SERDAR

(سردار)

Türk-İslâm devletlerinde genellikle ordu kumandanı anlamında kullanılan unvan.

Farsça ser (baş) kelimesinin sonuna -dâr ekinin getirilmesiyle oluşan ser-dâr “başı tutan, reis, rehber” demektir. Özellikle Türkler tarafından kullanılan bu unvan Araplar’a da geçmiş ve daha ziyade “askerî kumandan” anlamını kazanmıştır. Kelimeye bazan serdâriyye ve serdârlık biçiminde Kuzey Afrika’da, özellikle Mısır ve Sudan’da rastlanır. XIX. yüzyılda bu iki ülkenin İngiliz kumandanına “sirdar” denilmiştir. İran’da kelime serdâr-ı zafer, ser-dâr-ı ceng şeklinde daha çok şeref unvanı olarak geçer. Hindistan’da Halaçlar’da da görülen serdar kelimesi, XVIII. yüzyılın ikinci yarısında kurulan küçük devletlerin başında bulunanlara unvan olmuş (Bayur, III, 125); İngiliz idaresi döneminde Hint ordusunda “kumandan” mânasında kullanılmıştır. Nitekim “serdâr-log” bir askerî birliğin Hintli zâbitini ifade ederdi. Daha sonra kelime, Kuzey Hindistan’da Avrupalılar’ın özel hizmetkârlarının başında bulunanların unvanı olmuştur. Serdar, “serdâr-bahâdur” şeklinde Hindistan’daki İngiliz subayları için ihdas edilmiş bir liyakat nişanının birinci rütbesini taşıyan kişiler için şeref unvanı olarak da görülür. Kelime unvan olarak Orta Asya, İran, Anadolu ve Ortadoğu’da kurulan Türk devletlerinde de kullanılmıştır. Büyük Selçuklular’da, Anadolu Selçukluları’nda ve İlhanlılar’da serdar karşılığında daha ziyade sipehsâlâr, serleşker, subaşı ve serasker kavramları yer almıştır.

Osmanlı döneminde serdar unvanı yaygın biçimde geçer ve daha çok taşrada bir eyalete veya sancağa tayin edilen vezir, beylerbeyi ve sancak beyleri için kullanılırdı. Bu arada donanmanın başı olan kapudan paşalara da bu unvanın verildiği olurdu. Lutfi Paşa sancak beyi ve beylerbeyilere serdarlık verilmesini pek tasvip etmez ve sadrazamın serdarı gözetmesi gerektiğini belirtir (Âsafnâme, s. 25, 31). Âlî Mustafa Efendi padişahların serdar yerine seferlere bizzat kendilerinin gitmesi gerektiğini söyler (Mevâidü’n-nefâis, s. 324, 347). Ellerine serdarlık beratı verilerek görevleri resmîleşen serdarlar bulundukları yerlerde azil, nasb, dirlik tevcihi gibi görevler dışında merkezden gelen emirler doğrultusunda sefer hazırlıkları yaparlardı. XVIII. yüzyıla kadar çok geniş yetkileri olan serdarların, yanlarındaki tuğralı boş ahkâm kâğıtları yetmediği durumlarda tuğra çekme yetkileri bile vardı. Nitekim XVII. yüzyıl ortalarında Sadrazam Kemankeş Mustafa Paşa taşra vezirlerinden bu yetkiyi kaldırınca Erzurum Valisi Nasuhpaşazâde Hüseyin’in şiddetli tepkisine ve isyanına sebep olmuştu (Kâtib Çelebi, vr. 251a). Serdarların maiyetinde bir miktar yeniçeri, cebeci, topçu ve süvari askeriyle malî işleri yürüten bir defterdar veya ona vekâleten bir hazine kâtibi bulunur, maiyetindeki tezkireci bir nevi reîsülküttâblık görevini ifa ederdi. Sefer sırasında divan toplayıp dava dinleme hakkı da bulunan vezir serdarın


azil ve tayin yetkisi gayet genişti. Ayrıca bu sırada yaptığı harcamalardan sorumlu tutulmazdı. Serdarlar zaman zaman merkezden değerli kürk, kılıç, sorguç ve hançer gönderilerek taltif edilirlerdi. Önceleri serdar karşılığı kullanılan serasker unvanı daha sonra ayrılmış, özellikle Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra kurulan Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye’nin en yüksek kumandanının unvanı olmuştur (bk. SERASKER).

Kelime “serdâr-ı ulemâ” örneğinde görüldüğü gibi (Fatih Sultan Mehmed, s. 5) “bir zümrenin başı” anlamında da kullanılmıştır. Şehirler arası yolların güvenliği için görevlendirilen kimselere kır serdarı denildiği gibi yeniçeri ağası tarafından küçük yerlere asayiş ve inzibatın sağlanması için görevlendirilen ve daha ziyade “korucu” ve “oturak” denilen kıdemli ve emekli yeniçerilerin önde gelen subaylarına da yeniçeri serdarı denilmiştir (Mebde-i Kānûn-ı Yeniçeri, s. 119). Türkçe’den Romence’ye de geçen serdar kelimesi bu dilde askerî kumandan, süvari paşası ve boyarları ifade eder.

Padişahın katılmadığı seferlerde başkumandan olan vezîriâzamlara “serdâr-ı ekrem” denirdi. Bu sıfatla sefere çıkan sadrazamların yetkisi artar ve onların maiyetinde bazıları dışında yüksek rütbeli devlet ricâli de orduyla birlikte sefere giderdi. Sefere çıkmadan önce çeşitli hediyelerle taltif edilen serdâr-ı ekreme bizzat padişah tarafından sancak-ı şerif teslim edilirdi. Uğurlama törenleri batıya yönelik seferlerde Dâvud Paşa sahrasında, doğuya yönelik seferlerde Doğancılar Meydanı’n-da yapılırdı. Sefer boyunca serdâr-ı ekremler tayin, tevcih, azil kararlarını merkeze sormadan verebilirler, ordu kışlakta iken zaman zaman divan toplarlar, bazı önemli kararları burada alırlardı. Serdâr-ı ekremler bir kişiye vezâret tevcih edebildikleri gibi siyaseten katil cezası da verebilirlerdi. Nitekim Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, 1683 Viyana Kuşatması’nda suçlu gördüğü Budin Valisi Uzun İbrâhim Paşa’yı katlettirmişti (Defterdar Sarı Mehmed Paşa, s. 159-160). Seferlerde yapılan divan toplantısı sırasında tutulan defterlere “ordu mühimmesi”, tayin tevcih defterlerine “serdar ruûs defteri” denirdi. Sefer sırasında yapılan tayinleri merkezden yapılanlardan ayırmak için, “Ordudan tayin edilmiştir” kaydı düşülürdü. Seferden yazılan telhisler padişah tarafından mutlaka kabul edilir, serdarın asker üzerindeki nüfuzu kırılmasın diye reddedilmezdi. Gerek serdâr-ı ekremler gerekse serdarlar yaptıkları masraf ve harcamalardan sorumlu tutulmazdı. Serdâr-ı ekrem unvanı XIX. yüzyılda sadrazam olmayan seraskerlere de verilmeye başlanmış, 1853 Kırım savaşında Ömer Lutfi Paşa, 1876 Rus savaşında Abdülkerim Nâdir Paşa için bu unvan kullanılmıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

BA, MD, nr. 5, s. 484, hk. 1310; nr. 7, s. 289; Fatih Sultan Mehmed, Kānûnnâme-i Âl-i Osman (nşr. Abdülkadir Özcan), İstanbul 2007, s. 5; İbn Kemal, Tevârîh-i Âl-i Osmân, VII. Defter, s. 281; Lutfi Paşa, Âsafnâme (nşr. Mübahat S. Kütükoğlu), İstanbul 1991, s. 25, 30, 31; Feridun Bey, Münşeât, II, 562-563; Âlî Mustafa Efendi, Mevâidü’n-nefâis fî kavâidi’l-mecâlis (nşr. Mehmet Şeker), Ankara 1997, s. 324-326, 344, 347; Mebde-i Kānûn-ı Yeniçeri, s. 119-122, 126, 170, 184, 268, ayrıca bk. tür.yer.; Kitâb-ı Müstetâb (nşr. Yaşar Yücel), Ankara 1974, s. 3, 16; Kâtib Çelebi, Fezleke, Âtıf Efendi Ktp., nr. 1914, vr. 251a; Abdi Paşa, Kānunnâme (MTM, I/1 [1331] içinde), s. 500; Hezârfen Hüseyin Efendi, Telhîsü’l-beyân fî Kavânîn-i Âl-i Osmân (haz. Sevim İlgürel), Ankara 1998, tür.yer.; Defterdar Sarı Mehmed Paşa, Zübde-i Vekayiât (nşr. Abdülkadir Özcan), Ankara 1995, s. 159-160; D’Ohsson, Tableau général, VII, 283; Uzunçarşılı, Medhal, tür.yer.; a.mlf., Kapukulu Ocakları, I, 47, 318-319, 327-328, 359, 360, 367, 375, 429, 482-483, 486; a.mlf., Saray Teşkilâtı, s. 145, 244, 251-253, 284; a.mlf., Merkez-Bahriye, I, 82, 88, 101, 134, 138, 158-163, 192-194; M. Fuad Köprülü, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri (nşr. Orhan F. Köprülü), İstanbul 1981, s. 79; Yusuf Hikmet Bayur, Hindistan Tarihi, Ankara 1987, III, 125, 581; Pakalın, III, 178-181; Ķāmûsü’l-İslâmî, III, 512-513; T. W. Haig, “Serdâr”, İA, X, 512-513.

Abdülkadir Özcan