SELEB

(السلب)

Savaşta öldürülen düşman askerinin üzerinde veya yanında bulunan elbise, silâh vb. eşyayı ifade eden fıkıh terimi.

Sözlükte “bir şeyi kapıp götürmek, güç kullanarak sahibinden almak” mânasındaki selb kökünden türeyen ve “zorla alınan şey (meslûb), kişinin üzerinde bulunan şeyler” anlamına gelen seleb (çoğulu eslâb) fıkıh terimi olarak savaş sırasında öldürülen düşman askerinin üzerinde ya da yanında bulunan her türlü giysi, para, takı, değerli eşya ve madenlerle kullandığı silâhlar ve bineği ifade eder. Bu açılımıyla seleb savaş ganimetlerinin (enfâl) özel bir türüdür. Aynı kökten bir fiil Kur’ân-ı Kerîm’de bir yerde sözlük mânasıyla geçer (el-Hac 22/73); hadislerde ise seleb ve türevleri sözlük ve terim anlamlarıyla birçok defa kullanılmıştır (Wensinck, el-MuǾcem, “slb” md.).

Hadis ve siyer kaynakları seleb uygulamasının ilk örneği olarak Bedir Gazvesi’n-de Ebû Cehil’in selebinin Resûl-i Ekrem tarafından Muâz b. Amr’a verilmesini gösterir (Buhârî, “Ħumus”, 18; Müslim, “Cihâd”, 42); İmam Mâlik ise bu uygulamanın 8 (630) yılındaki Huneyn Gazvesi’nde başladığını söyler (el-Muvaŧŧaǿ, “Cihâd”, 19; Sahnûn, II, 29). Hukukî temelini, “Bir düşman askerini öldürdüğünü ispat eden kimse onun selebine sahip olur” meâlindeki hadisle (Buhârî, “Ħumus”, 18; Müslim, “Cihâd”, 41) bu anlamı destekleyen fiilî sünnette bulan seleb uygulaması fakihler arasında çeşitli açılardan tartışmaya konu olmuştur.

Şâfiî, Hanbelî ve Zâhirîler’e göre selebin hak edilebilmesi devlet başkanının ya da ordu kumandanının vereceği izne bağlı değildir; Hz. Peygamber bunu bütün zamanlar için geçerli bir dinî-hukukî hüküm olarak tesis etmiştir. Buna karşılık Hanefî, Mâlikî ve Zeydî mezheplerinde söz konusu uygulamaların Resûl-i Ekrem’in siyasî ve idarî mahiyette bir tasarrufu olduğu, dolayısıyla selebin ancak kamu otoritesinin müsaadesiyle alınabileceği kabul edilmiştir (Karâfî, s. 116-119; İbnü’l-Hümâm, V, 510-515). Ancak Hanefîler, selebi sahiplenme izninin ya savaştan önce veya savaş başladığı sırada, yani ganimetin ele geçirilmesinden önce verilmesini şart koşarken


Mâlikîler -savaşanların maddî çıkar düşüncesine odaklanabileceği endişesiyle- bu iznin ancak çarpışmanın bitmesinden sonra verilebileceği görüşündedir. Selebin genellikle ganimet mahiyetinde olması, Resûlullah’ın konuyu hep gazvelerde dile getirmesi (Serahsî, el-Mebsûŧ, X, 49), gerek kendisinin gerek Hulefâ-yi Râşidîn’in ve ordu kumandanı diğer sahâbîlerin bazan selebi alma izni vermemeleri (Sahnûn, II, 31)

ve tıpkı ganimette olduğu gibi selebin de humusunun genel bütçeye gelir olarak ayrılması yönündeki uygulamalar (Ebû Ubeyd, s. 425-426; krş. s. 431 vd.) konunun takdire açık olduğu görüşünü teyit etmektedir.

Düşman askerinin üzerindeki her türlü elbisenin ve silâhların selebe dahil olduğu konusunda hemfikir olan fakihler bunun dışındaki eşya ve mallar hakkında ihtilâf etmiştir. Mâlikîler, savaş araç gereci sayılmayacağından altın ve gümüş gibi değerli madenlerle taç, bilezik ve yüzük gibi takıları seleb kapsamına almamış, Hanbelîler ise selebi sadece insanın üzerindeki eşya ile sınırlandırarak bineği buna dahil etmemiştir. İlgili hadisin genel bir ifade taşıdığını dikkate alan cumhur, kişinin yedeğinde ya da karargâhında değil üzerinde bulunan her türlü eşyanın seleb sayılacağını söylemiştir. Bu kapsamda ele geçirilen eşyanın çok değerli veya miktar itibariyle fazla olması bunlara seleb hükümlerinin uygulanmasına engel teşkil etmez; bu husus bütün fakihlerce ilke olarak benimsenmiştir (Hz. Peygamber’in konuyla ilgili bir uygulaması için bk. Müslim, “Cihâd”, 43). Fakat İshak b. Râhûye gibi bazı müctehidlere göre selebin değerinin yüksek olması durumunda kamu otoritesi humus kesintisine gidebilir. Şâfiî, Hanbelî ve Zâhirîler, selebden humus alınmadığını ifade eden rivayetlere dayanarak ona vergi muafiyeti tanırken Hanefîler’e ve Mâlikî mezhebinde bir görüşe göre kamu otoritesi humus kesintisi yapıp yapmama konusunda serbesttir. Mâlikî mezhebindeki diğer görüşe göre ise seleb uygulamasında humus kesintisi yapılması zorunludur.

Selebe kimlerin hangi şartlarda hak kazanacağı da tartışılmıştır. Hanefî, Şâfiî, Hanbelî ve Zeydîler’in benimsediği ilkeye göre kendilerine ganimet verilen kimseler seleb de alabilir. Buna göre fiilen savaşan müslüman askerler yanında kadın, çocuk, köle ve tâcir de hak sahibi olabilir. Gayri müslimler konusunda Hanefî ve Hanbelîler olumlu, Şâfiîler olumsuz kanaate sahiptir. Mâlikîler ise asker olmayanların seleb alamayacağı görüşündedir.

Câhiliye toplumunda da bilinen (Cevâd Ali, V, 466) ve Hz. Peygamber tarafından belirli bir düzene sokularak devam ettirilen seleb uygulamasının, savaş teçhizatının daha çok ferdî imkânlarla karşılandığı bir dönemde muhariplerin maddî fedakârlıklarını bir ölçüde telâfi etmek üzere meşrû kılındığı anlaşılmakta, fakihlerce genel ilkeler çerçevesinde konuya ilişkin kurallar geliştirilirken hükmün amacı dışına taşırılmamasına ve bu uygulamanın sırf maddî çıkar amacına dönük hale gelmemesine önem verildiği, bu bağlamda fıkıh eserlerinde, muharip sayılmayan veya savaşta öldürülmesi câiz olmayan kişilerin ya da savaşamayacak ölçüde yaralı olan düşman askerlerinin öldürülmesi halinde seleblerinin alınamayacağı gibi meseleler üzerinde de durulduğu görülmektedir (İbn Abdülber, IV, 61; Serahsî, Şerĥu’s-Siyeri’l-kebîr, II, 716-718).

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânül-ǾArab, “slb” md.; Tehânevî, Keşşâf, I, 629; Şâfiî, el-Üm (nşr. M. Zührî en-Neccâr), Beyrut 1393, IV, 184-186; Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, Kitâbü’l-Emvâl (nşr. M. Halîl Herrâs), Kahire 1388/1968, s. 424-438; Sahnûn, el-Müdevvene, II, 29, 31; Mesâǿilü’l-İmâm Aĥmed b. Ĥanbel ve İsĥâķ b. Râhûye rivâyetü İsĥâķ b. Manśûr el-Kevsec (nşr. Ebü’l-Hüseyin Hâlid b. Mahmûd er-Ribât v.dğr.), Riyad 2004, II, 341-342; Tahâvî, Şerĥu MeǾâni’l-âŝâr, III, 226-229; İbn Hazm, el-Muĥallâ (nşr. Abdülgaffâr Süleyman el-Bündârî), Beyrut 1988, V, 399-406; İbn Abdülber en-Nemerî, el-İstiźkâr (nşr. Sâlim M. Atâ - M. Ali Muavvaz), Beyrut 2000, IV, 43-64; Serahsî, el-Mebsûŧ, X, 47-49; a.mlf., Şerĥu’s-Siyeri’l-kebîr (nşr. Selâhaddin el-Müneccid), Kahire 1971, II, 594-721; Muvaffakuddin İbn Kudâme, el-Muġnî, Beyrut 1405, IX, 188-195; Nevevî, Ravżatü’ŧ-ŧâlibîn (nşr. Âdil Ahmed Abdülmevcûd - Ali M. Muavvaz), Beyrut 1412/1992, V, 331-334; Şehâbeddin el-Karâfî, el-İĥkâm (nşr. Abdülfettâh Ebû Gudde), Beyrut 1995, s. 116-119; İbnü’l-Murtazâ, el-Baĥrü’z-zeħħâr, San‘a 1409/1988, V, 444-446; İbnü’l-Hümâm, Fetĥu’l-ķadîr, V, 510-515; Derdîr, eş-Şerĥu’s-saġīr (nşr. Mustafa Kemâl Vasfî), Kahire 1392, II, 296-298; Buhûtî, Keşşâfü’l-ķınâǾ (nşr. M. Emîn ed-Dannâvî), Beyrut 1417/1997, II, 395-397; Şevkânî, Neylü’l-evŧâr, Kahire, ts. (Mektebetü’d-da‘veti’l-İslâmiyye), VII, 261-270; Cevâd Ali, el-Mufaśśal, V, 466; F. Løkkegaard, “Җћanīma”, EI² (İng.), II, 1005-1006; M. Cevâd Hüccetî-yi Kirmânî, “Enfâl”, DMBİ, X, 395-397; “Seleb”, Mv.F, XXV, 176-184; Mehmet Erkal, “Ganimet”, DİA, XIII, 352-353.

Ahmet Yaman