SÜKÛT

(السكوت)

Susma anlamında bir fıkıh terimi.

Sözlükte sükût “susmak, konuşmamak” anlamına gelir. Aynı kökten türeyen fiiller hareketli varlıkların sükûn bulmasını; öfke, rüzgâr, yağmur gibi kelimelere yüklem yapıldığında bunların dinmesi, durgunlaşması veya kesilmesini belirtmek için kullanılır. Fıkıh terimi olarak sükût irade bildiren veya iradeye delâlet eden bir söz, işaret ya da fiilin eşlik etmediği susma halini ifade eder (çağdaş eserlerdeki tanım önerileri ve tartışmaları için bk. Kahtân, s. 45-55). Aynı anlamda olmak üzere fıkıh eserlerinde samt ve sumât kelimeleri de kullanılır. Bir âyette öfke kelimesine yüklem yapılarak “sekete” fiili (el-A‘râf 7/154), diğer bir âyette “sâmitûn” (susanlar) kelimesi (el-A‘râf 7/193) geçer. Hadislerde ise her ikisiyle de aynı kökten türeyen kelimeler yaygın şekilde yer almaktadır.

İbadetleri ve hukukî münasebetleri ilgilendiren yönleriyle fıkıhta geniş biçimde ele alınan sükût terimine ahlâk ve tasavvuf eserlerinde de rastlanır. Meselâ insanın ağzından çıkan her sözün kayıt altına alındığını bildiren âyetle (Kāf 50/18) kişinin diline ve üreme organına sahip olmasının önemini vurgulayan hadis yanında (Buhârî, “Riķāķ”, 23), “Kim Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsa ya hayırlı söz söylesin ya da sussun” (Buhârî, “Riķāķ”, 23); “Susan kişi kurtuluşa erer” (Tirmizî, “Ķıyâmet”, 50) meâlindeki hadislerden hareketle faydasız söz söylemektense susmanın daha faziletli olduğuna, buna karşılık haksızlık karşısında sessiz kalmayıp konuşmanın görev sayıldığı durumlar bulunduğuna dikkat çekilmiştir (bk. EMİR bi’l-MA‘RÛF NEHİY ani’l-MÜNKER).

Fıkıh usulünde sükûta anlam yüklenen konuların başında mükellefin bir şeyden yararlanıp yararlanmaması veya bir işi yapıp yapmaması hususunda özel delil bulunmaması (şâriin susması) meselesi gelir. Usulcülerin bu durumda aslî hükmün ne olduğuna dair görüşlerini dinin gelmesinden önceki ve sonraki dönem açısından ayrı ayrı ele almak gerekir (bk. MUBAH). İbadetler alanında sükût kavramı, özellikle imamın kıraati sırasında cemaatin sessiz kalmasının ve hutbe okunurken susup imamı dinlemenin hükümleri açıklanırken ele alınır. Öte yandan Câhiliye döneminde görülen, itikâf gibi bazı ibadetlerle birlikte veya ibadetlerden bağımsız olarak gün boyu susma uygulamasını Hz. Peygamber menetmiş (Ebû Dâvûd, “Veśâyâ”, 6; Azîmâbâdî, VIII, 76) ve susma şeklinde oruç tutmayı da yasaklamıştır (Ebû Nuaym, s. 192). Fakihlerin bir kısmı Mecûsîler’e benzeme görünümü taşıdığı için bu davranışı mekruh, bir kısmı haram diye nitelemiştir. Aynı şekilde susarak hac yapmak Hz. Ebû Bekir tarafından helâl olmayan Câhiliye işlerinden sayılmıştır (Buhârî, “Menâķıbü’l-enśâr”, 26).


Hukukî işlemlerin temel unsurunu teşkil eden irade beyanının normal yolu sözlü açıklama olmakla birlikte başka yollarla da irade beyanında bulunulabilir. Yorum konusunu ele alırken bu hususa dikkat çeken İbn Kayyim el-Cevziyye, bizâtihi sözlerin amaç olmayıp sözün sahibinin maksadını anlamaya yarayan deliller olduğunu, dolayısıyla işaret, yazı, ima, aklî delâlet, karîne, yerleşik teamül vb. yollarla maksat açığa çıktığında ona uyulması gerektiğini belirtir (İǾlâmü’l-muvaķķıǾîn, I, 218). Bu yaklaşım, duruma göre sükûtun da olumlu veya olumsuz biçimde maksada delâlet eden bir vasıta sayılabileceğini göstermektedir. Ancak dalgınlık, dikkatsizlik, hayret, öfke, alaya alma, yok sayma, ciddiye almama, ret, inkâr, kabul, ikrar, rıza gösterme veya nezaket gibi çok farklı tavırların göstergesi olabilecek sükûtta baskın karakter ret ve inkâr olduğundan kişinin susması ilke düzeyinde değil sadece belirli hallerde irade açıklaması diye kabul edilmiştir. Bu konudaki ilke Mecelle’de, “Sâkite bir söz isnat olunmaz” şeklinde ifade edildikten sonra, “Lâkin ma‘rız-ı hâcette sükût beyandır” (md. 67) denilerek beyanda bulunmanın gerekli görüldüğü veya beklendiği durumlarda sükûtun beyan yerine geçeceği belirtilmiştir (anılan ilkenin İmâm Şâfiî tarafından sükûtî icmâın reddi bağlamında formüle edildiği kabul edilir, bk. el-Üm, I, 152; Süyûtî, s. 266). Hemen bütün fakihler belli durumlarda sükûtun rıza göstergesi sayıldığını kabul etmiş, bu konuda en olumsuz yaklaşıma sahip bulunan Zâhirîler bu tür delâleti, Hz. Peygamber’in görevinin tabii sonucu olarak sükûtunun cevazı göstermesi ve hakkında hadis bulunduğu için bâkire kızın susmasının evliliği kabul anlamına gelmesi durumlarıyla sınırlandırmıştır.

Bu ilke gereği bazı hallerde sükûtun rızaya delâlet etmeyeceği kabul edilmiştir. Meselâ bir kimsenin başkasının malını itlâf ederken mal sahibinin sessiz kalmasının rıza anlamına gelmeyeceği hususunda ittifak vardır. Yetkisi olmayan kişinin (fuzûlî) başkasının malını üçüncü şahsa satarken mâlikin sükût etmesi de fakihlerin çoğunluğuna göre rıza sayılmaz. Zira mal sahibinin uğrayacağı zarar müşterinin akdin iptalinden doğacak zararına göre daha önceliklidir; kesin şekilde sâbit olan mülkiyetin mâlikin sükûtu gibi ihtimalli bir yolla başkasına intikali kabul edilemez (Serahsî, XXX, 140). Şâfiî, Hanbelî ve Zâhirîler böyle bir akdi bâtıl sayarken Hanefîler mevkuf diye nitelemiş, yani mâlikin sonradan vereceği onayla (icazet) geçerli kılınmasına imkân sağlamıştır. Buna karşılık İbn Ebû Leylâ ve Mâlikîler müşterinin uğrayacağı zarara öncelik vererek bu akdin sahih olduğuna hükmetmiştir. Öte yandan belirtilen durumlarda hadisenin özelliğine göre istihsan yoluyla bazı istisnalar yapılmıştır. Meselâ Hanefî mezhebine göre, bir malı üçüncü şahsa satan kişi mal sahibinin yakınlarından biri veya eşi ise mâlikin ses çıkarmaması -akrabanın yetkilendirilmiş olacağı karînesine dayanılarak- istihsanen ikrar kabul edilir ve açacağı dava dinlenmez.

Sükûtun beyan yerine geçeceği ve Mecelle’de “ma‘rız-ı hâcet” şeklinde ifade edilen durumları belirlemek amacıyla fıkıh kitaplarındaki örnek hükümler incelendiğinde (meselâ bk. İbnü’l-Hümâm, III, 165) sükûtun rıza olarak yorumlanmasında özellikle şu etkenlerin dikkate alındığı görülür: Sükûtun rızaya delâlet edeceğine dair açık bir hükmün veya bu hususta taraflar arasında özel bir uygulamanın bulunması, sükût edenin psikolojik yapısı, işin mahiyeti, işlemin sükût edene hak sağlaması fakat borç yüklememesi, yani icap sahibinin tek taraflı fedakârlığına dayanması, örf, maslahat ilkesi.

Fıkıh eserlerinde bu bağlamda evlilik için görüşü sorulan kızın susması meselesi üzerinde özellikle durulmuştur. Zira bir hadiste bu durumda kızın sükûtunun rıza olarak kabul edileceği, dul kadının ise açık irade beyanı bulunmadan evlendirilemeyeceği belirtilmiştir (Buhârî, “Nikâĥ”, 41; Müslim, “Nikâĥ”, 66). Bu hadisi ve dayandığı düşünceyi, yani evlilik teklifi almış kızın psikolojik durumunu ve konuya ilişkin teamülü dikkate alan fakihler, babası tarafından evliliğe razı olup olmadığı sorulan kızın -baskı altında olmaksızın- susmasının kabul, yine babası tarafından evlendirildiği haber verildiğinde sükût etmesinin onay sayılacağı hususunda ittifak etmiş, ancak bazı âlimler susmasının evliliğe izin anlamına geleceğini kızın bilmesi gerektiğini belirtmişlerdir (İbnü’l-Münzir, I, 24). Günümüzde şartların değiştiğine dikkat çeken bazı yazarlar, evlilik akdinin meydana gelebilmesi için artık kızların da iradelerini açıkça beyan etmesinin gerekli olduğunu söylemektedir (Vahîdüddin Sevvâr, s. 267).

Sükûtun rızaya delâlet olarak yorumlandığı durumlar arasında şu örnekler de zikredilebilir: 1. Kanunî temsilcisinin, mümeyyiz küçüğün -satım sözleşmesi gibi- mal varlığında hem artış hem eksilme meydana getiren hukukî işlemlerini gördüğü halde susması bu konudaki örf gereği onay verme anlamında kabul edilir. 2. Şüf‘a hakkı sahibinin bu hakka konu olan gayri menkulün satıldığını öğrendiği halde susması başkasına zarar vermeme ilkesi uyarınca hakkını kullanmayacağı yönünde bir beyan sayılır. 3. Kira süresinin dolmasına rağmen kiracının kiraladığı yeri işgale devam etmesi karşısında mal sahibinin sükût etmesi akdin önceki şartlarla yenilenmesine onay vermesi şeklinde yorumlanır. 4. İrade açıklamasında bulunanın tek taraflı fedakârlığına dayanan (diğer tarafa hak sağlayan, fakat borç yüklemeyen) işlemlerde muhatabın sessiz kalması rızaya delâlet eder. Meselâ vakıfta lehtar tayin edilen, lehine ikrarda bulunulan veya vasiyet yapılan, kendisine hibede bulunulan veya kefil olunan yahut borcu ibrâ edilen kişinin sükûtu böyledir. 5. Bir sonucu kabullenmeyeceğine veya engelleyeceğine yemin eden kişinin o durumu gördüğü halde sükût etmesi rızaya karîne sayılır. Meselâ bir adamı evine sokmayacağına yemin eden kişi onun evine girdiğini görüp de sessiz kalırsa yeminini bozmuş olur. 6. Evli olduğu kadının dünyaya getirdiği çocuğun kendisinden olmadığını belirli süre içinde ileri sürmeyen veya bu süre içinde tebrikleri kabul eden erkeğin sükûtu kabul / ikrar anlamına gelir ve artık onun nesebini reddedemez (sükûtun sulh konusundaki etkisi için bk. İKRAR; SULH). Sükûtun rızaya delâlet ettiği hallerde iradeyi sakatlayan hile, ikrah, yalan, korku vb. dış etkenlerin bulunmaması, sükût edenin sükût ettiği konu hakkında tam anlamıyla bilgi sahibi olması ve tasarruf ehliyetini haiz olması gerekir. Sükûtun irade açıklaması hükmünde sayıldığı, ancak inkâr ve red anlamına yorumlandığı durumlar da vardır. Meselâ hâkim davacının iddialarına cevap vermesini istemesine rağmen ısrarla sükût eden davalının bu tavrı, gecikme neticesinde davacının zarara uğramasını önleme amacıyla inkâr olarak kabul edilir (Mecelle, md. 1822; başka bir örnek için bk. Mecelle, md. 1659; Ali Haydar, IV, 328).

Sonuç olarak sükûtun hukuken irade beyanı sayılıp hüküm ifade ettiği durumlar üç noktada toplanabilir. 1. Sükûta kanun tarafından hukukî sonuç bağlanan durumlar. 2. Yalnız bir tarafı bağlayıp diğer tarafa sadece menfaat sağlayan akidler. 3. İyi niyet gereği cevap verme mecburiyeti bulunan haller. Birinci ve ikinci şıktaki durumların anlaşılması nisbeten


kolaysa da objektif iyi niyet gereği sükûtun irade beyanı niteliğinde sayılacağı halleri takdir etmek kolay değildir. Bunun için örf ve âdeti göz önünde bulundurarak her olay üzerinde ayrıca durmak ve halin icaplarına göre hüküm vermek gerekir (Belbez, I/2 [1944], s. 230-231).

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “skt” md.; Lisânü’l-ǾArab, “skt” md.; et-TaǾrîfât, “sükût” md.; Şâfiî, el-Üm (nşr. M. Zührî en-Neccâr), Beyrut 1393, I, 152; Sahnûn, el-Müdevvene, III, 109; IV, 157; VII, 168; İbnü’l-Münzir en-Nîsâbûrî, el-İşrâf Ǿalâ meźâhibi ehli’l-Ǿilm (nşr. Abdullah Ömer el-Bârûdî), Beyrut 1414, I, 24; Ebû Nuaym el-İsfahânî, Müsnedü Ebî Ĥanîfe (nşr. Nazar Muhammed el-Fâryâbî), Riyad 1415, s. 192; İbn Hazm, el-Muĥallâ, VIII, 434-438; IX, 471; Serahsî, el-Mebsûŧ, IV, 196, 216; V, 3-6, 10, 98; VI, 113, 224; VII, 156; XI, 79; XII, 84; XVI, 78; XVIII, 89, 160; XIX, 127; XX, 139; XXI, 80-81; XXV, 12, 35, 44-45; XXX, 140; Saîd b. Ali es-Semerkandî, Cennetü’l-aĥkâm ve cünnetü’l-ħiśâm fi’l-ĥiyel ve’l-meħâric (nşr. Saffet Köse - İlyas Kaplan), Beyrut 1426/2005, s. 68-69, 116, 163, 195-196, 199, 200, 221; Muvaffakuddin İbn Kudâme, el-Muġnî, Beyrut 1405, IV, 145; V, 50, 127; VII, 35-36, 154; VIII, 62-63; IX, 412-413; X, 166; İbn Kayyim el-Cevziyye, İǾlâmü’l-muvaķķıǾin, I, 218; İbnü’l-Hümâm, Fetĥu’l-ķadîr (Kahire), III, 164-172, 248; Süyûtî, el-Eşbâh ve’n-nežâǿir (nşr. Muhammed el-Mu‘tasım-Billâh el-Bağdâdî), Beyrut 1407/1987, s. 266-267; İbn Nüceym, el-Eşbâh ve’n-nežâǿir (Hamevî, Ġamzü Ǿuyûni’l-beśâǿir içinde), Beyrut 1405/ 1985, I, 438-447; Şirbînî, Muġni’l-muĥtâc, II, 100, 179, 308; III, 137, 150, 200, 243, 318; IV, 237, 464, 468; Buhûtî, Keşşâfü’l-ķınâǾ, III, 458; VI, 334, 410, 461, 465; Muhammed b. Ahmed ed-Desûkī, Ĥâşiye Ǿale’ş-Şerĥi’l-kebîr, Kahire 1328 → Beyrut, ts. (Dârü’l-fikr), II, 197, 353; III, 25, 58, 179, 212, 244, 309, 312, 351, 403, 419, 475, 479-480, 485, 489, 506-508, 543; IV, 11, 31, 45; İbn Âbidîn, Reddü’l-muĥtâr, III, 445-448; Mecelle, md. 67, 1659, 1822; Azîmâbâdî, ǾAvnü’l-maǾbûd, VIII, 76; Ali Haydar, Dürerü’l-hükkâm, İstanbul 1330, I, 144-149; IV, 328; Mustafa Ahmed ez-Zerkā, el-Fıķhü’l-İslâmî fî ŝevbihi’l-cedîd, Dımaşk 1387/1968, II, 973-975; Ahmed ez-Zerkā, Şerĥu’l-ķavâǾidi’l-fıķhiyye, Beyrut 1403/ 1983, s. 273-280; Muhammed Âl-i Bahrülulûm, ǾUyûbü’l-irâde fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye, Beyrut 1984, s. 157-164; Ramazan Ali eş-Şürünbâsî, es-Sükût ve delâletühû Ǿale’l-aĥkâmi’ş-şerǾiyye, Kahire 1984; tür.yer.; Ali Muhyiddin el-Karadâğî, Mebdeǿü’r-rıżâ fi’l-Ǿuķūd, Beyrut 1406/1985, II, 965-989; Abdülkādir M. Kahtân, es-Sükûtü’l-muǾabbir Ǿani’l-irâde ve eŝeruhû fi’t-taśarrufât, Kahire 1412/1991, tür.yer.; Vahîdüddin Sevvâr, et-TaǾbîr Ǿani’l-irâde fi’l-fıķhi’l-İslâmî, Amman 1998, s. 264-267; Hikmet Belbez, “Akitlerde Sükûtun Ehemmiyeti”, AÜ Hukuk Fakültesi Dergisi, I/2, Ankara 1944, s. 210-231; Saffet Köse, “Hanefî Fakîhi Seriyyüddîn İbnü’ş-Şıhne’nin (851-921/1448-1515) Nazmü’l-Mesâili’lleti’s-Sükût Fîhâ Rızâ Adlı Risalesinin Tahkîkli Neşri”, İslâm Hukuku Araştırmaları Dergisi, sy. 3, Konya 2004, s. 319-329; M. Y. Izzi Dien, “Sukūt”, EI² (İng.), IX, 806; “Sükût”, Mv.F, XXV, 131-143.

Saffet Köse