SIR KÂTİBİ

Bazı İslâm devletlerinde başlıca görevi hükümdarın özel kâtipliği olan memur; Memlükler’de Dîvân-ı İnşâ başkanı.

Hz. Peygamber’in vahiy kâtiplerinin yanı sıra hükümdar ve emîrlerle yaptığı yazışmalar için kâtipler görevlendirdiği bilinmektedir. Hulefâ-yi Râşidîn döneminde halifelerin özel bir kâtibi bulunur, ayrıca vergi ve adliye gibi çeşitli devlet işlerinde kâtipler görevlendirilirdi. Resmî yazışmaların yürütüldüğü devlet kurumu olarak divan kâtipliği ise Emevî Halifesi Muâviye b. Ebû Süfyân’ın Dîvânü’r-resâil’i kurmasıyla hayata geçti. Önceleri doğrudan halifeye bağlı bulunan müessese Abbâsîler zamanında vezire bağlandı. Dîvânü’r-resâil vezirin veya sâhibü dîvâni’r-resâil unvanı taşıyan kâtibin yönetimindeydi. Abbâsîler devrinde tek bir örnek de olsa kâtibü’s-sır unvanının kullanıldığı, Mehdî-Billâh’ın (775-785) sır kâtiplerine mektuplar yazdırdığı zikredilmektedir (Taberî, VIII, 173). Dîvânü’r-resâil Mısır’da hüküm süren Fâtımîler’de Dîvân-ı İnşâ ismiyle anılmaya başlandı ve başındaki kâtibe sâhibü dîvâni’l-inşâ unvanı verildi. Önceleri vezirlerin idaresi altında görev yapan bu dönemin kâtipleri vezir tayin edilmediği zamanlarda bu görevi de yürüttüler (DİA, XXV, 50).

Dîvân-ı İnşâ, Eyyûbîler’de devam etti. Bu arada statüsündeki bir değişiklikten bahsedilmeksizin divan başkanına kâtibü’s-sır unvanı verildiği görülmektedir (Ebû Şâme, I, 561). Memlükler’in ilk yıllarında nâdir olarak diğer unvanlarla birlikte kullanılan bu unvan, Sultan Kalavun’un Fethuddin İbn Abdüzzâhir’i (veya babası Muhyiddin İbn Abdüzzâhir) kâtibü’s-sır tayin edip aynı zamanda statüsünde de önemli değişiklik yapmasıyla Dîvân-ı İnşâ başkanının tek unvanı haline geldi. Halk arasında ona “kâtimü’s-sır” da (sır saklayan) deniyordu. Memlük dönemi tarihçilerinden bazıları sır kâtipliğinin bu tayinle başladığını kabul eder. Kitâbetü’s-sır denilen bu önemli kadronun İslâm dünyasında ilk defa Sultan Kalavun tarafından kurulduğunu ve bu göreve Fethuddin İbn Abdüzzâhir’in getirildiğini ileri süren tarihçilerden İbn Tağrîberdî eserinde bu konuya geniş yer ayırmıştır. Onun anlattığına göre I. Baybars çok güvendiği devâtdârı vasıtasıyla Dîvân-ı İnşâ kâtibine bir mersûm yazdırmış, ancak yazıdaki rakamların anlaşılamaması üzerine mersûm geri gönderilmişti. Zor durumda kalan kâtip, devâtdârın söylediklerini aynen yazdığını belirtince Sultan Baybars, sultan adına yazılacak yazıların doğrudan kendisi tarafından yazdırılması için her sultana bir sır kâtibi gerektiğini ifade etmiş, ancak bunu gerçekleştiremeden ölmüştü. O sırada mecliste bulunan ve Baybars’ın sözlerini dinleyen Seyfeddin Kalavun sultan olunca bir sır kâtibi görevlendirdi. Daha önce sultanlar emirlerini sadece vezirlere bildirirken bundan sonra sultan adına yazılacak her türlü yazı bizzat sultan tarafından sır kâtibine yazdırılmaya başlandı. Böylece yanlışlıkların önlenmesinin yanı sıra yazılanların iki kişi arasında sır olarak kalması da sağlanmış oldu.

İbn Tağrîberdî, Hz. Peygamber’den itibaren Kalavun zamanına kadar hüküm süren İslâm devletlerinde resmî yazışmaları yürüten divan kâtiplerinin durumunun bundan farklı olduğunu açıklamış, yeni görevin sultanla doğrudan muhatap olma yönüne dikkat çekmiştir. Ayrıca daha önce mektuplar sultanlara vezirler tarafından okunurken bu önemli görevin sır kâtibine verilmesini ve ona yazdırılan yazının vezire dahi açıklanmamasını yeni bir duruma delil olarak göstermiş ve buna dair iki olay aktarmıştır. Birincisinde Kalavun’un veziri Fahreddin b. Lokmân’a kendisine okuması için bir mektup verdiğini, mektubu okuduğu sırada ilk sır kâtibi Fethuddin İbn Abdüzzâhir’in yanlarına gelmesi üzerine mektubu vezirden alıp ona uzattığını, vezire de geri çekilmesini emrettiğini, vezirin âdet dışı bu duruma çok üzüldüğünü anlatır. İkincisinde el-Melikü’l-Eşref Halîl’in veziri Şemseddin b. Sel‘ûs ed-Dımaşkī’nin aynı sır kâtibine yazdığı her şeyi âdet olduğu üzere kendisine göstermesini emrettiğini, ancak sır kâtibinin bunu reddettiğini ve hadiseyi duyan sultanın sır kâtibini haklı bulduğunu, vezirin ise buna çok kızdığını aktarmıştır. Her iki vezirin bu olaylardaki tepkilerini de kitâbetü’s-sır görevinin ilk defa konulmasıyla ortaya çıkan değişikliğe bağlamıştır. Ayrıca hal tercümelerini okuduğu doğu ve batı İslâm dünyasında görev yapmış divan kâtiplerinden sadece Fethuddin İbn Abdüzzâhir’in sır kâtibi olarak nitelendirilmesini buna delil göstermektedir (en-Nücûmü’z-zâhire, VII, 332-334). Nitekim İbnü’s-Sukāî de Fethuddin İbn Abdüzzâhir’i sır kâtibi, babası Muhyiddin İbn Abdüzzâhir’i ise kâtibü’l-inşâ diye tanıtmaktadır (Tâlî, s. 118, 119).

Sır kâtipliği vazifesi Memlükler’de sivil bürokrasinin üstlendiği en önemli görevlerdendi. Sır kâtibinin başlıca görevleri sultana gelen her türlü yazıyı ona okumak ve onun iradesine göre verilen cevapları yazıp sultanın alâmetini de koyarak gerekli yerlere göndermek, Dîvân-ı Mezâlim’e arzedilen dava dilekçelerini okuyup gerekli hükümleri yazdırmak, daha önceleri vezirin yaptığı gibi bu dilekçeler hakkında gerektiğinde sultana danışarak, bazan da kendi görüşüne göre verilen hükümleri dercetmek, diğer devlet dairelerinden gelen evrakı temize çekip sultanın mührünü basmak ve sultana gelen evrakın gerekli yerlere havalesini yapmaktı. Her türlü tayin yazısı da onun başkanlığında hazırlanırdı. Ayrıca posta işlerinde devâtdârla birlikte söz sahibiydi. Sultana gelen mektupları devâtdâr ve emîr-i candarla birlikte sultana götürür, bunların okunması görevini üstlenirdi. Burcî Memlükleri döneminin başlarında sır kâtipliği görevini yürüten Evhadüddin Abdülvâhid b. Yâsîn, devâtdârın devre dışı bırakılmasını ve posta işlerinin tamamen sır kâtipliğine bırakılmasını sağlamıştır (Derrâc, Mecelletü Baĥŝi’l-Ǿilmî, III [1400/1980], s. 265).

Giderek konumları daha da yükselen ve Burcî Memlükleri döneminde sivil bürokrasinin en başında yer alan sır kâtipleri Dîvân-ı Mezâlim’deki protokolde de vezirlerin önüne geçmiştir. Makrîzî, onları daha önceki devletlerde bulunan muadillerinden ayıran esas özelliklerinin Dîvân-ı Mezâlim’e arzedilen dava dilekçelerine gerektiğinde sultana dahi danışmadan tevkī‘ yazabilmeleri olduğunu söylemekte, bu sebeple aralarında Şam saltanat nâibinin de yer aldığı ümerâ ve sivil bürokrasinin onların aracılığına ihtiyaç duyduğunu belirtmektedir (el-Ħıŧaŧ, II, 226-227). Bütün kadılar, âlimler ve diğer ilmiye mensuplarıyla ilgili işler sır kâtibinin uhdesine verilmiş, bu makamlara yapılacak tayinlerde sultan onun görüşlerini dikkate almıştır. Hatta ümerâ ile sultan arasındaki sorunlarda da aracılık yapmıştır.


Sır kâtipleri son derece güvenilir ve mâhir kâtipler arasından seçilir, bunların dinî ilimler konusunda bilgili, tarih ve nesep ilmine vâkıf, edebiyat alanında yetişmiş kimselerden olmasına dikkat edilirdi. Kendisi de bu görevi yürütmüş olan Kalkaşendî bir inşâ kâtibinin sahip olması gereken bu tür özellikleri saymaktadır (Śubĥu’l-aǾşâ, I, 104 vd.; XIV, 111 vd.). Ahmed es-Seyyid Derrâc bir makalesinde Memlükler dönemi sır kâtiplerini tanıtmıştır. Sır kâtibi, Kal‘atülcebel’deki bürosunda görev yapardı. Onun maiyetinde, kendisi bulunmadığında gelen evrakı temize çekme ve bunlara imza atma yetkisine sahip olan nâible derece bakımından daha üstte yer alıp sır kâtibiyle birlikte toplantılara katılan küttâbü’d-dest ve sır kâtibi ya da küttâbü’d-destin verdiği evrakı yazan küttâbü’d-derc görev yapardı. Önceleri üç kâtip çalışırken bu rakam Bahrî Memlükleri döneminin sonuna doğru ona ulaşmış, Burcî Memlükleri zamanında ise yirmiyi aşmıştır (a.g.e., I, 138). Memlükler döneminde Dımaşk, Halep ve Hama gibi büyük eyaletlerde birer sır kâtibi bulunurdu. Gazze, Kerek ve İskenderiye gibi küçük şehirlerdeki inşâ kâtiplerine bu unvan verilmezdi (a.g.e., I, 104). Muvahhidler ve Nasrîler’de olduğu gibi Kuzey Afrika’da ve Endülüs’te hüküm süren müslüman hânedanların saraylarında görev yapan divan kâtipleri için de kâtibü’s-sır unvanının kullanıldığı görülmektedir. Ancak bu görevle Memlükler’deki uygulama arasında bir bağlantı kurulmamıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

Taberî, Târîħ (Ebü’l-Fazl), VIII, 173; Ebû Şâme, Kitâbü’r-Ravżateyn, I, 561; İbnü’s-Sukāî, Tâlî Kitâbi Vefeyâti’l-aǾyân (nşr. ve trc. J. Sublet), Dımaşk 1974, metin: s. 118-119; İbn Fazlullah el-Ömerî, Mesâlik (Eymen), s. 36, 42, 56, 57, 60, 154; a.mlf., et-TaǾrîf bi’l-muśŧalaĥi’ş-şerîf (nşr. M. Hüseyin Şemseddin), Beyrut 1408/1988, s. 106, 188, 189, 190; Safedî, el-Vâfî, III, 366-367; Tâceddin es-Sübkî, MuǾîdü’n-niǾam ve mübîdü’n-niķam, Beyrut 1407/1986, s. 30-31; İbn Haldûn, el-Ǿİber (nşr. Halîl Şehhâde), Beyrut 2001, I, 305-311; Kalkaşendî, Śubĥu’l-aǾşâ, I, 39, 40-41, 97, 104-139; III, 486-488; IV, 19, 29, 30, 44-45, 60, 189; XIV, 111 vd.; ayrıca bk. İndeks; Makrîzî, el-Ħıŧaŧ, II, 224-227; Halîl b. Şâhin, Zübdetü Keşfi’l-memâlîk (nşr. P. Ravaisse), Paris 1894, s. 99-100; İbn Tağrîberdî, en-Nücûmü’z-zâhire, VII, 293-294, 332-343; Süyûtî, Ĥüsnü’l-muĥâđara, Kahire, ts., II, 145-148; Uzunçarşılı, Medhal, s. 365-369, 376, 379-383; Hasan el-Bâşâ, el-Fünûnü’l-İslâmiyye ve’l-vežâǿif Ǿale’l-âŝâri’l-ǾArabiyye, Kahire, ts. (Dârü’n-nehdati’l-Arabiyye), II, 667-668, 922-927; İsmail Yiğit, Siyasî-Dinî-Kültürel-Sosyal İslâm Tarihi: Memlûkler, İstanbul 1991, s. 196-197; B. Martel-Thoumian, Les civils et l’administration dans l’état militaire Mamlūk (IX/XV siècle), Damas 1991, s. 40 vd., 451 vd.; Ahmed Derrâc, “Mersûmü’s-Sulŧân Ķāyıtbây el-ħâś bi-küttâbi’s-sır ve’l-ķuđât ve’ś-śâdır fî şehri şevvâl 874 h.”, Mecelletü’l-Baĥŝi’l-Ǿilmî ve’t-türâŝi’l-İslâmî, III, Mekke 1400/1980, s. 257-268; a.mlf., “Terâcimü küttâbi’s-sır fi’l-Ǿaśri’l-Memlûkî”, a.e., IV (1401/1981), s. 318-346; Metin Yılmaz, “Bir Devlet Kurumu Olarak Divânü’r-Resâil’in Ortaya Çıkışı ve İşleyişi”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 11, Samsun 1999, s. 291-293, 294, 296, 297, 301-303; H. L. Gottschalk, “Dīwān”, EI² (İng.), II, 328-330; R. Sellheim - D. Sourdel, “Kātib”, a.e., IV, 754-756; Mustafa Sabri Küçükaşcı, “Kâtip”, DİA, XXV, 50; Asri Çubukçu, “İbn Abdüzzâhir”, a.e., XIX, 289-290.

Fatih Yahya Ayaz




Osmanlılar’da. Padişahların özel kâtibi konumunda bulunan ve kâtib-i esrâr da denilen bu görevlinin Osmanlı saray teşkilâtında ne zaman ortaya çıktığı kesin şekilde tesbit edilememektedir. Osmanlılar’dan önceki İslâm devletlerinden Abbâsîler, İlhanlılar ve Memlükler’de rastlanan kâtib-ı sır adlı görevlinin asıl vazifesi Osmanlılar’ın ilk devirlerindeki nişancılığa benzer biçimdedir ve padişah yanında özel kâtibi konumundaki sır kâtipliğinden farklıdır. Sır kâtipliği vazifesinin bugünkü bilgilere göre en geç II. Bayezid devrinden (1481-1512) itibaren mevcut olduğu tesbit edilmektedir. Bu dönemde Kâtib Şemseddin Kasım’ın sır kâtipliği yaptığı bilinmektedir. Bazı Osmanlı kaynaklarında aynı harflerle (sinre) yazılması sebebiyle yanlışlıkla “ser kâtibi” şeklinde okunan sır kâtibi unvanı, hem rûznâmelerde hem diğer Osmanlı tarih kaynaklarında sır kâtibi / esrar kâtibi şeklindeki yazılışından başka “kâtibü’s-sırrı’s-sultânî, kâtibü’s-serâiri’s-sultânî, kâtib-i sırr-ı sultânî, kâtibü’l-esrâr, kâtib-i esrâr, kâtibü’s-sır, kâtib-i sır, kâtib-i esrâr-ı cihândârî, kâtib-i sırr-ı pâdişâhî” gibi ifadelerle de belirtilir. Görevinin adı ise “hizmet-i kitâbet-i sır, sır kitâbet-i hazret-i şehriyârîlik” olarak geçer. Muhtemelen karışıklığa sebep olmamak için kelimenin sad harfiyle yazıldığına veya “sır” okunmasını temin edecek şekilde harekelendiğine dair örnekler de bulunmaktadır (meselâ bk. BA, D. TŞF., Defter, nr. 26104, s. 1).

Sır kâtipliğiyle ilgili verilen bilgiler daha ziyade XVII ve XVIII. yüzyıl kaynaklarına dayanır. Bu kaynaklardan anlaşıldığına göre sır kâtibi ağa, Enderun odalarının birincisi ve en itibarlısı olan Hâne-i Hâssa / Has Oda’nın genelde kırk adet olan ağaları arasında yer almaktaydı. Sır kâtibi ağa bu vazifesini sır kâtibi yamağı ve sır kâtibi heybecisiyle birlikte yürütmekteydi. Koçi Bey’in yazdığına göre sır kâtibinin hususi odası vardı. Sır kâtibi ağaların terfileri, olağan / olağan üstü görevleri, taşraya çıkmaları, merasimlerdeki yerleri, gelirleri ve çalışma usulleri hakkında birtakım bilgiler temin edilebilmektedir. Sır kâtibi esas olarak padişahın özel kâtibidir; yazı kâğıdı ve diğer yazı malzemelerini boynunda sırma işlemeli bir kesede ve altın dividini belindeki kuşakta taşır. Padişahın kaleme aldığı hatt-ı hümâyunu destmâle sardıktan sonra bunu Bâbıâli’ye götürecek olan telhisçiye teslim etmekle görevlidir. Saraya gelen veya giden belgelerin okunmasında ve bazan tahririnde de rol almıştır. Onların çeşitli vazifelerinden başlıcaları cuma selâmlıklarında arzuhallerin toplanması, padişahın özel kütüphanesinin hâfız-ı kütüblüğü, devletin asker ve gelirlerle ilgili temel defterlerinin bir nüshasının muhafazasıdır. Has Oda’ya nakilleri uzun süre Hazine Koğuşu’ndan olmuş ve XVII. yüzyılın başlarından itibaren seferli ve kiler koğuşlarından bu göreve tayin yapılmıştır. Hâne-i Hâssa’ya alındıklarında hazine kethüdâlığıyla sır kâtipliği vazifesini birlikte yürüten ağalar da bulunmaktadır. Meselâ Maanzâde Hüseyin Bey, IV. Mehmed devrinde bu iki görevi bir arada yürütmüştü. Enderun’dan çıkışları ise ilk devirlerde vezâretle nişancılığa veya bir eyalete, daha sonra genelde mûsıle ile bir medreseye ve nâdiren kapıcıbaşılıkla yahut hâcegânlıkla bir göreve olmaktaydı. Sır kâtibi ağa sıradan günlerde beyaz destarlı kâtibî kavuk, kırmızı çuhadan kürk yakalı kontoş ile önü kapalı üç peşli entari, kırmızı dökme şalvar ve sarı yemeni giyerdi. Merasim kıyafeti ise selimî mücevveze, divan kürkü, çiçekli Bursa kumaşından üç peşli entari, altın divit takımının arasında bulunduğu şal kuşak, kırmızı şalvar ve sarı yemeni idi.

Sır kâtibi ağaların resmî görevleri arasında padişahın günlük gündeminin izlenmesi


ve zabıt altına alınması özel bir önem arzetmektedir. XVIII. yüzyılın ilk yarısından itibaren bugüne ulaşan rûznâmeler buna örnek gösterilebilir. Sır kâtipleri, aldıkları sözlü tâlimat üzerine veya kendiliklerinden çeşitli tarih telifleri de meydana getirmişlerdir. Keşfî Mehmed Çelebi, Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferine sır kâtibi olarak katılmış ve bir selimnâme kaleme almıştır. Sefer günlükleri arasında sır kâtiplerinin kaleminden çıkması muhtemel olan ve menzilnâme olarak bilinen birtakım eserler de mevcuttur. Sır kâtibi Nedim Ağa, II. Mustafa’nın tahta çıkışından itibaren bazı vak‘aları ve özellikle onun 1695’teki Belgrad Seferi’ni günlük şeklinde manzum kaleme almış, IV. Mehmed’in sır kâtibi olan Abdi Ağa da (Nişancı Abdi Paşa) bir tarih telif etmiştir (bk. RÛZNÂME).

BİBLİYOGRAFYA:

Koçi Bey, Risâle (Aksüt), s. 78-79; Uzunçarşılı, Saray Teşkilâtı, s. 69, 324, 326; a.mlf., “Topkapı Sarayı Arşivi 4819 Üçüncü Sultan Selim Zamanında Yazılmış Dış Ruznâmesinden 1206/ 1791 ve 1207/1792 Senelerine Âit Vekayi”, TTK Belleten, XXXVII/148 (1973), s. 620, 622; Fikret Sarıcaoğlu, Kendi Kaleminden Bir Padişahın Portresi: Sultan I. Abdülhamid (1774-1789), İstanbul 2001, s. XXIII-XXV; Ülkü Altındağ, “Has Oda Teşkilatı”, TEt.D, sy. 14 (1974), s. 97-113.

Fikret Sarıcaoğlu




Mâbeyin Kitâbeti. Klasik Osmanlı sisteminde sadrazam padişahın iradesini gerektiren konuları özetleyerek saraya takdim eder, padişah da bu telhislerin üzerine kendi fikrini kısa ve emredici bir üslûpla yazar ve bu belgeye hatt-ı hümâyun denirdi. Bu yapı 1830’lu yıllara kadar bu şekilde devam etti. II. Mahmud döneminde bir yandan bürokrasinin gittikçe genişlemesi, bir yandan da devletin uğraştığı iç ve dış sorunlara ve artan iş hacmine bağlı olarak bürokrasinin ürettiği evrakın sayısının çoğalması, her konuyu padişahın hatt-ı hümâyunu ile karara bağlayan eski yapıyı yetersiz bıraktı. Bu durumda yetkilerini diğer kurumlara devretmek istemeyen padişahın bu soruna bulduğu çözüm ise kendisine yazı işlerinde yardımcı olacak bir bürokratik birimin tesisiydi. Söz konusu birim, 1831’de sır kitâbetinin mahiyetinin biraz değiştirilerek Mâbeyin Başkitâbeti’ne dönüştürülmesiyle oluşturuldu.

Bu yeni sistemde padişah, konularla ilgili kararlarını belgelerin üzerine bizzat kendi el yazısıyla (hatt-ı hümâyun) yazmıyor, padişahın kararı sadâret arzının altına irade hâmişi şeklinde (irâde-i seniyye) mâbeyin kâtipleri tarafından yazılıyordu. Yani padişah konu hakkındaki kararını kâtiplere bildiriyor ve kâtipler de bu kararı irade formunda kaleme alarak Bâbıâli’ye iletiyordu. Bu sistem padişahın yükünü büyük ölçüde hafifletti. Böylece oluşturulan Mâbeyin Kitâbeti’nin görevi çeşitli makamlardan arzedilmek üzere gelen tezkire, arzuhal ve muharrerâtı kaydetmek, özetlerini çıkararak asıllarıyla beraber padişaha sunmak, cevaben veya re’sen çıkan iradeleri ilgili makamlara tebliğ etmekti. Bu görevin esaslarına dikkat edildiğinde sır kitâbetiyle hemen hemen aynı olduğu görülür.

Hatt-ı hümâyundan irade formuna geçiş birdenbire olmadı. Bu geçişe dair şimdiye kadar rastlanabilen en erken tarihli irade Ekim 1832 tarihine aittir. Kastamonu’da çıkan Tahmisçioğlu İsyanı’na ait olan bu dosyada mevcut bir kısım belgeler padişahın hatt-ı hümâyununu, bir bölümü ise mâbeyin başkâtibinin yazdığı irade hâmişini taşımaktadır. Bu ise hatt-ı hümâyundan iradeye geçişin birdenbire değil aşamalı olarak gerçekleştiğini ve bu iki formun bir süre beraberce kullanılmaya devam ettiğini gösteriyor. Zaman zaman hatt-ı hümâyun formu da kullanılmakla beraber 1834 yılından itibaren genel olarak irade usulüne geçildi.

Bilinen ilk mâbeyin kâtibi Vassâf Bey’dir. Köprülü ailesinden olan Vassâf Bey önce II. Mahmud’un sır kâtipliğine, daha sonra mâbeyin kâtipliğine tayin edildi (BA, MAD, nr. 9775, s. 47; BA, HH, nr. 35263-B). İlk yıllarda kitâbette görev yapan memurlar ve bunların sayıları hakkında şimdilik herhangi bir veriye rastlanmamaktadır. Ancak 1838’de kitâbetin mevcudunun toplam üç (BA, MAD, nr. 8356, s. 4; BA, Maliye Nezareti Masarıfat Defterleri, nr. 18, s. 4, 12-13), 1845’te ise dört kişi (BA, Darbhane Defterleri, nr. 45, s. 60) olduğu tesbit edilebilmektedir.

Mâbeyin Kitâbeti, kurulduğu andan itibaren II. Abdülhamid dönemine kadar dört-altı kişi arasında değişen bir kadro ile çalışmalarını yürüttü. Bu durum, II. Mahmud döneminden ve Tanzimat’tan itibaren işlerin yeni kurulan müesseselere aktarılması ve bürokrasinin önem kazanmasıyla yakından ilgilidir. Tanzimat bürokratları saray ile Bâbıâli arasındaki ilişkileri Bâbıâli lehinde belli bir temele oturttu, böylece Bâbıâli devlet işlerinin yürütüldüğü ana merkez konumuna geldi. Bu dönemde sarayın devlet işleri üzerinde nisbeten sınırlandırılan rolü ise belirli kurallara göre yürütüldü; bu yapı II. Abdülhamid’in dengeleri saray lehine bozmasına kadar bu şekilde devam etti. Yıldız Sarayı’nın ön plana çıkmasıyla beraber buradaki bürolar doğal olarak büyük bir gelişme kaydetti (bk. MÂBEYN-i HÜMÂYUN).

Mâbeyin Kitâbeti’ne merkez bürokrasisinin değişik dairelerinde yetişen ve ön plana çıkan kabiliyetli memurlar alınır, kitâbet çok hassas ve stratejik bir yer olduğu için, kâtip seçimine çok itina gösterilirdi. Herhangi bir sebepten dolayı kâtipliklerden birinin boşalması durumunda diğerlerinin silsileleri yürütülür ve boşalan yere yenisi alınırdı (BA, İrade-Dahiliye, nr. 45518; nr. 62395; Cerîde-i Havâdis, s. 1). Padişah, sarayla hükümet arasında irtibatın sağlanması ve ülke yönetimi açısından çok önemli oldukları için kâtipleri seçerken adayın geçmişinin temiz, ahlâk ve fazilet sahibi, kitâbeti yeterli, dindar ve sır saklayan bir kişi olmasına bilhassa özen gösterirdi.

BİBLİYOGRAFYA:

Tayyarzâde Atâ Bey, Târih, İstanbul 1292-93, I, 200-201; III, 2-4; Sicill-i Osmânî, IV, 607; Midhat Sertoğlu, Resimli Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, İstanbul 1958, s. 293-294; Ali Ekrem Bolayır’ın Hâtıraları (haz. Metin Kayahan Özgül), Ankara 1991, tür.yer.; Mübahat S. Kütükoğlu, Osmanlı Belgelerinin Dili (Diplomatik), İstanbul 1994, s. 246; Mehmet Ali Beyhan, Saray Günlüğü: 1802-1890, İstanbul 2007, s. 5-10, 140; Cerîde-i Havâdis, nr. 1077, İstanbul 3 Şâban 1278/ 3 Şubat 1862, s. 1.

Ali Akyıldız