TARSΑ

(الترصيع)

Sözü aynı vezinde ve kafiyede öğelerle süslemek anlamında edebî sanat.

Sözlükte “yapışmak” anlamındaki rasa‘ masdarından türeyen tarsî‘ “yapıştırmak; bir şeyi değerli taş ve mücevherlerle süslemek” demektir (el-MuǾcemü’l-vasîŧ, “rśǾ” md.). Bedî‘ ilmi terimi olarak “tarsîu’l-ıkd” (gerdanlığın iki tarafını eşdeğer inci ve mücevherlerle süslemek) terkibinden gelmektedir. İbn Sinân el-Hafâcî, Ziyâeddin İbnü’l-Esîr, İbn Hicce ve diğer bazı âlimlerin öngördüğü bu etimolojik yaklaşım (Sırrü’l-feśâĥa, s. 190; el-Meŝelü’s-sâǿir, I, 397; Ħizânetü’l-edeb, s. 398) kelimenin terim anlamıyla örtüştüğünden isabetli görünmektedir. Çünkü yaygın anlamıyla tarsî‘ sanatı şiirde beytin mısralarını teşkil eden, nesirde ise seci kısımlarını meydana getiren lafızlar arasında vezin, kafiye (revî) ve i‘rab yönünden benzer, denk ve eşdeğer öğelerin bulunmasıyla oluşur. Böyle şiire murassa‘ adı verilir. Bundan amaç sözün fonetik armonisini arttırmak suretiyle onu güzelleştirip süslemektir (terimin etimolojisine dair İbn Şîs el-Kureşî’nin farklı görüşü için bk. MeǾâlimü’l-kitâbe, s. 98-99). Ebû Hilâl el-Askerî (Kitâbü’ś-ŚınâǾateyn, s. 416), İbn Sinân el-Hafâcî, İbn Reşîķ ve diğer birçok belâgatçı ise tarsîi beytin orta kesimlerinin secili olmasına özgü kılar. Bâkıllânî cinaslı tarsî‘ türünden söz ederek İbnü’l-Mu‘tezz’in dizesinde “muĥîl-muĥvil”, âyetlerde “mubśırûn-yuķśırûn” (el-A‘râf 7/201-202), “mecnûn-memnûn” (el-Kalem 68/2-3), “şehîd-şedîd” (el-Âdiyât 100/7-8), “mesŧûr-menşûr-ma‘mûr” (et-Tûr 52/2-4) kelimeleri arasında bu tür ilişkinin bulunduğunu belirtir (İǾcâzü’l-Ķurǿân, s. 126-128).

Kudâme b. Ca‘fer, Ebû Hilâl el-Askerî ve Bâkıllânî gibi belâgat âlimleri tarsîin kasidenin bir iki yerinde icra edilmesini güzel bulmuş, fazlasını tekellüften uzak kalamayacağı düşüncesiyle uygun görmemiştir. Bununla birlikte şiir ve nesir halindeki kelâmın tamamını bu tür kelime alâkalarıyla süsleyen edipler vardır. İbnü’r-Rûmî’nin şu dizelerinde görüldüğü gibi (a.g.e., a.y.):

“أبدانهنّ وما لبسـ / ـن من الحرير معاً حرير

أردانهن وما مسـ / ـن من العبير معاً عبير.”

“Ebdânühünne-erdânühünne, vemâ lebisne -vemâ mesisne, mine’l-harîri-mine’l-abîri, harîru-abîru” kelimeleri vezin, seci ve sîga bakımından birbirinin aynı veya benzeridir. Ancak burada “hünne, vemâ, min, maan” tekrarlandığı için haşiv sayılmıştır. İbnü’n-Nebîh’in şu dizesinde bütün kelimeler aynı vezinde ve aynı secidedir (Hillî, s. 190-191):

“فحريق جمرة سيفه للمعتدي

ورحيق خمرة سيبه للمهتفي.”

“Feharîk - verahîk, cemre-hamre, seyfih-seybih, li’l-mu‘tedîli’l-mu‘tefî” ikilemeleri eşdeğerdir. İbn Nübâte el-Hatîb’in hutbelerinde haşivsiz tarsî‘ örneklerine sıkça rastlanır. Şu ifadelerle başlayan hutbesinde görüldüğü gibi:

“الحمد لله عاقل أومّة الأمور بعزائم أمره

وحاصد أئمة الغرور بقوادم مكره.”

“Âkıd-hâsıd, ezimme-eimme, umûr-gurûr, bi-azâim-bi-kavâdim, emrihî-mekrihî” ikilemeleri eşdeğerdir. İbnü’n-Nâzım lafzî fesahatten saydığı tarsîe örnek olarak bu hutbeyi vermiştir (el-Miśbâĥ, s. 197). Makāmât türü secili nesir eserlerinde ve özellikle Harîrî’de tarsî‘ örnekleri yoğundur. Harîrî, Ebû Zeyd es-Serûcî’nin hitabet ve fesahatini şöyle tasvir ediyor:

“يطبع الأسجاع بجواهر لفظه

بقرع الأسماع بزواجر وعظه.”

Reşîdüddin Vatvât cinas, tevriye vb. sanatlarla birleşmesi halinde tarsîin daha güzel olacağını söylemiş, tarsî‘ için güzel örnekler vermiştir:

إنّ الأبرار لفي نعيم وإنّ الفجار لفي جحيم (el-İnfitâr 82/13-14). إنّ إلينا إيابهم ثمّ إنّ علينا حسابهم (el-Gāşiye 88/25-26).

Hadis:

ربّ تقبّل توبتي واغسل حوبتي (İbn Mâce, “DuǾâǿ”, 2; Ebû Dâvûd, “Vitir”, 25).

Cinaslı:

“الكئوس في الراحات والنفوس في الراحات” İlk râhât “avuç içleri”, ikincisi “istirahatler” anlamında cinastır (“Kadehler ellerde, gönüller istirahatte”). Reşîdüddin Vatvât, Ebü’l-Hasan el-Ehvâzî’nin bütün risâlelerinin tarsî‘li olduğunu belirtir ve şu ifadelerle başlayan risâlesini örnek verir:

“الحمد لله الدائم بقاؤه، اللازم قضاؤه

الثاقب برهانه، الغالب سلطانه”

(Ĥadâǿiķu’s-siĥr, s. 3-5). “Dâim-lâzım, bekā-kazâ; sâkıb-gālib, burhân-sultân” ikilemeleri eşdeğerdir.

Müvelled edipler “taktî‘ ve taksîm” adını verdikleri, beytin kelimeleri illetli fiillerin emir veya mâzilerinden oluşan türü de tarsîe dahil etmiştir. Bu türe Mütenebbî’nin dizelerinde sıkça rastlanır (Dîvân, III, 89):

عش، أبق، أسم، سد، ثد، جد / مر، انه، ر، ف، اسر، نل، غظ، ارم، صب، أحم، أغز، أسب / رع، زع، د، ل، اثن، بل

Mütenebbî, Hamdânî Emîri Seyfüddevle’yi övmek ve özrünü beyan etmek için 341 (952) yılında yazdığı bir kasidesinde yer alan bu kıtada ona şöyle diyor: “Yaşa, hem de ebediyen, bütün krallardan üstün ol, ordular sal, onlara karşı da bütün insanların efendisi ve lideri sen ol, ihsanlar bahşet/Emir ve yasaklarını içeren fermanlar sal, düşmanlarının ciğerlerine vur, dostlarına in‘am ve ihsanınla vefa eyle, düşmanlarının üzerine ordular sal ve onları perişan et//Seni çekemeyenleri gazabınla alt et, muhaliflerini isabet eden atışlarınla kahret, ırz ve namusları koru, savaş ve gazâlar yap da düşmanları esir al/Salacağın korkuyla onların güvenlerini alt üst et, gazâlarınla tecavüzlerine engel ol, tebaanın diyetlerini kereminle üstlen, beldeleri şükranla yönet, oralardan himayenle düşmanları püskürt, isteyenlerden ihsanlarını esirgeme.” Mütenebbî’nin aynı kasidede yer alan şu dizesi de bu türdendir (a.g.e., III, 85):

“أَقِلِ، أَنِلْ، أقطع، احملِ، علِّ، سلِّ، أعد // زد، هشّ، بشّ، تفضل، أدّنِ، سرّ، صل” (Affet, lutfet, araziler


ihsan eyle, binekler bahşet, yüksek mertebeler lutfet, üzgünleri teselli et, eski konumumuzu iade et//Çok lutfet, ihsan ederken sevinçli ve güler yüzlü ol, ihsanlarınla gönüller kazan, zâtına yakın eyle, sevindir, lutfet). Aynı dize bir başka yerde (a.g.e., III, 89), “أقطع” (araziler bahşet) yerine “أن، صن” (lutfunla muamele eyle, himayene al) ve “تفضل” (lutfunla gönülleri hoşnut eyle) yerine “هب، اغفر” (bağış ihsan eyle, bağışla) ifadeleri farkıyla yer alır. İmruülkays: “أفاد فجاد وساد فزاد / وقاد فذاد وعاد فأفضل” (Mal sahibi oldu da cömertçe ihsan etti, reis oldu da bol bol lutfetti//Ordulara kumanda etti de mal, can ve namusları korudu, dönünce de ihsanlarına devam etti).

Ebû Ya‘kūb es-Sekkâkî, bu tür lafız sanatlarının doğal bir akışla icra edilmesini ve anlamı boğmamasını güzelliğin şartı olarak görmüştür (Miftâĥu’l-Ǿulûm, s. 431-432). İbn Münkız, Fahreddin er-Râzî ve Sekkâkî gibi önceki belâgatçılar, tarsî‘ için edebî özellikleri yüksek olan kısa Mekkî sûrelerden çokça örnek verdikleri halde Ziyâeddin İbnü’l-Esîr fazlasıyla tekellüf taşıdığından Kur’an’da tarsî‘ örneklerinin bulunmadığını iddia etmiştir (el-Meŝelü’s-sâǿir, I, 357-388). Yahyâ el-Alevî tarsîi kâmil ve nâkıs bölümlerine ayırmış, kafiye/seci ve vezin bakımından benzer öğelerin bir beyitte toplanmasına kâmil, sadece kafiye/seci bakımından benzerlerin birleştirilmesine nâkıs tarsî‘ demiştir (eŧ-Ŧırâžü’l-müteżammin, s. 381-382). Ziyâeddin İbnü’l-Esîr yalnız birinci kategoriyi tarsî‘ saymıştır. İbn Ebü’l-İsba‘ tarsîi secie benzetmiş, Hatîb el-Kazvînî secie dahil etmiş, Mahmûd el-Halebî ile Şehâbeddin Ahmed b. Abdülvehhâb en-Nüveyrî tarsîi dört seci kategorisinden (tasrî‘, mütevâzî, mutarraf, mütevâzin) biri kabul etmiş, İbnü’l-Bennâ el-Merrâküşî tarsîi muzâraa cinasından saymıştır. Süyûtî münferit bir yaklaşım ortaya koymuş, anlam ilgisini esas alarak ortak noktaya sahip öğelerin birleştirilmesini tarsî‘ kabul etmiş ve şu âyeti örnek göstermiştir:

“أنّ لك ألاّ تجوع فيها ولا تعرى، وأنك لا تظمأ فيها ولا تضحى” (Senin için orada ne aç ne de çıplak kalma, ne susama ne de güneşte yanma vardır) (Tâhâ 20/118-119). Burada açlık susuzlukla, çıplaklık güneşte kalmakla anlamca daha ilgili görünmesine rağmen açlıkla çıplaklık hâlî (boş) olma, susuzlukla güneşte kalma yakıcılık noktasında müşterek vasıf taşıdığından bir araya getirilmiştir (MuǾterekü’l-aķrân, I, 415). Ahmed b. Abdürrezzâk et-Tantarânî’nin meşhur kasidesi, aynı vezin ve kafiyede olan öğelerin çokluğu sebebiyle el-Ķaśîdetü’t-tarśîǾiyye adıyla da anılır (bk. et-TANTARÂNİYYE).

BİBLİYOGRAFYA:

Kudâme b. Ca‘fer, Naķdü’ş-şiǾr (nşr. M. Abdülmün‘im el-Hafâcî), Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye), s. 80-85; Mütenebbî, Dîvân (Ukberî, et-Tibyân fî şerĥi’d-dîvân içinde, nşr. Mustafa es-Sekkā v.dğr.), Beyrut 1397/1978, III, 85, 89; Ebû Hilâl el-Askerî, Kitâbü’ś-ŚınâǾateyn (nşr. Müfîd Kumeyha), Beyrut 1404/1984, s. 416-421; Bâkıllânî, İǾcâzü’l-Ķurǿân (nşr. M. Abdülmün‘im el-Hafâcî), Kahire 1370/1951, s. 126-128; İbn Reşîķ el-Kayrevânî, el-ǾUmde (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Kahire 1353/1934, II, 25-29; İbn Sinân el-Hafâcî, Sırrü’l-feśâĥa, Beyrut 1402/1982, s. 190-191; Reşîdüddin Vatvât, Ĥadâǿiķu’s-siĥr fî deķāǿiķi’ş-şiǾr (nşr. Abbas İkbâl), Tahran, ts. (Matbaa-i Meclis-i Şûrâ), s. 3-5; Fahreddin er-Râzî, Nihâyetü’l-îcâz fî dirâyeti’l-iǾcâz (nşr. Bekrî Şeyh Emîn), Beyrut 1985, s. 144; Abdürrahîm b. Ali b. Şîs el-Kureşî, MeǾâlimü’l-kitâbe ve meġānimü’l-iśâbe (nşr. M. Hüseyin Şemseddin), Beyrut 1408/1988, s. 98-99; Ebû Ya‘kūb es-Sekkâkî, Miftâĥu’l-Ǿulûm (nşr. Naîm Zerzûr), Beyrut 1403/1983, s. 431-432; Ziyâeddin İbnü’l-Esîr, el-Meŝelü’s-sâǿir (nşr. Ahmed Havfî - Bedevî Tabâne), Bağdad 1402/1983, I, 357-388, 397-401; İbn Ebü’l-İsba‘, Taĥrîrü’t-Taĥbîr (nşr. Hifnî M. Şeref), Kahire 1383, s. 305-307; İbnü’n-Nâzım, el-Miśbâĥ fî Ǿilmi’l-meǾânî ve’l-beyân ve’l-bedîǾ (nşr. Abdülhamîd Hindâvî), Beyrut 1422/2001, s. 197; Yahyâ b. Hamza el-Alevî, eŧ-Ŧırâžü’l-müteżammin li-esrâri’l-belâġa (nşr. M. Abdüsselâm Şâhin), Beyrut 1415/1995, s. 381-382; İbnü’l-Bennâ el-Merrâküşî, er-Ravżü’l-merîǾ fî śınâǾati’l-bedîǾ (nşr. Rıdvân b. Şakrûn), Dârülbeyzâ 1985, s. 168-170; Safiyyüddin el-Hillî, Şerĥu’l-Kâfiyeti’l-bedîǾiyye (nşr. Nesîb Neşâvî), Dımaşk 1403/1983, s. 190-191; İbn Hicce, Ħizânetü’l-edeb (nşr. Selâhaddin el-Hevvârî), Beyrut 1426/2006, s. 398-399, 401; Süyûtî, MuǾterekü’l-aķrân fî iǾcâzi’l-Ķurǿân (nşr. Ali Muhammed el-Bicâvî), Kahire 1973, I, 415; Abdülganî b. İsmâil en-Nablusî, Nefeĥâtü’l-eżhâr, Beyrut 1404/1984, s. 168-169; Ahmed Matlûb, MuǾcemü’l-muśŧalaĥâti’l-belâġıyye ve teŧavvürühâ, Beyrut 1996, s. 306-309.

İsmail Durmuş