TEDBÎC

(التدبيج)

İfadeyi süslemek için birden çok rengin sembolik anlamlarıyla kullanılması mânasında bedî‘ terimi.

Sözlükte “ipek” anlamındaki Farsça dîbâdan Arapçalaştırılmış dîbâc kelimesinden türetilen debc ve tedbîc “ipekle süslemek, nakışlamak” mânasına gelir


(Lisânü’l-ǾArab, “dbc” md.; Kāmus Tercümesi, I, 740-741). Bedî‘ ilminde anlamı güzelleştiren sanatlardan kabul edilen tedbîc bir söz içinde renk bildiren isim, sıfat veya fiillerin övgü, yergi, tasvir yahut gazel gibi temalarda kinaye veya tevriye üslûbuyla kullanılmasıdır. Buna renklerin sembolizmi denilebilir. İbn Ebü’l-İsba‘ (ö. 654/1256), gerek Taĥrîrü’t-Taĥbîr’inde (s. 532) gerekse BedîǾu’l-Ķurǿân’ında (s. 242) tedbîcin kendisi tarafından ortaya konulan bir sanat olduğunu ileri sürerse de bu sanat kinaye, tevriye ve tıbâk (tezat) içinde önceki belâgat âlimlerince dile getirildiği gibi İbn Sinân el-Hafâcî (ö. 466/1073), “muhâlif” adını verdiği edebî tür altında sembolik anlamlar taşıyan bazı renk sıfatlarını içeren üç dizeyi örnek vermiştir (Sırrü’l-feśâĥa, s. 204). Ancak Hafâcî’nin muhalif kavramı sadece renkler arasında değil karşıt ve aykırı kelimelerin bir sözde toplanmasını ifade etmektedir. Bunu tezat/tıbâk sanatına benzer bir tür olarak gören Hafâcî onun bir tezat çeşidi sayılmasını doğru bulmamış, siyah ve beyazın dışında renkler arasında gerçek mânada karşıtlığın bulunmadığını söylemiştir. Hatîb el-Kazvînî ise tedbîci bir tıbâk çeşidi saymış, Telħîś şârihleri de ona uymuştur. İbnü’n-Nâzım bu terimi anlamı güzelleştiren ayrı bir edebî sanat halinde ele almıştır (el-Miśbâĥ, s. 213). Aslında renkler arasında ak-kara dışında tam bir zıtlık bulunmadığından tedbîcin tezada mülhak ya da bağımsız bir söz sanatı şeklinde değerlendirilmesi daha uygun görülmüştür.

Renklerin kinaye, tevriye, mecaz gibi sembolik anlamlarda kullanılmasının örnekleri birçok âyet ve hadiste yer almaktadır. Kur’an’da günah işlemeyenlerin yüzlerinin ağarması sevinç ve mutluluk, günahkârların yüzlerinin kararması keder ve mutsuzluk hallerinin kinaye üslûbuyla anlatımıdır (Âl-i İmrân 3/106-107; en-Nahl 16/58; ez-Zümer 39/60; Abese 80/38-41). Yine gözün üzüntüden ağarması (Yûsuf 12/84) görmemesinden, mücrimlerin gözleri gömgök olarak haşredilmesi (Tâhâ 20/102) ya bedenlerinin bu renkte haşredilmesiyle gerçek anlamdadır ya da kör olmalarından kinayedir. Şu âyet, İbn Ebü’l-İsba‘dan itibaren tedbîce bir örnek şeklinde birçok müellif tarafından tekrarlanmıştır: “Dağlardan geçen beyaz, kırmızı, diğer renklerde ve simsiyah yollar yaptık” (Fâtır 35/27). Burada beyaz yol açık ve işlek, siyah yol kapalı, sarp ve tehlikeli, kırmızı yol bu iki yolun ortasında bulunan yoldan kinayedir. Ayrıca eski Arap geleneğinde yolların durumunu gösteren işaretlerin bu üç renkten birini taşıdığı belirtilir. Âyette iki temel renk olan beyazla siyah arasında ara rengi meydana getiren kırmızının ardından “ve değişik renkler” ifadesine yer verilmesiyle karma renklerin çokluğuna veciz bir işarette bulunulmuştur. Birçok hadiste yüz aklığı ve yüz karalığı tabirleri mutluluk-mutsuzluk, sevinç-keder, suçsuzluk-suçluluk anlamlarını sembolize etmektedir (Wensinck, el-MuǾcem, “byd”, “svd” md.leri).

Beyaz renk nur ve ışığı çağrıştırdığından temizlik, suçsuzluk, sevinç, mutluluk ve asalet gibi soyut kavramların; tehlikelerin kaynağı olan karanlığı çağrıştıran siyah renk tehlike, korku, kötülük, sıkıntı, suç ve iftira gibi olumsuz kavramların; kanı çağrıştıran kırmızı ve al renk ölüm, tehlike ve şiddetin; yeşil bitkileri çağrıştıran yeşil renk sevinç ve mutluluk gibi kavramların simgesi olarak kullanılmaktadır. Bu olguyu hemen bütün dillerde görmek mümkündür. Türkçe’de özellikle kara, ak ve kırmızının mecazi anlamlarını içeren birçok söz mevcuttur: Aklamak, aklanmak, yüzü ak olmak, beyaz oy (kabul oyu), beyaz bayrak çekmek (barış ve teslimin simgesi) gibi. Siyah renkle ilgili kara gün, kara yazı, kara çalmak, kara cahil gibi çeşitli kullanımlar vardır. Trafikte kırmızı ışık yolun kapalı ve tehlikeli, yeşil ışık açık ve tehlikesiz olduğunu, sarı ışık da bu iki uç rengin orta halini sembolleştirir.

Tedbîcde birden fazla rengin bir sözde toplanması, ayrıca kinaye veya tevriye mânasında kullanılması esastır; aksi takdirde çoğunluğa göre edebî bir sanat kabul edilmez. Bunun yanında gerçek anlamda kullanılmış renklerin bir araya gelmesinin de sanat değeri taşıdığını söyleyenler vardır. Safedî’nin şu dizelerinde görüldüğü gibi:

ما أبصرتْ عيناك أحسنَ منظراً

فيما يرىَ من سائر الأشياء

كالشامة الخضراء فوق الوَجْنة اَلْ

حمراء تحت المُقْلة السوداء

(Görmedi gözlerin manzaranın daha güzelini/Görülen diğer şeyler arasında//Kara gözün altındaki al yanağın üstünde bulunan yeşil ben gibisini) (Muhammed b. Ahmed ed-Desûkī, IV, 291).

Tedbîc sanatında bir söz içinde toplanan bütün renklerin kinaye veya hepsinin tevriye bildirmesi şart değildir; kısmen kinaye, kısmen tevriye olabilir, hatta gerçek mânasında kullanılabilir. Arap edebiyatında nesirden ziyade şiirde ve daha çok kinaye üslûbunda sembolik anlam ifade eden pek çok renk klişesi bulunur. Kaynaklarda Ebû Temmâm ile İbn Hayyûs’un aşağıdaki dizeleri kinaye tarzı tedbîce örnek olarak sık sık tekrar edilir. Ebû Temmâm, Abbâsî Halifesi Me’mûn’un kumandanı olup Bâbek el-Hürremî’ye karşı yapılan savaşta şehid düşen Muhammed b. Humeyd et-Tûsî için yazdığı mersiyede şöyle diyor: “O kırmızı giysiye büründü/Gece olur olmaz bu, yeşil ipek elbiseye dönüştü.” Burada kırmızı giymek elbiselerinin kana bulanmasından dolayı öldürülmesinden, yeşil ipek giymek de cennet ehlinin elbiselerinin yeşil ipek olduğuna dair âyetin delâleti (el-Kehf 18/31) ve yerleşmiş örf sebebiyle cennete girmekten kinayedir. İbn Hayyûs, Halep’teki Mirdâsîler’in son emîri Sâbık el-Mirdâsî’nin ramazan bayramını kutlamak için yazdığı methiyede şunları söylüyor: “Onların halini yakından öğrenmek istersen/Kendilerini yaptıkları ihsanlarda veya savaşlarında gör//Sen yüzlerini ak, kaldırdıkları tozları kara, gölgelerini yeşil, mızrak ve kılıçlarını kızıl bulursun.” Burada yüzlerinin ak olması soylu ve şerefli, savaşta kaldırdıkları tozun kara, mızrak ve kılıçlarının kırmızı olması yiğit ve kahraman, gölgelerinin yeşil olması cömertliklerinden kinayedir.

Edebî nesirde tedbîc sanatının en güzel örneğini Harîrî el-Maķāmât’ının “Zevrâiyye” bölümünde ortaya koymuştur: “Sarı sevgili uzaklaşıp yeşil hayatım toz boz olunca ak günüm karardı, kara saçım ağardı, neticede mavi düşman bana acıyıp ağıt yazar oldu. Artık hey sevgili kızıl ölüm, nerdesin yetiş vaktin geldi”. Burada sarı sevgili tabirinin ilk akla gelen anlamı sarı renkli ve sarı saçlı insandır; uzak anlamı ise altın ve paradır. Kastedilen mâna bu olduğundan tabir bir tevriye sayılır. Hayatın yeşil olması mutluluk ve huzurdan, toz boz olması huzursuzluktan, ak gün sevinç ve mutluluk zamanından, kara gün sıkıntılı zamandan, kara saç gençlikten, kara saçın ağarması ihtiyarlıktan kinayedir. Yine Araplar’ın eskiden Bizans ordularıyla birçok defa savaşması ve Bizanslılar’ın çoğunun mavi gözlü olması sebebiyle mavi gözlülük Arap örfünde azılı düşmanı sembolize eden bir metaforik klişe haline gelmiştir. Kızıl ölüm de kanlı ölümden bir kinayedir. Müslim b. Velîd tedbîci hicivde kullanmış, cimriliği yüzünden yerdiği Saîd b. Selm hakkında şöyle demiştir: “Kendisinden ihsan istenecek olsa yüzünü cimriliğin sarı ve kara giysileriyle örter” (Yahyâ b. Hamza el-Alevî, s. 437).


Safiyyüddin el-Hillî’den itibaren İzzeddin el-Mevsılî, İbn Hicce, Âişe el-Bâûniyye ve Abdülganî b. İsmâil en-Nablusî gibi müellif ve şairler, Hz. Peygamber’e methiye olarak yazdıkları uzun kasidelerinde (bedîiyye) tedbîc sanatıyla ilgili güzel örnekler ortaya koymuştur.

BİBLİYOGRAFYA:

Tehânevî, Keşşâf, “Tedbîc” md.; Kāmus Tercümesi, I, 740-741; İbn Sinân el-Hafâcî, Sırrü’l-feśâĥa, Beyrut 1402/1982, s. 204; İbn Ebü’l-İsba‘, BedîǾu’l-Ķurǿân (nşr. Hifnî M. Şeref), Kahire 1392/1972, s. 242-245; a.mlf., Taĥrîrü’t-Taĥbîr (nşr. Hifnî M. Şeref), Kahire 1383, s. 532-535; İbnü’n-Nâzım, el-Miśbâĥ fi’l-meǾânî ve’l-beyân ve’l-bedîǾ (nşr. Abdülhamîd Hindâvî), Beyrut 1422/2001, s. 213; Hatîb el-Kazvînî, el-Îżâĥ (nşr. M. Abdülmün‘im el-Hafâcî), Kahire 1400/1980, s. 482-483; Yahyâ b. Hamza el-Alevî, eŧ-Ŧırâzü’l-muteżammin li-esrâri’l-belâġa (nşr. M. Abdüsselâm Şâhin), Beyrut 1415/1995, s. 437; Safiyyüddin el-Hillî, Şerĥu’l-Kâfiyeti’l-bedîǾiyye (nşr. Nesîb Neşâvî), Dımaşk 1403/1983, s. 290-291; İbn Hicce, Ħizânetü’l-edeb (nşr. Selâhaddin el-Hevvârî), Sayda 1426/2006, II, 438-439; Süyûtî, MuǾterekü’l-aķrân fî iǾcâzi’l-Ķurǿân (nşr. Ali Muhammed el-Bicâvî), Kahire, ts. (Dârü’l-fikr), I, 395-396; a.mlf., el-İtķān (Beyrut), II, 194; Abdülganî b. İsmâil en-Nablusî, Nefeĥâtü’l-ezhâr, Bulak 1299, s. 293-294; Muhammed b. Ahmed ed-Desûkī, Ĥâşiye Ǿale’l-Muħtaśar (Şürûĥu’t-Telħîś içinde), Kahire 1937, IV, 291-295; Bedevî Tabâne, MuǾcemü’l-belâġati’l-ǾArabiyye, Riyad 1402/1982, I, 251-252, 269-270; Mîşâl Âsî - Emîl Bedî‘ Ya‘kūb, el-MuǾcemü’l-mufaśśal fi’l-luġa ve’l-edeb, Beyrut 1987, s. 369; Ahmed Matlûb, MuǾcemü’l-muśŧalaĥâti’l-belâġıyye ve teŧavvürühâ, Beyrut 1996, s. 297-298, 607.

İsmail Durmuş