SAVAŞ

Milletlerarası münasebetlerde krizlere yol açan anlaşmazlıkların diplomatik girişimler, ara buluculuk ve tahkim başta olmak üzere barışçıl yollarla veya misilleme, abluka, ekonomik ambargo gibi yaptırımlarla giderilememesi durumunda söz konusu olan en şiddetli ilişki biçimidir. Modern devletler hukuku doktrinine göre “tarafların çıkarları doğrultusunda birbirlerine isteklerini zorla kabul ettirmek amacıyla ve devletler hukukunca öngörülmüş kurallar çerçevesinde iki veya daha fazla devlet arasında yapılan silâhlı mücadele” şeklinde tanımlanan savaşın İslâm geleneği ve hukuku söz konusu edildiğinde daha farklı bir zemine sahip olduğu görülmektedir. Gerek tarihsel gerek modern bakış açılarına göre başka yollarla elde edilemeyen siyasî, iktisadî ve askerî hedefleri kuvvet zoruyla gerçekleştirme yönündeki savaş anlayışlarına karşılık fakihler savaşı, İslâm ülkesinin ve müslümanların güvenliğini tehdit eden ve Cenâb-ı Hakk’ın bütün insanlığın mutlak yararını gerçekleştirmek üzere gönderdiği son dinin insanlara ulaşmasını engelleyen güçlerle mücadele etmenin ve bu uğurda bütün çabayı göstermenin


nihaî çaresi olarak algılamışlardır. Hedef ve mahiyet bakımından diğer savaş tanımlamalarından çok farklı olması sebebiyle İslâm hukukçuları, Arap dilinde silâhlı çatışmayı ifade eden diğer kelimeler yerine daha çok cihâd terimini kullanmışlar ve bunu öbür savaşların istilâ, sömürü, baskı ve zulüm gibi olumsuz amaçlarından ayırmak için “Allah yolunda ve uğrunda” (fî sebîlillah) nitelemesiyle birlikte ifade etmişlerdir. Silâhlı çatışmalar dahil olmak üzere uluslararası ilişkilere ait normatif düzenlemelerin fıkıh literatüründe genellikle cihad veya siyer terimi altında toplanmış olması da bu bakış farklılığının bir sonucudur. Bununla birlikte gerek dinî metinlerde gerekse fıkıh literatüründe “iki topluluk arasında meydana gelen silâhlı çatışma” anlamındaki savaş karşılığında harb (el-Mâide 5/64; el-Enfâl 8/57; Muhammed 47/4) ve kıtâl (el-Bakara 2/190-191, 193; en-Nisâ 4/74-76; et-Tevbe 9/12-13) gibi kelimelerle bunların türevleri de kullanılmıştır.

İnsanlık tarihinde bağımsız siyasal organizasyonların kurulup toplumların birbiriyle ilişki kurduğu ilk dönemlerden itibaren çıkar çatışmaları, güç dengeleri ve dinî-ideolojik sebepler ekseninde düşmanca tutumlar gündeme gelmiştir. Bu durum, aslında insan tabiatında mevcut olan ve ilk defa Hz. Âdem’in oğulları arasında baş gösteren (el-Bakara 2/36; el-Mâide 5/27-31; el-A‘râf 7/24; Buhârî, “Cenâǿiz”, 33) bir düşmanlık olgusunun milletlerarası hüviyet kazanmış şeklidir. İbn Haldûn’un deyimiyle savaş insanlık tarihi kadar eski bir geçmişe sahiptir ve doğal bir gelişmedir (Mukaddime, II, 37). Başka toplumları kendi egemenliği altına alma, mal ve zenginliklerine el koyma, sömürme, ilâhî mesajın insanlara ulaşmasını engelleme yönündeki faaliyetler tarih boyunca hep devam etmiş, hak ve bâtılın mücadelesi hep var olmuş (el-Kehf 18/56; el-Mü’min 40/5; Muhammed 47/3), dolayısıyla İslâmiyet’te sömürü ve zulmü önleme ve insanlığın huzurunu temin için belli bir aşamadan sonra silâhlı mücadele meşrû kabul edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu anlamdaki meşruiyetin amacına şöyle işaret edilmiştir: “Eğer Allah insanların bir kısmıyla diğerlerini savuşturmasaydı dünyanın düzeni bozulurdu” (el-Bakara 2/251); “Eğer Allah bazı insanları diğerleriyle savmasaydı manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah’ın ismi çokça anılan mescidler yıkılır giderdi” (el-Hac 22/40). Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın daha ilk cümlesinde, “Bir insan ömrü içinde iki kere insanlığa tarif olunamaz acılar yükleyen savaş belâsından gelecek nesilleri korumaya azmetmiştir” denmesine rağmen savaş gerçeği günümüzde de devam etmektedir. Zira uluslararası ilişkilerde eskiden olduğu gibi bugün de kuvvet dengeleri önemli rol oynamakta, çıkarlarını güç kullanarak elde etmek isteyen büyük devletlerin bu arzularını engelleyecek yaptırımlar bulunmamakta, uluslararası barışı sağlamakla görevli kurumlar çeşitli baskı ve yönlendirmeler sebebiyle yeterince etkili olamamaktadır.

İslâm’a göre savaş, yayılmacılık güdüsüyle çıkar sağlama ve sömürme amacına değil dine ve inananlara yönelik düşmanca girişimleri bertaraf etme, barış için gerekli ortamın oluşmasını sağlama, bu ortamı bozanlara engel olma, gerekirse cezalandırma ve sonuçta temel hak ve özgürlükleri güvence altına alma amacına yöneliktir (el-Enfâl 8/39, 47, 56-57, 61; el-Kasas 28/77, 83). Resûl-i Ekrem, ganimet elde etme veya kahramanlık duygularını tatmin etme ya da şöhrete ulaşma kaygısıyla yapılan savaşları yererken (Müsned, IV, 402; Buhârî, “Cihâd”, 15; Müslim, “İmâre”, 149) aynı zamanda savaş fikrinin hangi zemine oturması gerektiğine işaret etmiştir. Kur’an’ın hukukî düzenlemelerle ilgili temel özelliklerinden biri olan tedrîcîlik ilkesi doğrultusunda savaşla ilgili hükümler bakımından bir gelişim sürecinin yaşandığı görülür. Mâruz kalınan işkencelere rağmen müslümanların sayısının ve gücünün azlığından dolayı Mekke döneminde savaşa izin verilmemiştir (Kurtubî, XII, 69; Takıyyüddin İbn Teymiyye, s. 59-60; İbn Kesîr, I, 414). Cessâs, hicretten önceki dönemde sıcak çatışmanın yasak olduğu konusunda görüş birliği bulunduğunu söyler ve bu hükmün “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen -kötülüğü- daha güzel bir tavırla önle” (Fussılet 41/34); “Yine de onları affet ve aldırış etme” (el-Mâide 5/13); “Sana düşen yalnızca duyurmaktır; hesabı görmek bize aittir” (er-Ra‘d 13/40) meâlindeki âyetlerle diğer bazı âyetlere dayandığını kaydeder. İbn Abbas’tan nakledilen bir olay savaş yasağının hicretten sonra bir müddet daha sürdüğünü göstermektedir. Malları Mekke’de kalan Abdurrahman b. Avf ve akrabaları Hz. Peygamber’e gelerek, “Biz müşrik iken zengin ve saygındık, müslüman olduktan sonra zelil hale düştük, -savaşa izin yok mu?-” dediklerinde Resûl-i Ekrem, “Bana affetmek emredildi, Mekkeliler’le savaşmayın” buyurmuştur (Nesâî, “Cihâd”, 1; Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī, IX,11).

Mekke’yi terketmelerine rağmen müşriklerin baskı ve saldırılarından kurtulamayan müslümanlar hicretin ilk yılında inen Hac sûresinin, “Saldırıya uğrayanlara zulme mâruz kaldıkları için savaş izni verildi” meâlindeki âyetiyle (22/39) düşmana silâhla karşılık verme imkânına kavuşmuştur. Saldırıya karşılık verme izni daha sonra nâzil olan şu âyetle yükümlülük haline dönüşmüştür: “Size savaş açanlarla Allah uğrunda siz de savaşın, fakat aşırılığa sapmayın” (el-Bakara 2/190). Saldırıya uğranılması halinde savaşı farz kılan bu emir, önceleri sadece Kureyşli müşriklere yönelikken daha sonra müslümanlar aleyhine onlarla iş birliği yapan Ehl-i kitabı (et-Tevbe 9/29) ve Arap yarımadasındaki diğer kabileler de bunlarla beraber olunca düşman niteliği taşıyan herkesi (et-Tevbe 9/ 36) kapsamına almıştır (âyetlerin nüzûl süreci için bk. Tirmizî, “Tefsîr”, 22; Şâfiî, Aĥkâmü’l-Ķurǿân, s. 351; Cessâs, I, 257; Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī, IX, 10-13; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, I, 102; İbn Kayyim el-Cevziyye, III, 7; Özel, s. 42-44). Bu süreçte savaşın, İslâm inancını ve müslüman toplumunu korumak için meşrû savunma hakkının gerektirdiği bir zorunluluk olarak görüldüğü açıktır. “Antlaşmalarını bozan, peygamberi sürüp çıkarmaya karar veren ve size ilk önce kendileri saldıran toplulukla savaşmayacak mısınız?” âyetiyle (et-Tevbe 9/13), “Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin; Allah’tan âfiyet dileyin. Fakat düşmanla karşılaşınca da sabredin ve bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır” hadisi (Müslim, “Cihâd”, 20; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 89) bu tesbiti teyit etmektedir. Başta hayat hakkı ve vücut bütünlüğü olmak üzere insan temel hak ve hürriyetlerini koruma ve her türlü haksızlığı önleme hedefine yönelik olan bu savaş anlayışı müslümanlara uygun şartlar oluştuğunda düşmanlarıyla savaşma hak ve görevini verir.

Bu kavramsal açılıma ve tarihsel gerçeklere rağmen bazı Batılı bilim adamları İslâm’ın savaş anlayışını adaleti temin etmek ve haksızlığı gidermek şeklindeki temel amaç ve anlamından soyutlayarak dârülislâmın dârülharp aleyhine sürekli genişlemesini sağlayan, bütün dünya müslüman oluncaya ve İslâm hâkimiyetine boyun eğinceye kadar bunun devam etmesini öngören bir kutsal savaş diye takdim ederler (Khadduri, s. 45, 52, 144, 202; Sellected Works, s. 72-73; Goldziher, s. 27, 106; Schacht, s. 130; Kruse, s. 170). Cihad terimini merkeze alan bu yaklaşımda Ortaçağ boyunca devam eden Haçlı seferleriyle buna karşı duran müslümanlar


arasında hüküm süren çatışmaların belirgin tabiatı ve sosyal düzenler arasındaki ilişkilerin dostça olmayışı rol oynamıştır (Abdülhamîd Ahmed Ebû Süleyman, s. 47). Zira Haçlılar papaların tahrikiyle İslâm dünyasına sürekli saldırılar düzenlemişler, asker toplayabilmek için müslümanların yok edilememesi halinde kendilerini zorla İslâm’a sokacaklarını ya da öldüreceklerini iddia etmişlerdir. Nitekim Papa II. Urban, Asya’nın barbar ırkı olarak nitelediği Selçuklular’ın şahsında İslâm’a karşı kutsal savaş ilân etmiştir (Armstrong, s. 1). Halbuki İslâmiyet en geniş anlamda din ve vicdan hürriyetini tanımış, imanın baskı altında gerçekleştirilmesini doğru bulmamış (el-Bakara 2/256; Yûnus 10/99; el-Kehf 18/29), esasen kin ve nefrete yol açan savaşı bir tebliğ aracı olarak görmemiştir.

Fıkıh Doktrininde Savaşın Meşruiyet Temeli. Her ne kadar klasik dönem müctehidlerinin genellikle uluslararası ilişkileri savaş temeline dayandırdıkları izlenimi edinilse de (Yaman, İslâm Hukukunda Uluslararası İlişkiler, s. 111 vd.) bu, mevcut devletlerin onayladığı bir milletlerarası hukukun bulunmadığı ve karşılıklı ilişkilerde savaşın belirleyici rol oynadığı kendi dönemlerindeki şartlar çerçevesinde değerlendirilmeli ve Allah’ın insanlığa son mesajını başkalarına duyurma faaliyetini engelleyecek düşmanca davranışlar karşısında bu görevin gereğini yapamama sonucunu doğuracak sürekli bir barış durumunu benimsememe biçiminde anlaşılmalıdır. Çünkü Hanefî, Mâlikî, Hanbelî ve Ca‘ferî mezheplerinin oluşturduğu büyük çoğunlukla İmam Şâfiî’ye nisbet edilen görüşlerden birine göre savaşın temel gerekçesi düşmanca tutum ve din özgürlüğünün tanınmamasıdır. Bir başka ifadeyle karşı tarafın İslâm’a ve müslümanlara yönelik fiilî düşmanlığı ile İslâm’ı tanıtma ve yaşama özgürlüğünün kısıtlanması savaşı doğuran temel sebeptir. Azınlıkta kalan Şâfiî ve Zâhirî mezhepleriyle bazı Mâlikî ve Hanbelî fakihlerine göre ise savaşın sebebi küfürdür, yani din olarak İslâm’ı benimsememektir (Özel, s. 50-57; Yaman, İslâm Hukukunda Uluslarası İlişkiler, s. 111-127).

Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyetinde ve özellikle savaşa izin veren ilk âyette savaş sebebinin düşmanın müslümanlara saldırısı ve onları yurtlarından çıkarmaları olduğunun açıkça belirtilmesi yanında (el-Hac 22/39-40), “Size savaş açanlarla Allah uğrunda siz de savaşın, fakat aşırılığa sapmayın”; “Fitne (baskı ve zulüm) kalmayıncaya ve yalnızca Allah’a kulluk edilinceye kadar onlarla savaşın; ancak vazgeçerlerse zulüm işleyenlerin dışındakilere düşmanlık yoktur” (el-Bakara 2/190, 193); “Müşrikler sizinle nasıl topyekün savaşıyorlarsa siz de onlarla topyekün savaşın” (et-Tevbe 9/ 36); “Bu yüzden biz İsrâiloğulları’na bildirdik ki, bir cinayetin veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmanın cezası olması dışında kim bir insanı öldürürse bütün insanlığı öldürmüş gibi olur, kim de bir hayat kurtarırsa bütün insanlığı kurtarmış gibi olur” (el-Mâide 5/32); “İçlerinden zulmedenler hariç Ehl-i kitap’la en güzel şekilde mücadele edin” (el-Ankebût 29/46); “Allah, din konusunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere nezaketle ve adaletle davranmanızı yasaklamaz … Allah yalnızca din konusunda sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardım eden kimselere dostlukla yaklaşmanızı yasaklar; kim onlarla dost olursa gerçek zalimler işte onlardır” (el-Mümtehine 60/8-9) meâlindeki âyetler çoğunluğun yaklaşımını desteklemektedir. Aynı şekilde savaşa bizzat katılmayan sivillerin ve din âlimlerinin öldürülmesini yasaklayan naslarla (Şevkânî, VIII, 71 vd.) meşrû gerekçelerle yapılmakta olan bir savaşın düşmanın kendi inancını koruyarak müslümanların hâkimiyetini kabul etmesi halinde sona erdirileceğini öngören âyet (et-Tevbe 9/29), savaşın meşruiyet ölçüsünün karşı tarafın İslâm’ı benimsememesi (küfür) olmadığını göstermektedir. Diğer taraftan İslâm’da insanın aslen mâsum ve kanının akıtılmasının haram olduğu temel ilkesiyle (Abdullah b. Mahmûd el-Mevsılî, V, 28; İbn Kayyim el-Cevziyye, I, 11) fakihlerin savaşın özü itibariyle iyi sayılmadığı anlayışını yansıtan anlatımları da (Kâsânî, VII, 100; Necîb el-Ermenâzî, s. 75; Özel, s. 48) bu görüşü teyit etmektedir.

Savaşın meşruiyetini karşı tarafın kâfir oluşuna bağlayan azınlıktaki fakihlerin, kendi zamanlarındaki milletlerarası şartların etkisiyle savaşla ilgili âyet ve hadisleri bağlamından uzaklaştırıp genelleştirdikleri anlaşılmaktadır. Bu görüşte olanlar, “Fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın” meâlindeki âyetlerde geçen (el-Bakara 2/193; el-Enfâl 8/39) fitne kelimesine “şirk ve küfür” anlamı vermişler (Şâfiî, Aĥkâmü’l-Ķurǿân, s. 390; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, I, 99, 109), buna bağlı olarak küfürlerinden vazgeçinceye kadar onlarla savaşmanın bir gereklilik olduğunu söylemişlerdir. Bunlara göre, “Haram aylar bitince artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları yakalayıp hapsedin, bütün geçit yerlerinde onları gözleyin. Eğer tövbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse serbest bırakın” âyeti de (et-Tevbe 9/5) herhangi bir durum ya da zaman kaydı olmaksızın gayri müslimlerle savaşmayı emretmektedir. Bu görüşü benimseyenlerin “kılıç âyeti” diye isimlendirdikleri söz konusu âyet sadece savunma savaşına izin veren diğer nasları yürürlükten kaldırmıştır (Cessâs, I, 260; Kiyâ el-Herrâsî, IV, 177). Küfrü savaş sebebi olarak kabul eden fakihlerin öne sürdüğü delillerin biri de, “İnsanlarla onlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ deyinceye kadar savaşmakla emrolundum” meâlindeki hadistir (Buhârî, “Îmân”, 18; Müslim, “Îmân”, 32; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 95; Tirmizî, “Îmân”, 201).

Uluslararası alanda savaşı temel ilişki biçimi olarak gören bu grubun delilleri hem tarihî bakımdan hem metodolojik açıdan eleştirilebilir niteliktedir. Sırasıyla değerlendirilecek olursa birinci delil Kur’an dilinde fitne kelimesinin “şiddet, zorlama, azap, işkence ve imtihan” mânalarında kullanılması karşısında (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ftn” md.) zayıflamaktadır. Kılıç âyeti ise zaman ve metin bağlamı açısından antlaşmayı bozan müşriklerle ilgili olarak inmiştir; söz konusu hükmü bütün gayri müslimlere şâmil kılmak bağlam yönünden mümkün değildir. Savaş emri içeren bu ve benzeri âyetler haklı gerekçelere bağlı biçimde fiilen yapılmakta olan savaşlardaki stratejiyi belirlemektedir. Diğer taraftan savaş âyetlerinin barışı öne alan ya da ona çağrıda bulunan âyetleri yürürlükten kaldırdığı iddiası fıkıh usulünde benimsenen nesih teorisiyle çelişmektedir. Çünkü bir nesih durumundan söz edebilmek için metinler arasında çatışma olması ve bunları uzlaştırma imkânının bulunmaması şartları aranır. Halbuki burada söz konusu olan âyetler farklı durum ve şartlarla ilgili olmaları dolayısıyla telif edilebilir. Son delile gelince çoğunluğun kanaatine göre bu hadisteki insanlardan maksat, Hz. Peygamber’in muhatabı olup baştan beri İslâm’a düşmanlıktan ve müslümanlara tecavüzden geri durmayan, yapılan antlaşmaları sürekli bozan Arap müşrikleridir (Yahyâ b. Âdem, s. 28-29; Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, s. 34 vd.; Taberî, s. 200). Zira Arap olmayan müşriklerle Ehl-i kitaba mensup gayri müslimler müslümanlara karşı düşmanlıktan vazgeçtiklerini göstermek üzere İslâm devletine tâbi olmayı kabul etmeleri durumunda kendi


dinlerini muhafaza edebilmektedir (et-Tevbe 9/29; el-Muvaŧŧaǿ, “Zekât”, 41-45; Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, s. 39; bu iki görüş ve gerekçeleri için ayrıca bk. CİHAD).

Devletlerarası münasebetleri belli bir hukuk temeline oturtan İslâm beşerî ve dünyevî kaygılarla düşmanca ilişkileri tırmandırmayı doğru bulmamış, meşrû sebeplere dayanmayan savaşları kınamıştır (el-Bakara 2/205; el-Enfâl 8/47; en-Nahl 16/ 92; Buhârî, “Cihâd”, 15; Müslim, “İmâre”, 149). İslâmî hükümlerin amacı insanların yararını dengeli biçimde sağlayıp adaleti tesis etmek olduğundan uluslararası ilişkilerde de adalet ilkesinin hâkim olması istenmiştir (el-Mâide 5/8). Buna göre sadece savunma amaçlı olan (el-Bakara 2/ 190, 194; el-Hac 22/39; eş-Şûrâ 42/41), bir antlaşmayla sonuçlanmadan kesintiye uğrayan bir savaşın devamı niteliğinde bulunan, barış antlaşmasının düşman tarafından bozulması neticesinde başlayan (et-Tevbe 9/12-13), haksızlığa uğrayan müslümanlara yardım amacı taşıyan (en-Nisâ 4/75; el-Enfâl 8/72), uluslararası antlaşmalardan doğan yükümlülükler dolayısıyla iştirak edilen (Şâfiî, el-Üm, IV, 187), İslâm’ın insanlara tanıtılmasına ve bütün açılımıyla din-vicdan özgürlüğünün sağlanmasına yönelik olan (Âl-i İmrân 3/110; el-Mâide 5/ 67; et-Tevbe 9/41; el-Hac 22/78) savaşlar meşrû görülmüş, diğerleri yeryüzünde bozgunculuk çıkarma teşebbüsü şeklinde değerlendirilmiş ve kınanmıştır (el-Bakara 2/205; el-Mâide 5/65; Muhammed 47/ 22; Buhârî, “Cihâd”, 15; Müslim, “İmâre”, 149; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 25). Belirtilen meşruiyet temeline sahip savaşların da hedefe ulaşılınca bitirilmesi ve zorunlu sınırı aşmaması esastır.

Savaş Hukuku. Düşmanın İslâm ülkesine saldırması veya yakın tehlikenin belirmesi durumunda söz konusu olan genel seferberlik halinde savaşa katılmanın farz-ı ayın, bunun dışındaki savaşlara katılmanın farz-ı kifâye olduğu hususunda müslüman hukukçular genellikle aynı görüştedir. Savaşın farz-ı kifâye olduğu durumlarda bu görevi üstlenebilmek için kişinin müslüman, ergen, hür ve erkek olması, vadesi gelmiş borcu bulunmaması, fizik ve ekonomik gücünün yerinde olması, anne ve babasının iznini alması şartı aranmıştır (Buhârî, “Cihâd”, 138; Müslim, “Birr”, 5; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 31). Borçluda alacaklının, oğulda anne babanın, hizmetçide iş verenin hakkı olduğu; hanımlar bünyeleri itibariyle savaşa uygun görülmedikleri, ayrıca eve ve çocuklara baktıkları, küçüklerle akıl ve ruh sağlığı yerinde olmayanlar hukukî sorumluluk taşımadıkları; hasta, kör, kötürüm vb. özürlüler de bu işe elverişli olmadıkları için seferberlik dışında savaş yükümlüsü değildir (et-Tevbe 9/91-93; Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī, IX, 21-26). Bu şartları taşıyan herkesin gerektiğinde orduya katılması mümkün olmakla birlikte özel düzenli ordular ilk dönemlerden itibaren kurulmuştur. Mâlikî fakihleri karşı çıkmakla beraber (Sahnûn, II, 40; Bâcî, III, 49) büyük çoğunluk, ihtiyaç duyulması halinde ve belirli şartlar çerçevesinde gayri müslimlerin de orduya alınabileceğini kabul etmiştir (Tirmizî, “Siyer”, 10; İbn Hazm, XII, 524; Serahsî, Şerĥu’s-Siyeri’l-kebîr, II, 636-637, 687; IV, 1422; Remlî, VIII, 62).

Savaş İlânı. Savaş hukuku kuralları uygulanacağı için savaşın başlangıcını belirlemek önem arzetmektedir. Bu da savaşın ilân edilmesi ve taraflarca bilinmesiyle mümkündür. Bundan dolayı meşrû sebeplere bağlı olarak girişilecek bir savaştan önce eğer varsa karşı tarafla yapılmış antlaşmaların bozulduğunun haber verilmesi Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça emredilmiştir (el-Enfâl 8/58). Bununla bağlantılı biçimde, “Düşmanla karşılaştığın zaman ona üç seçenek sun. Bunlardan hangisini seçerse sen de kabul et ve onlara dokunma. Onları önce müslüman olmaya çağır, kabul ederlerse onlara dokunma. Eğer kabul etmezlerse cizye vermelerini iste; olumlu cevap verirlerse kabul et ve kendilerine dokunma. Eğer bunu da kabul etmezlerse Allah’tan yardım dileyerek savaş” meâlindeki hadislere dayanan (Müslim, “Cihâd”, 3; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 82) İslâm hukukçuları, kendilerine İslâm tebliği ulaşmayan kimseleri savaştan önce mutlaka dine ve İslâm hâkimiyetini kabule davetin gerekliliği hususunda hemfikirdir. Günümüz devletler hukukunun önemli kaynaklarından biri olan 1907 Lahey Barış Konferansı’nda da başlamadan önce savaşın ilân edilmesi veya bunu da kapsayan bir ültimatomun verilmesi gereği ifade edilmiştir (Seviğ, s. 151). Savaşın ilân edilmesiyle birlikte taraf olan ülkeler arasındaki ilişkilerin neredeyse bütünüyle hasmane bir nitelik kazanacağı yönündeki modern telakkilere karşılık İslâm hukuku daha esnek bir anlayışa sahiptir. Meselâ savaşılan devletin vatandaşlarına barışçı amaçlar taşımaları şartıyla ülkeye giriş ve ticaret izni verilebilir; savaş ilân edildiği sırada müslüman toplum içinde bulunan düşman devletin vatandaşları, kendilerine verilen eman süresinin sonuna kadar kalıp sürenin sonunda askerî amaçla kullanılabilecek olanlar hariç edindiği mal varlığıyla birlikte emniyet içinde ülkesine dönebilir; karşı tarafa yaramayacak ölçüde ticaret ve gümrük antlaşmaları geçerliliklerini koruyabilir; dâimî statüde olmasa da diplomatik ilişkiler sürebilir.

Savaş Kuralları. İslâm’da inanç, ibadet, hukuk ve ahlâk kuralları kaynak ve hedef bakımından bir bütünlük arzettiği için daha çok psikolojik gerilimlerin hâkim olduğu savaş ortamında bile müslüman savaşçılar belli hukukî ve ahlâkî kayıtlar altına alınmıştır. Yukarıda geçen ve sınırları aşmamayı emreden âyetlerle savaş sırasında serbest ve yasak olan eylemleri tek tek sayan Hz. Peygamber’in beyanları ve sahâbenin uygulamaları bu yaklaşımın temel dayanaklarını teşkil etmektedir. Müslümanların tutumu istisna edilirse öteden beri savaşların genellikle kumandanların ve askerlerin şahsî inisiyatiflerinde sınırlama olmaksızın vahşice sürdürüldüğü görülür. Öyle ki Batı’da devletler hukukunun kurucusu diye bilinen Hugo Grotius, 1625 yılında yayımlanan eserinin önsözünde, hıristiyan milletlerin savaşlarda barbarları bile utandıracak çılgınca yöntemler izledikleri ve savaş sırasında Tanrı ya da insan kaynaklı her türlü hukuku ayaklar altına aldıkları için böyle bir eser yazmak zorunda kaldığını söyler (Savaş ve Barış Hukuku, s. 11). Savaşlarda insan haysiyetine aykırı işkence ve tecavüz gibi uygulamalarla savaşa katılmayanların öldürülmesini önlemeye ve savaşın tahribatını sınırlı tutmaya yönelik hükümlerin konulması, İslâm dünyası hariç ancak 1864 Cenevre ve 1907 Lahey sözleşmelerinde kabul edilebilmiştir. Fakat bu sözleşmeler ve daha sonra kabul edilen uluslararası sözleşmelerin hükümleri gerek güçlü devletlerin kendi menfaatlerini hukukun üstünde tutmaları, gerekse savaşanların yeterli seviyede ahlâkî erdemlere sahip olmamaları sebebiyle maddî ve mânevî yaptırımlardan mahrum kaldığı için uygulamaya yeterince yansımamıştır.

Bu çerçevede İslâm hukukunda benimsenen temel kurallar şöylece sıralanabilir: 1. Savaş halinin gerektirdiği bazı istisnalar bulunmakla birlikte genel olarak İslâm ülkesinde müslümana helâl sayılan şeylerle haram olanlar savaşın yapıldığı düşman ülkesinde de aynı hükmü taşır (Şâfiî, el-Üm, VII, 322). 2. Savaşın asıl hedefi yok etmek değil zararsız hale getirmek olduğundan öldürücü niteliği sınırlı silâhların kullanılması esastır. Bununla birlikte bir âyetten (el-Enfâl 8/60) caydırıcılığı temin için günün savaş teknolojisini takip edip çağın silâhlarına sahip olmak gerektiği anlaşılmaktadır. Bu âyette, gereksiz ve


haksız yere kullanmak için değil kötü niyetler besleyen düşmanı caydırmak için silâhlanma istendiğinden müslümanlar, kitle imha silâhlarına sahip bulunsalar da onları ilk kullanan taraf olmamaya gayret göstermekle yükümlüdür. Kimyasal, nükleer ve biyolojik silâhları kullanmanın meşrûluğu günümüz hukukçuları tarafından tartışılıp bu tür silâhların kullanımıyla ilgili uluslararası antlaşmalar akdedilmekle birlikte bunlar Batılı büyük devletlerce sürekli ihlâl edilmektedir (Documents on The Laws of War, s. 29, 35, 137, 377; Yaman, İslâm Devletler Hukukunda Savaş, s. 117-120). 3. Askerî maksatlarla veya düşmanı aldatmak için savaş hilelerine başvurmak meşrûdur. Hz. Peygamber’in, “Savaş hiledir” şeklindeki tesbiti (Buhârî, “Cihâd”, 157; Müslim, “Cihâd”, 18; Tirmizî, “Cihâd”, 5), savaşta uyanık olup ihtiyatı elden bırakmamak gerektiğini ve karşı tarafı şaşırtacak oyunlardan faydalanılabileceğini göstermektedir. İslâm âlimleri, aradaki antlaşmayı bozmamak ve verilen emanı ihlâl etmemek kaydıyla bu çerçevede mümkün olan her aldatmacaya başvurulabileceğinde görüş birliği içindedir. Bu husus Lahey yönetmeliğinin 24. maddesinde de kabul edilmiştir (Meray, II, 456). 4. Savaşa bizzat veya dolaylı biçimde katkıda bulunmayan kadınlar, çocuklar, akıl hastaları, özürlüler, hastalar, yaşlılar, mâbedlerde inzivaya çekilmiş din adamları ile kendi işlerini yürütmekte olan çiftçi, işçi ve iş adamlarının öldürülmesi yasaktır. Resûl-i Ekrem’in savaşlarda ölümlerin mümkün olduğu kadar azaltılması yönündeki tavsiyeleriyle (Serahsî, Şerĥu’s-Siyeri’l-kebîr, I, 78-79; Şevkânî, VIII, 71 vd.), “Öldürme konusunda insanların en affedici olanları müslümanlardır” sözü (Müsned, I, 393; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 110; İbn Mâce, “Diyât”, 30), kadın ve çocuklar dışında herkesin öldürülebileceği yönündeki görüşün (Mâverdî, s. 50; İbnü’l-Arabî, I, 109; Şemseddin er-Remlî, VIII, 64) tartışmaya açık olduğunu göstermektedir. 5. Düşman askerlerini yakmak veya cesetleri üzerinde tahribat yapmak yasaktır (Buhârî, “Cihâd”, 149; Müslim, “Cihâd”, 3). 6. Düşman tarafın kadınlarına tecavüz etmek ve onlarla gayri meşrû ilişki kurmak yasaktır; hatta bazı mezheplere göre had cezasını gerektirir. 7. Karşı taraf müslüman rehineleri öldürse bile suçun ferdîliği ilkesine göre düşman rehineleri öldürmek yasaktır (Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, s. 48; Serahsî, el-Mebsûŧ, X, 169). 8. Resûl-i Ekrem’in, “Yağmalayan bizden değildir” (Ebû Dâvûd, “Ĥudûd”, 14; Tirmizî, “Siyer”, 40) ve, “Yağma tıpkı murdar hayvan eti yemek gibi haramdır” (Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 128) şeklindeki uyarıları gereğince yağmalamada bulunmak kesinlikle yasaktır. 9. Beslenme ihtiyacını gidermek veya düşmanın savaş gücünü kırmak amacıyla yapılması ya da harekât zaruretinin bulunması dışında bitki dokusunu ve diğer canlı varlığını yok etmek çoğunluğa göre doğru değildir (el-Haşr 59/5; Sahnûn, II, 8; Serahsî, Şerĥu’s-Siyeri’l-kebîr, I, 52-55; İbn Kudâme, X, 509). 10. Stratejik mevkileri, kale vb. müstahkem yerleri tahrip etmek, ateşe vermek, su altında bırakmak savaş gereklilikleri çerçevesinde serbesttir (el-Haşr 59/2). Aynı şekilde Bedir ve Hayber savaşlarında örneği görüldüğü gibi düşmanın su kanallarını kesmek veya kullanılmaz hale getirmek de câizdir. 11. Düşman kendi kadın ve çocuklarını veya elindeki müslüman esirleri kalkan olarak kullanırsa bu durumda bütün fakihler, bunların da isabet alabileceği korkusuna bağlı olarak savaşın en düşük yoğunlukta sürdürülmesi gerektiği konusunda görüş birliğine varmıştır. Fakat düşük yoğunluğun derecesini belirleme konusunda ihtilâf edilmiştir. Bazı âlimler, düşmanın bunu bir yöntem haline getirmemesi için anılan siperlerin hedef alınabileceğini belirtirken çoğunluk, ancak savaşa devam edilmemesi durumunda müslümanların mağlûp olması veya daha büyük zarara uğraması söz konusu ise zarureten bu yola başvurulabileceğini belirtmiştir. 12. Cinsiyet ve yaş şartı aranmaksızın her gayri müslimin savaş sırasında veya zimmet anlaşması imzalanmamışsa savaş sonunda esir alınabileceği fakihlerin çoğunluğu tarafından kabul edilmiştir (el-Enfâl 8/67-69; Muhammed 47/4). Bununla birlikte esirlere kötü muamelede bulunulması yasaklanmış, barınma ve beslenmelerine özen gösterilmesi, aile fertlerinin birbirinden koparılmaması, özellikle kadın esirlerin namusu konusunda titizlik gösterilmesi istenmiştir (bk. ESİR).

Savaşın Sona Ermesi. Savaş karşı tarafın İslâm’ı kabul etmesi veya teslim olması, fethin gerçekleşmesi, süreli veya süresiz barış antlaşması yapılması, tahkime müracaat etmek üzere ateşkes antlaşması imzalanması, müslümanların mağlubiyeti veya savaşı bırakması yollarından biriyle sona erer. İslâm hukukçuları bu durumların her biriyle ilgili olarak ayrıntılı hükümler tesbit etmiş ve konuyu hukuk zemininin dışına kaydırmamaya özen göstermiştir. Müslümanlar bakımından bir zaruret veya fayda olmadıkça savaşı kazanacak durumda iken mütareke akdetmenin câiz olmadığı konusunda (Muhammed 47/35) bir fikir birliği bulunmaktadır. İslâm hukukçularının çoğunluğu, gerektiğinde imzalanacak ateşkes ya da nihaî barış antlaşmalarını Hudeybiye Antlaşması’nı örnek alarak on yılla sınırlandırma yönünde bir temayüle sahiptir. Antlaşmaların süresinin yarar-zarar dengesine göre belirleneceğini söyleyen Hanefîler ise şartların gerektirmesi halinde bu sürenin aşılabileceğini öngörmüştür (Mâverdî, s. 63; Kâsânî, VII, 109; Burhâneddin el-Mergīnânî, II, 138; ayrıca bk. SULH). İslâm hukuku açısından geçerli bir savaş sonlandırma yöntemi olan tahkim hükmü (Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 82; İbn Mâce, “Cihâd”, 38; Ebû Yûsuf, s. 218), 1907 Lahey Sözleşmesi’nin 37. maddesinde de yer almıştır (Çelik, II, 345, 352). Savaşın müslümanların yenilgiye uğramasıyla sona ermesi durumunda savaş tazminatı ödemek, vergi vermek vb. şartları içeren antlaşmalar müslüman varlığını koruma adına imzalanabilecektir (Ebû Yûsuf, s. 225; İbn Rüşd, I, 313). Herhangi bir sözleşme yapılmaksızın İslâm ülkesi işgal edilecek olursa bu durumda düşman Şâfiî, Zâhirî ve Zeydîler dışında kalan çoğunluğa göre müslümanların menkul ve gayri menkulleri üzerinde mülkiyet haklarına sahip olur (Vehbe ez-Zühaylî, s. 743). Ülkenin statüsü hakkında ise görüş ayrılığı bulunmaktadır. Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine mensup müctehidlerle Hanefîler’den Ebû Yûsuf ve Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, düşman eline geçen İslâm ülkesinin orada küfür hükümlerinin uygulanmaya başlanmasıyla birlikte dârülharbe dönüşeceğini söylerken Ebû Hanîfe bunu üç ayrı şartın birlikte gerçekleşmesine bağlamış, Şâfiî ise böyle bir dönüşümün olamayacağını, o ülkenin dârülislâm niteliğini hiç kaybetmeyeceğini ifade etmiştir (bk. DÂRÜLİSLÂM; Özel, s. 99 vd.; Yaman, İslâm Devletler Hukukunda Savaş, s. 163-164).

İslâmiyet’te, insanlığın karşı karşıya kalabileceği en büyük yıkımlardan biri olduğu kadar insanın doğasından kaynaklanan bir gerçeklik olan savaşın meşruiyet temeli üzerinde önemle durulmuş, hukuk çerçevesinde kalması, tahribatının sınırlı tutulması ve mümkün olduğunca azaltılması için tedbirler öngörülmüş, savaşan-sivil ayırımına özel önem verilmiş ve teamül haline gelen uluslararası uygulamaların adalet fikri çerçevesinde benimsenmesinde tereddüt edilmemiştir. Savaş-barış hukukuyla ilgili düzenlemelerin Batı’da ancak XVII. yüzyıldan itibaren görülmeye başlanmasına karşılık müslüman âlimlerce daha ilk fıkıh eserlerinde bu


konuya özel bir bölüm ayrılarak ve erken dönemde devletler hukukuna ilişkin müstakil eserler kaleme alınarak yaptırıma da bağlanmış somut kurallar geliştirilmiş olması, hem genel hukuk tarihi hem de devletler hukuku tarihi açısından ayrıca dikkat çekmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

el-Muvaŧŧaǿ, “Zekât”, 41-45; Müsned, I, 393; IV, 402; Ebû Yûsuf, Kitâbü’l-Ħarâc (nşr. Muhibbüddin el-Hatîb), Kahire 1396, s. 206, 218, 225, 227; Yahyâ b. Âdem, Kitâbü’l-Ħarâc, Kahire, ts. (Dârü’t-türâs), s. 28-29, 47-48; Şâfiî, el-Üm, Beyrut 1973, IV, 107-109, 162, 187, 189; VII, 322; a.mlf., Aĥkâmü’l-Ķurǿân (nşr. Ebû Üsâme İzzet el-Attâr), Beyrut 1410/1990, s. 351, 390, 402; Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, Kitâbü’l-Emvâl (nşr. M. Halîl Herrâs), Kahire 1395/1975, s. 34 vd., 39; Sahnûn, el-Müdevvene, Beyrut, ts. (Dâru Sâdır), II, 8, 40; Taberî, İħtilâfü’l-fuķahâǿ (nşr. J. Schacht), Leiden 1933, s. 50, 200; Cessâs, Aĥkâmü’l-Ķurǿân, I, 257, 260-261; III, 70; Mâverdî, el-Aĥkâmü’s-sulŧâniyye, Beyrut 1405/1985, s. 41, 44, 50, 63; Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī, es-Sünenü’l-kübrâ, Haydarâbâd 1356, IX,10-13, 21-26; İbn Hazm, el-Muĥallâ, VII, 291-296; XII, 524; Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, el-Aĥkâmü’s-sulŧâniyye (nşr. M. Hâmid el-Fıkī), Beyrut 1403/1983, s. 39, 48; Bâcî, el-Münteķā, Kahire 1332, III, 49, 165; Serahsî, el-Mebsûŧ, X, 5, 169; a.mlf., Şerĥu’s-Siyeri’l-kebîr (nşr. Selâhaddin el-Müneccid - Abdülazîz Ahmed), Kahire 1958-71, I, 52-55, 78-79, 99, 150-151, 205; II, 636-637, 687; IV, 1422, 1455, 1458; V, 1853; Kiyâ el-Herrâsî, Aĥkâmü’l-Ķurǿân, Beyrut 1405/1985, IV, 177, 375; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, Aĥkâmü’l-Ķurǿân (nşr. Ali M. el-Bicâvî), Kahire 1394/1974, I, 99, 102, 109; II, 876; Kâsânî, BedâǿiǾ, V, 81; VII, 97, 98, 100, 109, 112; Burhâneddin el-Mergīnânî, el-Hidâye, İstanbul 1986, II, 135, 138; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, İstanbul 1985, I, 307, 313, 327; İbn Kudâme, el-Muġnî, X, 364-368, 509, 543; Kurtubî, el-CâmiǾ, II, 353-354; VIII, 109; XII, 69; Abdullah b. Mahmûd el-Mevsılî, el-İħtiyâr li-taǾlîli’l-Muħtâr (nşr. Mahmûd Ebû Dakīka), Kahire 1370/1951, IV, 120; V, 28; Takıyyüddin İbn Teymiyye, es-Siyâsetü’ş-şerǾiyye, Kahire 1399, s. 59-60, 62; İbn Kayyim el-Cevziyye, Aĥkâmü ehli’ź-źimme (nşr. Subhî es-Sâlih), Beyrut 1983, I, 11; III, 7; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, Muħtaśaru Tefsîri İbn Keŝîr (nşr. M. Ali es-Sâbûnî), Beyrut 1402/1981, I, 414; II, 123; İbn Haldûn, Mukaddime (trc. Zakir Kadiri Ugan), İstanbul 1989, II, 37, 38; İbnü’l-Hümâm, Fetĥu’l-ķadîr, V, 442, 447, 457; Şemseddin er-Remlî, Nihâyetü’l-muĥtâc, Beyrut 1404/1984, VIII, 59, 62, 64; Muhammed b. Abdullah el-Haraşî, Şerĥu Muħtaśarı Ħalîl, Beyrut, ts. (Dâru Sâdır), III, 109, 112-115, 150; Şevkânî, Neylü’l-evŧâr, Beyrut 1973, VIII, 71 vd.; Necîb el-Ermenâzî, eş-ŞerǾu’d-devlî fi’l-İslâm, Dımaşk 1930, s. 75; Muammer Raşit Seviğ, Özel Devletler Umumi Hukuku, İstanbul 1945, s. 123-131, 151, 155, 157; Zeki Mesud Alsan, Yeni Devletler Hukuku, Ankara 1950, s. 134-135; Majid Khadduri, War and Peace in the Law of Islam, Baltimore 1955, tür.yer.; Sellected Works of C. Snouck Hurgronje (ed. G. H. Bosquet - J. Schacht), Leiden 1957, s. 72-73; I. Goldziher, el-ǾAķīde ve’şşerîǾa fi’l-İslâm (trc. M. Yûsuf Mûsâ v.dğr.), Kahire 1959, s. 27, 106, 125; Seha L. Meray, Devletler Hukukuna Giriş, Ankara 1965, II, 280, 389, 440, 456, 579-594; Muhammed Hamîdullah, İslâmda Devlet İdaresi (trc. Kemal Kuşcu), İstanbul 1963, tür.yer.; H. Grotius, Savaş ve Barış Hukuku (trc. Seha L. Meray), Ankara 1967, s. 11, 17, 56, 179-243; J. Schacht, An Introduction to Islamic Law, Oxford 1971, s. 130; Ali Ali Mansûr, eş-ŞerîǾatü’l-İslâmiyye ve’l-ķānûnü’d-devliyyü’l-Ǿâm, Kahire 1971, s. 279, 316, 350; Kâmil Selâme ed-Daks, el-ǾAlâķātü’d-devliyye fi’l-İslâm Ǿalâ đavǿi’l-iǾcâzi’l-beyânî fî sûreti’t-Tevbe, Cidde 1976, s. 102, 143, 638; Ahmet Reşit Turnagil, İslâmiyet ve Milletler Hukuku, İstanbul 1977, s. 152-153, 162, 252; H. Kruse, Islamische Völkerrechtslehre, Bochum 1979, s. 170; Vehbe ez-Zühaylî, Âŝârü’l-ĥarb fi’l-fıķhi’l-İslâmî, Dımaşk 1981, tür.yer.; Ahmet Özel, İslâm Hukukunda Milletlerarası Münâsebetler ve Ülke Kavramı, İstanbul 1982, s. 42-44, 48, 50-57, 99 vd.; Ârif Halîl Ebû Îd, el-ǾAlâķātü’l-ħâriciyye fî devleti’l-ħilâfe, Küveyt 1983, s. 93, 159, 198; Abdülhamîd Ahmed Ebû Süleyman, İslâm’ın Uluslararası İlişkiler Kuramı (trc. Fehmi Koru), İstanbul 1985, s. 47, 60, 131; Edip Çelik, Milletlerarası Hukuk, İstanbul 1987, I, 141-156; II, 320 vd., 345, 352; Documents on the Laws of War (ed. A. Roberts - R. Guelff), Oxford 1989, s. 29, 35, 137, 377; K. Armstrong, Holy War: The Crusades and their Impact on Today’s World, London 1992, s. 1; Enver Bozkurt, Türkiye’nin Uluslararası Hukuk Mevzuatı, Ankara 1992, s. 347-349, 387-391, 502 vd.; Muhammed Hayr Heykel, el-Ķıtâl ve’l-cihâd fi’s-siyâseti’ş-şerǾiyye, Beyrut 1993, tür.yer.; Tayyar Arı, Uluslararası İlişkilere Giriş, İstanbul 1996, s. 250-263; Ahmet Yaman, İslâm Hukukunda Uluslararası İlişkiler, Ankara 1998, s. 111-127; a.mlf., İslâm Devletler Hukukunda Savaş, İstanbul 1998, tür.yer.; M. Boisard, “The Conduct of Hostilities and the Protection of the Victims of Armed Conflicts in Islam”, HI, I/2 (1978), s. 6, 8.

Ahmet Yaman




İslâm Tarihi. Câhiliye döneminde Arap kabileleri su ve otlak peşindeki mücadele, kan davaları, yağmalama gibi sebepler yüzünden devamlı surette birbirleriyle savaşırlardı. “Eyyâmü’l-Arab” denilen kabile savaşları olayların yıl dönümlerinde yapılan kısa süreli çatışmalar şeklinde bazan yıllarca sürerdi. İslâm’ın zuhuruna yakın günlerde Yemen’deki işgalci Habeş gücü hariç Arabistan’da ordu kavramına uygun düzenli bir askerî kuvvet bulunmuyordu. Bir savaş çıktığında silâh kullanabilen erkeklerin tamamı savaşa katılırdı. Yaya ve süvari olarak savaşan Araplar kılıç, hançer, ok, mızrak, balta, topuz, kalkan, zırh ve miğfer gibi klasik silâhları kullanırdı. Bazı kabileler komşu milletlerden mancınık, arrâde, debbâbe, dabr, tırmanma merdiveni ve dikenli tel gibi savaş aletlerini de öğrenmişlerdi.

Savaşlarda kumandanlığı kabile reisi yapar, sancağı da kendisi veya nâibi taşırdı. Hiçbir kural tanımayan bedevî kabileleri ansızın saldırır ve hızlı bir şekilde çekilirlerdi. Komşularının taktiklerinden etkilenen yerleşik kabileler ise bir tertibe göre savaşırlardı. İki tarafın mahir silâhşorlarının teke tek çarpışmasıyla (mübâreze) başlayan savaşlar ok atışlarıyla topyekün çatışmaya dönüşür, ardından mızraklar ve en sonunda kılıçlarla göğüs göğüse çarpışma halinde devam ederdi. Bu savaşlarda genellikle saldırıp geri çekilme taktiği uygulanırdı. Câhiliye döneminde Bizans ve İran sınır bölgelerinde yaşayan Gassânîler ve Lahmîler gibi Arap kabileleri, bu devletlerin savaş usullerini ve ordunun beş kola ayrıldığı hamîs sistemini öğrenmişlerdi. Diğer milletlerle yaptıkları savaşlarda geri çekilme hattına önem veren Araplar çölü arkalarına alarak savaşır, zor durumda kalacak olurlarsa düşmanlarının kendilerini takip edemeyecekleri çöle çekilirler, yeni hazırlıkların ardından geri gelip tekrar saldırırlardı.

Mekke’de Hz. Peygamber’e ve müslümanlara düşmanlık edip onlara hayat hakkı tanımak istemeyen Kureyş müşriklerinin Medine’ye hicretten sonra da düşmanlıklarını sürdürmeleri üzerine savaşa izin veren âyetler nâzil olmuştur (el-Bakara 2/ 190; el-Hac 22/39-40). Müslüman Arap ordusunun nüvesini oluşturan Resûl-i Ekrem askerleri belli bir şekilde düzenlemek, silâhlandırmak ve savaş teknikleri hususunda yetiştirmek için tedbirler almıştır. Ana hatlarıyla Câhiliye devrinin hamîs sistemini devam ettirmekle birlikte İslâm öncesinde sıkça uygulanan saldırıp geri çekilme yerine düzgün saflar halinde çarpışma (es-Saf 61/4), taktik için geri çekilip tekrar saldırma ve manevraya izin veren kararlı hücum (zahf) (el-Enfâl 8/15-16) usullerini getiren Hz. Peygamber on askerin başına bir arîf, on arîfin üzerine bir nakib görevlendirerek ordusunu birliklere ayırmıştır. Sefere çıkmadan önce askerlerini karargâhta toplar ve teftiş eder, çatışma öncesinde safları bizzat düzenlerdi. Hulefâ-yi Râşidîn döneminde Resûl-i Ekrem’in sistemine bölük ve tabur sisteminin de eklendiği, bu sistemin ilk defa Yermük Savaşı’nda Hâlid b. Velîd tarafından uygulandığı bilinmektedir.

Resûlullah zamanında müslümanlar İran ve Bizans’tan yeni silâhlar ve savaş teknikleri öğrenmiştir. Hayber’de çok sayıda mancınık ve debbâbe ele geçiren Hz. Peygamber onları Tâif Muhasarası’nda kullanmış, Hendek Gazvesi’nde de İran asıllı Selmân-ı Fârisî’nin tavsiyesiyle Medine’nin etrafına Araplar arasında bilinmeyen hendek kazdırarak savunma taktiği uygulamıştır.


Düşman hakkında bilgi edinmek, amaç ve hedeflerini önceden öğrenmek için keşif kolları çıkarır ve casuslar yollar, bu görevde gerektiği zaman müslüman olmayan kimselerden de yararlanırdı (Buhârî, “Menâķıbü’l-enśâr”, 45). Resûl-i Ekrem bütün sefer ve savaşlarında gizlilik prensibine uymuş, hazırlıklarını son derece gizli yürütmüştür. İntikal sırasında da buna dikkat ederek meselâ Bedir’e giderken develerin çanlarını çıkarttırmış ve kılavuz yardımıyla zaman zaman bilinmeyen yollar izlemiştir. Hemen hemen bütün seferlerinde uyguladığı bir başka gizlilik taktiği de son ana kadar harekâtın hedefini saklaması ve anlaşılmasını önlemek için başka yönlere birlikler göndermesidir. Nitekim Mekke’nin fethi sırasında Suriye yönünde Batn-ı İdam’a bir askerî birlik yollamış, ordusuyla Merrüzzahrân vadisine geldiğinde o gece askerlerini olduğundan daha kalabalık göstermek için çok sayıda ateş yaktırmıştır. Ertesi gün ateşleri gördüğü sırada yakalanıp çadırına getirilen ve orada İslâm’ı kabul eden Kureyş lideri Ebû Süfyân’ın gözünü korkutmak için ordunun geçişini görmesini sağlamıştır. Hendek Gazvesi sırasında İslâm’a yeni giren Gatafân ileri gelenlerinden Nuaym b. Mes‘ûd’u bu durumdan habersiz olan Kureyş ve Gatafân ile Kureyzâ yahudilerinin arasını bozmak için görevlendirmiş ve maksadına ulaşmıştır. Hayber kuşatması öncesinde Gatafân ve Fezâre kabilelerinin düşmana yardım göndermelerini önlemek amacıyla Gatafân topraklarındaki Recî‘e yönelip onları kendi yurtlarını savunma telâşına düşürmüştür.

Hz. Peygamber katıldığı savaşları daima ilk örneği Bedir’de kurulan ve bir muhafız birliği tarafından korunan kumanda çadırından yönetmiş ve genellikle taarruzda bulunarak inisiyatifi elinde tutmuştur. Ancak meşruiyet gerekçesi bulunmayan bir savaşa rıza göstermediği gibi girdiği savaşta da keyfîlikten uzak ve temel hukuk ilkelerine bağlı kalınması için çaba harcamış, özellikle çocuk, kadın ve yaşlıların öldürülmesini kesin biçimde yasaklamıştır. Sefer ve savaş sırasında mümkün olduğu kadar belli renkte sarık ve elbise veya belli işaretler kullanılmasını emreden Resûl-i Ekrem, düzenlediği seriyye ve gazveler için beyaz bayraklar (livâ) ve siyah sancaklar (râye) bağlamıştır. Teklifin düşmandan gelmesi durumunda Câhiliye döneminde yaygın olan mübârezeye izin vermiş, fakat kendisi böyle bir teklifte bulunmamıştır (ayrıca bk. MUHAMMED [Siyasî ve Askerî Kişiliği]).

Daha önceleri birbirlerine karşı düşmanlık duyguları içinde olan Arap kabileleri, gönüllerinin İslâm’da birleşmesi ve Hz. Peygamber’in terbiyesiyle idealist bir iman ordusu haline gelmişler, çöl coğrafyasının kazandırdığı fizikî dayanıklılıkları sayesinde dönemin en güçlü iki devletine karşı büyük zaferler kazanmışlardır. Hulefâ-yi Râşidîn döneminde bu iki devletten İran ortadan kaldırılmış, Irak ve İran ile Horasan ve Azerbaycan çevresi İslâm topraklarına katılmıştır. Bizans’a da çok ağır darbeler vurulmuş, Suriye, Filistin, Mısır ve Kuzey Afrika elinden alınmıştır. Hz. Osman’ın halifeliği sırasında güçlü bir donanma oluşturulmuş, Kıbrıs’ı fetheden deniz kuvvetleri, Bizans donanmasına karşı Zâtü’s-savârî zaferini kazanarak Doğu Akdeniz hâkimiyetini ele geçirmiştir. Emevîler devrinde İstanbul üç defa kuşatılmıştır. İspanya’nın da fethiyle Resûl-i Ekrem’in vefatının üzerinden bir yüzyıl dahi geçmeden İslâm ülkesi batıda Endülüs tarafından Fransa’ya, doğuda Çin sınırlarına ulaşmıştır. Emevîler döneminde Arap olmayan müslüman askerler ordu içinde önem kazanmaya başlamış, Kuzey Afrikalı Berberîler İspanya’nın, İranlılar’la Türkler Asya topraklarının fethinde büyük rol oynamıştır. Abbâsîler’in ilk yüzyılı içinde ordudaki Türk asıllı askerlerin sayısı giderek artmış, bu savaşçılar büyük zaferlerin kazanılmasında en etkili unsur haline gelmiştir.

İslâm ordusunun yürüyüşünde birliklerin tertibi arazinin durumuna göre ayarlanıyordu. Ordugâh seçimine önem verilir, müdafaa imkânlarına, suya yakınlığına ve hayvanlar için otlağının bulunmasına dikkat edilirdi. Konaklamanın uzun sürmesi durumunda ordugâh bir hendekle çevrilirdi. Askerler yazın çadırlarda, kışın ahşap barakalarda kalırdı. Savaş düzenine girerken öncü ve artçı birlikler esas kuvvetlerle birleşir, savaş hattı güçlü bir merkez ve iki kanat halinde tanzim edilirdi. Savaş sırasında kumandanın çadırı ve sancağı merkezde bulunurdu. Genellikle üç sınıfa ayrılan birlikler savaş alanında önde okçular ve tatar-yaycıları, onların ardında mızrak, kılıç ve kalkanla savaşan piyadeler, en arkada ise süvariler olmak üzere dizilirdi; bazan da ordu bölükler halinde sıralanırdı (Parry, sy. 28-29 [1975], s. 198).

Savaşlarda genel olarak dört muharebe taktiği uygulanırdı. 1. Saldırıp geri çekilme. Gayri nizamî savaş veya çete harbi de denilen bu yöntemde âniden saldırıya geçen birlikler bir süre çarpışmanın ardından geriye çekilir, fırsatını buldukça bunu tekrarlardı. İbn Haldûn, bu taktikle savaşan askerler için ordunun arka tarafında bir barikat oluşturulduğunu ve geri çekilen birliklerin bunu korunak olarak kullandıklarını belirtmektedir. 2. Düz hat. Bu taktiğe göre merkez, sağ kanat ve sol kanat birlikleri yan yana yer alır, artçılar ise bu hattın arkasında bulunurdu. 3. Hilâl. Ordunun hilâl şeklinde düzenlendiği bu taktikte sağ ve sol kanatlar az ileride, merkez kuvvetleri biraz geride yer alırdı. Bu düzende merkezin gücü artarken kanatlar zayıflar, artçı birlikler iki kanada yardım ve takviye için görevlendirilirdi. Türk ve Moğollar’dan alınan ve bozkır taktiği de denilen bu yöntemle kaçar gibi yapılarak pusuya düşürülen düşman kuvvetleri hilâl şeklinde kuşatılırdı. 4. Eğik hat. Bu düzende sağ ve sol kanatlar hafif geride, merkez birlikleri ise ileride yer alırdı. Merkezin zayıf, kanatların kuvvetli olduğu bu düzenin zorunlu olmadıkça kullanılmadığı bilinmektedir. Kullanıldığında ise merkezin kanatlarca takviyesi yoluna gidilir veya biraz önüne herhangi bir hücumu püskürtmek için iki bölük süvari birliği yerleştirilirdi.

Türk birlikleri, yürüyüş halindeki düşman ordusunu tuzağa düşürme veya âni saldırılar düzenleyerek önceden hazırlanmış olan tuzak bölgelerine çekme hususunda büyük beceri sahibiydi. Selçuklular süratli manevralara dayanan savaş taktiklerini benimsemişti. Süvari birlikleri dalgalar halinde saldırır ve karşı tarafı yoğun bir ok yağmuruna tutardı. Daha sonra süratle geri çekilirken küçük birlikler halinde dağılarak düşmanı üzerlerine çeker ve pusuda bekleyen diğer süvarilere yanlardan ve arkadan saldırmaları için ortam hazırlardı. Özellikle İlhanlılar ve Memlükler şaşırtıcı mücadele ve çevirme teknikleriyle, başarılı pusularıyla, yüksek manevra kabiliyetleriyle ve mükemmel okçuluklarıyla ün yapmışlardı. Savaşlar süvari birliklerinin hareketliliklerini, mükemmel biniciliklerini, en önemli silâhları olan oku kullanmadaki maharetlerini ve savaşların kaderini belirlemedeki tartışılmaz üstünlüklerini açığa çıkarmıştır. Dolayısıyla manevralarda hızlı ve seyyal, okçulukta mahir süvari birlikleri önem kazanmıştır. Savaşçılık tarihinde köklü değişiklikler yapan asıl gelişme ise ateşli silâhların icadıyla olmuştur (bk. SİLÂH; ayrıca bk. ORDU).

II. (VIII.) yüzyılın ortalarından itibaren askerlik ve savaş konularıyla ilgili çok çeşitli eserler kaleme alınmıştır. III. (IX.) yüzyılın başlarında vefat eden Hersemî’nin Muħtaśaru siyâseti’l-ĥurûb adlı eseri bunların


ilklerindendir. C. Avvâd, bu alanda yazılmış olan klasik kaynaklarla birlikte Arapça ve Batı dillerinde kaleme alınan araştırmalar hakkında yaptığı bibliyografik çalışmada 7000 civarında kitap ve makale tesbit etmiştir (Meśâdirü’t-türâŝi’l-Ǿaskerî Ǿinde’l-ǾArab, tür.yer.).

BİBLİYOGRAFYA:

Buhârî, “Cihâd”, 1, 2, 112, 125, 138, 157, “Îmân”, 18; Müslim, “Cihâd”, 2, 17-19, 20, “Îmân”, 80, “İmâre”, 108, 122, “Birr”, 5; Ebû İshâk el-Fezârî, es-Siyer (nşr. Fâruk Hamâde), Beyrut 1408/1987, s. 118-144; Vâkıdî, el-Meġāzî, II, 490-492, 796-800, 812-814; III, 925-927, 936-937; İbn Hişâm, es-Sîre, tür.yer.; İbn Sa‘d, eŧ-Ŧabaķāt, II, 12, 14, 15, 17, 38-40, 66-71, 74-77, 133-135, 157-158, 165-166; İbn Abdürrabbih, el-Ǿİķdü’l-ferîd, Kahire 1949, I, 127, 130-132; Mâverdî, el-Aĥkâmü’s-sulŧâniyye, Kahire 1973, s. 35-36; Serahsî, el-Mebsûŧ, X, 2-8, 30-52; a.mlf., Şerĥu Siyeri’l-kebîr (nşr. Selâhaddin el-Müneccid), Kahire 1971, I, 213; İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü’l-meǾâd, Kahire 1950, III, 38-40; İbn Haldûn, el-Ǿİber, I, 226-229, 288; III, 238; Kalkaşendî, Śubĥu’l-aǾşâ (Şemseddin), XIII, 113-119; Majid Khadduri, War and Peace in the Law of Islam, Baltimore 1955, tür.yer.; a.mlf., “Ĥarb”, EI² (İng.), III, 180; Abdürraûf Avn, el-Fennü’l-ĥarbî fî śadri’l-İslâm, Kahire 1961, s. 212-213, 241-243, 250, 254; Abdul Hameed Siddiqi, Jihād in Islam, Lahore 1979, s. 1-29; Muhammed Hamîdullah, Hz. Peygamberin Savaşları ve Savaş Meydanları (trc. Salih Tuğ), İstanbul 1981, s. 65, 70, 77, 135; a.mlf., İslâm Peygamberi (trc. Salih Tuğ), İstanbul 1424/ 2003, II, 993-1004, ayrıca bk. tür.yer.; C. Avvâd, Meśâdirü’t-türâŝi’l-Ǿaskerî Ǿinde’l-ǾArab, Bağdad 1401/1981, I-II; Cemâl Yûsuf el-Halefât - Bahâeddin M. Es‘ad, el-ǾAskeriyyetü’l-İslâmiyye ve ķādetühe’l-Ǿižâm, Zerkā (Ürdün) 1983, s. 57-138, ayrıca bk. tür.yer.; Mahmûd Şît Hattâb, el-ǾAskeriyyetü’l-ǾArabiyyetü’l-İslâmiyye, Beyrut-Kahire 1403/1983, s. 31-38; Hâlid Câsim el-Cenâbî, Tanžîmâtü’l-ceyşi’l-ǾArabiyyi’l-İslâmî fî Ǿaśri’l-Ümevî, Bağdad 1984, s. 164-204; Vefîk ed-Dakdûkī, el-Cündiyye fî Ǿahdi’d-devleti’l-Ümeviyye, Beyrut 1985, s. 135-142, 164; A. K. S. Lambton, State and Government in Medieval Islam, Oxford 1985, s. 201-219; Ahmed Abdürabbih Mübârek, el-ǾAķīdetü’l-ķıtâliyye fi’l-İslâm, Zerkā (Ürdün) 1986, s. 87-110, 111-181; Necati Ulunay Ucuzsatar, Tarih Boyunca Türk Harp Sanatı Taktik ve Stratejisi, Ankara 1986-90, I, 200-225; II, 10-11; Nu‘mân Sâbit, el-ǾAskeriyye fî Ǿahdi’l-ǾAbbâsiyyîn (nşr. Hâmid Ahmed el-Verd), Bağdad 1987, s. 193-209; Mustafa Zeki Terzi, Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidîn Döneminde Askerî Teşkilat, Samsun 1990, s. 65-112; a.mlf., “Abbâsî Kara Ordusunun Muhârebe Harekâtı”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, sy. 2, Samsun 1987, s. 130-144; Bessâm el-Aselî, el-Meźhebü’l-Ǿaskeriyyü’l-İslâmî, Beyrut 1413/1993, s. 7-100, 275-345, ayrıca bk. tür.yer.; E. Landau-Tasseron, “Features of the Pre-Conquest Muslim Army in the Time of Muhammed”, The Byzantine and Early Islamic Near East (ed. A. Cameron), Princeton 1995, III, 299, ayrıca bk. tür.yer.; Sohail H. Hashmi, “Interpreting the Islamic Ethics of War and Peace”, The Ethics of War and Peace: Religious and Secular Perspectives (ed. T. Nardin), Princeton 1996, s. 146-165; M. Abdülhafîz el-Menâsîr, el-Ceyş fi’l-Ǿaśri’l-ǾAbbâsiyyi’l-evvel, Amman 1420/2000; M. Abdülhay el-Kettânî, Hz. Peygamber’in Yönetimi: et-Terâtîbu’l-idâriyye (trc. Ahmet Özel), İstanbul 2003, I, 373-393, 483-506; V. J. Parry, “İslam’da Harb Sanatı” (trc. Erdoğan Merçil - Salih Özbaran), TD, sy. 28-29 (1975), s. 195-218; a.mlf., “Ĥarb”, EI² (İng.), III, 190-194; E. Tyan, “Djihād”, a.e., II, 538-539; Cl. Cahen, “Ĥarb”, a.e., III, 181-184; D. Ayalon, “Ĥarb”, a.e., III, 184-190; C. E. Bosworth, “Ĥarb”, a.e., III, 194-198; S. A. A. Rizvi - J. Burton-Page, “Ĥarb”, a.e., III, 198-203; Ahmet Özel, “Cihad”, DİA, VII, 527-531.

Mustafa Zeki Terzi




Osmanlı Dönemi. Osmanlı Devleti’nin varlık cevherinin savaş olduğu düşüncesi tarihçiler arasında yaygın bir kanı olagelmiştir. Osmanlılar’ın Balkanlar’da 100 yıl süren yayılmaları (1352 yılında Gelibolu yarımadasını köprü başı tutmalarıyla başlar) ve ilk büyük zaferleri olan İstanbul’un fethi âdeta “Osmanlı emperyalizmi”nin tezahürleri diye kabul görür. Bu tür iddialar ileri sürülürken aynı dönemin, İngiltere ve Fransa arasında benzer kaygılara (toprak ve şan kazanma) dayalı olarak cereyan eden Yüzyıl savaşlarına tanıklık ettiğinin unutulmaması gerekir. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin 600 yıllık varlığının büyük kısmında savaş gerek Osmanlılar’ın gerekse Avrupalılar’ın yaygın ve doğal bir parçası durumundadır. 1450-1800 arasını kapsayan erken modern çağ savaşların yoğunlaştığı bir döneme işaret eder. Avrupa güçleri, XVI. yüzyılın yirmi beş senesi ve bir sonraki yüzyılın yedi senesi hariç iki yüzyıl boyunca birbirleriyle sürekli savaş halindeydiler. XVII. yüzyılda İspanya her dört yılının üçünde, İsveç ve Avusturya Habsburgları ise her üç yılın ikisinde savaşmıştır. Savaşlar daha da uzamış ve genellikle bütün büyük Avrupa güçlerinin katılımına sahne olmuştur. 1500’lerden itibaren savaşların toplum üzerindeki etkisi, uzayan çatışmalar ve sürekli büyüyen ordular sebebiyle eskiye göre daha hissedilir hale gelmiştir. Zira bu ordular maaş ve iâşe masraflarının ağırlığı bir yana araziyi de harap etmekteydi. XVI ve XVII. yüzyıl ordularında % 20-30 dolaylarında bir ölüm oranı olağan karşılanmaktaydı. Otuzyıl savaşları veya Napolyon savaşları gibi uzun soluklu çatışmalarda kıtlık ve hastalık kaynaklı sivil ölümler hesaba katıldığı takdirde en düşük zayiat rakamları birkaç milyonu aşmaktadır. Bu tablo karşısında Osmanlılar haddinden fazla savaşçı görünmemektedir. Ayrıca Osmanlı savaşlarının yol açtığı yıkım da emsalsiz değildir.

Osmanlılar için 1300’lerden 1550’lere kadar olan dönem, özellikle Ankara Savaşı ve ardından gelen Fetret devri gibi bazı sendelemeler hariç bir yayılma çağıydı. XVI. yüzyıl ise İspanya ve Avusturya Habsburgları ile Akdeniz ve Macaristan’da süregiden üstünlük mücadelesi ve Safevîler’le Doğu Anadolu, Azerbaycan ve Irak’ta girişilen rekabetle şekillenmişti. Osmanlılar, XVI. yüzyılda hasımlarına karşı en azından karada askerî üstünlüklerini ispatlamışken XVII. yüzyılda askerî gelişmede sorunlar baş göstermiş ve yüzyıl sonunda Osmanlılar, Macaristan’ı Habsburglar’a bırakmak zorunda kalmıştır. Ancak Habsburglar, Balkan fütuhatına girişecek kadar güçlü olmadıklarından iki hasım arasındaki yeni sınırı Tuna nehri oluşturmuştur. Doğu cephesinde Osmanlılar, Safevîler’e karşı fetihlerini pekiştirmiştir. 1555’te çizilen ve 1639’da değiştirilen sınır genel hatlarıyla I. Dünya Savaşı’na kadar oldukça istikrarlı biçimde varlığını korumuştur. XVIII. yüzyıl yeni bir hasmın, Osmanlı ordularını 1768-1774 savaşında yenen Rusya’nın sahneye çıkışına tanıklık etmiştir. XIX. yüzyılda Ruslar’a karşı Osmanlı yenilgileri devam etmiş ve Ruslar’ın Balkanlar’daki ileri harekâtları Osmanlılar’ın Balkanlar’dan çekilmesi sonucunu doğurmuştur. Bütün bu gelişmeler, Osmanlılar’ın ve rakiplerinin askerî becerilerinde köklü değişimler olduğuna işaret etmektedir. Bunlar askerî, iktisadî ve idarî alanlarda reformlara kapı açtığı gibi imparatorluk halkları için de önemli sonuçlar doğurmuştur.

Osmanlı Devleti’nin ilk zamanlarında orduyu teşkil eden asıl unsurlar sırasıyla Osmanlı beyinin askerî maiyeti veya muhafızları, Osmanlılar’a destek veren Türkmen aşiretlerinden sağlanan süvari kuvvetleri ve sefer zamanı hizmete çağrılan köylülerdi. Beyin askerî maiyetinin kul ve nöker denilen üyeleri, XV. yüzyılda Osmanlı askerî teşkilâtının ana dayanağı haline gelecek olan maaşlı kuvvetlerin (kapıkulu ordusu) öncüleriydi. Osmanlı yandaşı Türkmen boylarının kuvvetlerine ise ganimetten bir pay ve fethedilen topraklara yerleşme hakkı verilmekteydi. Karşılık olarak tasarruflarında bulunan toprakla orantılı biçimde asker sağlamaları bekleniyordu ki bunlar sonradan taşra kuvvetleri olan timarlı sipahilere dönüşmüştür.

Selçuklular’ın iktâ ve Bizans’ın “pronoia” dirliğine benzer şekilde Osmanlı timarının temel işlevi askerlerin ve bürokrasinin geçimini sağlamaktı. Diğer taraftan Osmanlılar askerî dirlikleri, fethedilen halkları imparatorluğun askerî-bürokratik teşkilâtına


dahil etmek için kullanmıştır. XV. yüzyıldan kalma Osmanlı tahrir defterleri Balkanlar’da çok sayıda hıristiyan timarlı olduğunu göstermektedir. Bunlar, yeni düzeni kabul ederek ve Osmanlı Devleti’ne askerî ve idarî hizmetlerde bulunarak eski askerî dirliklerini ve baştinalarını olduğu kadar imtiyazlı sosyal konumlarını kısmen de olsa korumayı başarmıştır. Balkanlar’ın hıristiyan timarlılarının ve oğullarının çoğu voynuk diye adlandırılmıştır. Bu voynuklar Osmanlı öncesi dönemin küçük unvanlı soylularıydı. Yaklaşık 1370 veya 1380’lerden itibaren voynuklardan Bulgaristan, Sırbistan, Makedonya, Teselya ve Arnavutluk’ta çok sayıda bulunmaktaydı. Ayrıca Balkanlar’ın Vlah / Eflak denilen hıristiyan göçebelerinden birçoğu voynuk teşkilâtına dahil edilmiştir.

Maaşlı kullar ve timarlı sipahiler genişlemekte olan devletin ihtiyaçlarına sayıca cevap veremediğinden devlet gönüllü köylü gençlere dönmüş, bu gençler sonradan vergiden muaf tutulan yaya ve süvari müsellem teşkilâtını oluşturmuştur. Sefer esnasında devletten maaş alırlar ve sefer mevsimi bittiğinde köylerine dönerlerdi. Müteaddit seferler ve serhat boylarında süregiden akınlar dolayısıyla erken dönem Osmanlı ordusunun unsurlarından üçüncüsü olan bu teşkilâtı ordunun devamlı bir parçası haline getirme ihtiyacı hâsıl olmuş, böylece bu teşkilâtın dayandığı gönüllülük ilkesi yerini sefer esnasında zorunlu celbe bırakmıştır.

I. Murad, timarlı sipahilerine dokunmadan giderleri doğrudan merkezî hazineden karşılanan askerî kuvvetlerin teşkilâtlanmasında çeşitli değişikliklere gitmiştir. Müsellemlerin yerini tedrîcen sipahi denilen saray atlıları alırken seferlere piyade olarak katılan, aslen bekâr gençlerden meydana gelen bir çeşit köylü milis kuvveti olan azeblerle yeniçeriler yayaların yerine ikame edilmiştir. Piyade azeblerin askerî araç gereçleri belli sayıdaki vergi mükellefi reâyâ ailelerince karşılanmaktaydı. XV. yüzyılın ortalarından itibaren yaya ve müsellem teşkilâtı ile voynuklar, aşamalı olarak askerî yollar ve köprülerin onarımı ve ateşli silâhların yayılışıyla beraber ordu mühimmatının nakliyesinde kullanılan bir nevi geri hizmet veya yardımcı kuvvetlere dönüşmüştür. Müsellemler hem Anadolu hem Rumeli’de hizmet görürken yayaların vazifelerini Rumeli’de aslen Anadolu’dan gelme göçebe Türkler olan yörükler üstlenmiştir. Bunların Anadolu’dan kaldırılıp Balkanlar’da iskân edilmesi, sürgün denilen ve yeni fethedilmiş topraklardaki Türk asker sayısını ve sadık tebaanın mevcudiyetini arttırma amacını güden Osmanlı iskân siyasetinin bir parçasıdır.

XIV. yüzyılda Osmanlı askerî teşkilâtında görülen en önemli değişiklik şüphesiz Yeniçeri Ocağı’nın kurulmasıdır. Yeniçeriler, sultanın, maaşını merkezî hazineden alan seçkin piyadeleri olarak Avrupa’nın ilk dâimî ordusuydu ve doğrudan sultanın emrindeydi; tıpkı kendileri gibi maaşlarını merkezî hazineden alan saray sipahileriyle (altı bölük halkı) birlikte sultanın düzenli birlikleri olan kapıkulu ordusunu oluşturmaktaydı. Böylece Osmanlı padişahları, ordu toplayacakları vakit yerel güçlerin aracılığına ve onayına bağlı olan Avrupalı rakiplerinin aksine örgütlü şiddet üzerinde bir tekel kurabilmişlerdir. Öte yandan düzenli ordu önemli olsa bile XVI. yüzyıl başlarına kadar Osmanlı askerî gücünün başı çeken kısmı hafif süvariler olan akıncılardı. Akıncılar, önceki yüzyıllarda savaş ganimetinden pay alma karşılığında çarpışan serhat gazilerin torunlarıydı.

Ordunun asker mevcudunun ve seferlerde kullanılan askerî kuvvetlerin sayısına dair güvenilir tahminlerde bulunmak zordur. Ancak XVII. yüzyıl sonuna kadar Osmanlılar’ın gerek Avrupa’da gerekse Ortadoğu’daki hasımlarından çok daha fazla sayıda asker çıkarabildikleri kesindir. Vasallarıyla beraber Fâtih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim ve Kanûnî Sultan Süleyman 70-80.000 civarında askeri seferber etmeye muktedirdiler; halbuki hasımları çok daha az sayıda asker toplayabilmişlerdir.

Osmanlılar ayrıca Avrupa kökenli silâhları ve taktikleri alıp kullanmakta gerçek bir ilgi ve büyük esneklik göstermişlerdir. Ateşli silâhları askerî teşkilâtlarının gelişiminin erken bir döneminde (XIV. yüzyıl sonları) kabul etmekle kalmamışlar, XV. yüzyılın başlarında kapıkulu ordusu dahilinde ayrı bir topçu ocağı kurmak suretiyle baruta dayalı silâhları askerî bünyelerine katmakta başarılı olmuşlardır. Avrupa’da ise topçular, XVII. yüzyılda dahi asker ve zanaatkâr arasında geçici bir kategori olarak kabul görmekteydi. Osmanlılar’ın teknoloji karşısında açık fikirli oluşu kitlesel üretim olanaklarıyla, dışa bağımlı olmayan silâh ve mühimmat sanayisiyle ve daha üstün ikmal kabiliyetleriyle birleşince orduları Avrupalı hasımlarına XV. yüzyıl ortalarında üstünlük sağlamış, bu durum XVII. yüzyıl sonlarına kadar sürmüştür.

XV ve XVI. yüzyıllar büyük fetihler ve coğrafî yayılmaların çağıdır. İmparatorluğun yüzölçümü 1451’de II. Murad öldüğünde 567.000 km² iken 1481’de Fâtih Sultan Mehmed’in vefatında 870.000 km²’ye çıkmıştır. Çaldıran Savaşı’nda (1514) Yavuz Sultan Selim’in topçuları ve yeniçeri tüfekçileri İran Safevîleri’nin ordusunu bozguna uğratmış, 1516’da Osmanlılar Doğu Anadolu’yu ilhak etmiş ve Memlük ordusunu Halep’in kuzeyinde Mercidâbık’ta yok etmiştir. 1517’de Kahire yakınlarındaki Ridâniye’de ikinci bir darbe daha vurup Mısır ve Suriye’ye hâkim olmuştur. Saltanatının sonlarında Yavuz Sultan Selim 1,5 milyon km²’lik bir imparatorluğa hükmetmekteydi. Kanûnî Sultan Süleyman’ın fetihleri Macaristan, Irak ve İran’ın büyük kısmını imparatorluğa katarak toplam yüzölçümünü neredeyse 2,5 milyon km²’ye çıkarmıştır.

Bu fetihler, daha Fâtih Sultan Mehmed zamanında etkileyici büyüklüğe ulaşan Osmanlı donanmasının desteği olmadan yapılamazdı. Osmanlılar, 1470 yılında Ege’de Venedik idaresindeki Negroponte’ye (Eğriboz) düzenledikleri deniz seferinde 280 adet kadırga ve kalyata, 1475’te Cenevizliler’in elinde bulunan Kırım liman şehri Kefe’ye karşı ise 120’si kadırga, gerisi kalyata, barça ve diğer tipte toplam 380 gemi kullanmıştı. Osmanlı donanması II. Bayezid zamanında daha da büyüyüp güçlenmiştir. Öyle ki bu padişahın emrinde imparatorluğun çeşitli limanlarında (Galata, Gelibolu, Adriyatik’te Avlonya ve Sakız’da) olmak üzere değişik tiplerde 150 gemi vardı. XVI. yüzyıl başlarına kadar ilk tersanelerinin kurulduğu Gelibolu gemi yapım ve onarımı için önemini korumuşken bu tarihten sonra Haliç kıyısındaki Tersâne-i Âmire başlıca gemi yapım ve onarım merkezi haline gelmiştir. 1550’lerde burada aynı anda 250 gemi kızağa çekilebiliyordu. Bunların yanında Marmara’da İzmit, Karadeniz’de Sinop ve Samsun, Kızıldeniz’de Süveyş, Fırat’ta Birecik ve Şattülarap’ta Basra başka tersanelere sahipti. Küçük tersaneler de eklenirse yetmiş civarında Osmanlı gemi yapım tesisinin var olduğu anlaşılır.

Akdeniz filosu Osmanlı donanmasının çekirdeğini oluşturuyordu ve aynı zamanda Cezayir (Ege adaları) beylerbeyi olan kaptan-ı deryânın idaresindeydi. Bu filodan bağımsız olarak küçük filolar da bulunmaktaydı. Kuzey Ege’yi muhafaza eden Kavala kaptanı, Midilli sancak beyi ve hayatî derecede önemli Mısır-İstanbul güzergâhını koruyan Rodos sancak beyi,


İskenderiye’de üslenmiş Mısır filosu ile Süveyş filosuna kumanda eden Mısır kaptanı, Kızıldeniz girişini muhafaza eden Yemen kaptanı hep kendi küçük filolarına sahiptiler. Bunun dışında Tuna ve kolları ile Dicle, Fırat ve Şattülarap’ta ince donanmalar işlemekteydi. Bu donanmaların sahip olduğu insan gücü dikkat çekicidir. 1110 (1698-99) yılında Şattülarap’ta her birinde yetmiş levent bulunan altmış firkate vardı ki bu 4200 askerlik bir savaş gücü demektir.

Genellemeci bakışla yapılan değerlendirmelerde Osmanlılar’ın Avrupa coğrafyası ve siyaseti hakkında yeterli bilgiye sahip olmadıkları yargısı sık sık tekrarlanır. Ancak yeni çalışmalar, İstanbul’un gerek merkezî idareye gerekse taşra idarelerine düşmanları hakkında yeteri kadar bilgi akmasını sağlayan çok katmanlı bir istihbarat toplama sistemine sahip olduğunu ortaya koyar. Mevcut deliller, Osmanlı yöneticilerinin coğrafyadan anladığını ve daha büyük stratejik hedefler bağlamında siyaset güttüğünü düşündürür. Bu durumun örnekleri, Karadeniz kıyısının ve Tuna deltasının 1480’lere kadar süren tedrîcî fethinde ve Tuna, Dicle, Fırat gibi ana nehir yolları boyunca stratejik önemi haiz kalelerin yapılmasında görülebilir. Avrupa tarafında Osmanlılar Tuna’nın önemini daha XIV. yüzyılda takdir etmişler ve sonraki 150 yıl içinde nehir boyunca uzanan hayatî kaleleri ele geçirmişlerdir (bu kaleler Silistre 1388, Rusçuk 1393, Niğbolu 1395, Vidin 1396, Güvercinlik 1427, 1458, Semendire 1439, 1459, Kili 1484, Belgrad 1521, Petrovaradin 1526, Budin 1541 ve Estergon’dur 1543). Belgrad ve Budin, Osmanlı idarî merkezleri haline gelmiş, ayrıca bunlar Macaristan’ın Habsburg idaresinde kalan yukarı kısmına ve Avusturya’ya düzenlenen seferlerde lojistik üs görevi yapmıştır. Osmanlılar Tuna’da ayrıca birçok tersane kurmuştur. Bunlardan Semendire ve İzvornik’te, Kanûnî Sultan Süleyman’ın 1540’lar ve 1560’lardaki seferleri için her defasında ayrı ayrı 200-250 kadar nehir teknesi yapılmıştı.

Mısır’ın fethi (1517) ve hazine gelirlerinin üçte birinin buradan sağlanması, Kahire-İstanbul arasındaki deniz yollarının denetimini ve Doğu Akdeniz’in bütün husumet merkezlerinden ayıklanmasını bir zorunluluk haline getirmiştir. Saldırgan Saint Jean şövalyelerinin üssü olan Rodos’un fethiyle (1522) Venediğin elinde bulunan Kıbrıs’ın fethi (1571) bu sebeple stratejik açıdan kaçınılmazdı. Cezayir ve Tunus’taki Berberî devletlerin korsanlarının devlet hizmetine alınması, Osmanlı donanmasını daha da güçlendirmenin akıllıca olduğu kadar ekonomik bir yoluydu. 1533’te Kanûnî Sultan Süleyman, sonradan zaferleriyle Osmanlılar’ın Doğu Akdeniz’in hâkimi olmasını kolaylaştıran Cezayir hâkimi Barbaros Hayreddin’i kaptanpaşalığa tayin etmiştir.

Osmanlı stratejik düşüncesinin bu fetihler ve ana nehir yollarının denetimi dışında diğer bâriz örnekleri, II. Selim’in ve Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa’nın Don-Volga ve Süveyş Kanalı projeleridir. Don-Volga Kanalı projesiyle Sokullu Mehmed Paşa Moskoflar’ı (Ruslar’ın o zamanki adı) Astrahan ve Aşağı Volga’dan atmayı, Osmanlı Karadeniz filosunu Hazar’a geçirmek suretiyle Safevî İran’a kuzeyden saldırıp Şirvan eyaletini fethetmeyi umuyordu. Ayrıca Osmanlılar, Aşağı Volga’nın bozkır ve ormanlarını denetim altına alarak bol miktarda tahıl, at ve keresteye sahip olacak, bu serhatteki stratejik konumlarını güçlendirecekti. Süveyş Kanalı ile birlikte İstanbul ana Akdeniz donanmasını Kızıldeniz ve Hint Okyanusu’na çıkarıp buradaki Portekiz yayılmasını durdurmayı hedeflemişti. Bu kanal projeleri gerçekleşmemekle beraber Osmanlılar’ın strateji düşüncesine sahip olduklarına işaret eder. Öte yandan bu tip iddialı projelerin Avrupa’da da başarısız olduğunu unutmamak gerekir. Büyük Petro’nun Volga ve Don nehirlerini bağlama projesi başarısızlıkla sonuçlanmış, bu proje, Sovyetler’in 1948-1952 arasında Volgograd’ın güneyinde Volga-Don Gemi Kanalı’nı inşa etmelerine kadar hayata geçirilememiştir. Diğer bir örnek Ren-Maas kanal projeleridir. İlk defa İspanya Habsburgları’nca 1626-1629 arasında ve sonradan Napolyon tarafından 1804’te girişilen teşebbüsler pahalıya patlamış ve hüsranla sonuçlanmıştır.

XVI. yüzyıl sonunda Osmanlı ordusu hareket çapının limitlerine ulaşmıştı. Bütün cephelerde bir güç dengesi kurulmuş, savaşlar daha uzun ve yıpratıcı hale gelmiştir. Bu savaşlardan Macar serhaddinde Uzun savaşlar (1593-1606), Transilvanya / Erdel’deki savaş (1658-1660) ve Kutsal İttifak’a karşı girişilen savaş (1684-1699); doğu serhaddinde Safevî İran’a karşı yürütülen savaşlar (1570-1592, 1603-1611 ve 1623-1639) ve Akdeniz’de Girit savaşı (1645-1669) daha önce görülmemiş sayıda asker, silâh, erzak ve para gerektirmiştir. Hiçbir serhat eyaleti sadece yerel gelirleriyle kendini savunmaya muktedir olmadığından imparatorluğun uzun sınırlarının savunulması gittikçe daha masraflı hale gelmiştir. 1592’den itibaren merkezî hazine hemen her malî yılı açıkla kapatıyordu ki Osmanlılar’ın 1579’dan 1611’e kadar durmadan savaştıkları (Avusturya Habsburgları’na, Safevî İran’a ve Anadolu’daki Celâlî isyancılarına karşı) göz önünde bulundurulursa bu şaşırtıcı olmaktan çıkar.

XVII. yüzyıl, timarlı sipahilerin yok olmaya yüz tuttuğu ve bir zamanların yenilmez yeniçerilerinin askerî becerilerinin köreldiği bir çağdır. Yeniçeri istihdamının asıl yöntemi olan devşirme sisteminin de hükmü kalmamıştır. XVII. yüzyıl sonuyla beraber Avrupa’da askerî devrim diye bilinen kapsamlı askerî ve ardından idarî ve malî reformlar sayesinde hasımları Osmanlılar’ınkine sayıca yakın düzenli ordular kurmuştur. Avrupalı kuvvetler bu dönemlerde daha nitelikliydi, iâşe sistemleri daha verimli işliyordu ve daha iyi bir kumanda kademesiyle profesyonel askerî bürokrasiye sahipti. 1699’da Macaristan’ın kaybı güç dengelerinde büyük değişikliklerin ilk işaretiydi. XVIII ve XIX. yüzyılların Osmanlı askerî tarihi Rus-Osmanlı savaşlarıyla, XIX. yüzyıl sonlarına kadar süren toprak kaybıyla, bunun ardından Balkanlar’da Osmanlı idaresinin çöküşüyle ve devamlı surette Osmanlı ordusunu ve idaresini modernleştirme çabalarıyla şekillenmiştir.

Klasik Osmanlı ordusunun savaş tarzı ve taktiği, ateşli silâhların devreye girişine kadar bozkır savaşçılarının bilinen vurkaç saldırılarına dayalı bir mahiyet arzetmiştir. Esasen erken Osmanlı ordusunun savaş tarzı hakkında bilgiler oldukça kısıtlıdır. Pachymeres ve Kantakuzenos gibi Bizans kaynaklarından anlaşıldığına göre Osman Gazi ve Orhan Gazi dönemindeki savaşlarda aşiret atlı birliklerinden oluşan Osmanlı ordusunun en etkin taktiği sürpriz saldırılardan ve düşmanı pusuya düşürmekten ibaretti. Düzenli Bizans ordularına nazaran sayıları daha az ve Bizans kuvvetlerine karşı savaş tecrübesi henüz yeterli olmayan Osmanlı güçleri meydan muharebelerinden ziyade beklenmedik anlarda yapılan yıpratıcı saldırıları tercih etmişlerdir. Bizans kuvvetlerini bu taktiği uygulayarak bozguna uğrattıktan sonra Osmanlı atlıları, daha önceden yaptıkları keşifler sonucu çevrede tesbit ettikleri güven ve savunma sağlayan yerlere geri çekiliyorlardı.

Yeniçeri, topçu, top arabacıları, humbaracı, cebeci ocaklarını ve altı bölük halkı denilen kapıkulu süvarilerini ihtiva eden merkez kuvvetleriyle timarlı sipahilerinden


oluşan klasik Osmanlı ordusunun gerek meydan muharebelerinde gerekse kuşatmalarda uyguladığı taktik hakkında XV ve XVI. yüzyıllara ait Osmanlı kaynakları ve yabancı kaynaklar yeterince bilgi verir. Osmanlı ordularının meydan muharebelerinde kullandıkları en meşhur ve üzerinde en çok durulan saldırı taktiği, bozkır, Turan veya hilâl taktiği adıyla bilineniydi. Hilâl şeklinde düzenlenen Osmanlı ordusunun merkezinde başta padişahı da koruyacak olan, XV. yüzyılların ortalarında ateşli silâhlarla donatılmış yeniçeri ocakları, önlerinde ise azebler yer alıyordu. Eyalet sipahileri sağ ve sol kanatta yerleştirilmişti. Düşman kuvvetlerinin hücumunu müteakip Osmanlı ordusunun orta kısmı bozguna uğramış izlenimi vererek geri çekiliyor, onları takip eden düşman güçleri Osmanlı toplarının menziline girdikten sonra top ateşiyle karşılanıyordu. Bu arada ön sıradaki azebler kenarlara çekiliyor, sağ ve sol kanattaki eyalet süvarileriyle birlikte düşmanın etrafını çembere alıp onları imha ediyordu. Osmanlılar’ın, bilinen hilâl taktiğini daha da karmaşık bir şekle sokarak Macarlar’a ve Avrupa Haçlıları’na karşı Niğbolu (798/1396), II. Kosova (852/1448) ve Mohaç (932/1526) gibi savaşlarda, ayrıca kendilerine benzer taktiği uygulayan Safevî ile Memlükler’e karşı Çaldıran (920/ 1514), Mercidâbık (1516) ve Ridâniye (1517) meydan muharebelerinde başarılı bir şekilde tatbik ettikleri ileri sürülür. Adı geçen zaferlerin bazılarında klasik Osmanlı taktiğinin önemi inkâr edilemezse de bunun yanı sıra bu meydan savaşlarının sonucunun belirlenmesinde diğer faktörlerin hilâl ve sahte ric‘at taktiği kadar önemli olduğu, hatta bazan bundan daha büyük rol oynadığı anlaşılmaktadır. Meselâ II. Kosova Muharebesi’nde Osmanlı sayısal üstünlüğün yanı sıra muharebeye ikinci gün Anadolu birliklerinin taze ve dinlenmiş olarak katılması, Macarlar’ın ise yanlış istihbaratlarından dolayı uyumadan sabahlamaları ve yorgun olmaları, Osmanlı kanadını dağıtan Macar ağır süvarilerinin hücumuna yeniçerilerin başarı ile karşı koyması ve Macarlar’ı kuşatması, bazı Macar birliklerinin paniğe kapılması ve Eflak kuvvetlerinin teslim olması önemli sebepler içinde yer alıyordu. Mohaç Savaşı’nda ise Osmanlılar klasik taktiklerini uygulamadılar. Zaferlerini her şeyden önce aşırı kuvvet ve silâh üstünlüklerine, Macarlar’ın düşüncesizce giriştikleri çapulculuğa, tüfekli yeniçerilerin yarılmaz duvarına ve yok edici ateş güçlerine borçluydular. Haçova Meydan Muharebesi’ni (1005/1596) Osmanlılar hıristiyanların sahip oldukları kuvvet ve taktik üstünlüğüne rağmen kazanmışlardı. Gerek hıristiyan gerekse Osmanlı kaynaklarına göre bu savaşta dikdörtgen şeklinde oluşturulmuş ve “kontramarş” (contre-marcsh) taktiğini izleyen hıristiyan tüfekli piyadelerinin ateş gücü karşısında Osmanlı kuvvetleri çaresiz kalmış, savaşın bu erken safhasındaki üstünlüklerinin ardından hıristiyan paralı askerleri çapulculuğa ve talana başlamışlardır. Halbuki muharebenin kaderi henüz belli olmamış, Osmanlılar’ın yalnızca sağ kanadı bozguna uğramıştı. Sol kanat ve merkezde padişahı koruyan yeniçeriler dayanıyordu; bunlar hıristiyanları tüfek ateşleriyle geri püskürttüler ve zaferi sağladılar. Sözü edilen meydan savaşlarında Osmanlı başarılarının sebepleri arasında sayısal üstünlük, padişahın ve yeniçerilerin mukavemeti, bunun sağladığı psikolojik üstünlük, hıristiyanların aceleci taarruzu, disiplinsizliği, Osmanlı ordugâhında giriştikleri çapulculuk ve talan gibi faktörler Osmanlı hilâl taktiği kadar önemli rol oynamıştır. Ancak Haçova Muharebesi, Mohaç’tan beri Avrupa ve Osmanlı ordu teşkilâtında ve taktiklerinde baş gösteren değişiklikleri ve hıristiyan tüfekli piyadelerin ve taktiğinin üstünlüğünü de yansıtmıştı. Hıristiyanların bu üstünlüğü, 1593-1606 Macaristan savaşının görgü tanığı olan Hasan Kâfî Akhisarî ve Vezîriâzam Yemişçi Hasan Paşa gibi gözlemciler tarafından farkına varılmıştı.

Bunun yanında Osmanlılar, Avrupa’da Otuzyıl savaşlarında denenen askerî gelişmeler ve yenileşmeler, yeni silâh ve taktikler hakkında yeterli deneyim elde edemediler. Nitekim XVI-XVII. yüzyıl kale kuşatmalarında teşkilâtlanmış Osmanlı kuvvetleri, yeni savaş taktiğini kullanan ve giriştiği ekonomik ve askerî reformlar sonucunda artık Osmanlılar’a benzer büyüklükte olan Avrupa ordularına karşı XVII. yüzyıl sonunda Macaristan’daki meydan muharebelerinde birbiri ardına bozguna uğramaya başladı. 1683 ile 1697 tarihleri arasındaki giriştikleri on beş önemli meydan muharebesinden Osmanlılar yalnız ikisini kazanabildiler. Bunun ardından XVIII. yüzyılda askerî sistemlerini yeniden teşkilâtlandırarak Avrupalı güçlere karşı denge kurmaya çalıştılar. Fakat artık karşılarında genellikle kurdukları ittifaklarla birkaç cepheden birden harekete geçen büyük güçler vardı.

XVIII. yüzyılın ilk yarısında geleneksel düşmanlarla (Venedik, Avusturya, İran) tutuşulan savaşlar karışık sonuçlanmışken yüzyılın ikinci yarısında Ruslar’la yapılan savaşlar bir seri yıkıcı yenilgi getirmiştir. Yüzyılın ilk yarısında savaş meydanında karşılaşılan başarısızlık içeride siyasî huzursuzluklara yol açmış, iki padişahın (1703’te II. Mustafa ve 1730’da III. Ahmed) tahttan indirilmesiyle sonuçlanan iki isyan meydana gelmiştir. Yüzyılın ikinci yarısında yenilginin faturası daha ağırdı. Ordunun Rus cephesinde bulunmasından yararlanan âyanlar merkezden gitgide kopmuştur. Yüzyılın sonunda bunların bir kısmı, meselâ Tepedelenli Ali Paşa (Yanya), Pazvandoğlu Osman (Vidin), Karaosmanoğlu ailesi (Batı Anadolu) kendi özel mülklerine ve birliklerine sahipti. Hatta merkezden bağımsız dış politika dahi gütmeye başlamışlardı. XIX. yüzyıl başında merkezî idare imparatorluğun dış çeperinde yer alan birçok bölgede denetimini kaybetmişti. Suûdîler’in emrindeki Vehhâbîler Hicaz’ın kontrolünü ellerine almışlardı (1803-1814). Aynı zamanda Mısır hâkimiyeti Memlük emîrleri ve Fransız işgaliyle darbe yemiştir (1799-1802). Nihayet 1805’te Kavalalı Mehmed Ali Paşa Mısır’da yönetimi eline almış ve Avrupa usulüyle eğitilmiş ordusuna dayanarak kırk yıl Mısır’ı yönetmiştir. Merkezî eyaletler olan Balkanlar ve Anadolu’da dahi İstanbul’un hükmü tehdit altındaydı. 1804’te Sırp ayaklanması bir dizi ulusal bağımsızlık savaşının başlangıcı olmuştur. 1820’lerin sonunda Sırbistan, Yunanistan ve Mısır fiilen bağımsızdı.

XVIII. yüzyılda farklı askere alma yöntemleri denenmiştir. Bu yöntemler, “nefer-i âm” denilen halktan derlenen milis kuvvetlerinden giderleri doğruca hazineden karşılanan mîrî levendata kadar uzanır ve nihayetinde III. Selim’in Nizâm-ı Cedîd ordusunun kurulmasına ön ayak olur. 1788-1792 Osmanlı-Rus savaşının ardından başlayan askerî (dolayısıyla malî ve idarî) ıslahat modern üniformalara ve silâhlara sahip Avrupa tipi yeni, disiplinli bir ordunun kurulması sonucunu vermiştir. İrâd-ı Cedîd adında bağımsız bir hazine ile finanse edilen bu yeni ordunun mevcudu 1807’de 23.000’i bulmuştu. Ancak yeniçeri-ulemâ ittifakı ile su yüzüne çıkan muhalefet aynı yıl içinde Selim’i bu orduyu dağıtmaya ve sonra da tahttan inmeye mecbur etmiştir. XIX. yüzyılın Osmanlı-Rus savaşları, bir yandan Rusya’nın temel jeopolitik amacı olan Boğazlar yoluyla Akdeniz’e erişimini sağlamaya hizmet ederken diğer yandan Osmanlı askerî teşkilâtının yetersizliğini defalarca gözler önüne sermiş, bu askerî başarısızlıklar İstanbul’u Tanzimat reformlarıyla (1839-1876) sonuçlanacak daha esaslı askerî, idarî ve malî yenileştirme çabasına girişmeye zorlamıştır.


II. Mahmud devrik selefinin ıslahatlarını sürdürmüş ve şartlar olgunlaştığında 1826’da başına buyruk Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmıştır. Yeniçerilerin Yunan isyanı diye adlandırılan mücadelenin ilk safhasında (1821-1826) Rum gerillaları karşısında sergiledikleri sönük icraat kaderlerinde etkili olmuştur. Yeniçeriler, ocaklarını yenileştirme projesine tepki olarak ayaklandıklarında II. Mahmud modern topçu birliklerine İstanbul’daki yeniçeri kışlasını topa tutma emri vermiş, bunun sonucunda yeniçerilerin çoğu telef olmuştur. Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye ismiyle kurulan yeni ordu taşradan toplanan gönüllü ve köylülerden oluşturulmuş, Avrupa usulü tâlime tâbi ve teşkilâta sahip bir kuvvetti ve sayısı kısa sürede 1500’den 27.000’e çıkmıştı. Mansûre ordusunun peşi sıra II. Mahmud, Hassa ordusu adı altında saltanatının sonlarında mevcudu 11.000’e ulaşan modern bir muhafız birliği kurmuş, 1834’te ayrıca Asâkir-i Redîfe-i Mansûre adıyla bir de yedek ordu oluşturulmuştur. Sayıları 1836’da 100.000’e ulaşan redifler taşrada düzeni sağlamakla mükelleftiler.

Osmanlı ordusunun değişiminde ikinci hayatî adım Avrupa usulü zorunlu askerlik uygulamasının devreye sokulmasıdır. Tanzimat reformlarını başlatan Gülhane Hatt-ı Hümâyunu eski asker celbi usullerinin yenilenmesine ihtiyaç duyulduğunu ilk defa dile getirmiştir. Bunun sonucunda zorunlu askerlik sistemine dayalı modern Nizâmiye ordusu 1843 tarihli askerî düzenlemelerle kurulmuş ve ilk askere alım 1848’de vuku bulmuştur. Bu düzenlemelerle ordunun mevcudu 150.000 asker olacak ve tertipler beş yıllığına askerî hizmete tâbi tutulacaktı. Dolayısıyla her yıl 30.000 erkeğin askere alınması gerekmekteydi. Askerî kuvvetler kendi rediflerine sahip beş ayrı bölgesel orduya bölünmüştür (muhafız, İstanbul, Avrupa eyaletleri, Anadolu ve Arap eyaletleri). Ordunun bu yapısı Balkan savaşlarına kadar bazı küçük değişikliklere rağmen temelde değişmeden kalmıştır. Askerlerin çoğu Anadolu’dan gelme müslüman köylülerdi. Gayri müslimler ise din ayırımı gözetmeksizin bütün tebaa için eşit hak, eşit yükümlülük getiren 1856 Islahat Fermanı’na rağmen bedel-i askerî ödeyerek askerlik hizmeti muafiyeti kazanabiliyordu. Bu durum, 1909’da din farkı gözetmeden umumi askerlik hizmetinin yürürlüğe konmasına kadar devam etmiştir.

Kapsamlı nüfus istatistiklerinin olmayışı ve idarî alt yapının yetersizliğinin yanı sıra gayri müslimler, şehirli müslümanlar ve belli meslek gruplarının (sivil bürokrasi, ulemâ vb.) yararlandığı sayısız muafiyetler de Osmanlı ordusunun rakip ordulara kıyasla mütevazi sayılarda kalmasına yol açmıştır. I. Dünya Savaşı arefesindeki 180-200.000 kişilik barış zamanı mevcudiyeti Avusturya ordusunun sadece yarısına ve Rus ordusunun tahminen beşte birine tekabül etmekteydi. Asıl önemlisi, Osmanlılar bir zamanlar silâh ve mühimmat üretiminde kendine yeterli ve sefer lojistiğinde uzmanken XIX. yüzyıl boyunca askerî masraflar ve ordularının ikmalinde türlü zorluklar yaşamışlardır. Askerî seferberlik yavaş ve firar yaygındı. Askerler yetersiz besleniyor, yaralardan çok kolera ve tifüsten ölüyordu. Az gelişmiş sanayi ve ulaşım alt yapısı, modern askere alım usulleri sayesinde var olan kitlesel orduya destek verememekteydi. XIX. yüzyıl boyunca alınan yenilgilerin ana sebebi bu eksikliklerdir. Osmanlılar’ın savaş cesareti ve becerileri ise I. Dünya Savaşı dahil olmak üzere düşmanlarının takdirine mazhar olmuştur.

1877-1878 savaşının ardından Osmanlılar eski Balkan topraklarının çoğunu kaybetmiştir. Berlin Kongresi (13 Haziran - 13 Temmuz 1878) Sırbistan, Romanya ve Karadağ’ın bağımsızlığını tanımış, Habsburglar, Bosna-Hersek’i işgal ve yönetme hakkını kazanmıştır. 1877-1878 savaşındaki Rus zaferini takiben imzalanan Ayastefanos Antlaşması’nda öngörülen Büyük Bulgaristan, Berlin Kongresi’nde ikiye bölünmüş, Kuzey Bulgaristan iç işlerinde bağımsız bir prensliğe dönüşürken Orta Bulgaristan (Doğu Rumeli) kısıtlı otonomiyle imparatorluğa bağlanmıştır. Rumeli güney kesimleri ise (Rodop’un güneyi) Osmanlı Devleti’nin aslî bir parçası olarak bırakılmıştır. Yeni kurulan Balkan devletlerinin çok azı Berlin Kongresi’nin toprak düzenlemesiyle tatmin olmuş ve bu yüzden güttükleri politika Balkan savaşlarına yol açmıştır.

I. Balkan Savaşı’nda Osmanlı Devleti, Balkan ülkelerinin ittifakı karşısında Edirne dahil olmak üzere bütün Balkan topraklarını yitirmiş, Trakya ve Makedonya üzerindeki haklarından feragat etmiştir. Ancak çok geçmeden Balkan devletlerinin birbirleriyle savaşa tutuşmasından yararlanarak II. Balkan Savaşı’nda Doğu Trakya ve Edirne’yi geri almıştır. Bükreş Antlaşması (10 Ağustos 1913) mevcut toprak kazanımlarını tanımış, Sırbistan Kuzey Makedonya, Yenipazar (Novi Pazar) sancağının bazı kısımlarını alırken Yunanistan, Selânik’in kuzeyine düşen Makedonya topraklarını ve Doğu Kavala ile Teselya ve Yanya’yı almıştır. Arnavutluk bağımsızlığını kazanırken Osmanlılar’ın elinde sadece Edirne kalmıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

Mahmud Râif Efendi ve Nizâm-ı Cedîd’e Dair Eseri (nşr. Kemal Beydilli - İlhan Şahin), Ankara 2001; Uzunçarşılı, Kapukulu Ocakları, I-II; V. J. Parry, “La manière de combattre”, War, Technology and Society in the Middle East (ed. V. J. Parry - M. E. Yapp), London 1975, s. 218-256; C. Finkel, The Administration of Warfare: The Ottoman Military Campaigns in Hungary, 1593-1606, Wien 1988; a.mlf., “XV. ve XVI. Asırlarda Büyük Meydan Muharebelerinde Uygulanan Strateji ve Taktikler”, XV ve XVI. Asırları Türk Asrı Yapan Değerler (haz. Mahir Aydın), İstanbul 1999, s. 85-89 (tebliğin müzakereleri için bk. Mücteba İlgürel, s. 89-91 ve Gábor Ágoston, s. 91-96); İdris Bostan, Osmanlı Bahriye Teşkilâtı: XVII. Yüzyılda Tersâne-i Âmire, Ankara 1992; a.mlf., Kürekli ve Yelkenli Osmanlı Gemileri, İstanbul 2005; P. Brummett, Ottoman Seapower and Levantine Diplomacy in the Age of Discovery, New York 1994; Arming the State: Military Conscription in the Middle East and Central Asia, 1775-1925 (ed. E. J. Zürcher), London-New York 1999; J. McNeill, “Ecology and Strategy in the Mediterranean: Points of Intersection”, Naval Strategy and Policy in the Mediterranean: Past, Present and Future (ed. J. B. Hattendorf), London 2000; G. Ágoston, “Ottoman Conquest and the Ottoman Military Frontier in Hungary”, A Millennium of Hungarian Military History (ed. B. K. Király - L. Veszprémy, trc. E. Arató), Boulder 2002, s. 85-110; a.mlf., “Avrupa’da Osmanlı Savaşları”, Top, Tüfek ve Süngü: Yeniçağda Savaş Sanatı (ed. J. Black, trc. Yavuz Alogan), İstanbul 2003, s. 128-153; a.mlf., Barut, Top ve Tüfek: Osmanlı İmparatorluğu’nun Askeri Gücü ve Silah Sanayisi (trc. Tanju Akad), İstanbul 2006; a.mlf., “Information, Ideology and Limits of Imperial Policy: Ottoman Grand Strategy in the Context of Ottoman-Habsburg Rivalry”, The Early Modern Ottoman Empire: Remapping the Empire (ed. V. H. Aksan - D. Goffman), New York-Cambridge 2007, s. 75-103; Osmanlı Askerlik Literatürü Tarihi (haz. Ekmeleddin İhsanoğlu v.dğr.), İstanbul 2004, I-II; Mehmet İnbaşı, Ukrayna’da Osmanlılar: Kamaniçe Seferi ve Organizasyonu (1672), İstanbul 2004; Salim Aydüz, XV-XVI. Yüzyılda Tophâne-i Âmire ve Top Döküm Teknolojisi, Ankara 2006; V. H. Aksan, Ottoman Wars 1700-1870: An Empire Besieged, Harlow 2007; R. Murphey, Osmanlı’da Ordu ve Savaş: 1500-1700 (trc. Tanju Akad), İstanbul 2007; Halil İnalcık, “The Origins of the Ottoman-Russian Rivalry and the Don-Volga Canal”, Annales de l’Université d’Ankara, I, Ankara 1947, s. 47-110; Akdes Nimet Kurat, “The Turkish Expedition to Astrakhan in 1569 and the Problem of the Don-Volga Canal”, SEER, XL (1961), s. 7-23; C. Imber, “The Navy of Süleyman the Magnificent”, Ar.Ott., VI (1980), s. 211-282; Kahraman Şakul, “Osmanlı Askerî Tarihi Üzerine Bir Literatür Değerlendirmesi”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, I/2, İstanbul 2003, s. 529-571.

Gábor ágoston