ŞEHİR

(شهر)

Farsça şehr kelimesi çalışma yaşındaki nüfusunun çoğunluğu ticaret, sanayi ve yönetim gibi işlerle uğraşan büyük yerleşim merkezlerini ifade eder. Türkçe’de XI. yüzyıldan itibaren halk dilinde şar biçiminde telaffuz edilen şehir karşılığında Soğdca kökenli kent ile (kant) “kale ve saray” gibi anlamlara da gelen balık kelimeleri kullanılmıştır (bk. BALIK). Arapça’da şehir karşılığındaki en yaygın isimler medîne, belde ve mısrdır. Kur’ân-ı Kerîm’de şehir için on yedi yerde medine (çoğulu medâin), on dokuz yerde beled, belde (çoğulu bilâd), yirmi bir yerde dâr (çoğulu diyâr), beş yerde mısr (çoğulu emsâr), elli altı yerde karye (çoğulu kurâ) geçmektedir. Mekke, muhtemelen yeryüzündeki yerleşim birimlerinin merkezi ve müslümanların kıblesi olduğundan “Ümmü’l-kurâ” şeklinde nitelendirilir (M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “bld”, “dvr”, “ķry”, “mdn’’, “mśr’’ md.leri). Şehir kelimesi “dinî işlere bakan bir müftüsü ve kazâ hakkına sahip bir kadısı olan yer” olarak tarif edilmektedir (Ergin, s. 2). Başşehir dışındaki şehirlerde hükümeti temsil eden valinin yanı sıra kadı, sâhibü’ş-şurta, muhtesib (sâhibü’s-sûk) gibi görevliler bulunur.

Şehirler sosyal hayatın her yönünü kapsayan çeşitli faaliyetlerin görüldüğü, ekonomik ve kültürel birikimin yoğunlaştığı önemli yerleşim birimleri olup fiziksel ve sosyal çevre ile toplumsal hayatın merkezini teşkil eder. Bazı kaynaklarda tarihte bilinen ilk şehirleşmenin milâttan önce 4400’lü yıllardan itibaren Suriye, Filistin, Mısır ve Mezopotamya’da başladığı belirtilmekteyse de yeni arkeolojik araştırmalar, Anadolu’da Konya’nın 52 km. güneydoğusundaki Çatalhöyük’ün milâttan önce 6800 yıllarına kadar inen şehir yerleşmesi olduğunu ortaya koymuştur (Tuncel, sy. 23 [1980], s. 123-160). Yerleşik olmayan bir hayatta monotonluk ve tekdüzelik hâkimdir ve ihtiyaçlar sınırlıdır. Bundan dolayı ilâhî tebliği ulaştıracak peygamberler insanların yoğun biçimde yaşadığı, ilâhî emirlerin anlaşılarak hayata geçirilmesine ve fikirlerin yayılmasına en uygun ortamlar sayılan şehirlere gönderilmiştir.

Arap yarımadasının az sayıdaki şehirlerinden Mekke’de doğan İslâm dini medenî hayatı teşvik etmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de, şehirlerin estetik zevklere uygun şekilde planlanması ve güzel görüntüye sahip bulunması, ayrıca emin ve güvenilir yerler olması gerektiğine delâlet eden âyetlerin yanında müslümanların şehirli bir toplum meydana getirmeleri konusunda yol gösteren, geçmiş topluluklarla ilgili bilgiler de yer alır (el-Bakara 2/126; İbrâhîm 14/35; el-İsrâ 17/16-17; es-Sebe’ 34/15). Kur’an’da yerleşik bir hayat süren Araplar’la bedevî Araplar birbirinden ayrılmış ve bedevîler “a‘râb” diye adlandırılmıştır (et-Tevbe 9/90, 97-99, 101, 120; el-Ahzâb 33/20; el-Feth 48/11, 16; el-Hucurât 49/14). Hz. Peygamber de şehirlerin bayındır hale getirilmesini istemiş, sıkıntı ve zorluklarına rağmen şehir hayatının insanlar için daha hayırlı olduğunu söyleyerek yerleşik hayatı ve şehirleşmeyi teşvik etmiştir (Müsned, II, 338, 349; San‘ânî, III, 152; Süyûtî, I, 4).

İslâmî dönemde şehircilik alanındaki ilk düzenlemeler Resûl-i Ekrem tarafından hicretten sonra kendisine nisbetle “Medînetü’r-resûl” adını alan Yesrib’de yapıldı. Yesrib’de ibadetin yanında başta eğitim ve öğretim olmak üzere adalet hizmetleri, kamu idaresi ve diğer işlere yönelik hizmetlerin yürütüldüğü Mescid-i Nebevî’yi inşa ettirerek ileride kurulacak müslüman şehirleri için cami merkezli şehir modelini başlatan Resûlullah, şehirde siyasî ve idarî durumu yeniden düzenleyip müstakil bir devlet kurmanın yanı sıra bir çarşı pazar yeri belirlemek suretiyle ekonomik hayata çeki düzen verdi. Mescid-i Nebevî dahilinde beytülmâl şeklinde kullanılacak bir oda tahsis etti. Ayrıca Bakī‘ mevkiini mezarlık olarak kararlaştırdı. Hz. Ömer zamanında idarî işler için mescidin yakınında dârülimâre denilen bir binanın inşa edilmesiyle şehir planı cami etrafında şekillendi. Daha sonraki dönemlerde şehrin fizikî yapısına ilâve edilen her türlü dinî, sosyal ve kültürel bina caminin merkezîliğine göre düzenlendi. Mahalle mescidleri de mahallelerin merkezi durumundaydı. Mekke’nin fethi üzerine Hz. Peygamber burada siyasî ve idarî düzenlemeler yaptı; Attâb b. Esîd’i valiliğe, Saîd b. Saîd’i çarşıyı kontrol görevine getirdi; Muâz b. Cebel’i yeni müslüman olan Mekkeliler’e Kur’ân-ı Kerîm’i ve dinî esasları öğretmekle vazifelendirdi. Resûl-i Ekrem’in Mekke’deki bu görevlendirmeleri diğer şehirlerde aynen sürdürüldü. Resûlullah’ın Medine’de ve Mekke’deki uygulamaları ardından gelecek idareciler için bir örnek


teşkil etti. Fetihler sırasında ele geçirilen veya yeni kurulan İslâm şehirlerinin Medine’ye benzetilmesine özen gösterildi. Öte yandan İslâmiyet’in yayılışına paralel olarak hızlı bir şehirleşme süreci başladı; çoğunluğu göçebe hayat süren Arap kabileleri bu şehirlerde yerleşik hayata geçti. VII-XI. yüzyıllar arasında İslâm dünyasında şehirleşmenin yaygınlaşmasıyla birlikte ekonomi ve medeniyet alanında olağan üstü gelişmeler meydana geldi. Kırsal hayatın yerini süratle şehirleşme aldı. İslâmiyet’le birlikte başlayan bu hareketlilik sayesinde İslâm coğrafyası dünyanın çeşitli bölgelerindeki üretim alanları için bir çekim merkezi haline geldi, böylece ülkeler arası ticarî ve kültürel ilişkilerin meydana gelmesine zemin hazırlandı.

Müslüman ülkesi genişleyince cephelere yakın bölgelerde askerî amaçlı yeni yerleşim merkezleri tesis edildi. Ordugâh şeklinde kurulan ve ardından normal bir yerleşim yeri haline gelen bu şehirlerin ilk örneklerini Hz. Ömer’in emriyle tesis edilen ve gerçek şehir hüviyetine Emevîler zamanında kavuşan Kûfe, Basra ve Fustat oluşturdu. Bu şehirlerin merkezini de Medine’de olduğu gibi ulucami teşkil ediyordu. Kûfe’yi kuran Sa‘d b. Ebû Vakkās şehir planında ilk defa cami yerini belirlemiş, daha sonra güçlü bir okçuya dört yönde oklar attırarak evlerin okların düştüğü yerin ötesine yapılmasına izin vermişti. Kûfe’nin merkezinde de cami, vali konağı olarak kullanılacak dârülimâre ve pazar yeri bulunuyor, şehrin bütün ana caddeleri Kûfe’nin ortasındaki meydana açılıyordu. Medine’de olduğu gibi her mahallede bir mescid inşa edildi. Hâlid b. Abdullah el-Kasrî’nin valiliği döneminde hayvan ticareti yapılan bölüm dışarıda tutulmak suretiyle pazarda iki sıra dükkân inşa edilip tüccarlara kiraya verildi. Her ticaret erbabına ayrı bölüm tahsis edildi. Böylece bir tür kapalı çarşı niteliği kazanan pazar ve ticarî ihtisaslaşma daha sonra kurulan Bağdat ve Kayrevan gibi şehirlerdeki pazarlara örnek teşkil etti. Şehirde semtler her kabileye bir mahalle verilerek belirlendi. Utbe b. Gazvân tarafından tesis edilen Basra’da ise başlangıçta kamıştan bir mescid, bir de hükümet konağı yapılmıştı. Ebû Mûsâ el-Eş‘arî Basra valiliğine tayin edilince şehir mescidiyle vali konağını kerpiç ve çamurla daha geniş bir şekilde yeniden inşa ettirdi. Burada ikamet eden Arap kabileleri de Hz. Ömer’den izin alıp evlerini kerpiçten yapmaya başladılar. Ziyâd b. Ebîh tarafından yenilenen camiye her ikisi de ilk örneklerden olan bir maksûre ve taş malzemeden bir minare eklendi. Zamanla dârülimârenin yanına divanlar, hapishane ve emirlik hamamı inşa edildi. Kûfe ve Basra şehirlerinde beytülmâl binası, aynî ve nakdî vergi gelirlerinin saklandığı dârürrızık, şehirlerin kenarında dârülberîd (postahane) ve askerî kışlaların her birinde at ahırları yaptırıldı ve mezarlık sahaları ayrıldı. Diğer taraftan su ihtiyacını karşılamak için yerleşim merkezlerine kanallar açıldı. Bunların benzerleri Mısır’da başlangıçta çadırlarla kurulan Fustat’ta da yapıldı ve burası İskenderiye’nin yerine Mısır’ın merkezi haline geldi. Şehirlerin Medine ile irtibatı sağlanırken ticarî hayata girmelerine de özen gösterildi. Fustat şehir planında Hz. Peygamber’in Medine’deki uygulamaları örnek alındı. Başlangıçta suru bulunmayan Kûfe ve Basra, Abbâsî Halifesi Mansûr zamanında surla çevrildi.

Emevîler’den itibaren İslâm coğrafyasının farklı bölgelerinde yeni şehirler tesis edildi. Haccâc tarafından Vâsıt, Ukbe b. Nâfi‘ tarafından Kayrevan, Ebû Ca‘fer el-Mansûr tarafından Bağdat, Mu‘tasım-Billâh tarafından Sâmerrâ kuruldu; bunların ve Ağlebî Emîri II. İbrâhim’in tesis ettirdiği Rakkâde gibi şehirlerin merkezini de ulucami oluşturuyordu. Müslümanlar bu süreçte antik Yunan, Roma ve Sâsânî şehircilik mirasından yararlandılar. İslâm tarihinde şehir planlamasının ulaştığı nokta açısından zirve sayılan Bağdat’ın inşası 145’te (762) başlatıldı ve 149’da (766) bitirildi. İç içe iki dairevî surun çevrelediği şehrin tam ortasında cami ve hilâfet sarayı bulunuyordu. Cami ve sarayın etrafında bırakılan boşluktan sonra muhafız birliklerinin kışlaları, beytülmâl binası, silâh depoları, devlet daireleri ve ardından mahalleler geliyordu. Şehrin ortasındaki alandan sur kapılarına uzanan dört ana cadde yapıldı, diğer cadde ve sokaklar bu caddelere bağlanıyordu. Başlangıçta dıştaki büyük surdan iç sura doğru uzanan dört yol boyunca yüksek kemerli dükkânlardan oluşan dört pazar, ayrıca surların dışında dört pazar yeri vardı. Halife Mansûr 156’da (773) emniyet düşüncesiyle pazarların şehirden Kerh’e nakledilmesini emretti. Her zanaat ve ticaret erbabının müstakil pazar yerleri, çarşıları bulunuyordu. İslâm dünyasında bazı şehirlerin çekirdeğini ise sınırlarda kurulan ribâtlar teşkil etti. Kuzey Afrika şehirlerinden Sûs, Münestîr ve Rabat bir süre sonra normal şehre dönüşen bu ribâtların en meşhurlarıdır.

Müslümanlar, fethedilen bölgelerdeki Bizans ve Sâsânîler’e ait tarihî şehirlerin fiziksel dokusunu başlangıçta genellikle değiştirmediler. Ancak bu şehirlere yeni bir kimlik kazandıran birtakım İslâmî unsurlar eklediler. Savaşla alınan şehirlerde bazan eski mâbedler tamamen veya kısmen camiye çevriliyor, bazan da yeni camiler yapılıyordu. Dımaşk şehrinin ortasında bulunan Yuhannâ (loannes / Yahyâ) Kilisesi’nin yarısı hıristiyanlara bırakılmış, yarısı camiye dönüştürülmüştü. Daha sonra bu caminin ihtiyacı karşılayamaması üzerine Emevî Halifesi Velîd b. Abdülmelik tarafından bütün sahayı kaplayacak genişlikte dinî mimarinin bugüne kadar ayakta kalabilen ilk muhteşem örneği sayılan Emeviyye Camii yaptırıldı. Barış yoluyla ele geçen şehirlerde ise eski mâbedlere pek dokunulmazdı. Nitekim Hz. Ömer Kudüs’te mâbedlere dokunmamış, Mescid-i Aksâ’nın yerini buldurarak buraya büyük bir cami yapılmasını emretmişti. Bu merkezlerde halife veya valinin ikametgâhı ulucaminin yakınında yapılıyordu. Zamanla caminin etrafında ticarî faaliyetlerin yürütüldüğü çarşılar, kaysâriyye ve hanlar inşa edildi. VIII. yüzyılın başlarından itibaren Dımaşk’ta çeşitli meslek dallarına ait çarşılar vardı. Dımaşk’ın eski planı XI. yüzyıldan sonra önemli ölçüde değişti ve giderek karakteristik bir İslâm şehri kimliğine büründü (Can, s. 46).


İslâm öncesi devirde Orta Asya şehirlerinin çoğu, kale (kuhendiz), asıl şehir (şehristan) ve dış mahallelerden (rabaz) meydana geliyordu. Türk şehirlerinin iç kaleleri Türk geleneğine göre dört köşeli kurgan özelliği gösteriyor, bazan Buhara’da olduğu gibi şehristanın bitişiğine veya içindeki yüksek bir araziye inşa ediliyordu. Buhara’da kale ile şehristanın etrafı bir surla çevriliydi. Çarşı ise şehir surlarının dışında kalıyordu. Müslümanların fethi sırasında rabazda dağınık şekilde bazı evler vardı. Kuteybe b. Müslim cuma mescidini sarayın bulunduğu kale içinde inşa ettirdi. Ardından şehirle kale arasındaki alanda yeni cuma mescidi yapıldı. Şehrin gelişmesi üzerine şehristanla rabaz birleşti, 235 (849-50) yılından sonra ikisi tek bir surla çevrildi. Sâmânîler döneminde gelişimini sürdüren Buhara Türk, Arap ve İran medenî tesirlerinin birleştiği İslâm şehirlerinin en güzel örneklerinden biri haline geldi. Orta Asya şehirlerinde pazar ve kervansaraylar genellikle kapılardan birinde kurulurdu. Meslek gruplarının sur içine alınarak ayrı bir mahalleye yerleştirilmesi XI-XII. yüzyıl Türkistan şehirlerinin ayırt edici özelliği haline geldi (Cezar, s. 376-378). İran kültür alanında şehirlerin özgün tasarımı Batı Asya’daki klasik durumdan kısmen farklıydı. V. (XI.) yüzyıla kadar birçok İran şehrinde de pazar yeri şehristan surlarının dışında kalıyordu. Ancak IV. (X.) yüzyıldan sonra şehir hayatının merkezinin şehristandan rabaza kaymasıyla rabaz da sur içine alındı.

Abbâsîler’le birlikte şehirleşme özellikle Irak’ta yeniden ivme kazandı (Elisséeff, s. 124); Büveyhîler döneminden itibaren Irak’ta gerilerken Türkistan ve İran’da gelişimini sürdürdü. X. yüzyılda müslüman olan İdil Bulgarları meskûn kasaba ve köyler oluşturmaya başladı. Oğuzlar, Karluklular gibi Türk boylarının yerleşik hayata geçmesinde en önemli etken İslâmiyet’i kabul etmeleri oldu (Mervezî’nin Eserinin Türklerle İlgili Bâbının Tercümesi, s. 100-101). Türkistan’da şehirlerin Karahanlılar zamanından itibaren daha belirgin bir karakter kazandığı ve özellikle şehristan kısmında İslâmî türdeki yapıların yer almaya başladığı görülür. Karahanlılar döneminden itibaren caminin yanında türbe yapımı da yaygınlaştı. Selçuk Bey devrinde Oğuz yerleşimine açılan Cend, Huvâre, Sığnâk (Suğnak, Siğnak) ve Barçınlığkent şehirleri X. yüzyıldan itibaren önce kışlak ve ardından hem kışlak hem yazlık olarak kullanıldı (Sümer, s. 40). Büyük Selçuklular savaşlar yüzünden tahribata uğrayan İran şehirlerini yeniden inşa ederek savunma sistemlerini güçlendirdiler. Başta Bağdat olmak üzere ticarî hayatta eski canlılığını kaybeden Irak şehirlerinde ticarî hayatı geliştirmeye çalıştılar. XI. yüzyılın sonlarından itibaren Türk kavimlerinin Anadolu’ya yerleşmeye başlamasıyla birlikte bölgedeki şehir ve kasabalarda yeni bir yerleşme modeli ortaya çıktı. İlk dönemlerde Bizans’tan intikal eden şehirlerin fiziksel dokusu genellikle korundu ve ilk İslâm fetihlerinin ardından olduğu gibi bu yapıya İslâmî unsurlar eklendi. Anadolu Selçukluları, Anadolu’da bir şehri fethettiklerinde ilk iş olarak orada cami, medrese, zâviye inşa edip tüccarları, din âlimlerini ve Türk nüfusu buralara yerleştiriyorlardı. Ayrıca zamanla yeni şehirler kuruldu ve yeni bir yapılanma kendini gösterdi. Türkler’in gelişiyle Anadolu’da yeni bir şehir fizyonomisi doğdu, Türkleşme ve İslâmlaşma sağlandı. Türkmenler yerleşik hayata geçiş sürecine girdi (Kuban, s. 170). Türkler Anadolu’da İran’dakinden daha etkili oldular ve buradaki şehirlere kendi kimliklerini daha kolay yansıttılar. Bizans hâkimiyetinde IV (X) ve V. (XI.) yüzyıllarda ticarî açıdan oldukça sönük bir devir geçiren bölgede Anadolu Selçukluları’nın bu faaliyetlere verdiği önem sayesinde VI. (XII.) yüzyıldan itibaren ticaret gelişmeye başladı. Ticarî önem taşıyan sahil şehirleri fethedildi ve şehirler arasında bir kervansaray ağı geliştirildi. Şehir içerisindeki pazar ve çarşıların yanı sıra şehir kapılarında ve şehirlerin dışında açık pazarlar kuruldu. Bu dönemde şeyh ve dervişler şehirlere nüfus çekme ve göçebeliğe karşı yerleşik hayatı özendirme rolü üstlendiler.

Hârizmşahlar’la Karahıtaylar arasındaki mücadeleler Fergana, Hârizm ve Horasan’da büyük tahribata yol açarak şehirleşmeyi etkiledi. Buna karşılık Hârizmşahlar’ın idare merkezi olan Gürgenç maddî bakımdan olduğu kadar ilmî ve edebî açıdan da Horasan şehirleriyle rekabet edecek seviyeye yükseldi. Büyük Selçuklular devrinde Türkistan şehirlerinde görülen yüksek medenî yapı ve şehirleşme düzeyi 617’de (1220) Moğol istilâsı ile hızla çöküntü içine girdi, özellikle Merv ve Nîşâbur gibi istilâcılara karşı direnen şehirlerde katliam ve tahribat korkunç boyutlara ulaştı. 1258’de Moğollar’ın Bağdat’ı tahrip etmeleri üzerine Doğu İslâm dünyası gerilerken Memlükler’le birlikte Kahire’nin gelişimi hızlandı (Elisséeff, s. 124). Öte yandan ilk dönemlerinde Alatağ ve Mugan bozkırında çoğunluğu çadırdan oluşmuş şehirler kuran İlhanlılar, yerleşik hayata geçip İslâmiyet’i kabul ettikten sonra Sultan Olcaytu’nun Kazvin ile Tebriz arasında inşa ettirdiği Sultâniye gibi şehirler tesis ettiler (Spuler, s. 487-489).

Endülüs’ten Türkistan’a kadar geniş bir coğrafyadaki İslâm şehirleri bulundukları bölgelerin tarihî, coğrafî ve kültürel miraslarını devam ettirmekle birlikte İslâm’ın getirdiği düşünce sistemi ve hayat anlayışı şehirlerin fiziksel yapısını önemli ölçüde etkiledi. Başta her bakımdan şehrin merkezini teşkil eden ulucami çevresindeki dârülimâre, cami, medrese, hastahane, imaret, çarşı, han, hamam, çeşme ve türbe gibi yapılar İslâm şehrinin ana unsurlarını oluşturdu. İslâm dünyasının büyük şehirlerinde ulucami etrafında toplanan ve külliye adı verilen sosyal nitelikli yapıların anıtsal özellikler taşıdığı ve İslâm şehirlerinin değişmez kimliğini yansıttığı söylenebilir (Aktüre, s. 25). İslâm şehirleri kurulurken şehrin nüvesi merkezî planlamaya tâbi tutuluyor ve bunun için gerekli hukukî, malî, iktisadî ve siyasî tedbirler alınıyordu. Fiziksel yapı toplumun ortak iradesiyle biçimlenerek kendine has özellikleriyle bir şehir tipi ortaya çıktı. Burada ortak kimliği sağlayan İslâmiyet olup İslâm’la birlikte kazanılan ortak düşünce sistemi ve hayat anlayışı şehir dokusuna yansıdı. Bunun yanında İslâm’ı kabul eden milletlerin birbirine yakın bir sosyal yapıya sahip bulunmaları ve İslâm dünyasının coğrafî şartlar bakımından büyük farklar arzetmeyen belirli bir kuşak üzerinde yer alması da İslâm şehirleri arasında görülen fiziksel yapı benzerliğini olumlu yönde etkiledi. Bu şehirleşme sürecinde büyük şehirlerin nüfusu oldukça artmıştı. IX (XV)


ve X. (XVI.) yüzyıllarda Bağdat 1 milyonu aşan, Kahire yarım milyon, Dımaşk ve Kurtuba 300-400.000, XII. (XVIII.) yüzyılda Gence yarım milyon, Nahcıvan ve Tebriz 100.000’i aşan nüfusa sahipti (Dostiyev, XIV [2005], I, 455). Öte yandan Batı’da şehirleşmenin yaygınlaştığı dönem olan XIII. (XIX.) yüzyılda nüfusu 100.000’e ulaşan şehir bulmak kolay değildi.

İslâm şehirlerinde cami cemaat için sadece bir ibadet mekânı olmayıp hamam, çeşme, çarşı gibi unsurları da şekillendiren maddî, mânevî, idarî, içtimaî ve kültürel yönleriyle kentsel ağırlıklı bir niteliğe sahiptir (Grabar, s. 138). Bu bakımdan İslâm inanç sisteminin ilk mekânsal yansımaları dinî kurumlar üzerinde oldu; ulucami, mahalle mescidleri ve musallâ / namazgâh şehir formuna eklendi. Zira cami etrafında bütünleşen bir hayat şehrin birliğini sağlıyor ve İslâmî tevhid anlayışının gündelik hayatta yaşanır hale gelmesine yardım ediyordu (Nasr, s. 68-69). İslâm şehrinde ulucami, hükümet sarayı (veya kale), pazar üçlüsü her şehrin odak noktasını teşkil ederdi. Fethedilen yerlerdeki tarihî şehirlerde bulunan ve çeşitli yapısal özellikler taşıyan pazarlar için gerçekleştirilen düzenlemelerle, ulucamisi ve hükümet konağıyla merkezî bir bütünlüğün sağlamasına çalışılırdı. Bundan sonraki süreçte pazarların yeni kentsel gelişmelere tepkisine, her birinin şehir ekonomisindeki rolüne ve konumuna bağlı olarak ilden ile farklılık göstermeye başladı. Şehirlerin merkezinde büyük bir cami bulunmakla birlikte şehrin zamanla belirli bir yönde büyümesi ve yayılması sonucu merkezî konumun bazan camiler arasında değiştirdiği veya merkezdeki caminin yanında yeni oluşan dış mahalledeki ikinci bir caminin öne çıktığı da oluyordu (İbn Cübeyr, s. 181). İdil Bulgarları’nın Bulgar ve Suvar şehirleri arasında inşa ettikleri cuma camisi gibi bazan yerleşim birimlerinin arasında kurulan camiler de bulunurdu (İstahrî, s. 226). Ulucaminin yanında inşa edilen dârülimâre giderek şehir merkezinden uzaklaştı ve sonraki dönemler de başşehirlerde hükümdar sarayı, diğer vilâyetlerde vali köşkü yahut iç kale şekline dönüştü. Saray veya iç kale şehrin en yüksek ve en korunaklı noktasında yer alırdı. Anadolu şehirlerine her dönemde iç kale yapıldı ve Türk devrinde yenileri inşa edildiği gibi eskileri onarıldı.

İslâm şehirlerinin önemli özelliklerinden biri de ticaret ve ikamet alanlarının birbirinden ayrılmış olmasıdır. Ticarî faaliyetlerin büyük bir kısmı Hz. Ömer zamanında yeni kurulan Basra, Kûfe ve Fustat’ta olduğu gibi merkez camisinin etrafında toplanmıştı (Belâzürî, s. 72, 426; Makdisî, s. 225). Genellikle doğrusal bir plana sahip olan pazar ana şehir kapılarıyla bağlantılı caddelerin kenarında yer alırdı. Pazar yerlerinin topografik düzeni, özellikle aynı tür malları üreten ve satan dükkânların müstakil bölümlerde toplanması, Emevîler’e kadar uzanan erken dönem müslüman şehir planlamacılığı ilkelerini yansıtmakta, IV. (X.) yüzyıldan itibaren bu yapıya büyük şehirlerin hemen hepsinde rastlanmaktaydı. Memlükler devrinde Kahire, Dımaşk gibi önemli şehirlerde şehrin ana çarşısında ulucami yakınlarında inşa edilen kaysâriyye ve hanlar İslâm şehrinin fiziksel yapısının temel bir unsuru haline gelmişti (İbn Battûta, I, 87, 400).

İlk İslâm fetihlerinin ardından ele geçirilen yerlerle kurulan yeni şehirlerde mahalle ve semtler etnik köken ve mesleklere göre teşkil edildi ve bu şekilde gerçekleştirilen yerleşimler belirli bir kimliği olan şehir birimlerinin gelişmesini sağladı (Cezar, s. 89-90). Müslümanların idaresi altına giren tarihî şehirler değişikliğe uğramadan eski düzenlerini korurken yeni unsurlarla desteklenerek yeniden yapılandırıldı. İslâmiyet’in tanıdığı din özgürlüğü sayesinde müslümanlarla gayri müslimler aynı mahallelerde birlikte yaşıyorlardı. Kendi dinlerinde kalmayı tercih eden gayri müslimler inanç ve değerlerini rahat bir şekilde devam ettirdiler. İslâm şehirlerinin çoğunda şehir merkezinde yer alan camiden etrafa doğru ışınsal formda bir ana yol şebekesi dağılıyordu. Cadde ve sokaklar genellikle dar olup üzerinde sadece bir dış kapının yer aldığı avlu duvarlarıyla belirlenmişti. İslâm şehirlerinde görülen bu yol sisteminin tercih edilmesinde gölgelik alan sağlanması ve toz kaldıran rüzgârların kesilmesi gibi iklim faktörlerinin rolüne işaret edilmektedir (Can, s. 117-118). Ayrıca evlerin dışarıdan görülmesini engelleyip mahremiyetini koruyan bu yapılanma İslâm şehirlerine ait bir özgünlüktür. İslâm’ın getirdiği mahremiyet anlayışının bir neticesi olarak genellikle tek katlı olan avlulu ev tipinin yaygınlaştığı bilinmektedir. Özel hayatın başkalarından gizlenmesini sağlayan avlulu evler, avlu etrafına dizilen ve pencereleri avluya açılan müstakil odaları sayesinde kalabalık aile gruplarının aile içi mahremiyet kurallarına uymasına da imkân veriyordu. Avluda bazan su (fıskıye, çeşme), çiçek ve ağaç bulunurdu. Şehirlerde X. yüzyıldan itibaren çok katlı evler yaygınlaştı.

Dışarıdan gelecek herhangi bir saldırı veya ayaklanmaya karşı şehirlerin savunmasını kolaylaştırmak amacıyla yapılan surların yanında mahalle ile semtleri birbirinden ayıran kapılar vardı. İslâm’ın ilk yıllarında müslüman şehirlerinden önemli bir kısmı surlardan yoksundu; bu dönemde şehirlerin savunması şehrin etrafına kazılan hendek, kanal veya dikenli çalı gibi ilkel savunma vasıtalarıyla sağlanıyordu. Abbâsîler devrinden itibaren yeni kurulan şehirlerin genellikle surlarla çevrildiği, eski şehirlerden pek çoğunun da İran ve Türk coğrafyasında İslâm öncesinde yaygın olan surlarla kuşatıldığı görülmektedir. Fethedildiğinde Alâeddin tepesini çevreleyen bir surun içinde yer alan Konya, hızla büyüyüp surların dışına doğru genişleyince I. Alâeddin Keykubad tarafından dışında derin bir hendek bulunan daha geniş bir surla çevrilmişti.

İslâm şehirlerinde genellikle şehrin dışındaki bir kaynaktan açılan kanallar ve yapılan kemerlerle şehre su getirilir, çeşitli yerlere inşa edilen kanallar ve çeşmeler vasıtasıyla halka ulaştırılırdı (İbn Havkal, s. 467, 484; Makdisî, s. 163). Çeşmeler anıtsal yapılar olduğu gibi binaların duvarlarına konulmuş basit sebiller şeklinde de olabiliyordu. Kuyu ve çeşmelerle beraber seramik borulardan yapılmış kemerler şehirlerin su ihtiyacının karşılanmasında önemli rol oynuyordu (Dostiyev, XIV [2005], I, 455-456). İslâmiyet’in temizliğe verdiği önem dolayısıyla İslâm şehirlerinde ve bilhassa Türkler’de


hamam şehirlerin vazgeçilmez bir unsuru olmuştur. Halk hamamları genellikle şehir merkezlerinde ve çok defa ulucaminin yanında yer alıyordu (Makdisî, s. 164). Daha önce kurulan birkaç hastahane bulunmakla birlikte İslâmî dönemde hastahanelerin şehrin fiziksel planında yerini alması daha ziyade Hârûnürreşîd’in Bağdat’ta inşa ettirdiği ilk bîmâristanla başladı ve ardından diğer şehirlerde de bîmâristanlar yapıldı. İbn Cübeyr’in Bağdat, Musul, Nusaybin, Harran gibi şehirlerdeki hastahanelere dair bilgi vermesi önemli merkezlerde hastahane bulunduğunu göstermektedir (er-Riĥle, s. 173, 181, 184, 190). Giderek büyük şehirlerin tamamında hastahaneler kuruldu. Büyük Selçuklular zamanında İslâm şehrinin fiziksel yapısına bir eğitim kurumu olan medrese girdi. Şehirlerin en önemli yapılarından biri haline gelen medreselerin sayısı kısa sürede arttı. Nitekim Eyyûbîler döneminde sadece Dımaşk’ta doksandan fazla medresenin yer aldığı, bu rakamın Memlükler devrinde 150’yi aştığı görülmektedir. Türkler’in Anadolu’ya gelişinden itibaren bu coğrafyada pek çok medrese yapıldı. Zengîler, Eyyûbîler ve Memlükler’de medrese, cami, türbe birleşiminden oluşan yapılar Anadolu’da Selçuklu çağı medreselerinde bir birim mescid, bir birim türbe şeklinde düzenlenerek devam etti. Tamamına yakını vakıf olan bu eserler sayesinde İslâm şehri, bir vakıf medeniyeti özelliği kazandı. İslâm dünyasında ilk örneklerine Karahanlılar’da rastlanan mezarlar üzerinde inşa edilen türbeler de giderek yaygınlaştı. Öte yandan mezarlık genellikle şehir dışında olurken cami hazîrelerinde veya başka yerlerde bir kısmının üzerine türbe yapılan küçük mezarlıklar ortaya çıktı. Ayrıca bazı türbelerin yanına kurulan mescidin bitişiğinde tekke, zâviye, ribât, dergâh, hankah gibi yapılar özellikle Anadolu’da şehir siluetinin ve yerleşik hayatın vazgeçilmez unsurları haline geldi (İbn Battûta, I, 312, 319, 322, 326). İlhanlılar’dan Olcaytu Han’ın veziri Reşîdüddin Fazlullah’ın hastahane, eczahane ve bahçeleriyle Tebriz’de kurduğu, Rab‘ıreşîdî adıyla meşhur olan üniversite şehri İslâm dünyasında farklı bir şehir örneği şeklinde nitelendirilebilir.

Mekke, Medine ve Kudüs başta olmak üzere bazı şehirlerin İslâm kültürü içerisinde imtiyazlı bir konuma sahip olması, Kur’an ve hadislerde anılması, ashap ve tâbiîn sözlerinde zikredilmesi, bazı peygamberlerin veya sahâbîlerin buralarda yaşaması, ayrıca bazı önemli şahsiyetlerin bu yerlerde yetişmiş olması bu şehirlerin faziletine dair eserler yazılmasına, dolayısıyla şehir tarihçiliğinin doğmasına zemin hazırladı. Diğer taraftan fetih şartlarının muhafazası, gayri müslim unsurların kendi dinlerinde kalmalarına karşılık ödedikleri cizye ile topraklarından alınan haraç vergilerinin tesbiti, eski ve yeni yerleşim birimlerinin düzenlenmesindeki esaslar şehir ve bölge tarihlerinin yazılmasına sebep olan unsurlar arasında sayılabilir (Fayda, XXVIII [1986], s. 170). Selâhaddin el-Müneccid Mekke, Medine ve Kudüs gibi şehirler üzerinde yoğunlaşan bu önemli eserlerden yetmiş dördünü tesbit etmiştir (DİA, XII, 531). Bu türün ilk örnekleri olan, VII (XIII) ve VIII. (XIV.) yüzyıllarda kaleme alınmış eserler bugün mevcut değilse de bu eserlerdeki bilgilerin büyük kısmı çalışmaları günümüze ulaşan IX. (XV.) yüzyıl müellifleri tarafından iktibas edilerek korundu. Aynı dönemde bir şehrin meşhurlarına göre düzenlenen ricâlü’l-hadîs kitapları şehir tarihi yazımının özellikle biyografi alanında malzemesinin genişlemesine yardımcı oldu. Hadis ricâline dair kitaplar diğer ilim dallarıyla ilgili biyografilerin şekillenmesine katkıda bulundu ve bir şehirdeki bütün kültürel faaliyetleri takip etmeye imkân verdi. Bu alanda yazılmış en hacimli eserlerin başında biyografilere geçmeden önce ait oldukları şehrin topografyası, kuruluşu ve tarihine dair ayrıntılı bilgi veren Hatîb el-Bağdâdî’nin Târîħu Baġdâd’ı ile İbn Asâkir’in Târîħu Medîneti Dımaşķ’ı gelir.

BİBLİYOGRAFYA:

Kâşgarlı Mahmûd, Divânü Lugâti’t-Türk (haz. Seçkin Erdi - Serap Tuğba Yurtsever), İstanbul 2005, s. 169, 303-304; Kāmus Tercümesi, II, 449; IV, 760; Müsned, II, 338, 349; Abdürrezzâk es-San‘ânî, el-Muśannef (nşr. Habîbürrahman el-A‘zamî), Beyrut 1403/1983, III, 152; İbn Şebbe, Târîħu’l-Medîneti’l-münevvere, I, 260-268; Belâzürî, Fütûh (Fayda), s. 72, 122, 137, 426, 498; Ya‘kūbî, Kitâbü’l-Büldân, s. 233-263, 310-311, 313, 330-331, 347; Taberî, Târîħ (Ebü’l-Fazl), IV, 46, 70; V, 518; VII, 207; IX, 358; İstahrî, Mesâlik (de Goeje), s. 220-226; İbn Havkal, Śûretü’l-arż, s. 466-470, 472, 482-485; Ĥudûdü’l-Ǿâlem (Minorsky), s. 108, 113, 134; Makdisî, Aĥsenü’t-teķāsîm, s. 156, 161, 163-164, 225, 233, 261-262, 271-277, 279, 282-283, 287, 291, 310-311, 377; Mervezî’nin Eserinin Türklerle İlgili Bâbının Tercümesi (İbn Fadlân, Seyahatname içinde, trc. Ramazan Şeşen), İstanbul 1995, s. 100-101; Azimî Tarihi: Selçuklular Dönemiyle İlgili Bölümler: H. 430-538 (nşr. ve trc. Ali Sevim), Ankara 1988, s. 6; İbn Cübeyr, er-Riĥle, Beyrut, ts. (Dârü’ş-şarki’l-Arabî), s. 173, 181, 184, 190; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, XII, 390-393; İbn Bîbî, el-Evâmirü’l-Alâiyye: Selçukname (trc. Mürsel Öztürk), Ankara 1996, I, 119; İbn Battûta, er-Riĥle (nşr. Ali Muntasır el-Kettânî), Beyrut 1405/1985, I, 87, 312, 316, 319, 322, 326, 333, 337, 400; İbn Haldûn, Muķaddime (nşr. Dervîş el-Cüveydî), Beyrut 1416/1996, s. 319-323; Makrîzî, el-Ħıŧaŧ, I, 339; Süyûtî, el-CâmiǾu’ś-śaġīr, Kahire 1321, I, 4; Osman Nuri Ergin, Türkiye’de Şehirciliğin Tarihî İnkişâfı, İstanbul 1936, s. 2; Spuler, İran Moğolları, s. 487-489; Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri, Boy Teşkilâtı, Destanları, Ankara 1967, s. 40; The Islamic City (ed. A. H. Hourani - S. M. Stern), Oxford 1970; Mustafa Cezar, Anadolu Öncesi Türklerde Şehir ve Mimarlık, İstanbul 1977, s. 89-91, 376-378; I. M. Lapidus, Muslim Cities in the Later Middle Ages, Cambridge 1984; Korkut Tuna, Şehirlerin Ortaya Çıkış ve Yaygınlaşması Üzerine Sosyolojik Bir Deneme, İstanbul 1987, s. 153-163; Sevgi Aktüre, “Anadolu Kentinde Türkleşme-İslamlaşma Süreci, Mekansal Yapı Değişimi ve İslam Mimari Mirası”,


İslam Mimari Mirasını Koruma Konferansı, Bildiriler, İstanbul 1987, s. 20-38; O. Grabar, İslam Sanatının Oluşumu (trc. Nuran Yavuz), İstanbul 1988, s. 138; H. Pirenne, Ortaçağ Kentleri (trc. Şadan Karadeniz), İstanbul 1991; Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm Sanatı ve Maneviyatı (trc. Ahmet Demirhan), İstanbul 1992, s. 68-69, 80; J.-L. Michon, “Dinî Kurumlar”, İslâm Şehri (trc. Elif Topçugil), İstanbul 1992, s. 16-17; N. Elisséef, “Fizikî Plan”, a.e., s. 124, 132, 135; Yılmaz Can, İslâm Şehirlerinin Fizikî Yapısı, Ankara 1995; Doğan Kuban, Türk ve İslâm Sanatı Üzerine Denemeler, İstanbul 1995, s. 46, 117-118, 163-197; Turgut Cansever, İslâm’da Şehir ve Mimari, İstanbul 1997, s. 111, 114; Cl. Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu (trc. Erol Üyepazarcı), İstanbul 2000, s. 311-315; Ali Boran, Anadolu’daki İç Kale Cami ve Mescidleri, Ankara 2001, s. 8-9; Tuncer Baykara, Türkiye Selçuklularının Sosyal ve Ekonomik Tarihi, İstanbul 2004, s. 125, 187-199; Tahsin Koçyiğit, İslâm Tarihinin İlk Yıllarında İskân (doktora tezi, 2006), Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, tür.yer.; Metin Tuncel, “Türkiye’de Kent Yerleşmelerinin Tarihçesine Toplu Bir Bakış”, İÜ Coğrafya Enstitüsü Dergisi, sy. 23, İstanbul 1980, s. 123-160; Mustafa Fayda, “İslâm Dünyasındaki İlk Şehir Tarihleri ve İbn Şebbe’nin Medine-i Münevvere Tarihi”, AÜİFD, XXVIII (1986), s. 167-180; Janet L. Abu-Lughod, “The Islamic City-Historic Myth, lslamic Essence, and Contemporary Relevance”, IJMES, XIX (1987), s. 155-159; A. Raymond, “Islamic City, Arab City: Orientalist Myths and Recent Views”, British Journal of Middle Eastern Studies, XXI, Durham 1994, s. 3-16; Muammer Gül, “İslâm Şehrinin Doğuşu”, Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, IV/6, Balıkesir 2001, s. 78-87; Mustafa Demir, “Türk-İslâm Medeniyetinde Şehirleşme”, İslâmî Araştırmalar, XVI/1, Ankara 2003, s. 156-165; Tarih Dostiyev, “Selçuklular Döneminde Müslüman Doğusunda Kentleşme Durumları ve Azerbaycan’da Şehir Kültürü”, TTK Bildiriler, XIV (2005), I, 454-458; V. F. Büchner, “Şehir”, İA, XI, 391-392; M. Yaşar Kandemir, “Fezâil”, DİA, XII, 531.

Mustafa Sabri Küçükaşcı




Osmanlılar’da. XIII. yüzyıl sonlarında konar göçer bir Türkmen boyundan tarih sahnesine çıkan Osmanlılar, kısa sürede yerleşik hayata daha yakın siyasî bir teşekkül olarak dikkati çekmeye başladılar. Erken dönemlerden itibaren uygarlığın en temel değerlerinden biri sayılan şehire ve şehirleşmeye önem verdiler. Osmanlılar’ın taşradaki temel yönetim birimleri olan sancak, kaza ve nahiye merkezleri genellikle şehir ve bazan kasaba diye bilinir. Ancak bir merkezin şehir olarak nitelendirilmesiyle ilgili kesin bir kriter mevcut değildir. Söz konusu yönetim birimlerinin merkezi anlamındaki “nefs” kelimesi de tam bir ayırım ifade etmez. Bazan yirmi otuz hânelik köyler de nefs adı altında kaydedilir. Bu bakımdan bir şehrin tanımlanmasında başta nüfus olmak üzere idarî fonksiyon ve ekonomik özellik gibi kriterler göz önüne alınır. Bu durumda en az 400 vergi nüfusu bulunan, idarî yönden sancak merkezi ise sancak beyine, kaza merkezi statüsünde ise kadı ve subaşı ile ticaret ve sanat ehline sahip yerler şehir sayılabilir. Osmanlı belgelerinin dilinde şehir “cuma kılınır ve pazar durur yer” şeklinde tanımlanır. Buradan şehirlerin çekirdeğini cuma camisiyle haftanın belirli günlerinde kurulan pazarların oluşturduğu anlaşılır. Bu özelliği taşıyan camilerin Osmanlı arşiv kayıtlarında “câmi-i şerif, câmi-i kebîr, kadîm cami” gibi adlarla yer aldığı görülür. Anadolu ve Balkanlar’daki Osmanlı şehirlerinin merkezinde cuma camisi veya ulucami denen, bir veya iki minareli ve şerefeli cami varsa bir kale ve çevresinde mahallesi olan bir çarşı yer alır. Fakat bu oluşuma sahip yerleşim yerlerinin şehir diye görülebilmesi için toplumsal bir tabakalaşma ve esnaf zümresinin bulunması, tarım ürünlerinden ziyade yakın bölge ve ticaret yerleri için çeşitli hizmetler vermesi, eşyalar üretmesi ve pazarlaması, sakinlerini besleyecek genişlikte kırsal alanı olması gerekir. Ayrıca fiziksel bakımdan yerleşiklerin oturduğu mahallelere bölünme de şehirlerin önemli bir özelliğini oluşturur. Bu fonksiyonların yerine getirilmesinde şehirlerin topografik mevkilerini de göz önüne almak icap eder.

Anadolu ve Balkanlar’daki şehirlere bakıldığında kuruluşları Osmanlılar’dan önceki dönemlere dayanan şehirlerin bir hayli fazla olduğu dikkati çeker. Bu şehirlerden pek çoğunun özelliği hemen hepsinde bir kalenin yer almasıdır. Kaleler şehirlerin fiziksel görünümünde ve yapılanmasında belirleyici rol oynar. Anadolu Selçukluları ve Anadolu Beylikleri zamanında yeni bir fiziksel yapılanma dönemine giren ve kısmen kale kent, kısmen de açık kent görünümünde olan bu gibi şehirlerin, Osmanlılar’ın erken dönemlerinden itibaren iskân alanlarının kaleden aşağıya doğru sarktığı ve artık kalenin savunmasına ihtiyaç duyulmayacak şekilde açık şehir konumuna dönüştüğü söylenebilir. Genellikle bir mahallenin yer aldığı iç kalede yönetim, askerî garnizon ve hapishane binaları ile beylerbeyi, sancak beyi, kadı ve dizdar gibi yöneticilerin oturduğu evler bulunurdu. İç kale dışında ticarî faaliyetler yapılır ve burada ileri gelen kesim otururdu. Kale dışında ise daha çok yeni yerleşim alanları vardı.

Bu dönemde Anadolu ve Balkanlar’daki bazı şehir merkezlerinin tarihî, kültürel ve coğrafî bakımdan farklılıklar göstermesine rağmen genellikle imaret, bedesten, kervansaray, pazar yeri, cuma camisi (ulucami) gibi içtimaî, ticarî ve dinî tesisler etrafında şekillendiği dikkati çeker. Ancak bu tesislerin tamamı herhangi bir şehirde mevcut olmayabilir ve bazı şehirler bunların bir veya birkaçına sahip olabilir. Meselâ


imaret, bedesten, kervansaray gibi tesisler daha ziyade ticarî ve ekonomik bakımdan gelişmiş ana yol üzerindeki şehirlerde görülür. Şehir merkezlerini fiziksel bakımdan şekillendiren söz konusu tesislerin zannedildiği gibi düzensiz ve karmaşık değil planlı bir şekilde kurulduğu söylenebilir. Osmanlı şehirlerinin genelde iki ana kısımdan meydana geldiğini belirtmek gerekir. Bunlardan biri şehrin içtimaî, sınaî ve ticarî faaliyetlerinin gerçekleştirildiği alanlar, diğeri ise şehir halkının umumiyetle ibadethaneler etrafında teşekkül eden ve ikamet yerleri olan mahallelerdir.

Osmanlı Devleti’nin erken devirlerinden itibaren mevcut şehirler geliştirilir, kasaba ve köyler şehre dönüştürülürken, bu arada yeni bir şehir kurulurken uygulanagelen önemli usullerden biri pek çoğu hükümdar, hükümdar oğulları, kızları, zevceleri ve devlet adamlarına ait olmak üzere vakıflar kurmak ve ardından vakfa ait ihtiyaç duyulan dinî, sosyal ve ticarî hizmet binalarının inşa edilmesi yoluna gitmekti. Bu bina veya tesislerin planlanmasının özünde İslâmî öğelerle Orta Asya Türk kültürünün özelliklerinin yer aldığı, Osmanlı şehri denebilecek bir terkip görülür. Bunun yanında doğrudan doğruya bu terkibin temel olduğu yeni kurulan şehir veya kasabalar da vardır. Vakıf tesisi diye kurulan bu binalar veya külliyeler, görevli kadrosu ve bunların aileleriyle birlikte zamanla küçük bir yerleşim yeri oluşturmakta, böylece külliye etrafında tesis edilen veya gelişen mahalleler vasıtasıyla şehrin fiziksel yapısı şekillenmekte ve gelişimi sağlanmaktaydı. Bu durum Osmanlı şehirlerinin alt yapı finansmanının temin edilmesinde, kuruluşunda, imarında, iskânında ve gelişmesinde vakıfların önemli rol oynadığını göstermesi bakımından dikkat çekicidir.

Bu anlayışla Osmanlılar’ın daha kuruluş döneminde şehirleşmenin asıl nüvesini meydana getiren, vakıf yoluyla inşa edilen eserlerin tahmin edilenin üstünde olduğu görülür. Orhan Gazi, başta İznik ve Osmanlı Beyliği’nin merkezi Bursa olmak üzere birçok yerde vakıf eserler tesis ettirdi; 1339-1340’ta Bursa’da kalenin doğu tarafında cami (Orhan Camii), imaret, medrese, hamam ve kervansaraydan oluşan bir külliye yaptırdı. Bursa’nın çehresini değiştiren bu bina grupları şehrin merkezini teşkil etti. Alâeddin Bey, Çoban Bey, Hoca Nâib gibi adlar taşıyan yeni semtler bu devirde kuruldu. Bundan sonraki dönemlerde gelişmesi daha da hızlanan şehrin başka kesimlerinde padişahlar, hânedan mensupları ve diğer ileri gelenler sayesinde zengin vakıfların tahsis edildiği birçok ticarî ve dinî merkez oluşmaya başladı. Bunlar Yıldırım, Emîr Sultan, Sultan Mehmed (Yeşil) gibi yeni bölgelerin ve mahallelerin kurulmasını sağladı. Böylece Bursa, XVI. yüzyıl ortalarında 50.000’i aşan nüfusu ile Anadolu şehirleri arasında en fazla nüfusa sahip yer haline geldi. Osmanlılar’ın Bursa’yı başşehir yaptıktan sonra Çanakkale Boğazı’nı aşması, 1352’de Gelibolu yarımadasına yerleşmesi, 1361’de Edirne’nin fethi, fetihler ilerledikçe her biri Balkanlar’ın uç bölgelerinde yer alan Filibe, Eski Zağra, Tatar Pazarı, Sofya, Babadağı, Silistre, Vidin, Üsküp, Serez, Tırhala ve Eğri gibi merkezlerle çevresi Anadolu’dan gelen Türk göçmenlerinin ve kültürünün ağır bastığı şehirler haline geldi. Balkanlar’da pek çok yerleşim yeri, klasik Osmanlı şehircilik anlayışı çerçevesinde kısa sürede yapılan imar faaliyetleri sonucunda çarşı ve mahallelere bölünmüş şekilde bir gelişme göstermeye ve Osmanlı şehri özelliğini kazanmaya başladı.

Osmanlılar’ın vakıflar yoluyla şehirleşmeye yönelik imar faaliyetleri, özellikle İstanbul’un fethinin ardından Fâtih Sultan Mehmed döneminde başşehir İstanbul’da görülür. II. Bayezid ve Kanûnî Sultan Süleyman zamanında devam eden ve zirveye ulaşan bu faaliyetler neticesinde sadece hükümdarlarca değil hükümdarların oğulları, kızları, zevceleri ve devlet adamları tarafından inşa edilen cami ve imaretlerin sayısının binleri aştığı dikkati çeker. Bu imar faaliyetlerine paralel şekilde İstanbul, Fâtih döneminde alınan tedbirler ve uygulanan iskân siyasetiyle daha sonraki dönemlerde gönüllü göçler neticesinde sadece Osmanlı Devleti’nin değil Avrupa’nın en büyük şehri haline geldi. Bu arada Osmanlı hânedanının temsilcileri olarak Anadolu’da daha ziyade eski beyliklerin merkezinde sancak beyi sıfatıyla görev yapan ve âdeta başşehir İstanbul’un ve sarayın minyatür bir yapısını bu sancaklara taşıyan şehzadeler, şehir merkezlerinin fiziksel görünümünü değiştirecek ölçüde imar faaliyetlerinde bulundular. Trabzon, Amasya ve Manisa gibi şehirlerde hânedan mensuplarının inşa ettirdikleri kamu binaları ve mâbedler söz konusu merkezlerin fiziksel ve kültürel, vakıflar vasıtasıyla da ekonomik gelişiminde önemli rol oynadı.

Vakıf olarak kurulan tesisler, bazan “vakıf şehir” denebilecek ölçüde yeni bir şehrin veya kasabanın asıl çekirdeğini teşkil etmiştir. Önemli bir stratejik mevkide bulunması dolayısıyla gelişmesi ve şehirleşmesi istenen yerlerde dinî, içtimaî ve ticarî yapılar grubu kurulur, bunlar vakıflarla desteklenirdi. Bazan merkezden mimarbaşının görevlendirdiği kimseler veya mimarlar yapılacak inşaata nezaret ederlerdi. İnşaat tamamlandıktan sonra en önemli mesele şehir veya kasabanın sakinlerini oluşturacak ahalinin yerleştirilmesidir.


Bunun için daha çok tesislerin kurulduğu yerlere yakın kırsal kesimden halkın iskânına çalışılırdı. Ayrıca yerleşmeyi teşvik etmek ve daha cazip hale getirmek amacıyla bölgeye gelip yerleşecek olanlardan bazı vergiler alınmazdı. Erken dönemlerde vakıf şehir özelliğinde kurulan yerlerin en tipik örneklerinden birini Balkanlar’daki Uzunköprü teşkil eder. Ergene nehri üzerinde Balkanlar’a doğru açılan bir geçit yerinde bulunmasına rağmen bataklık, ormanlık ve hırsız yatağı olan Uzunköprü mevkiine II. Murad kendi vakıf hayratı olarak 1427-1428 yıllarında bir köprü, pazar yeri, cami, hamam ve medrese yaptırmaya başladı. Yaklaşık on sekiz yıl sonra inşaatın tamamlanması ve çevre köylerden halkın yerleştirilmesiyle Uzunköprü (o dönemdeki adı Cisr-i Ergene) kasabası ortaya çıktı. Aynı şekilde birçok Bosna şehri önce bölgede sancak beyliği ve yüksek mevkilerde görevli kimseler, ardından zengin esnaf ve tüccarların yaptırdığı dinî ve sosyal tesislerle Osmanlı şehri haline gelmeye başladı. XV. yüzyıl ortalarında Bosna’da etrafı dağlarla çevrili düz bir alanda pazar yeri olan Sarayova, XVI. yüzyılın ilk çeyreğinden sonra vakıf şeklinde Gazi Hüsrev Bey adına yaptırılan cami, hamam ve medrese, XVI. yüzyıl ortalarından sonra inşa ettirilen Ali Paşa Camii gibi tesislerle yükselmeye başladı. Bu arada Foça’da Alaca Camii ve Banaluka’da Ferhad Paşa Camii, Bosna’daki şehirleri şekillendiren muhteşem mimarinin örneklerini teşkil etti. XVI. yüzyılda Balkanlar’da şehirleşmeye yönelik bu imar faaliyetleri, aynı yüzyılın ikinci yarısında Anadolu’da Karaman bölgesindeki Karapınar adlı bir yerde II. Selim’in vakıf hayratı olarak yaptırdığı külliye ile kendini gösterdi. Karapınar, Sultaniye adıyla külliyenin inşa edilmesinden sonra Aksaray, Niğde, Karaman bölgesinden getirilen yerleşik halk ile Varsaklar ve İlyaslar gibi konar göçer grupların yerleştirilmesiyle kısa sürede bir kasaba haline geldi. XVII. yüzyılda Celâlî isyanlarının sadece kırsal kesimi değil şehir ve kasabaları da olumsuz yönde etkilemesine rağmen vakıfların şehir ve şehirleşmedeki fonksiyonlarının devam ettiği söylenebilir. Bu fonksiyonların ana yolların üstündeki küçük yerleşim yerlerinde daha fazla olduğu görülür. Nitekim Malatya’nın kuzeybatısında yol üzerinde bulunan Hekimhan adlı konaklama yerine vakıflardan oluşan bir külliye inşa edildi ve burası zamanla bir kasaba hüviyeti kazandı. Ayrıca Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa doğum yeri olan Merzifon’a büyük bir cami yaptırdı.

Vakıfların küçük yerleşim yerlerinin şehre dönüşmesinde önemli rol oynamasıyla ilgili bir diğer örnek, Muşkara adıyla bilinen köyün XVIII. yüzyılın ilk çeyreğinde Nevşehir’e dönüşümü sürecinde görülür. Sadrazam Nevşehirli Damad İbrâhim Paşa’nın doğduğu köy olan, Ürgüp kazasının Uçhisar nahiyesine bağlı Muşkara 1584’te 900 kişi civarında bir nüfusa sahipti. İbrâhim Paşa, sadrazam olduktan (1718) sonra önce buraya cami, medrese, çeşme, mektep, imaret, kütüphane, han, hamam, dükkân gibi tesisler yaptırdı ve Muşkara köyü bu tesislere vakfedildi. Köyün ahalisi avârız vergisinden muaf tutuldu; hatta bu muafiyet, köyün bir kasaba haline gelmesini sağlamak için etraftan buraya getirilip yerleştirilen göçebe gruplara da teşmil edildi. Böylece Muşkara köyü “yeni kurulan şehir” anlamında Nevşehir adıyla anılmaya başlandı.

Şehirlerin gelişmesinde ve yeni şehirlerin kurulmasında Osmanlı Devleti’ndeki yol şebekesinin etkisi de önemlidir. İstanbul’un fethinden sonra İstanbul ağırlıklı bir gelişme gösteren Osmanlı yol şebekesi İstanbul’dan Balkanlar’a ve Anadolu’ya doğru sağ, orta ve sol olmak üzere üç ana kola ayrıldı. Bazı tâli yolların bağlandığı bu ana kollar üzerindeki şehir ve kasabaların özellikle nüfus ve ekonomik bakımdan gelişmeye daha açık olduğu söylenebilir. Bu durum, bilhassa XVII. yüzyıldan itibaren sahil kesimlerindeki şehir ve kasabaların gelişmesinde gözlemlenir. Ayrıca Osmanlı idaresindeki önemli Arap şehirleri Osmanlı sistemine uygun bir gelişme seyri izledi. Halep, Şam, Bağdat, Musul, Kudüs, Filistin’deki şehir ve kasabalar, Kahire gibi merkezler Memlük idaresi altındaki fiziksel yapılarından çok daha büyük bir alanı kaplar hale geldi. Yönetici olarak burada görev yapan devlet adamları inşa ettirdikleri vakıf eserler cami, imaret vb. kamu binalarının çevresinde yeni mahallelerin teşkiline ve şehirlerin fiziksel açıdan büyümesine yol açtı. Zira ekonomik destek bunların gelişiminde önemli bir faktördü.

Osmanlı döneminde şehirlerin fiziksel yapısını belirleyen en önemli etkenlerden biri mahalledir. Genelde yirmi ile kırk hâne arasında, bazan bu sayının altında veya üstünde hâne barındıran mahalleler çok defa bir mescid, cami, imaret, zâviye, kilise, havra gibi tesislerin etrafında yer alır ve genelde o tesisin adını taşır. Bunun yanında bazı mahallelerin adları kuruldukları yerin doğal özelliğini yansıtabilir. Bazıları ise mahalleyi tesis eden halkın dinî veya idarî bir liderinin yahut konar göçer bir grubun adını taşıyabilir. Ayrıca siyasal, sosyal ve ekonomik sebeplerle bir şehirden veya bölgeden göç ederek başka bir şehre yerleşen topluluklarca teşkil edilen mahalleler göç edilen şehrin veya bölgenin adını alabilir. Bazı mahalleler ise o mahallede mevcut sınaî bir tesisin veya mahalle halkının uzmanlaştığı bir mesleğin adıyla bilinir.

Mahallelerdeki evler daha çok o yörede bulunan malzemelerle tek katlı olarak inşa edilir, malzemeye göre kerpiçten ve ağaçtan yapılırdı. İşleme ve taşıma güçlüğünden ve çok masraflı olmasından dolayı taştan yapılan evler fazla değildi. Sokaklar ise genelde dardı ve bazan çıkmaz bir sokak da olurdu. XVII. yüzyılda Ankara gibi şehirlerde üst katı bulunan evlerin yapılmaya başlanması İstanbul merkezli ev yapımı şeklinin tesirini gösterir. Osmanlı mahallelerinin bu durumu şehir düzeni ve sistemini Doğu’ya has bir şekle koyar. Sokaklar belirli bir meydana açılmaz, bu da düzensiz bir yerleşimi düşündürür. Avrupa şehirleriyle yapılan karşılaştırmalarda Osmanlı şehirlerinin sistemli olmayışı daima öne çıkarılmıştır. Halbuki burada esas olan husus insan faktörüdür ve onun şehir kavramını algılayış biçimidir. Dolayısıyla kuramsal düzeyde Weber’in ve haleflerinin çizdiği şehir modeline Doğu şehirlerinin uymaması şehircilik anlayışının bulunmadığı


anlamına gelmez. Yapılan çalışmalar şehir kavramını toplum, siyasal ve ekonomik yapı, fiziksel özellikler bütünü içerisinde ele almaktadır. Bu bakımdan Osmanlı şehirleri fiziksel özellikleri, ekonomik gelişmişliği ve fonksiyonel yapısıyla bir Osmanlı şehri kavramını çağrıştıracak bütünlük göstermektedir.

Osmanlı şehirlerinde mahalleler bazı istisnalarla müslüman, Ermeni, Rum, yahudi ve Çingene gibi aynı dine ve kökene mensup ailelerden meydana gelir. Bir mahallede birbirine komşu olan ailelerden çoğunun aynı zamanda akraba olduğu anlaşılır. Anadolu ve Balkanlar’da Osmanlı şehirlerindeki mahallelerde genellikle dinî ve etnik gruplar bir arada yaşamasına rağmen nâdir de olsa bazı şehirlerde müslümanlarla gayri müslimlerin aynı mahalle de oturdukları dikkati çeker. Söz konusu gruplar arasında çarşıda ve pazarda her zaman ticarî ve sosyal ilişkler görülmüştür. Bu hususlar çerçevesinde Osmanlılar’da mahalle birbirini tanıyan, bir ölçüde birbirinin davranışından sorumlu, sosyal dayanışma içinde olan ailelerden meydana gelen bir topluluk ve hukukî birlik özelliği taşır. Bu bir bakıma mahallede işlenen suçların sorumluları bulunamazsa sakinlerinin tazminat ödemesi anlamına gelir. Bunun yanında mahalleler vergilerin tesbiti ve toplanması, asayişin sağlanması gibi yükümlülüklerin yerine getirilmesinde sorumlu birimlerdir. Bu sebeple mahalleler, şehirlerin sadece fiziksel yapısını belirleyen bir birim değil idarî ve sosyal bir ünite mahiyeti gösterir.

Anadolu ve Balkanlar’daki şehir ve şehirleşme anlayışının 1839’da Tanzimat’ın ilânına kadar devam ettiği söylenebilir. Tanzimat’ın ilânı ile birlikte bu şehirler hem idarî yönden hem de imar ve iskân bakımından yeni bir sürece girdi. 1863 yılında başta ulaşım, şehir ve kasabaların imarı, iskân ve asayiş durumu, ziraî ve sınaî faaliyetler olmak üzere çeşitli meseleleri yerinde incelemek, söz konusu meselelerin çözümü hususunda yerinde kararlar almak ve bu konularda merkeze gerekli raporları sunmak gibi geniş yetkilere sahip teftiş memurluklarının kurulmasına karar verildi. Bu karar doğrultusunda Bosna-Hersek yöresine Cevdet Efendi (Paşa), Anadolu’nun sol koluna Rızâ Efendi, Rumeli’nin sol koluna Subhi Beyefendi ve Anadolu’nun sağ koluna Ahmed Vefik Efendi (Paşa) tayin edildi. Ahmed Vefik Efendi’nin 1864 tarihli tahriratından anlaşıldığı kadarıyla adı geçen teftiş memurları yerinde kararlar alıp uygulamaya girişmişler, şehir ve kasabaların plan ve imarı ile harap olan tarihî eser ve âbideleri tesbit ederek bunların onarımı yönündeki icraatlarını ve bu konularda alınması gereken tedbirleri içeren raporlarını merkeze göndermişlerdir. Bu durum devletin şehirlere yönelik köklü müdahalesi anlamına gelmektedir. Yeni şehirlerin klasik görüntüsü devlet eliyle düzeltilmeye başlandı. XIX. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Anadolu ve Balkanlar’daki birçok şehri yeniden şekillendiren planlar bunun önemli göstergeleridir. Böylece yönetim ve eğitim binaları ile birçok şehri sembolize eden saat kuleleri ve açılan meydanlar fiziksel yapıyı belirledi; bu anlayış Cumhuriyet dönemine de intikal etti. Ancak şunu belirtmek gerekir ki Cumhuriyet devrinde kurulan şehirlerde (Kırıkkale, Gölcük, Karabük, Tunceli ve Batman) eski dönemlerde tesis edilen şehirlerdeki şehircilik zevkini yakalamak mümkün değildir. Selçuklu ya da Osmanlı şehirlerinin kendilerine has birtakım özellikleri bulunduğu halde Cumhuriyet döneminde kurulan şehirlerin kendilerine has ortak bir karakteri olduğu söylenemez (Tuncel, Doğumunun 100. Yılında Atatürk’e Armağan, s. 309-350).

BİBLİYOGRAFYA:

Gökbilgin, Edirne ve Paşa Livâsı, s. 216-217; Metin Tuncel, “Tarih Boyunca Türkiye’de Kent Kuruluşları”, Doğumunun 100. Yılında Atatürk’e Armağan, İstanbul 1981, s. 309-350; a.mlf., “Türkiye’de Kent Yerleşmelerinin Tarihçesine Toplu Bir Bakış”, İÜ Coğrafya Enstitüsü Dergisi, sy. 23, İstanbul 1980, s. 123-160; Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğunda Şehircilik ve Ulaşım Üzerine Araştırmalar (der. Salih Özbaran), İzmir 1984; Uğur Tanyeli, Anadolu Türk Kentinde Fiziksel Yapının Evrim Süreci: 11.-15. yy, İstanbul 1987; Musa Çadırcı, Tanzimat Döneminde Anadolu Kentlerinin Sosyal ve Ekonomik Yapıları, Ankara 1991; Suraiya Faroqhi, Osmanlı’da Kentler ve Kentliler (trc. Neyyir Kalaycıoğlu), İstanbul 1993; A. Raymond, Osmanlı Döneminde Arap Kentleri (trc. Ali Berktay), İstanbul 1995; Modernleşme Sürecinde Osmanlı Kentleri (ed. P. Dumont - F. Georgeon, trc. Ali Berktay), İstanbul 1996; M. Cerasi, Osmanlı Kenti: Osmanlı İmparatorluğunda 18. ve 19. Yüzyıllarda Kent Uygarlığı ve Mimarisi (trc. Aslı Ataöv), İstanbul 1999; Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi: 1300-1600 (trc. Halil Berktay), İstanbul 2000, I, tür.yer.; Edhem Eldem v.dğr., Doğu ile Batı Arasında Osmanlı Kenti: Halep, İzmir ve İstanbul (trc. Sermet Yalçın), İstanbul 2003; İlhan Şahin, Osmanlı Döneminde Konar-Göçerler, İstanbul 2006, s. 247-256; a.mlf., “Vakıf ve Şehirleşme”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, sy. 1, İstanbul 1987, s. 23-24; Erol Özvar - Arif Bilgin, “Şehir Yönetimi ve Tarih Üzerine”, Selçukludan Cumhuriyete Şehir Yönetimi (ed. Erol Özvar - Arif Bilgin), İstanbul 2008, s. 15-32; Özer Ergenç, “Osmanlı Şehir Tarihi Araştırmalarının Kuramsal Çerçevesi Nasıl Oluşturulabilir?”, a.e., s. 49-60; Feridun M. Emecen, “Osmanlı Şehzadeleri ve Taşra İdaresi”, a.e., s. 99-112; Tahsin Özcan, “Osmanlı Şehirciliği ve Vakıflar”, a.e., s. 113-128; Ömer Lütfi Barkan, “Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskan ve Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler”, VD, sy. 2 (1942), s. 354-355; Doğan Kuban, “Anadolu Türk Şehri, Tarihi Gelişmesi, Sosyal ve Fizikî Özellikleri Üzerinde Bazı Gelişmeler”, a.e., sy. 7 (1968), s. 53-73; Mehmet Öz, “Osmanlı Klasik Döneminde Anadolu Kentleri”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, III/6, İstanbul 2005, s. 57-88.

İlhan Şahin




İslâm Şehri Kavramı. İslâmî şehir teorisi, 1920-1950 yılları arasında Batı’daki şarkiyat çalışmaların bir parçası olarak geliştirilmiştir. Asıl amacı Arap dünyasındaki şehirlerin hangi kentsel tipe ait olduğunu tesbit etmek olan bu çalışmaları gerçekleştirenler genellikle Fransız araştırmacıları olmuştur (Humphreys, s. 228). İslâmî şehir kavramını ortaya ilk defa Cezayir (G. ve W. Marçais, R. Le Tourneau) ve Şam (J. Sauvaget, J. Weulersse) ekolleri koymuş, ancak buna son şeklini 1955’te yayımlanan “The Structure of the Muslim Town” adlı makalesiyle Gustave von Grunebaum vermiştir. İslâmî şehrin tanımı, antik şehre veya Ortaçağ’da Batı’daki şehirlere


kıyasla ve menfi bir bakış açısıyla yapılır. Buna göre İslâmî şehir düzenli bir yapı göstermemesi bakımından antik şehirden, şehir meclislerinin bulunmaması açısından Ortaçağ’a ait Batı şehirlerinden farklıdır. İslâmî şehir kendine özgü bir hukukî statü ve yönetim biçimine sahip olmadığı için kendi haline terkedilmiş, düzensiz, hatta anarşik bir yapı şeklinde tasvir edilir. Jean Sauvaget bu kavramsallaştırmanın genel hatlarını ortaya koymaktadır (Alep, s. 247-248). Sauvaget’ye göre İslâm’ın şehir anlayışı esasen menfidir. İslâmî şehir mahallelerin bir araya gelmesinden oluşan inorganik ve gevşek bir yapıdır, bu anlamda kentsel düzenin reddini ifade eder. Bu şehir türü her nevi tarihsel bağlamın dışında yer alır; klasik ve modern Osmanlı dönemini de kapsayan on üç asır boyunca niteliklerinde hiçbir değişim görülmez. İslâmî şehrin tanımında Fas’tan Çin’e, kutuplardan siyah Afrika’ya kadar uzanan ve büyük bir çeşitliliği barındıran İslâm dünyasına dair hiçbir coğrafî veya kültürel referans da yer almaz. Son yirmi beş yılda özellikle Osmanlı arşivlerine dayanarak yapılan araştırmalar, bu teorinin yerine tarihî ve coğrafî gerçekliği dikkate alan yeni bir analizin ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Bu analiz, tarihsel kaynaklardan beslendiği kadar kalıntıları hâlâ ayakta duran şehirlerin incelenmesi sonucunda ortaya çıkmaktadır.

İslâmî şehrin oldukça belirgin olan genel yapısını planlardan yola çıkarak tesbit etmek mümkündür. En dikkat çekici özelliği, iktisadî faaliyetlerin yürütüldüğü mekânlarla yerleşim mekânlarının ayrı olmasıdır. Büyük cami-medreselerin ve dinî yapıların etrafında toplanan çarşı ve kervansarayların şehrin merkezinde bulunması, modern Hanefî hukukçularının da belirttiği gibi bir kamusal merkezin varlığına işaret eder. Bu bölgenin, kendine has özellikleriyle şehrin diğer kısımlarından ayrıldığı için bazan ayrı bir isimle adlandırıldığı da olur. Halep’in “Medine”si yaklaşık 12 hektarlık bir alana yayılmakta ve şehirde bulunan elli altı çarşıdan otuz biri ve elli üç kervansaraydan on dokuzu şehrin bu kısmında yer almaktadır. Değerli ürünlerin satıldığı haller (kaysâriyye, bedesten), uluslararası ticaret mallarının (kumaş, baharat, kahve) ve değerli madenlerin satıldığı dükkânların (sâğa / kuyumcu) yer aldığı büyük çarşılar (sûk), büyük kervansaraylar, büyük ve toptan ticaretin yapıldığı mekânlar (funduk, han, vekâle, simsâre) genellikle şehrin merkezinde bulunur. Nitekim Kahire’de kahve ticaretinin yapıldığı altmış vekâlenin tamamı şehir merkezindeydi. Şehrin bu bölgesi nisbeten düz ve geniş sokaklarla örülü idi ve bunlar ticaret trafiğinin gerektirdiği gibi şehrin farklı kapılarına çıkmaktaydı. Halep’in merkezinde bulunan geniş cadde antik dönemden kalmaydı. Kahire’de şehrin ortasından geçen 6 m. genişliğindeki cadde Fâtımîler’in eseriydi. Şehir merkezinin çevresinde meskûn mahaller vardı. Etrafında kapılar bulunan bu semtlerde (havme, hâre, mahalle) yer alan çıkmaz sokakların bir ucu ticaret yapılan şehir merkezine açılırdı. Şehir halkı ancak günlük ihtiyaçların dışındaki gereksinimleri için merkeze giderdi. Meskûn mahallerde özel hiçbir iktisadî faaliyet yürütülmüyordu. Buralarda sadece halkın gündelik ihtiyaçlarını karşılamak için kurulmuş olan çarşılar (süveyka) vardır. Şehirlerin dışında ise özel olmayan, fakat çevreyi kirleten (tabakhâneler, fırınlar) veya geniş alanlar gerektiren (sebze ve tahıl pazarları) faaliyetler yapılıyordu. Buna göre şehirler radyo-konsantrik prensibe göre örgütlenmişti. En önemli ve yüksek gelir getiren iktisadî faaliyetler şehir merkezinde yoğunlaşmış, daha az gelir getiren faaliyetler şehrin çevresinde toplanmıştı. Bu düzen aynı zamanda yerleşim yerleri için de geçerliydi. Tüccar burjuvalar ve şeyhler merkeze yakın mahallerle büyük çarşı ve cami-medreselere yakın yerlerde ikamet ederlerdi. Fakir kesim olumsuz şartların hüküm sürdüğü şehrin kenar semtlerinde yaşardı. J. Revault (Tunus), J.-Cl. David (Halep), N. Hanna (Kahire), C. Establet ve J.-P. Pascual’ın (Şam) yaptıkları çalışmalar büyük Arap şehirlerinde halkın bu şekilde ayrıştığını ortaya koymaktadır.

Modern Arap şehrinin mekânsal yapısı keskin toplumsal farklılıkların olduğunu da gösterir. Toplumun farklı kesimlerinin sahip bulunduğu zenginliğe göre şehir merkezinden kenar semtlere doğru iç içe geçmiş halkalar şeklinde ayrışması eşitliğe uymayan bir toplum yapısına işaret eder. Müminler arasında tam bir eşitliğin öngörüldüğü ümmet modelini temsil eden şehir toplumu Osmanlı döneminde dikkat çekici sosyal bir eşitsizlik arzediyordu. XVIII. yüzyılın sonunda Kahire’de mahkemelerin veraset belgelerinden yola çıkarak yapılan bir araştırmada incelenen kişilerin % 3’ü toplam zenginliğin % 50,1’ini paylaşırken % 49,9’u sadece % 4,3’ü ile yetinmekteydi. Nitekim Kahire’de (A. Raymond), Şam’da (C. Establet, J.-P. Pascual, B. Marino) ve Cezayir’de (T. Shuval) sosyal eşitsizliği ölçen Gini katsayısı oldukça yüksek çıkar. Şehirlerdeki ayırımcı uygulamalara özellikle dinî azınlıkların (hıristiyan ve yahudi zimmîler) yaşadığı mahallelerde rastlanır. Bu durum, bilhassa azınlıklara büyük hoşgörüyle yaklaşan ve onların dinî ve millî özerkliklerine saygı gösteren Osmanlı Devleti döneminde daha da belirgin bir hal alır. XVI. yüzyıldan XIX. yüzyıla kadar Halep’te bir hıristiyan mahallesinin ortaya çıkması ve gelişmesi bu durumun sonucudur.

Şehrin bu şekilde düzenlenmiş olmasında bazı istisnalar mevcuttur. Bu istisnalar özellikle azınlıkların oturduğu mahallelerin konumuyla ilgilidir. Genel teamülün aksine Kahire’deki yahudi mahallesi fakir olmasına rağmen şehir merkezine yakın bir yerde bulunmaktaydı. Bunun sebebi muhtemelen yahudilerin çalıştığı kuyumcuların şehir merkezinde yer almasından kaynaklanıyordu. Halep’te zengin bir cemaat olan hırıstiyanlar ise şehrin dışında kuzeyde bir bölgede yaşamaktaydı. Hâkim olan seçkinler yerli halktan uzak durmak ve özel bir alan bulabilmek amacıyla normal durumlarda fakir halkın yaşadığı şehrin dışındaki alanlara yerleşmekteydi. Kahire’de iki gösterişli mahalle olan Birketülfîl ve Birketülezbekiye bu duruma örnektir.

İslâmî şehir oryantalistlerin iddia ettikleri kadar zayıf bir yönetime sahip değildi. Merkezî Osmanlı yönetimi taşradaki büyük şehirlerin idaresinde önemli rol oynamaktaydı. Meselâ 1552’de sıhhî sebeplerden dolayı Kahire’deki tabakhânelerin taşınmasına karar verilmiş ve ilerleyen yıllarda bu karar uygulanmıştır. Ayrıca Halep’teki belge koleksiyonlarında şehir yönetimiyle ilgili buna benzer birçok müdahalenin izlerini bulmak mümkündür. Paşalar ve yerel memurlar (vali, muhtesip ve özellikle kadılar) şehir düzeniyle ilgili belli kuralların gözetilmesini denetlerdi. Meslek grupları (Kahire’de 250, Halep’te 160), mahalle örgütlenmeleri (Kahire’de 100’e yakın), dinî ve etnik cemaatler gibi belirli gruplar da (tavâif) yine benzeri bir işlev görmekteydi. Şehrin düzeni konusunda ayrıca dinî vakıflar (Mağrib’de habûs) önemli bir rol oynamış, bunlar şehircilik anlayışı içerisinde şehrin gelişmesine önemli katkılarda bulunmuştur. Halep’te birbirini takip eden paşalar tarafından 1544-1583 yılları arasında kurulan dört büyük vakıf sayesinde şehir Osmanlı döneminin başında büyük bir ekonomik sıçrama yaparak iki kat büyümüştür.

Arap-İslâm şehri belirli bir tarihî döneme -Osmanlı devrine- ve belirli bir coğrafî bölgeye -Akdeniz’deki Arap ülkelerine-


gönderme yapar. Bu modern dönem çerçevesinde şüphesiz diğer bölgesel unsurlar, özellikle Anadolu ve İran-Afganistan coğrafyaları dikkate alınmalıdır. Fas’ta ve Afganistan’daki çarşıların merkezîliği ve mahallelerin yapısı, buralarda yaşayan müslümanların dinî ve kültürel gelenekleri vasıtasıyla şehirlerin organizasyonlarını nasıl derinden etkilediklerini gösterir. Bu şehirler, örgütlenme biçimleriyle değil ancak bu derin etki sebebiyle müslüman olarak nitelendirilebilir.

BİBLİYOGRAFYA:

H. Pirenne, Les villes du moyen âge, Bruxelles 1927; J. Sauvaget, Alep, Paris 1941; R. le Tourneau, Les villes musulmanes de l’Afrique du nord, Alger 1957; G. Marçais, “L’urbanisme musulman”, Mélanges d’histoire et d’archéologie de l’occident musulman, Alger 1957, s. 219-231; W. Marçais, “L’islamisme et la vie urbaine”, Articles et conférences, Paris 1961, s. 66-76; J. Revault, Palais et demeures de Tunis, Paris 1967-78, I-IV; A. Raymond, Artisans et commerçants au Caire, Damas 1974; a.mlf., Osmanlı Döneminde Arap Kentleri (trc. Ali Berktay), İstanbul 1995; a.mlf., “Ville musulmane, ville arabe”, Panoramas urbains. Situation de l’histoire des villes (ed. J.-L. Biget - J. Cl. Hervé), Fontenay 1995, s. 309-336; a.mlf., La ville arabe, Alep, à l’époque ottomane, Damas 1998; N. Hanna, Habiter au Caire aux XVIIè et XVIIIè siècles, Le Caire 1991; R. Stephen Humphreys, Islamic History, Princeton 1991, s. 228; The Middle Eastern City and Islamic Urbanism, an Annotated Bibliography of Western Literature (ed. M. E. Bonine v.dğr.), Bonn 1994; C. Establet - J. P. Pascual, Familles et fortunes à Damas, Damas 1994; B. Marino, Le faubourg du Mīdān, Damas 1997; T. Shuval, La ville d’Alger vers la fin du XVIIIème siècle, Paris 1998; E. Wirth, Die Orientalische Stadt, Mainz 2000; J. Weulersse, “Antioche, essai de géographie urbaine”, BEO, IV (1934), s. 49 vd.; G. von Grunebaum, “The structure of the Muslim Town”, The American Anthropologist, LVII (1955), s. 141-158; J.-Cl. David, “Alep dégradation et tentativesactuelles de réadoptation des structures urbaines traditionnelles”, BEO, XXVIII (1975), s. 19-50; B. Johansen, “The Allembracing Town and its Mosques al-Misr al-Ğami”, Revue de l’occident musulman et de la Méditerranée, XXXII/2, Aix-en-Provence 1981, s. 139-161; C. Establet v.dğr., “La mesure de l’inégalité dans la société ottomane”, JESHO, XXXVII (1994), s. 171-196.

André Raymond