TEFVÎZ

(التفويض)

Kişinin kendine ait hukukî bir yetkiyi başkasının kullanmasına izin vermesi anlamında fıkıh terimi.

Sözlükte “bir işi başkasına havale etmek” anlamındaki tefvîz fıkıhta daha çok nikâh ve talâkla vezirlik konularında kişinin kendine ait hukukî bir yetkiyi başkasının kullanmasına izin vermesini ifade eder. “Vezâretü’t-tefvîz”, devlet başkanının kendisine verdiği tam yetkiyle her türlü tasarrufta bulunabilen kişinin üstlendiği vezirliktir. Osmanlı hukukunda tefvîz “bir gayri menkulün tasarruf hakkını bilinen bedel karşılığında bir kimsenin üstünde bırakmak” demektir. Burada yalnız tasarruf ve intifa hakkı verilmektedir. Osmanlı arazi kanununda, mahlûl olan mîrî arazi ve imar ve ihya edilen mevât arazinin intikal yahut tapu hakkı sahiplerine verilmesi için tefvîz kelimesi kullanılmıştır (Ergüney, s. 454). Tasavvuf terimi olarak tefvîz kulun bütün işlerini tam bir teslimiyet ve tevekkülle Allah’a havale etmesini anlatır. Aynı kökten türeyen bir fiil Mü’min sûresinde (40/44) bu anlamda kullanılmıştır. Erzurumlu İbrâhim Hakkı’nın meşhur “Tefvîznâme”si bu mahiyetteki duyguların dile getirildiği meşhur bir şiirdir.

Nikâhta. Nikâh esnasında mehir miktarının belirlenmeyip eşlerden birine veya bir başka kişiye bırakılmasına “tefvîzü’l-mehr”, bu durumdaki kadına “müfevviza” ve velisinin mehirsiz evlendirerek kocasına tefvîz ettiği kadına “müfevveza” adı verilir. Velâyet-i icbâr yetkisine sahip babanın kızını mehirsiz evlendirmesine ve kadının, velisine kendisini mehirsiz evlendirme izni vermesine “tefvîzü’l-bud‘” denilmiştir. Fakihler nikâhta tefvîzin meşrû olduğunda icmâ etmiştir. Bu icmâa mesnet olarak, “Henüz kendilerine dokunmadan veya mehir belirlemeden kadınları boşamanızda size günah yoktur” meâlindeki âyetle (el-Bakara 2/236) şu hadis zikredilmektedir: Berva‘ bint Vâşık’ın kocası kendisi için mehir belirlemeden vefat etmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Berva‘ için ailesinden kendisinin konumundaki kadınların mehri kadar bir mehir (mehr-i misl) tesbit etmiştir (Tirmizî, “Nikâĥ”, 44). Mehr-i misli gerekli kılan şeyin ne olduğu mezhepler arasında ihtilâflıdır. Hanefî ve Hanbelî mezheplerine göre mehr-i misl nikâh akdiyle gerekli hale gelir ve ölüm ya da zifafla kesinleşir. Şâfiî ve Mâlikîler ise bu mehrin zifafla gerekli hale geldiği kanaatindedir. Cinsel ilişki vuku bulmadan talâk gerçekleşirse kadın sadece müt‘aya hak kazanır (el-Bakara 2/236). Burada söz konusu olan “müt‘atü’t-talâk” mehir talebinde bulunma hakkı olmayan kadına verilen bir miktar para ya da maldır. Mehir ödememek şartıyla yapılan evliliğin tefvîz kapsamına girip girmediği tartışılmıştır. Çoğunluğa göre bu durum tefvîz sayılır ve mehr-i misl ödenir. Mâlikîler’e göre ise bu durumda zifaftan önce akdin feshedilmesi gerekir; zifaftan sonra ise evlilik bozulmaz ve mehr-i misl ödenir.

Talâkta. Kocanın boşama yetkisini karısına veya bir başka kişiye devretmesine “tefvîzü’t-talâk” denir. Bu hakkın kendisine devredildiği kişi “müfevvez/müfevveza” diye nitelenir. Fakihler talâkta tefvîzin câiz olduğunda ittifak etmiştir. Hz. Peygamber’den, eşlerine arzu ederlerse kendilerini serbest bırakacağını söylemesini isteyen âyet bu husustaki deliller arasında yer alır (el-Ahzâb 33/28-29; Buhârî, “Ŧalâķ”, 5). Nikâh akdinin kuruluşu esnasında tefvîz şartı ileri sürülebileceği gibi evlilik devam ederken de koca tefvîz tasarrufunda bulunabilir. Tefvîz kocanın talâk haklarını ortadan kaldırmaz ve eksiltmez. Kadın tefvîz hakkını kullandıktan sonra talâktan rücû edemez. Kadının bu hakkı kullanmasından önce erkeğin verdiği yetkiyi geri alıp alamayacağı ise tartışmalıdır. Tefvîz işlemini talâk yetkisinin temlik edilmesi olarak gören Hanefiler’e göre tefvîzde bulunan kişi tasarrufundan rücû edemez; Şâfiî’nin son görüşü de bu doğrultudadır.


Şâfiî’nin eski görüşüne göre ise tefvîz icap, boşama kabul mahiyetindedir ve temlik işleminde karşı tarafın kabul etmesinden önce icaptan vazgeçilebileceği kuralı gereği tefvîzden rücû mümkündür. Mâlikîler kullanılan lafızların anlamına göre tefvîzi “tefvîz-i tevkîl”, “tefvîz-i temlîk” ve “tefvîz-i tahyîr” şeklinde üçe ayırırlar ve bunlardan yalnızca birincisinde tefvîzden rücû imkânının bulunduğunu kabul ederler.

Fakihler talâkta olduğu gibi tefvîzde de sarih ve kinayeli ifadeler arasında fark gözetmişler; talâk kelimesi kullanılmışsa tefvîzi sarih, kullanılmamışsa kinayeli kabul etmişlerdir. Bu ayırım, talâkta olduğu gibi sarih lafızlarda niyete bakılmaması ve kinaye lafızlarda niyetin şart koşulması, sarih olanların ric‘î ve kinayeli olanların bâin talâk hükmünde kabul edilmesi gibi hükümleri beraberinde getirmektedir. Çağdaş fakihlerin eğilimi ise kinayeli lafız kullanımının ağır sonuçlarını hafifletme ve irade beyanlarının hukukî tasarrufun mahiyetini açık biçimde ortaya koymasını esas alma yönündedir.

Tefvîz işleminde süre sınırlaması yapılıp yapılamayacağı ve zaman aşımının söz konusu olup olmadığı tartışmalıdır. Çoğunluğa göre tefvîz herhangi bir kayıtla sınırlandırılmamışsa (tefvîz-i mutlak) gerçekleştirildiği meclisle sınırlı kabul edilir; fakat tefvîzin geçerlilik süresi farklı kayıtlar eklenmek suretiyle (tefvîz-i mukayyed) genişletilebilir; açıkça her zaman için geçerli bir tefvîz lafzı söylendiğinde (tefvîz-i âm) talâk hakkı herhangi bir zamanda kullanılabilir. Mâlikî mezhebinde, tefvîz için belirli lafızların kullanılmasının gerekli sayılması gibi özel hükümler yer alır. Erkeğin bir defada birden fazla talâk hakkını kullanmasının geçerli sayılıp sayılmayacağı tartışmalarının benzeri tefvîz konusunda da görülür. Fıkıhta genel eğilim tefvîzde de bir defada birden fazla talâk hakkının kullanılabileceği yönündedir. Ancak bu yaklaşım, Kitap ve Sünnet’te yer alan talâk haklarının kullanımına ilişkin düzenlemelerin amacıyla ve ailenin olabildiğince korunması ilkesiyle bağdaşmadığı ileri sürülerek eleştirilmiş, özellikle kadının hissî ve acele karar vermeye daha yatkın olduğuna dikkat çekilmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü’l-ǾArab, “fvż” md.; Serahsî, el-Mebsûŧ, VI, 196; Kâsânî, BedâǿiǾ, III, 113; Mutarrizî, el-Muġrib fî tertîbi’l-muǾrib (nşr. Mahmûd Fâhûrî - Abdülhamîd Muhtâr), Halep 1399/1979, II, 152; Muvaffakuddin İbn Kudâme, el-Muġnî (nşr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî - Abdülfettâh M. el-Hulv), Kahire 1411/1990, X, 77, 141-142, 147, 166-167; XIV, 91; İbnü’l-Hümâm, Fetĥu’l-ķadîr (Bulak), III, 99; Kalyûbî, Ĥâşiye Ǿalâ Şerĥi Minhâci’ŧ-ŧâlibîn, Beyrut, ts. (Dârü’l-fikr), III, 179, 229, 243, 282, 290, 329, 352; IV, 253, 297, 315; Muhammed b. Ahmed ed-Desûkī, Ĥâşiye Ǿale’ş-Şerĥi’l-kebîr, Beyrut, ts. (Dârü’l-fikr), II, 301, 303, 313, 405, 406, 412; Kadri Paşa, el-Aĥkâmü’ş-şerǾiyye fi’l-aĥvâli’ş-şaħśiyye, Beyrut 1987-88, md. 226, 227, 260-265, 272; Hilmi Ergüney, Türk Hukukunda Lügat ve Istılahlar, İstanbul 1973, s. 454; Bilmen, Kamus2, II, 258-267; M. Akif Aydın, İslâm-Osmanlı Aile Hukuku, İstanbul 1985, s.19-20, 100-101; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıķhü’l-İslâmî ve edilletüh, Dımaşk 1989, VII, 414-424; Hamdi Döndüren, Delilleriyle Aile İlmihali, İstanbul 1995, s. 418-420; Muhammed Fihr Şakfe, MecmûǾatü ķavânîni’l-aĥvâli’ş-şaħśiyye en-nâfize fî Sûriye maǾa’l-uśûl ve’l-beyyinât, Dımaşk 1996, s. 149-151, 386, 405, 424, 428-429, 433-434; MeşrûǾu ķānûni’l-aĥvâli’ş-şaħśiyye el-muvaĥĥad li’l-iķlîmeyni’l-Mıśrî ve’s-Sûrî, Dımaşk 1416/1996, md. 81, 83, 84, 120-121, 173-175; Abdurrahman es-Sâbûnî, Şerĥu Ķānûni’l-aĥvâli’ş-şaħśiyye es-Sûrî, Dımaşk 2001-2002, I, 284; II, 47, 51; “Tefvîż”, Mv.F, XIII, 107-115.

Abdussamet Bakkaloğlu