TEKFİR

(التكفير)

Hz. Muhammed’in vahiy yoluyla alıp insanlara tebliğ ettiği kesin delille sabit olan dinî bir esasın doğruluğunu inkâr edenin kâfirliğine hükmetme anlamında kelâm terimi.

Sözlükte “örtmek, gizlemek; nankörlük etmek” anlamındaki küfr (küfrân) kökünden türeyen tekfîr “küfre nisbet etmek, mümin diye bilinen bir kişi hakkında kâfir hükmü vermek” demektir. Aynı kökten gelen ikfâr da bu mânada kullanılır. Tekfir kelimesi, kök mânası çerçevesinde Kur’an’da ve hadislerde “günahları örtmek, bağışlamak” anlamında geçer (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “kfr” md.; Lisânü’l-ǾArab, “kfr” md.). Terim olarak Allah’tan vahiy yoluyla gelip Peygamber’in tebliğ ettiği kesinlikle bilinen dinî bir esası inkâr eden kimsenin kâfirliğine hükmetmeyi ifade eder (Mâtürîdî, Teǿvîlâtü’l-Ķurǿân, IX, 383-384; Kādî Abdülcebbâr, el-Muħtaśar, I, 223). İslâm âlimleri yapılan davetin ardından İslâm’ın hak din olduğuna inanmayan dehrî (ateist), müşrik, yahudi, hıristiyan, mürted, münafık gibi değişik inanç ve telakkileri benimseyen bütün grupların kâfir sayıldığını söyler. Bu genel anlamının yanı sıra Mu‘tezile âlimleri tekfir kavramına “ihbât” mânası yükleyip terimi, itaat ve isyan türünden amellerden çok olanın az olanı geçersiz kıldığını belirten bir kavram şeklinde de kullanmıştır (Kādî Abdülcebbâr, Şerĥu’l-Uśûli’l-ħamse, s. 624-625).

Kur’ân-ı Kerîm’de tekfir kelimesi geçmemekle birlikte aynı kalıptan daha çok fiil şeklinde kelimeler “günahları örtüp bağışlamak” anlamında yer almıştır (M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “kfr” md.). Kur’an’da Müslümanlığı kabul ettikten sonra küfür kelimesini söyleyenlerin kâfir olduğu bildirilmiş (et-Tevbe 9/74), müslüman iken dininden dönen kişinin küfre girdiği belirtilmiş (el-Bakara 2/217; Âl-i İmrân 3/106; et-Tevbe 9/66), iman ettikten sonra kâfir olup inkârda ısrar edenlerin imana döneceklerinin umulmadığı haber verilmiş (Âl-i İmrân 3/90), dolayısıyla bunların tekfir edilmesi gerektiğine işaret edilmiştir. Allah’ın varlığını ve birliğini, peygamberlerden herhangi birini, ilâhî kitapları veya Kur’an’ın bazı hükümlerini, ölümden sonra dirilmeyi ve âhiret âlemini inkâr edenler; Allah’a ortak koşanlar, O’nun “üçün üçüncüsü” olduğunu söyleyenler; âyetlerine karşı mücadele başlatıp Kur’an’ın Allah’tan geldiğine inanmayanlar, Allah’a ve Hz. Muhammed’e karşı muhalefette bulunanlar; Allah’ın haram kıldığını haram saymayanlar; Allah ile, peygamberleriyle, âyetleri ve emirleriyle alay edenler, dilleriyle inandıklarını söyledikleri halde kalpleriyle inkâr edenler (münafıklar) hakkında Kur’an’da kâfir hükmü verilmiştir (M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “kfr”, “cdl”, “hzǿe”, “ħvđ”, “ĥrm” md.leri). Diğer taraftan bazı âyetlerde müslüman olduğunun bir işareti olarak selâm veren birine, “Sen mümin değilsin” şeklinde


karşılık verilmemesi emredilmiş (en-Nisâ 4/94), savaşa gitmekten korkan münafıklar hakkında “küfre daha yakın” ifadesi kullanılmak suretiyle “müslümanım” diyen kimseleri bazı karînelere dayanıp tekfir etmenin yanlışlığına dikkat çekilmiştir (Âl-i İmrân 3/167).

Hadislerde de tekfir kelimesi yer almamakta, aynı kökten türeyen fiilin geçtiği rivayetlerde bir müslümanı küfre nisbet etmenin ağır sorumluluğuna vurgu yapılmaktadır (Wensinck, el-MuǾcem, “kfr” md.). Hadislerde nakledildiğine göre Hz. Peygamber, Allah’tan başka ilâh bulunmadığına ve kendisinin nübüvvetine inanıncaya kadar insanlara karşı mücadele etmekle emrolunduğunu, kelime-i tevhidi söyleyenlerin kanlarının ve mallarının koruma altına alındığını, kıbleye yönelip namaz kılanların ve müslümanların kestiği hayvanın etini yiyenlerin Allah’ın ve resulünün güvencesini kazandığını, dolayısıyla tekfir edilemeyeceğini belirtmiş (Buhârî, “Îmân”, 17, “Śalât”, 28; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 95), müslümana kâfir diye hitap eden kimsenin kendisinin küfre gireceğini haber vermiştir (Müsned, II, 18; Buhârî, “Eymân”, 7, “Edeb”, 73). Hadislerde ayrıca Allah’ı ve son peygamberin getirdiği vahyi inkâr edenler, imanlarında şüphe içinde kalanlar, tabiat olaylarının Allah’ın tasarrufunda bulunmadığını söyleyenler, Allah’tan başkasının adına yemin edenler, müslüman olduktan sonra dininden dönenler ve namazı terkedenler kâfir diye nitelendirilmiştir (Müsned, I, 61-62, 300; II, 125; III, 107; Müslim, “Îmân”, 34, 37, 44, 125). Bazı hadislerde namazı terketmek ve babasından başka birinin çocuğu olduğunu iddia etmek gibi davranışlar için kullanılan küfür kavramının “nankörlük etmek” veya “günah işlemek” mânasına geldiği kabul edilmiştir (İbnü’l-Esîr, II, 121; IV, 185-188). Meşrû devlet başkanına biat etmeden ölen müslümanın Câhiliye ölümüyle dünyadan ayrıldığını, cehenneme girenlerin çoğunu nankörlük eden kadınların teşkil ettiğini ve yalan söylemenin nifaktan sayıldığını belirten hadislerde de (Müsned, I, 298; Buhârî, “Îmân”, 21-22; Müslim, “Îmân”, 108-110) küfür, câhiliyet ve nifak kelimeleri “günah işlemek” anlamında kullanılmıştır. Bu bağlamda âlimler küfür kelimesinin dinden çıkmayı (küfr-i ekber), ayrıca günah işlemeyi ve nankörlüğü de (küfr-i asgar) ifade ettiğini söylemiştir (Behnesâvî, s. 66-70, 86-88; Sâmerrâî, s. 183). Havâric, Şîa, Mürcie, Kaderiyye gibi mezhep mensuplarının kâfir olduğuna dair rivayetler güvenilir kabul edilmemiştir (İbnü’l-Vezîr, s. 381-382).

Kaynaklarda Hz. Peygamber’in tekfir konusundaki tutumunu ortaya koyan çeşitli hadiselere yer verilmiştir. Bunlardan biri, Resûlullah’ın Mekke’nin fethi için yaptığı hazırlıkları öğrenip bir mektupla aynı yerdeki yakınlarına gizlice haber vermeye kalkışan, ancak bu girişimi hemen öğrenilen Hâtıb b. Ebû Beltea hakkındaki uygulamasıdır. Hz. Ömer onun münafıklığına hükmederek boynunu vurmak için izin talep edince Resûl-i Ekrem Hâtıb’dan açıklama istemiş, o da bu işi Mekke’de bulunan akrabalarını korumak amacıyla yaptığını belirtmiş, Hz. Peygamber, Bedir Savaşı’na katılan Hâtıb’ın bu davranışını hata diye nitelendirip onu affetmiştir (Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 98). Bir diğer olay, Kur’an’da münafıklar hakkında kullanılan üslûba göre Resûl-i Ekrem’in onlara müslüman muamelesi yapması ve münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl’ün cenaze namazını kıldırmasıdır (krş. Taberî, CâmiǾu’l-beyân, X, 260-261). Resûlullah’ın bu hareketi kâfirliğini ilân etmeyenleri İslâmlaştırma siyasetinin bir sonucudur (Reşîd Rızâ, IV, 228-229). Hz. Peygamber’in tutumu ashaba örnek teşkil etmiş ve zaman zaman vuku bulan nifak hareketleri günah şeklinde değerlendirilmiştir (Müsned, I, 61-62; Buhârî, “Fiten”, 2; İbn Asâkir, s. 405). Hz. Ebû Bekir’in zekât vermek istemeyenlere karşı savaş açmasının sebebi, İslâm’ın şartlarından olan bir esasın iptal edilmek istenmesi ve bunun devlete karşı bir ayaklanma niteliği taşımasıydı. Hz. Ali’nin, Cemel ve Sıffîn savaşlarına katılan muhaliflerine kâfir diyen taraftarlarına onların kâfir değil isyan eden kardeşleri olduğunu söylemesi de bu konuda bir kanıt teşkil etmektedir (Ebû Hanîfe, er-Risâle, s. 69; Kādî Abdülcebbâr, Fażlü’l-iǾtizâl, s. 160).

Tekfir meselesinin ashap devrinin sonlarına doğru ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Bu problem, Hz. Ali ile Muâviye b. Ebû Süfyân arasında vuku bulan Sıffîn Savaşı’nda halifenin ordusunda bulunan ve daha sonra Hâricîler diye anılan bir grubun, isyancılarla savaşılmasını emreden ilâhî hükmü terkedip ihtilâfı çözmek için hakeme başvurulmasına rıza gösteren Hz. Ali ile Muâviye’yi ve bunu onaylayan ashabı tekfir etmesiyle başlamıştır (Hayyât, s. 102; Eş‘arî, I, 4-5; II, 452). Bunlara göre Allah’ın indirdiği âyetlerle hükmetmeyenlerin kâfir sayıldığı âyetle sabittir (el-Mâide 5/44). Bunun yanında, Hz. Peygamber’in vefatından sonra Ali b. Ebû Tâlib’in onun vasiyeti gereği hilâfete gelmesini savunan ve Şîa diye anılan grup içindeki aşırı zümreler de ashabın çoğunu tekfir etmiştir (Hayyât, s. 104; Sâmerrâî, s. 26). Bu iki zümrenin karşısında Ehl-i sünnet’i teşkil edecek olan müslüman çoğunluğu, siyasî ihtilâflara karışanların veya başka türden günah işleyenlerin tekfir edilemeyeceğine hükmetmiş, meşrû halifeye baş kaldıranlar günahkâr sayılmakla birlikte bu konudaki kesin hükmün Allah’a havale edilmesi gerektiğini söylemiştir (Nevbahtî, s. 13-17; Hüseyin Atvân, sy. 28-29 [1985], s. 55-66). Ebû Hanîfe ile Şâfiî’nin belirttiğine göre ortaya çıkmaya başlayan ilk itikadî mezheplerin mensupları başta ashap olmak üzere muhaliflerini tekfir etmeyi sürdürmüş ve bu durum umumi bir iptilâ halini almıştır (Ebû Hanîfe, el-ǾÂlim ve’l-müteǾallim, s. 11; İbn Asâkir, s. 338). Siyasî ihtilâflardan kaynaklanıp beslenen tekfir hareketinin öncüleri olan Hâricîler’i takip eden bazı bid‘at ehli kelâmcılarının yeterli bilgiye sahip bulunmadıkları, özellikle Resûl-i Ekrem’in uygulamalarını iyi bilmedikleri belirtilmektedir (İbn Hazm, IV, 237; Gazzâlî, Fayśalü’t-tefriķa, s. 95-97). Bu da tekfirin ortaya çıkmasındaki temel sebebin cahillik olduğunu kanıtlamaktadır. Buna siyasî hırs ve menfaat, mezhep taassubu, nefsânî arzulara uyma, dinde aşırılığa kaçma ve katı davranma, mezheplerin yerilmesi veya övülmesine ilişkin uydurma rivayetlere inanma gibi etkenleri de eklemek gerekir. Bilhassa uydurma sayılan fırka rivayetleri (İbn Hazm, III, 292) tekfir meselesini beslemiştir (Gazzâlî, el-İķtiśâd, s. 251; İmam Abdullah, s. 11-17).

Başlangıçta büyük günah işleyen müminin dinden çıkıp çıkmadığı konusuyla sınırlı kalan tekfir mezheplerin teşekkülünden sonra farklı bir boyut kazanmış ve mezhep mensupları hemen her meselede muhaliflerini tekfir etmeye yönelmiştir. Bu arada gayri müslimlerin tekfir edilmesi konusuna da temas edilmiştir. İslâm âlimleri, başta hıristiyanlar ve yahudiler olmak üzere Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkâr eden bütün din mensuplarının kâfir sayıldığı ve bunları tekfir etmeyenin tekfir edilmesi gerektiği noktasında birleşmiştir (İbn Hazm, IV, 77; Kādî İyâz, II, 1065). İslâm’ın ana ilkelerine aykırı inançları benimseyen ve Gāliyye içinde zikredilen Bâbekiyye, Bâtıniyye, Beyâniyye, Hâbıtıyye, Hulûliyye, İbâhiyye, Karmatîler, Meymûniyye, Mukannaiyye, Sebeiyye, Seb‘iyye, Tenâsühiyye, Yezîdîler gibi aşırı fırkaların tekfir edilmesi hususunda da âlimler


ittifak etmiştir (Ebü’l-Kāsım el-Büstî, s. 163-165; Bağdâdî, s. 222-223, 253-281). Sünnîler’e göre mezhepler arasında tekfire en çok başvuranlar Hâricîler, Mu‘tezile, İmâmiyye ve Zeydiyye mensuplarıdır (Şerĥu’l-ǾAķīdeti’ŧ-Ŧaĥâviyye, s. 299). Bunlar hem kendi mezheplerine bağlı bazı grupları hem bütün muhalif mezhep mensuplarını tekfir etmiş, bu konuda müstakil kitaplar yazmıştır. Ayrıca Mu‘tezile’den Ebû Mûsâ el-Murdâr, Ebû Ali el-Cübbâî ve Ca‘fer b. Harb Ebü’l-Hüzeyl el-Allâf’ı tekfir amacıyla eserler kaleme almıştır (Ressî, I, 102-105; Hayyât, s. 54-55, 114-115; Eş‘arî, I, 17, 67, 86).

Ehl-i kıbleyi tekfir etmemeyi bir ilke olarak benimseyen Ehl-i sünnet âlimleri muhaliflerini sadece hataya nisbet edip tekfirden uzak durduklarını ileri sürmüştür (Şerĥu’l-ǾAķīdeti’ŧ-Ŧaĥâviyye, s. 299). Ancak Sünnî âlimlerinin kabulleriyle uygulamanın örtüştüğünü söylemek oldukça güçtür. Nitekim Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî ile Bâkıllânî, Nazzâm’ı tekfir için kitaplar yazmıştır (Bağdâdî, s. 115). Sünnî âlimleri muhaliflerinin görüşlerini eleştirirken bazan onları tekfir etmiş, bazan da birbirlerini küfre nisbet etmiştir. Selefiyye’nin Eş‘ariyye ve Mâtürîdiyye’ye bağlı kelâmcıların yanı sıra Sûfiyye gruplarını, Sünnî kelâmcılarının da Selefiyye mensuplarını bazı noktalarda tekfir ettiği bilinmektedir (Dârimî, s. 361; İbn Hazm, V, 68-69; Gazzâlî, Fayśalü’t-tefriķa, s. 49). Öte yandan Ebû Hanîfe’nin ehl-i kıblenin tekfir edilemeyeceği hususunda ortaya koyduğu esas hemen bütün Sünnî âlimleri tarafından benimsenmiştir. İmanın tarifi, imanı teşkil eden unsurlar, iman-amel münasebeti ve tekfir gibi konuların işlenmesi sırasında söz konusu âlimlerin tutumu bunu ispat etmektedir. Ancak ehl-i bid‘at mensuplarının Sünnîler’e yönelik aşırı tekfir faaliyetleri ve fırkalar arası cedel ağırlıklı tartışmalar sırasında Ehl-i sünnet mensuplarınca bunlara karşılık verme bağlamında Ebû Hanîfe’nin koyduğu kurala uyulmadığı görülmektedir. Sünnî âlimleri içinde tekfire en çok başvuran grup muhafazakâr Selefiyye’dir. Sünnîler’in müslümanların büyük çoğunluğunu teşkil etmesi, diğer mezheplerin zayıflaması veya ortadan kalkması sebebiyle eski devirlerde tekfir meselesi gündemde fazla kalmamıştır. Son dönemlerde Osmanlı Devleti’nin yıkılması ve müslümanların Batı medeniyetinin etkisi altına girmesiyle birlikte tekfir problemi yeniden baş göstermiştir. 1928’de Mısır’da Hasan el-Bennâ tarafından kurulan ve İslâm’ın siyasî bir devlet düzeni olduğu görüşünü benimseyen İhvân-ı Müslimîn mensuplarının 1936 yılından itibaren hapse atılarak işkenceye mâruz kalması, Hasan el-Bennâ ve Seyyid Kutub gibi liderlerinin öldürülmesi üniversiteli gençleri tekfir hareketine sevketmiştir. Cemâatü’l-müslimîn (Cemâatü’t-tekfîr ve’l-hicre) adıyla bilinen bu hareket, âdil-İslâmî hükümlere göre davranmayan yöneticilerle onları destekleyen kişileri tekfir etmenin dinî bir görev olduğunu savunup bu fikri yaymaya çalışmıştır. Dinî görevlerini öğrenerek yerine getirmek isteyen kitlelerin ve özellikle gençlerin bu haklarından mahrum bırakılması, ayrıca siyasî baskı ve işkencelerin yanı sıra dinî bilgi eksikliği de bu hareketin ortaya çıkmasında etkili olmuştur (Sâmerrâî, s. 39-48, 108-109, 137, 177-178; Behnesâvî, s. 9-41, 77-81, 247-274).

Tekfir Şartları. Tekfir genelde kelâm ilminin konuları arasında yer alır. Gazzâlî’nin bu hususu fıkhî bir mesele olarak kabul etmesi (el-İķtiśâd, s. 246-248) tekfirin doğurduğu sonuçlar bakımından olmalıdır. Nitekim fıkıh kitaplarında yer alan “ridde” bölümünde de konu aynı mahiyette işlenmektedir. Tekfir hususunda farklı mezheplere mensup âlimlerin belirlediği temel şartlar şöylece özetlenebilir: 1. Allah’tan başka bir ilâh bulunmadığına, Hz. Muhammed’in O’nun elçisi olduğuna ve O’ndan vahiy getirdiğine kesinlik derecesinde inanan bir kimsenin küfre nisbet edilebilmesi için onun bu inancını terketmesi veya ona aykırı inançları benimsemesi gerekir. İster inanca ister davranışa ilişkin olsun zarûrât-ı dîniyye içinde yer alan bir esası inkâr eden kişi dinden çıkar ve kâfir muamelesi görür; bütün İslâm âlimleri bu hususta ittifak etmiştir (Bağdâdî, s. 9; İbn Hazm, III, 246, 266-267; Gazzâlî, Fayśalü’t-tefriķa, s. 63, 86-87; İbnü’l-Vezîr, s. 375-377). Mürcie’ye bağlı bazı kimselerin Allah’a inanan bir kimsenin tekfir edilemeyeceği yolundaki görüşü ilmî dayanaktan yoksun bulunmuştur (İbn Asâkir, s. 151). 2. Ehl-i kıble tekfir edilemez. Zira ehl-i kıblenin dinden sayıldığı kesinlikle bilinen bütün ilkelere inandığı kabul edilir (İbn Asâkir, s. 408-409; Ali el-Kārî, s. 162; Keşmîrî, s. 16-17). 3. Âlimler arasındaki ihtilâflı meseleler tekfire konu teşkil etmez. Çünkü âlimlerin bir meselede farklı görüşler ortaya koyması onun İslâm dinine ait kesin bir ilke durumunda bulunmadığı anlamına gelir. 4. İlzâmî (dolaylı) yöntemle insanlar tekfir edilemez. Zira kişinin, benimsediğini açıkça belirtmediği halde bazı münasebetlerle beyan ettiği görüşlerinden hareketle üretilen düşünceler o kişiye değil onları üretene aittir (İbn Hazm, III, 294; Kādî İyâz, II, 1084-1085). 5. Tekfir şartlarını belirlemekle yetinip insanları tekfir etmekten kaçınmak gerekir. Çünkü kişiyi tekfir edebilmek için onun kalbindeki inancı bilme zarureti vardır. Bu sebeple âlimler bir kâfiri müslüman kabul etme hususundaki yanılmayı bir müslümanı kâfir kabul etmekteki yanılgıdan daha hafif bulmuştur (Gazzâlî, el-İķtiśâd, s. 251). 100 ihtimalden 99’u kişinin kâfirliğine, biri de Müslümanlığına imkân tanıyorsa onun müslüman olduğuna hükmedilmelidir (İbn Nüceym, V, 210; Ali el-Kārî, s.162). 6. Bilmeden bazı yanlış inançları benimseyen kimse tekfir edilemez, zira bilgisizlik mazeret kabul edilmiştir. Bundan dolayı müslümanın öncelikle insanı küfre düşüren inanç ve davranışları öğrenmesi dinî bir görev sayılmıştır (İbn Kayyim el-Cevziyye, I, 367).

Tekfir Konuları. 1. Tabiat felsefesi. Maddenin yapısı ve özellikleri hakkında ileri sürülüp evrenin yaratılış ve işleyişinde ilâhî ilim, kudret ve iradeyi kabul etmeyen veya bunu ikinci derecede sayan görüşler. Buna göre evrenin kadîm ve yaratılmamış olduğuna inananlar küfre nisbet edilmiştir (Ebü’l-Kāsım el-Büstî, s. 105; Gazzâlî, el-İķtiśâd, s. 250; Kādî İyâz, II, 1076). Ancak kelâm âlimlerinin çoğunluğu maddenin yapısına ve niteliklerine dair bilgilerin tekfir konusu sayılamayacağını kabul etmiştir. Her ne kadar Abdülkāhir el-Bağdâdî gibi kelâmcılar maddenin cevherlerle arazlardan meydana geldiğine ve arazların cevherlerde bilkuvve bulunduğuna inananları tekfir etmişse de (el-Farķ, s. 139) bu isabetli görülmemiştir. Zira maddenin yapısı ve özellikleri bilimsel bir konudur ve bu alandaki bilgiler sürekli gelişmektedir. 2. Ulûhiyyet. Allah’ın varlığını, birliğini veya sıfatlarını inkâr eden kimsenin tekfir edileceği hususunda bütün kelâmcılar görüş birliği içindedir. İbn Cerîr et-Taberî, erken devir Eş‘ariyye kelâmcıları ve Mu‘tezile’den Ebü’l-Kāsım el-Büstî gibi âlimlerin Allah hakkında bilinmesi gereken hususları delillerine dayanarak bilmeyenlerin tekfir edileceğini ileri sürmüş, ancak âlimlerin çoğunluğu bunu isabetli bulmamıştır (İbn Fûrek, s. 150-152, 228; İbn Hazm, IV, 77). Kelâmcıların Allah hakkında tekfire konu teşkil ettiğinde birleştikleri inançlar şöylece sıralanabilir: Allah’a ortak koşmak, O’ndan başkasına tapmak veya dua etmek, Allah’tan başka bir varlık üzerine onu yaratılmışların üstünde bir konumda görerek yemin etmek, Allah’a


acz, eksiklik, ihtiyaç, zulüm, hikmetsizlik, ihanet ve yalan nisbet etmek, O’nun gaybı bilmediğini söylemek, Allah’ın yaratıklarına hulûl edip onlarla birleştiği görüşünü benimsemek ve O’nu yaratıklarına benzetmek, Allah’ın evrendeki varlık ve olayları ilmi ve iradesiyle takdir ettiğine inanmamak (Eş‘arî, II, 447; Kādî Abdülcebbâr, Fažlü’l-iǾtizâl, s. 151-152). Bunların dışında mezheplerin ileri sürdüğü bazı tâli hususlar tekfirle ilişkilendirilmemesi gereken meselelerdir. Selefiyye’nin Allah’ın zâtıyla arş üzerinde bulunduğuna, Hz. Mûsâ ile arada bir hicab olmadan konuştuğuna ve ilâhî kelâmın ezelî olduğuna inanmayanları tekfir etmesi (Ahmed b. Hanbel, s. 68-69; Buhârî, s. 119-128; Dârimî, s. 346-356); Sünnî kelâmcılarının Allah’ın zâtına zâit ezelî sıfatlarının mevcudiyetine, O’nun bir yerde ve yönde bulunmaktan münezzeh bulunduğuna, insana ait fiilleri gerçekleşmesi sırasında doğrudan doğruya yaratmadığına ve Allah’ın âhirette müminlerce görüleceğine inanmayanları küfre nisbet etmesi (Nesefî, II, 629, 652, 675; İbn Ebû Şerîf, s. 322-325; İbn Nüceym, V, 202-203); Mu‘tezile’nin Allah’ın zâtına zâit kadîm sıfatlarının varlığına, zâtıyla bir mekânda mevcudiyetine, âhirette bir mekânda görüleceğine, insana ait fiillerin yanı sıra kötülükleri de yarattığına ve Kur’an’ın mahlûk olmadığına inananları İslâm dışı sayması (Eş‘arî, II, 464; Kādî Abdülcebbâr, Şerĥu’l-Uśûli’l-ħamse, s. 233, 275, 277; Ebü’l-Kāsım el-Büstî, s. 114-124; İbn Hazm, II, 351; V, 76-78) bu tür örneklerdendir. 3. Nübüvvet. Allah’ın, emirlerini tebliğ etmek üzere ilk olarak Hz. Âdem’i, son olarak Hz. Muhammed’i ve bu ikisi arasında sayıları bilinmeyen pek çok kişiyi peygamber seçip gönderdiğine inanmamak, nübüvveti kesinlikle sabit olan peygamberlerden bir kısmına inanırken diğerlerini benimsememek, onların ilâhî emirleri tebliğ ederken yalan söylediklerini veya peygamberlikleri sırasında kasten günah işlediklerini ileri sürmek, peygamberlerin yolundan gitmeye rıza göstermemek âlimler tarafından ittifakla tekfir edilmeyi gerektiren davranışlar arasında zikredilmiştir. Selefiyye ve Kerrâmiyye mensupları peygamberlerin büyük günah işleyebileceğini söyleyenleri tekfir etmez (Yahyâ b. Hüseyin, el-Cümle, II, 313; Ebü’l-Kāsım el-Büstî, s. 84; İbn Hazm, IV, 11, 18, 57; V, 75, 94-95; Kādî İyâz, II, 1068-1070, 1098; Seffârînî, LevâmiǾ, II, 263). Hz. Muhammed’le ilgili tekfir konuları da şunlardır: Onun getirdiği kesinlikle bilinen vahiyleri inkâr etmek, nübüvvetin onunla nihayete ermediğini, kendisinden sonra peygamber geldiğini veya geleceğini ileri sürmek, ona ulûhiyyet atfetmek, isrâya ve aynı mânada kullanılanmi‘raca inanmamak, insanların en faziletlisi olduğunu kabul etmemek (Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevĥîd, s. 293; Bağdâdî, s. 223; İbn Hazm, IV, 52-53; Gazzâlî, Fayśalü’t-tefriķa, s. 45-47; Nesefî, I, 296). 4. Âhiret. Kıyametin vuku bulacağını, insanların diriltilerek dünyadaki inançlarıyla yaptıkları amellerden hesaba çekileceğini, bunun ardından cennete veya cehenneme konulacağını inkâr etmek ve bu inanca tamamen ters düşen tenâsühe inanmak ittifak edilen tekfir konularındandır (İbn Hazm, IV, 137; V, 65, 85; İbn Nüceym, V, 206; Ali el-Kārî, s. 195). Cennetle cehennemin sona ereceğine, halen yaratılmış veya yaratılmamış olduğuna inananları tekfir etmek ilgili nasların farklı yorumlanmasından kaynaklanmıştır (Buhârî, s. 121-122; Bağdâdî, s. 150-151). 5. Kur’ân-ı Kerîm. Kur’an’ın tamamını veya bir kısmını inkâr etmek, onu Allah’ın kelâmı ve peygamberine verdiği mûcizesi diye kabul etmemek, benzerinin oluşturulabileceğini ileri sürmek, içerdiği gayb haberlerinin yanı sıra va‘d ve vaîdlerine inanmamak, muhtevasını kusurlu bulmak, âyetlerini kasten değiştirmek yine âlimlerin tekfire yol açtığını söyledikleri hususlardandır (İbn Hazm, III, 13-14, 296; V, 63-64, 80, 93; Kādî İyâz, II, 1076-1077). Selefiyye’nin Kur’an’ın mahlûk olduğunu, Mu‘tezile’nin ise mahlûk olmadığını savunanları tekfir etmesi ise isabetsiz bulunmuştur (İbn Kuteybe, s. 46-47; Eş‘arî, II, 602; İbnü’l-Vezîr, s. 118-119). 6. Hadis ve sünnet. Az sayıdaki mütevâtir hadisi ve fiilî tevâtürle sabit olan sünnetleri reddetmenin kişiyi tekfire sevkettiği konusunda âlimler ittifak etmiştir (İbnü’l-Vezîr, s. 387). Çünkü Hz. Peygamber’in sünneti onun İslâm anlayışını ve müslüman hayat tarzını temsil eder. Abdullah b. Mes‘ûd sünneti terketmenin küfre yol açtığını söylemiş, ancak bunun tamamıyla sünnetten yüz çevirmek anlamına geldiği kabul edilmiştir (Dârimî, “Śalât”, 46; Ressî, I, 127; Behnesâvî, s. 198). Bundan hareketle âlimlerin çoğunluğu bir problem taşımayan meşhur hadisleri reddedenleri de tekfir etmiştir. Âhâd hadislerin sübûtu zannî olduğundan bunları reddeden kimse tekfir edilmez. Selefiyye mensupları sahih âhâd hadisleri inkâr edenlerin tekfir edileceğine hükmetmişse de çoğunluk bunu isabetli görmemiştir (Ali el-Kārî, s. 166, 196; Keşmîrî, s. 67-68). 7. İcmâ. Mu‘tezilî kelâm âlimi Nazzâm’dan (ö. 231/845) itibaren icmâın din alanında kesin delil sayılıp sayılmadığına ilişkin tartışmalar varsa da zarûrât-ı dîniyye konusunda icmâ bulunduğunda ittifak edilmiştir. Dinden olduğu kesinlikle bilinen inanç ve amelleri inkâr edenlerin tekfir edileceği yolunda fikir birliği vardır. Beş vakit namazla onun kılınış şekli ve haccın edası bunun örneklerindendir. Ancak icmâa muhalefet edenlerin tekfir edilemeyeceğini ileri sürenler de vardır (Eş‘arî, I, 142-143; Gazzâlî, el-İķtiśâd, s. 253-254; Fayśalü’t-tefriķa, s. 87-88). 8. Nasları te’vil etmek. Ebû Hanîfe, Şâfiî, Mâtürîdî, Eş‘arî, Süfyân es-Sevrî, Dâvûd ez-Zâhirî, Ebû Hâşim el-Cübbâî ve Zemahşerî gibi âlimlerin çoğunluğuna göre nasları usulüne uygun biçimde te’vil etmek tekfire konu teşkil etmez, çünkü te’vil bir anlama faaliyetidir. Te’vilden uzak durmaya çalışan Ahmed b. Hanbel’in de bazı nasları te’vil etmek mecburiyetinde kalması bunu kanıtlamaktadır. Ancak dinin ana ilkelerini ortadan kaldırmaya yönelik bâtınî te’villerin imanla bağdaşmadığı açıktır. İlmî te’vil usullerine uyulması halinde bazan hatalı da sayılsa âlimlerin yaptığı te’villerden ötürü tekfir edilmesi isabetli değildir. Aksi takdirde ashap dahil olmak üzere âlimlerin çoğunluğu bunun kapsamına girer (Eş‘arî, I, 138-139; İbn Hazm, III, 291-301; Gazzâlî, Fayśalü’t-tefriķa, s. 63-88, 111-112, 251; Kādî İyâz, II, 1058-1059; İbnü’l-Vezîr, s. 395-396). Te’villerinden ötürü Mu‘tezile kelâmcılarının ilâhî sıfatlar konusunda Sünnîler’i, Sünnîler’in de Mu‘tezile’yi, diğer mezhep mensuplarının da birbirlerini tekfir etmesinin bu genel kurala uymadığını belirtmek gerekir (Eş‘arî, I, 152; Kādî İyâz, II, 1047-1062; İbnü’l-Vezîr, s. 376). 9. İslâm diniyle alay etmek. Allah ile, peygamberlerle, Hz. Muhammed’le ve onun sünnetiyle diğer peygamberlerin sünnetleri, ilâhî kitaplar, melekler, âhiret, ibadetler gibi İslâm’ın temel hükümlerinden biriyle alay etmenin, hakarette bulunmanın veya bunlardan birini hafife almanın tekfir sebebi teşkil ettiği hususunda âlimler ittifak halindedir. Tebük Seferi esnasında müslümanların Bizanslılar’la savaşmasını alay konusu haline getiren münafıkların özür beyan etmelerine rağmen kâfirliklerine hükmedilmesi (et-Tevbe 9/66) bu meseleye ilişkin bir delil kabul edilmiştir (İbn Hazm, III, 299; İbn Fûrek, s. 151; Kādî İyâz, II, 934, 975, 1101). Din âlimlerine kızmak veya kıyafetleriyle alay etmek gibi sübjektif değerlendirmelere açık olan bazı meseleler aynı kapsam içinde görülmüşse de bu fikir isabetli bulunmamıştır (İbn Ebû Şerîf, s. 313; Ali el-Kārî, s. 173-174).


10. Haramları helâl, helâlleri haram saymak. Yapılması kesinlikle haram olan fiilleri helâl kabul etmenin veya yapılması helâl olan bir fiili haram saymanın tekfir konusu teşkil ettiğine dair âlimler arasında ittifak vardır. Çünkü bir şeyin helâl, haram veya farz kılınması Allah’a ait bir hükümdür ve imanın esası buna boyun eğmekten ibarettir. Ancak farz, haram veya mubah oluşu kesin delile dayanmayan fiiller bu kapsama girmez. Namazın kazâ edilemeyeceğini söyleyenlerin tekfir edilmesi buna dair örnekler arasında yer alır (Mâtürîdî, Teǿvîlâtü’l-Ķurǿân, II, 416-417; VII, 500; VIII, 208; Bağdâdî, s. 132-133, 153, 222). 11. Tevessül. Ulûhiyyet niteliklerinden birini taşıdığına veya insanın hidayet ve dalâleti üzerinde tasarruf gücü olduğuna inanılan bir kimseyle Allah’a tevessülde bulunmak yahut dua ve niyazları buna sunmak şirk anlamına gelir. Ancak ulûhiyyet vasfı atfetmeden dualarını sadece Allah’a arzederek sâlih kullarla tevessülde bulunmak tekfire konu teşkil etmez. Selefiyye’nin meşrû sınırlar içinde kalan tasavvuf ehlini bile tekfir etmesi aşırı bir tutum olarak görülmüştür. Zira bazı yanlış davranışları bulunsa da tasavvuf önderlerini putlarla, müridlerini de Câhiliye devri müşrikleriyle aynı konumda tutmak yanlış bir kıyastır. Mürid mürşidini Allah’a itaat eden sâlih bir kul olduğu düşüncesiyle sevmekte ve ona herhangi bir ulûhiyyet niteliği atfetmemektedir (Abdurrahman b. Hasan, s. 84, 149; Reşîd Rızâ, XI, 228-229; Behnesâvî, s. 134). 12. Sadece kâfirlere mahsus olan fiilleri işlemek. Güneş, ay, yıldızlar, ateş, insan, hayvan gibi nesnelere veya puta tapmak, gayri müslimlere mahsus ibadetleri icra etmek, onlara ait dinî kıyafetleri giymek, kendilerine kâfir demekten kaçınmak, Allah’ın azabından emin olmak veya rahmetinden ümit kesmek küfür alâmetleri şeklinde değerlendirilmiştir. Dinî bir alâmet saymamak şartıyla gayri müslimlerce kullanılan elbiseleri giymeyi tekfir konusu yapanlar varsa da bunun yanlışlığı açıktır (Ebû Hanîfe, el-ǾÂlim ve’l-müteǾallim, s. 24; Kādî İyâz, II, 1072-1073, 1080). 13. Küfür kelimelerini söylemek. Bir müslümanın imanla bağdaşmayan küfür kelimelerini (elfâz-ı küfür) bilerek ve benimseyerek söylemesi başlıca tekfir konularından biri kabul edilmiştir. Ebû Hâşim el-Cübbâî gibi âlimler kasten küfür lafızlarını söyleyenlerin tekfir edilemeyeceğini ileri sürmüşse de bu görüş isabetli bulunmamıştır (İbn Hazm, III, 244-245). Küfür kelimelerinin hangi sözlerden ibaret olduğu hususu tartışmalı ve sübjektif unsurlar içermekle birlikte bu konuda Kur’an’da ve sahih sünnette belirlenen küfür lafızlarını esas almak gerekir; bunlar da dinden sayıldığı kesinlikle bilinen inanç ve davranışları iptal eden sözlerdir (Mâtürîdî, Teǿvîlâtü’l-Ķurǿân, III, 203; V, 334; İbn Teymiyye, s. 524, 554). 14. Büyük günah işlemek. İslâm âlimlerinin çoğunluğu büyük günah işlemenin tekfire konu teşkil etmediği görüşünde birleşmişse de Hâricîler küçük günah işleyenleri bile tekfir etmiştir. Mu‘tezile mensupları, tövbe etmediği takdirde büyük günah işleyenlerin âhirette kâfir muamelesi göreceğini ileri sürmüştür (Cûzcânî, s. 28-31; Bağdâdî, s. 305; İbn Hazm, IV, 79). Sünnî ve Şiî kelâmcılarına göre dinin emir ve yasaklarına uymamaktan kaynaklanan büyük günahlar sebebiyle müslümanlar tekfir edilemez (Ressî, I, 129; Eş‘arî, I, 293; İbn Fûrek, s. 164, 189; Gazzâlî, Fayśalü’t-tefriķa, s. 113). Sünnîler arasında büyük günah işlemenin tekfire konu olan tek istisnası namaz kılmayı sürekli terketmektir. Ahmed b. Hanbel, Abdullah b. Mübârek, İshak b. Râhûye gibi Selefiyye mensupları konuyla ilgili bir rivayeti ve ashaba nisbet edilen bir görüşü delil kabul edip hiç namaz kılmayan kimseleri tekfir etmiştir (Reşîd Rızâ, X, 207-211). Ancak bu görüş diğer Sünnî âlimlerince isabetli görülmemiştir. Ebü’l-Muîn en-Nesefî’nin büyük günah işleyen Hâricîler’le Mu‘tezile mensuplarını tekfir etmesi de (Tebśıratü’l-edille, II, 791) Sünnîler’in tekfire ilişkin görüşleriyle bağdaşmaz. Büyük günah işleyenleri tekfir etme anlayışı naslarda günah sayılan fiiller için küfür, fısk, nifak gibi kelimelerin kullanılmasından, ayrıca dinden çıkaran büyük küfürle günah işlemeyi ifade eden küçük küfür, mutlak nifak ve fısk ile mukayyet nifak ve fısk ayırımının yapılamamasından kaynaklanmıştır (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “kfr” md.; Yahyâ b. Hüseyin, Kitâb fî MaǾrifetillâh, II, 99; İbn Teymiyye, s. 30). 15. Ashaba dil uzatmak. Ashap hakkında saygısız ifadeler kullanmak ve onları küfre nisbet etmek Sünnîler’e göre tekfir konusudur. Çünkü Kur’an ve Sünnet’i sonraki nesillere intikal ettiren ashabı tekfir etmek, İslâm dininin ana kaynaklarına güvenmeyi ortadan kaldıracağı gibi Allah’ın ashaptan razı olduğu gerçeğiyle de (et-Tevbe 9/100; el-Feth 48/18) bağdaşmaz (geniş bilgi için bk. Topaloğlu, s. 78-84). 16. Siyaset. Hâricîler’in kendi siyasî düşünceleriyle ilâhî hükümler arasında bağ kurarak, verdikleri kararlara uymayan Ali b. Ebû Tâlib’in yanı sıra kendilerine muhalif bütün müslümanları tekfir etmesinin ardından İmâmiyye’ye bağlı Şiîler’in meşrû halife olan Ali b. Ebû Tâlib’e karşı çıkanları ve Sünnîler’in haklarında icmâ bulunduğu için Hz. Ebû Bekir ile Ömer’in hilâfetini inkâr edenleri tekfir etmesinden itibaren siyasî meseleler tekfire konu teşkil etmeye başlamıştır (Ebü’l-Kāsım el-Büstî, s. 173; İbn Hazm, IV, 162; Ebû Ca‘fer et-Tûsî, s. 358). Siyasete ilişkin tekfir, “Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir” meâlindeki âyet (el-Mâide 5/44) etrafında meydana gelmiştir. Başta İbn Abbas olmak üzere ashap çoğunluğunun görüşünü dikkate alan âlimler, bu âyetin yahudiler veya bütün Ehl-i kitap hakkında indiğini, müslümanlara teşmil edilse bile ilâhî hükümleri devlet yönetiminde uygulamayanların tekfirini değil, sadece günah işledikleri sonucunu yansıttığını kabul etmiştir. Ancak dinî hükümlerin uygulanmaması, dünyada ilâhî hidayeti reddedip müslümanca bir hayat tarzına karşı çıkılması şeklinde anlaşılırsa bunun tekfiri gerektirdiğinde şüphe yoktur. Müslümanca bir hayat sürmenin mümkün olmadığı yerlerde -ibadetler gibi sırf dinî hükümler dışında- çoğunluğu âlimlerin ictihadına bırakılan dünyevî hükümleri uygulama yükümlülüğü yoktur, bu durumda suçlara verilen cezalar ictihad konusu haline gelir. Hanefî müctehidlerinin fâsid akidleri ve bazı âlimlerin faize dayalı alışverişi câiz görmesi bunun örnekleri arasında sayılır (İbn Kayyim el-Cevziyye, I, 364-365; Reşîd Rızâ, VI, 399-409). Esasen müeyyideye dayalı insanlar arası münasebetlerle ilgili ilâhî hükümlerin çok az olmasının sebebi siyaset, ekonomi, hukuk gibi dünyevî ilimlerin gelişmeye açık bulunması, bunların zamana ve mekâna göre değişiklik göstermesinden ötürüdür. İslâm’ın son ve mükemmel din vasfı taşıması da bunu gerektirmiş, işlenen suçlar için belirlenen bazı cezalar hafifletilmiş, bu da ilâhî rahmet olarak nitelendirilmiştir (el-Bakara 2/178). Hz. Peygamber’in dünya meseleleriyle ilgili fazla soru sorulmasından hoşlanmaması da muhtemelen böyle bir hikmete bağlıdır (Reşîd Rızâ, VII, 141). Bundan dolayı modern dönemde müslümanca bir hayat tarzına göre yaşamaya izin veren çağdaş siyasî rejim modellerini benimseyenlerle bu devletlerin yönetiminde görev alanların tekfir edilmesi isabetli görülmemiştir (Behnesâvî, s. 111-113; Sâmerrâî, s. 112-113; Ebû Zeyd, s. 81-82; Nâcih İbrâhim, s. 170-178).

Müslüman olduğunu söyleyen, fakat tekfiri gerektiren inanç ve davranışları benimseyenlerin tekfir edilmemesi,


Müslümanlığı kabul ettikten sonra küfür kelimesini söyleyenlerin küfre gireceğini (et-Tevbe 9/74) ve iman ettikten sonra küfre dönüp inkârlarında aşırı gidenlerin tövbelerinin kabul edilmeyeceğini (en-Nisâ 4/137) bildiren Kur’an’daki hükümle bağdaşmadığı ve dinin yozlaşması sonucunu doğurduğu açıktır. Ancak tekfir kişi temelinde değil ilke temelinde yapılmalıdır. Bunun yanında Allah’a ve resulüne iman edip onları seven bir müslümanın, İslâm’ın inanca ve davranışlara ilişkin ilkelerinin ayrıntıları konusunda yoruma bağlı şekilde farklı hükümleri benimsediği gerekçesiyle tekfir edilmesi, önemli dünyevî sonuçlar doğuran yanlış bir tutumdur. Zira müslüman iken kâfir olduğuna hükmedilen kişi ile müslümanlar arasındaki kardeşlik bağı sona erer; hakkında nikâh, miras, kestiği hayvanın etinin yenmemesi, cenaze namazının kılınmaması vb. konularda yeni dinî durumlar ortaya çıkar (Ebû Hanîfe, el-ǾÂlim ve’l-müteǾallim, s. 14; Bağdâdî, s. 222). Tekfirde asıl kabul edilen şey, Hz. Peygamber’i Allah’tan getirdiği kesinlikle bilinen vahiy konusunda açıkça yalanlamaktır. Vahyin doğru biçimde anlaşılması, İslâm’ın ana ilkelerine dair yöntem bilgisine ve nasları yorumlama birikimine sahip bulunmayı gerektirir. Bu da bir müslümanı tekfir etmenin kolay bir iş olmadığını kanıtlar. Tarihte ve günümüzde görüldüğü gibi bir müslümanı din anlayışında veya nasları yorumlamasındaki yanlışlarından dolayı tekfir etmek yerine İmam Şâfiî’nin belirttiği üzere hata ettiğini söylemek daha doğru bir yöntemdir (İbn Asâkir, s. 338). Zira küfür belli bir mezhebin görüşlerine muhalefet etmekle değil zarûrât-ı dîniyyeye inanmamakla vuku bulur, bu da kişinin sadece Allah’ın bildiği iç dünyasına vâkıf olmayı gerektirir. Hz. Peygamber’in şahısları tekfirden sakındıran tutumu ve bu konudaki hadisleri dikkate alındığında, onun bazı sözleri söyleyenlerle bazı fiilleri işleyenlerin kâfir olacağına dair beyanlarının “dinden çıkarmayan küçük küfür” mânasına geldiği anlaşılır (İbn Asâkir, s. 405; Şerĥu’l-ǾAķīdeti’ŧ-Ŧaĥâviyye, s. 299-304; İbnü’l-Vezîr, s. 389-392, 399-404).

Kelâm ve fıkıh alanlarında tekfir konusunda yazılan eserlerden bazıları şunlardır: Mutahhar b. Abdurrahman, Tekfîrü’ş-ŞîǾa (TSMK, Hazine, nr. 177); Celâleddin ed-Devvânî, Risâle fi’r-red Ǿalâ men ķāle bi-tekfîri İbni’l-ǾArabî (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 385); Şeyhülislâm Zekeriyyâzâde Yahyâ Efendi, Risâle fi’t-tekfîr (Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 5342); Abdülganî en-Nablusî, Risâle fi’t-tenfîr mine’t-tekfîr fî ĥaķķı men ĥarreme nikâĥa’l-mütǾa (Süleymaniye Ktp., Çelebi Abdullah Efendi, nr. 385); Yûsuf b. Cemâleddin el-Arabî, Risâle fî tekfîri’r-Revâfıż (Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 2277); Halîl b. Hasan Aydınî, Ĥâşiye Ǿalâ Risâleti tekfîri’ś-śaġāǿir (Nuruosmaniye Ktp., nr. 1489); Süheyl Ünver, Fârâbî ve İbn Sînâ’yı Tekfîr (İstanbul 1938); Yûsuf el-Kardâvî, Žâhiretü’l-ġulüv fi’t-tekfîr (Kahire 1985); Ebû Ahmed Muhammed Mahtûm, et-Tekfîr farîża İslâmiyye (baskı yeri yok, 1987); Azîz b. Abdullah ez-Zeyrülhamd, İcmâǾu Ehli’s-sünneti’n-Nebeviyye Ǿalâ tekfîri’l-MuǾaŧŧılati’l-Cehmiyye (Riyad 1415); Muhammed b. Abdullah b. Ali el-Vüheybî, Nevâķıżü’l-îmâni’l-iǾtiķādiyye ve đavâbiŧü’t-tekfîr (Riyad 1996); İshak b. Abdurrahman Âlü’ş-Şeyh, Ĥükmü tekfîri’l-muǾayyen ve’l-farķ beyne ķıyâmi’l-ĥücce ve fehmi’l-ĥücce (Riyad 1409/1988); Muhammed Nâsırüddin el-Elbânî, Fitnetü’t-tekfîr ve’l-ĥükm bi-ġayri mâ enzelellāh (Riyad 1417/1996); Muhammed b. Nâsır b. Ali el-Ureynî, et-Taĥźîr mine’t-teserruǾ fi’t-tekfîr (Riyad 1417/1996); Sâlih b. Fevzân b. Abdullah el-Fevzân, Žâhiretü’t-tebdîǾ ve’t-tefsîķ ve’t-tekfîr ve đavâbiŧuhâ (Riyad 1417/1996); Sa‘d b. Ali el-Kahtânî, Każıyyetü’t-tekfîr beyne Ehli’s-Sünne ve firaķı’đ-đalâl (Riyad 1417/1996).

BİBLİYOGRAFYA:

İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, II, 121; IV, 185-188; Ebû Hanîfe, el-ǾÂlim ve’l-müteǾallim (nşr. M. Zâhid Kevserî, trc. Mustafa Öz, İmâm-ı Azam’ın Beş Eseri içinde), İstanbul 1981, s. 11, 14, 24; a.mlf., er-Risâle (a.e. içinde), s. 69; Ahmed b. Hanbel, er-Red Ǿale’z-zenâdıķa ve’l-Cehmiyye (ǾAķāǿidü’s-selef içinde), s. 68-69, 90; Buhârî, Ħalķu efǾâli’l-Ǿibâd (a.e. içinde), s. 119-128; Ebû Dâvûd, Mülĥaķ fi’l-Cehmiyye (a.e. içinde), s. 104-111; İbn Kuteybe, el-İħtilâf fi’l-lafž (a.e. içinde), s. 243-247; Dârimî, er-Red Ǿale’l-Cehmiyye (a.e. içinde), s. 346-356, 361, 466; Ressî, Uśûlü’l-Ǿadl ve’t-tevĥîd (nşr. Muhammed İmâre, Resâǿilü’l-Ǿadl ve’t-tevĥîd içinde), Kahire 1971, I, 102-105, 127-129; Hâdî-İlelhak Yahyâ b. Hüseyin, Kitâb fî MaǾrifetillâh mine’l-Ǿadl ve’t-tevĥîd (a.e. içinde), II, 99-101, 147; a.mlf., el-Cümle (a.e. içinde), II, 214, 313-315; İbn Şâzân en-Nîsâbûrî, el-Îżâĥ (nşr. Celâleddin el-Hüseynî el-Urmevî), Tahran 1395, s. 6-7, 48, 57, 200, 289, 303-304, 476; Hayyât, el-İntiśâr, s. 54-55, 63, 79, 102, 104, 114-115; Nevbahtî, Fıraķu’ş-ŞîǾa (nşr. M. Sâdık Âl-i Bahrülulûm), Necef 1355/1936, s. 13-17; Taberî, CâmiǾu’l-beyân (nşr. Sıdkī Cemîl el-Attâr), Beyrut 1415/1995, X, 260-261; a.mlf., et-Tebśîr fî meǾâlimi’d-dîn (nşr. Ali b. Abdülazîz b. Ali eş-Şibl), Riyad 1415/2004, s. 124, 129, 151-152, 164; Ebü’l-Kāsım el-Belhî, Źikrü’l-MuǾtezile (nşr. Fuâd Seyyid, Fażlü’l-iǾtizâl ve Ŧabaķātü’l-MuǾtezile içinde), Tunus 1406/1986, s. 64, 115; Eş‘arî, Maķālât (Ritter), I, 4-5, 17, 67, 86, 138-143, 152, 293; II, 447, 452, 464, 477, 602; Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevĥîd (nşr. Bekir Topaloğlu - Muhammed Aruçi), Ankara 1423/2003, s. 293; a.mlf., Teǿvîlâtü’l-Ķurǿân (nşr. Ahmet Vanlıoğlu), İstanbul 2005, II, 416-417; III (nşr. Mehmet Boynukalın), İstanbul 2005, s. 203; V (nşr. Ertuğrul Boynukalın), İstanbul 2006, s. 334; VII (nşr. Hatice Boynukalın), İstanbul 2006, s. 500; VIII (nşr. Halil İbrahim Kaçar), İstanbul 2006, s. 198-199, 208; IX (nşr. Murat Sülün), İstanbul 2007, s. 383-384; Atâ b. Ali el-Cûzcânî, Şerĥu’l-Fıķhi’l-ekber (nşr. Züleyhâ Birinci, Atâ b. Ali el-Cûzcânî’ye Göre Ebû Hanîfe’nin Kelâmî Görüşleri içinde, yüksek lisans tezi, 2007), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 28-31; İbn Fûrek, Mücerredü’l-Maķālât, s. 150-152, 164, 189, 194, 228; Kādî Abdülcebbâr, Şerĥu’l-Uśûli’l-ħamse, s. 233, 275-277, 624-625; a.mlf., Fażlü’l-iǾtizâl ve Ŧabaķātü’l-MuǾtezile (nşr. Fuâd Seyyid), Tunus 1406/1986, s. 143, 151-152, 160; a.mlf., el-Muħtaśar fî uśûli’d-dîn (nşr. Muhammed İmâre, Resâǿilü’l-Ǿadl ve’t-tevĥîd içinde), Kahire 1971, I, 223, 233; Ebü’l-Kāsım el-Büstî, el-Baĥŝ Ǿan edilleti’t-tekfîr ve’t-tefsîķ (nşr. Hanefî Seyyid Abdullah), Kahire 1427/2006, tür.yer.; Abdülkāhir el-Bağdâdî, el-Farķ beyne’l-fıraķ (nşr. Muhammed Bedr), Kahire, ts. (Matbaatü’l-maârif), s. 19-27, 63-64, 184-194; ayrıca bk. tür.yer.; İbn Hazm, el-Faśl (Umeyre), II, 271-274; ayrıca bk. tür.yer.; Ebû Ca‘fer et-Tûsî, el-İķtiśâd fîmâ yeteǾallaķu bi’l-iǾtiķād, Necef 1399/1979, s. 227, 358-359, 461-462; Gazzâlî, el-İķtiśâd fi’l-iǾtiķād (nşr. İbrahim Agâh Çubukçu - Hüseyin Atay), Ankara 1962, s. 246-254; a.mlf., Fayśalü’t-tefriķa (nşr. Riyâd Mustafa el-Abdullah), Dımaşk 1986, s. 39-92, 95-97, 111-112, 113, 251; Nesefî, Tebśıratü’l-edille (Salamé), tür.yer.; Kādî İyâz, eş-Şifâǿ, II, 934-935, 975-1101; İbn Asâkir, Tebyînü keźibi’l-müfterî, s. 149, 151, 160, 338-350, 401-409; Fahreddin er-Râzî, İǾtiķādât (Neşşâr), s. 76-81; Takıyyüddin İbn Teymiyye, eś-Śârimü’l-meslûl (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Beyrut 1398/1978, s. 3-41, 54-57, 69-70, 102, 115, 248-249, 368, 512, 521-524, 554; İbn Kayyim el-Cevziyye, Medâricü’s-sâlikîn, Kahire 1403/1983, I, 338-339, 364-365, 367, 371-393; Şerĥu’l-ǾAķīdeti’ŧ-Ŧaĥâviyye, s. 141, 143, 209, 295-313, 345, 388; İbnü’l-Vezîr, Îŝârü’l-ĥaķ Ǿale’l-ħalķ, Beyrut 1403/1983, s. 112, 118-119, 123, 128, 156, 223, 366-414; İbnü’l-Murtazâ, Ŧabaķātü’l-MuǾtezile, s. 30-31, 38, 121, 139; Bikāî, Tenbîhü’l-ġabî ilâ tekfîri İbni’l-ǾArabî (nşr. Abdurrahman el-Vekîl), Riyad 1415, s. 12-30, 113-175, 225-228; Kestelî, Ĥâşiye Ǿalâ Şerĥi’l-ǾAķāǿid [baskı yeri ve tarihi yok], s. 142, 174; Kemâleddin İbn Ebû Şerîf, el-Müsâmere, Kahire 1307, s. 49, 214, 231, 311-325; İbn Nüceym, el-Baĥrü’r-râǿiķ (nşr. Zekeriyyâ Umeyrât), Beyrut 1418/1997, V, 201-212; Taşköprizâde, el-MeǾâlim fî Ǿilmi’l-kelâm, Beyazıt Devlet Ktp., Veliyyüddin Efendi, nr. 2149, vr. 140b; Ali el-Kārî, Mineĥu’r-ravżi’l-ezher fî şerĥi’l-Fıķhi’l-ekber, Kahire 1375/1955, s. 149-155, 162-196; Seffârînî, LevâmiǾu’l-envâri’l-behiyye, Beyrut, ts. (el-Mektebetü’l-İslâmiyye), II, 263, 276-284; a.mlf., eź-Źeħâǿir li-şerĥi Manžûmeti’l-kebâǿir (nşr. Velîd b. Muhammed b. Abdullah el-Alî), Beyrut 1422/2001, s. 326, 331; a.mlf., Ġıźâǿü’l-elbâb şerĥu Manžûmeti’l-âdâb (nşr. M. Abdülazîz el-Hâlidî), Beyrut 1417/1996, II, 199; a.mlf., el-Buĥûrü’z-zâħire fî Ǿulûmi’l-âħire (nşr. M. İbrâhim Şelebî Şûmân), Küveyt 1428/2007, II, 276, 284; Abdurrahman b. Hasan, Fetĥu’l-mecîd şerĥu Kitâbi’t-Tevĥîd, Riyad, ts. (Mektebetü’r-Riyâdi’l-hadîse), s. 84, 149, 183; Sıddîk Hasan Han, Fetĥu’l-beyân fî maķāśıdi’l-Ķurǿân (nşr. Abdullah b.


İbrâhim el-Ensârî), Beyrut 1412/1992, III, 283-284; Reşîd Rızâ, Tefsîrü’l-menâr, tür.yer.; Ahmet Saim Kılavuz, İman-Küfür Sınırı, İstanbul 1982, s. 75-90, 187-214; Sâlim Ali el-Behnesâvî, el-Ĥükm ve ķażıyyetü tekfîri’l-müslimîn, Küveyt 1985, tür.yer.; Nu‘mân Abdürrezzâk es-Sâmerrâî, et-Tekfîr, Beyrut 1986, tür.yer.; Keşmîrî, İkfârü’l-mülĥidîn fî żarûriyyâti’d-dîn, Gucerât 1988, s. 15-23, 56-57, 64, 67-69, 72, 82-84, 112-113; Abdülfettâh Şâhin, Žâhiretü’t-tekfîr, Kahire 1991, s. 4-5; Mahmûd Sâlim Ubeydât, Ķażıyyetü’l-îmân ve’t-tekfîr fî ârâǿi’l-fıraķı’l-müslimîn, Amman 1417/1996, tür.yer.; Nasr Hâmid Ebû Zeyd, et-Tefkîr fî zemeni’t-tekfîr, Kahire 1995, s. 81-82; İmâm Abdullah, el-Ħavâric, Kahire 2002, s. 11-34; Nâcih İbrâhim Abdullah - Ali Muhammed eş-Şerîf, Ĥürmetü’l-ġulüv fi’d-dîn ve tekfîri’l-müslimîn, Kahire 2002, tür.yer.; Bekir Topaloğlu, Emâlî Şerhi, İstanbul 2008, s. 78-84; Hüseyin Atvân, “el-Mürciǿe fî Ħorâsân”, MMLAÜr., sy. 28-29 (1985), s. 55-66.

Yusuf Şevki Yavuz