TEFRİK

(التفريق)

İki şey arasındaki farkı belirtme anlamında bedî‘ terimi.

Sözlükte “iki şeyi birbirinden ayırmak” anlamındaki fark (furkān) kökünden türeyen tefrîk de aynı mânaya gelir. Bedî‘ ilminde anlamı güzelleştiren söz sanatlarından sayılan tefrik tef‘îl kalıbının “saymak, öyle telakki etmek, nisbet etmek” anlamlarıyla ilgili olmalıdır. Bu sebeple “iki veya daha çok şey arasındaki zıtlıklardan doğan farkı tesbit etmek, farklılıklarını belirtmek” mânasında kullanılmıştır. Tefrik, farklı iki ve daha çok şeyi tek hükümde birleştirmeyi ifade eden cem‘ sanatının karşıtıdır. Çoğunlukla övgü ve yergi amacıyla aynı türden iki şeyden birinin diğerinden üstün olduğunu kıyas ve teşbih yoluyla kanıtlamayı hedef alır. Reşîdüddin Vatvât’ın şu beyitlerinde görüldüğü gibi:

مانوال الغمام وقت ربيع / كنوال الأمير وقت سخاء

فنوال الأمير بدرة عين / ونوال الغمام قطرة ماء

(İlkbahardaki bulutun ihsanı olamaz/Cömertlik vaktindeki emîrin ihsanı gibi//Emîrin ihsanı, içinde 1000 dinar bulunan para kesesiyken/Bulutun ihsanı sadece su damlalarıdır). Beyitte övülen kimsenin ihsanının büyüklüğünü ortaya koymak için iki ihsan arasındaki farkı belirtmek üzere ayırım yapılmıştır. Ve’vâ ed-Dımaşkī’nin bu konudaki beyitleri de şöyledir: “İhsanını bulutun ihsanıyla kıyas eden, biçimce benzeyen iki şey arasındaki hükmünde âdil davranmış sayılmaz/Çünkü sen ihsan ettiğinde hep gülersin, bulut ihsan ettiğinde sürekli gözyaşı döker” (Kazvînî, s. 505-506). Hz. Peygamber’i edebî sanatlardan faydalanarak


öven uzun bedîiyye kasidelerinin şairleri tefrikle ilgili güzel örnekler ortaya koymuştur. Safiyyüddin el-Hillî, şu beytinde Resûlullah’ın ihsanının üstünlüğünü göstermek için bulutların ihsanı ile mukayese ederek onun lutufkârlığının sürekliliğini belirtip ayrıcalığını vurgular: “Onun ellerinin ihsan sağanakları hiçbir zaman kesilmez kullardan/Bulutların ihsanı ise sürekli olmayıp kesilir tez elden” (Şerĥu’l-Kâfiye, s. 167; İbn Hicce, II, 257-258). Müminle kâfirin eşit sayılmadığının temsili olan şu âyet de tefrik sanatının güzel örneklerindendir: “İki deniz birbirine eşit olmaz: Bu tatlıdır, susuzluğu keser, içilmesi kolaydır; şu da tuzludur, acıdır (boğazı yakar)” (Fâtır 35/12).

Türk edebiyatında tefrik, “aynı türden iki şeyin arasına birbirinin karşıtı olan öğelerin getirilmesiyle ayırım yapma” biçiminde tarif edilmiştir. Genellikle övme veya yerme amacıyla yapılan bu sanatta söz sahibi maksadını kuvvetle belirtmek için öveceği veya yereceği kimseleri yahut şeyleri aynı türdeki diğer varlık ve kavramlardan ayırma yöntemini kullanır: “Budur farkı gönül, mahşer gününün rûz-ı hicrandan/Kim ol cânın verir cisme, bu cismi ayırır candan” (Fuzûlî) beytinde mahşerle hicran zaman itibariyle birleştirilmekte, fakat birinin insana can verdiği, diğerinin ise can aldığı belirtilerek tefrik yapılmaktadır.

Muhammed b. Ömer er-Râdûyânî, Farsça Tercümânü’l-belâġa adlı eserinde (s. 64-70) tefrik, cem‘ ve taksim sanatlarına ilk temas eden müelliflerdendir. Daha sonra Reşîdüddin Vatvât, Farsça Ĥadâǿiķu’s-siĥr’inde (s. 74-77) bu sanatlara yer vermiştir. Fahreddin er-Râzî de Vatvât’tan nakille Nihâyetü’l-îcâz’ında (s. 294-296) bu sanatları ilk ele alan müelliflerden olmuş, ondan da Miftâĥu’l-Ǿulûm’unda (s. 425-426) Sekkâkî nakilde bulunmuştur. Daha sonra İbnü’n-Nâzım, Hatîb el-Kazvînî, Yahyâ b. Hamza el-Müeyyed-Billâh, İbn Hicce, Süyûtî, İbn Ma‘sûm ve Telħîś şârihlerinden Teftâzânî, İbn Ya‘kūb el-Mağribî, Bahâeddin es-Sübkî, İsâmüddin el-İsferâyînî, Muhammed b. Ahmed ed-Desûkī gibi müellifler Sekkâkî’den esinlenmişlerdir. Birçok örnekte tefrik cem‘ ve taksim sanatlarıyla birlikte ele alınmış, tefrikle beraber cem‘, tefrik ve cem‘, tefrik ve taksimle birlikte cem‘ şeklinde müstakil birer söz sanatı halinde işlenmiştir. Tefrikle birlikte cem‘ sanatı Râdûyânî ve Vatvât’tan itibaren belâgat kitaplarında yer almış, iki şeyin tek hükümde birleştirilmesinin yanı sıra birleştirmenin iki yönü arasındaki ayırımın belirtilmesi veya iki şeyin ortak özellikleri sebebiyle tek mânada birleştirilip farklı iki yönünün ortaya konması yahut daha çok benzetmelerde gerçekleşen bir söz sanatı olarak iki şey tek şeye benzetilmekle birlikte benzemenin iki farklı yönünün belirtilmesi diye açıklanmıştır (Vatvât, s. 76; Râzî, s. 295; Sekkâkî, s. 426). Reşîdüddin Vatvât, “Yüzün ateş gibidir ziyasında/Kalbim ateş gibidir hararetinde” beytinde sevgilinin yüzü ile kendi kalbini ateşe benzemede birleştirerek ve benzerliğin iki farklı yönünü belirterek cem‘ ve tefrik sanatı için bir örnek ortaya koymuştur. “Kararmış misk gibi zülüfçe/Hoş olmuş misk gibi hulukça” dizesinde de sevgilinin zülfü ile ahlâkı miske benzemede birleştirilmiş ve benzerliğin iki farklı yönü (siyahlık-hoş koku) açıklanmıştır. Şu âyette gece ile gündüz Allah’ın varlığına delil (âyet) teşkil etmede birleştirildikten sonra delil oluşturmanın iki farklı yönü karanlığın giderilmesi-aydınlığın getirilmesi diye belirtilmiştir: “Biz geceyi ve gündüzü birer âyet olarak yarattık. Rabbinizin nimetlerini araştırmanız, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için gecenin âyetini (karanlığını) giderdik ve aydınlatan gündüzün âyetini (aydınlığını) getirdik” (el-İsrâ 17/12).

Türk edebiyatında bu sanat “cem‘ maa’t-tefrîk” diye anılır. Nâbî’nin, “Binâ-yı intizâm-ı dîn ü dünyâya edip âlet/Zebâna nutk vermiş, gûşa vermiş kuvve-i ısgā” beytinde dil (zebân) ve kulak (gûş) din ve dünyadaki düzenin en önemli sebebi olmakta birleştirilmiş, ikinci mısrada dilin konuşmaya (nutk), kulağın ise dinlemeye (ısgā) ait organlar olduğu belirtilerek aradaki farklılık ortaya konulmuştur.

İbn Ebü’l-İsba‘ el-Mısrî, kendisinin icat ederek tefrik ve cem‘ adını verdiğini söylediği, kısmen farklı bir söz sanatından bahsetmiştir. Bu türde, birbirini yakından ilgilendiren iki söz arasında dinleyiciye ve okuyucuya ilgisiz şeyler izlenimini verecek biçimde bunların ayrı şeyler olduğu birinciyi izleyen bir sözle açıklanır (tefrik), daha sonra anılan iki söz arasında ilişki kurularak bunlar birleştirilir (cem‘). Böylece söz görünüş bakımından içermediği bir mânaya işaret etmiş olur (BedîǾu’l-Ķurǿân, s. 313-314). Şu âyetlerde görüldüğü gibi: “Andolsun ki senden önceki ümmetlere de elçiler gönderdik, (inkârlarından) vazgeçip yakarırlar diye onları darlık ve hastalıklarla sınadık. Onlara bu azabımız geldiğinde keşke boyun büküp yakarsalardı! Aksine kalpleri iyice katılaştı, şeytan da onlara yapmakta oldukları şeyleri cazip gösterdi. Kendilerine yapılan uyarıları unuttuklarında sıkıntı ve musibetleri kaldırıp onlara her türlü nimetin kapılarını açtık. Nihayet verilen bu nimetler yüzünden azıp şımardıkları zaman kendilerini ansızın yakaladık da neye uğradıklarını bilemeyerek umutsuzluk ve şaşkınlık içinde bocaladılar” (el-En‘âm 6/42-44). Burada “kendilerine yapılan uyarıları unuttuklarında” meâlindeki şart unsurunun zâhire ve düz mantığa göre uygun cevabının, “Onları ansızın yakaladık” cümlesi olması gerekirken şartla alâkalı gibi görünmeyen, “Kendilerine her tür nimetin kapılarını açtık” cümlesi cevap konumunda getirilmiş, böylece dinleyicide şartla ilgisi bulunmayan farklı bir cevabın getirildiği, halbuki uygun cevabın anılan ifade olması gerektiği izlenimi verilmiştir. Öncelikle ansızın yakalanmaları cevabî sözü uyarıları unutmaları şart ifadesinden tefrik edilmesine karşılık bu ifade daha sonra zikredilen ve nimetlerle azıp şımarmalarını belirten şarta cevap getirilerek onunla birleştirilmiştir. Nimetlerle azıp başkalarına zarar vermeleri makamında kendilerini ilâhî azabın yakalamasının daha gerekli bulunması, varlık ve nimet içinde yaşayanların yokluk içindeki insanlara göre azabı daha ağır bir şekilde hissedecek olmaları sebebiyle tefrik ve cem‘ gerçekleştirilmiştir.

Tefrik ve taksimle birlikte cem‘ de anlamı güzelleştiren sanatlardan olup bu tür ifadelerde sırasıyla cem‘, tefrik, taksim yer alır. Önce iki ve daha fazla şey bir hükümde birleştirilir (cem‘), ardından aralarında ayırım yapılır (tefrik), daha sonra ayırım yapılanlarla ilgili vasıf ve hükümler anılır (taksim). İbn Şeref el-Kayrevânî’nin şu beyitlerinde görüldüğü gibi: “Çeşitli ihtiyaç sahipleri toplanır kapısında/Bunun bir şeye, onun bir başka şeye ihtiyacı var//Tembelin yükselme, yoksulun zenginlik/Suçlunun af, korkanın güvendir muradı” (Kazvînî, s. 509). Burada farklı ihtiyaç sahipleri övülen kişinin kapısının önünde toplanma hükmünde birleştirildikten sonra her birinin özel bir ihtiyacının bulunmasıyla aralarında ayırım yapılmış, ardından her birine uygun durumlar sıralanmıştır. Şu âyetler de bu sanata örnek olarak zikredilir: “Kıyamet günü geldiğinde Allah’ın izni olmadan hiçbir kimse konuşamaz. Onlardan kimi bedbahttır, kimi bahtiyar. Bedbaht olanlar ateştedir, orada feci bir inleme ile nefes alıp verişleri vardır. Onlar rabbinin dilediği hariç gökler ve yer durdukça


ateşte ebedî kalacaklardır. Çünkü rabbin istediğini hakkıyla yapandır. Mutlu olanlara gelince onlar da cennettedir. Rabbinin dilediği hariç gökler ve yer durdukça orada ebedî kalacaklardır. Bu bitmez, tükenmez bir lutuftur (Hûd 11/105-108). Burada “hiçbir kimse” ifadesiyle bütün insanlar birleştirildikten sonra kişiler bedbahtlar ve bahtiyarlar olmak üzere iki kategoriye ayrılmış, daha sonra bunlarla ilgili durumlar sırayla anılmıştır.

Türk edebiyatında cem‘, tefrik ve taksim sanatlarının bir arada bulunmasına “cem‘ maa’t-tefrîk ve’t-taksîm” denilmekte, bunun için Süleyman Paşa’dan şu örnek zikredilmektedir: “Leb-i yâre akīk-i nâb dedim/Mu‘teriz oldular bütün yâran//Dediler sengpâre-i Yemen o/Bu ise gerd-i çeşme-i hayvan.” Şair ilk mısrada sevgilinin dudağını saf akikle birleştirerek cemetmiş, ikinci mısradaki itiraz üzerine onları birbirinden ayırmış, üçüncü ve dördüncü mısralarda birinin Yemen taşı, diğerinin âb-ı hayâttan bir zerre olduğunu belirterek taksim cihetine gitmiştir (ayrıca bk. CEM‘).

BİBLİYOGRAFYA:

Kāmus Tercümesi, III, 39, 41; Ebû Hilâl el-Askerî, Kitâbü’ś-ŚınâǾateyn (nşr. Müfîd M. Kumeyha), Kahire 1971, s. 452-455; Râdûyânî, Tercümânü’l-belâġa (nşr. Ahmed Ateş), İstanbul 1949, s. 64-70; Reşîdüddin Vatvât, Ĥadâǿiķu’s-siĥr fî deķāǿiķi’ş-şiǾr (nşr. Abbas İkbâl), Tahran 1362 hş., s. 74-77; Fahreddin er-Râzî, Nihâyetü’l-îcâz fî dirâyeti’l-iǾcâz (nşr. Bekrî Şeyh Emîn), Beyrut 1985, s. 294-296; Ebû Ya‘kūb es-Sekkâkî, Miftâĥu’l-Ǿulûm (nşr. Naîm Zerzûr), Beyrut 1403/1983, s. 425-426; İbn Ebü’l-İsba‘, BedîǾu’l-Ķurǿân (nşr. Hifnî M. Şeref), Kahire 1392/1972, s. 313-314; İbnü’n-Nâzım, el-Miśbâĥ fi’l-meǾânî ve’l-beyân ve’l-bedîǾ (nşr. Abdülhamîd Hindâvî), Beyrut 1422/2001, s. 244-245; Şürûĥu’t-Telħîś, Kahire 1937, IV, 335-336, 341-345; Hatîb el-Kazvînî, el-Îżâĥ (nşr. M. Abdülmün‘im el-Hafâcî), Kahire 1400/1980, s. 505-507, 509; Yahyâ b. Hamza el-Alevî, eŧ-Ŧırâzü’l-müteżammin li-esrâri’l-belâġa (nşr. M. Abdüsselâm Şâhin), Beyrut 1415/1995, s. 466-468; Safiyyüddin el-Hillî, Şerĥu’l-Kâfiyeti’l-bedîǾiyye (nşr. Nesîb Neşâvî), Dımaşk 1403/1983, s. 167, 170; Teftâzânî, el-Muŧavvel, İstanbul 1304, s. 333, 334, 335; İbn Hicce, Ħizânetü’l-edeb (nşr. Selâhaddin el-Hevvârî), Sayda 1426/2006, II, 257-258; Mecdî Vehbe - Kâmil el-Mühendis, MuǾcemü’l-muśŧalaĥâti’l-ǾArabiyye fi’l-luġa ve’l-edeb, Beyrut 1979, s. 64, 77; Bedevî Tabâne, MuǾcemü’l-belâġati’l-ǾArabiyye, Riyad 1402/1982, I, 155-156; II, 637-638; M. Saîd İsbir - Bilâl Cüneydî, el-MuǾcemü’ş-şâmil, Beyrut 1985, s. 328, 402-403; Besyûnî Abdülfettâh Besyûnî, Ǿİlmü’l-bedîǾ, Kahire 1408/1987, s. 93-99; M. Kaya Bilgegil, Edebiyat Bilgi ve Teorileri-Belâgat, İstanbul 1989, s. 287, 289; Ahmed Matlûb, MuǾcemü’l-muśŧalaĥâti’l-belâġıyye ve teŧavvürühâ, Beyrut 1996, s. 397-398, 448-449.

İsmail Durmuş