-Muġnî, Riyad 1401/1981, II, 450, 506; İzzeddin İbn Abdüsselâm, Kitâbü’l-Fetâvâ (nşr. Abdurrahman b. Abdülfettâh), Beyrut 1406/1986, s. 95; Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, et-Teźkire fî aĥvâli’l-mevtâ ve umûri’l-âħire (nşr. Ebû Süfyân Mahmûd b. Mansûr), Medine 1417/1997, I, 61-64, 177-180; Nevevî, el-MecmûǾ: Şerĥu’l-Müheźźeb (nşr. M. Necîb el-Mutîî), Cidde 1980, V, 101-105, 273-275; Takıyyüddin İbn Teymiyye, MecmûǾatü’l-fetâvâ (nşr. Enver el-Bâz - Âmir el-Cezzâr), Riyad 1426/2005, XXIV, 296-299; İbnü’l-Hâc el-Abderî, el-Medħal, Kahire 1401/1981, III, 264-266; İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü’l-meǾâd, I, 522-524; İbn Hacer el-Askalânî, Telħîśü’l-ĥabîr (nşr. Âdil Ahmed Abdülmevcûd - Ali M. Muavvaz), Beyrut 1419/1998, II, 240-244, 310-311; İbnü’l-Hümâm, Fetĥu’l-ķadîr, Beyrut, ts. (Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî), II, 68-69; Şemseddin es-Sehâvî, el-Îżâĥ ve’t-tebyîn bi-mesǿeleti’t-telķīn (a.mlf., Ķurretü’l-Ǿayn içinde, nşr. Nizâm Ya‘kūbî), Beyrut 1426/2005, s. 145-242; Hattâb, Mevâhibü’l-celîl (nşr. Zekeriyyâ Umeyrât), Riyad 1423/2003, III, 22-24; Şirbînî, Muġni’l-muĥtâc, I, 330, 367; Ali el-Kārî, Fetĥu bâbi’l-Ǿinâye (nşr. M. Nizâr Temîm - Heysem Nizâr Temîm), Beyrut 1418/1997, I, 428; Buhûtî, Keşşâfü’l-ķınâǾ (nşr. Ebû Abdullah M. Hasan), Beyrut 1418/1997, III, 119, 209-213; Emîr es-San‘ânî, Sübülü’s-selâm (nşr. Fevvâz Ahmed ez-Zemerlî - İbrâhim M. el-Cemel), Beyrut 1412/1991, II, 184-185; Tahtâvî, Ĥâşiye Ǿalâ Merâķı’l-felâĥ, Bulak 1318, s. 366-368; Şevkânî, Neylü’l-evŧâr, Kahire, ts. (Mektebetü ve Matbaatü Mustafa el-Bâbî el-Halebî), IV, 101-102; Mustafa b. İbrâhim el-Kerîmî, Nûrü’l-yaķīn fî mesǿeleti’t-telķīn (Ahmed b. Zeynî Dahlân, ed-Dürerü’s-seniyye fi’r-reddi Ǿale’l-Vehhâbiyye içinde), Kahire 1991, s. 90-118; Muhammed b. Muhammed el-Cemâlî es-Siyâmî, Tebśıratü’l-müǿminîn fi’stiĥbâbi’t-telķīn (a.e. içinde), s. 131-136; Osman b. Ömer es-Sûmâlî, et-Tebyîn fî edilleti’t-telķīn (haz. Abdünnâsır Ali Hüseyin), [baskı yeri yok] 1428; M. Nâsırüddin el-Elbânî, Aĥkâmü’l-cenâǿiz ve bideǾuhâ, Beyrut 1388/1969, s. 14, 168; a.mlf., İrvâǿü’l-ġalîl fî taħrîci eĥâdîŝi menâri’s-sebîl, Beyrut 1399/1979, III, 149-150, 203-205; Abdullah b. Muhammed Hammâdî, Şerĥu’ś-śudûr bi-beyâni bideǾi’l-cenâǿiz ve’l-ķubûr: Fetâvâ ehlü’l-Ǿilm fî aĥkâmi’l-cenâǿiz ve’l-ķubûr, Kahire 1420/2000, s. 230-250, 455-460; Ali Hasan Ali Abdülhamîd el-Halebî, el-Ķavlü’l-mübîn fî đaǾfi ĥadîŝeyi’t-telķīn ve iķraǿû Ǿalâ mevtâküm Yâsîn, Medine 1409; Ali Çolak, “Ölmek Üzere Olan Kişiye ve Mezardaki Ölüye Yapılan Telkin ile İlgili Rivayetler”, Çukurova Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, IV/2, Adana 2004, s. 201-222; “İĥtiżâr”, Mv.F, II, 78-79; “Telķīn”, a.e., XIII, 290; “Cenâǿiz”, a.e., XVI, 42-43; “Mevt”, a.e., XXXIX, 256-259; Sâlihî Kirmânî, “Telķīn”, DMT, V, 76.

Hacı Mehmet Günay