SATRANÇ

İki kişi tarafından savaş taktiklerinin karelere bölünmüş özel bir tahta üzerinde ve belirli taşlarla uygulanması şeklinde oynanan bir masa başı oyunu.

Satranç kelimesinin aslının Sanskritçe catur anga (dört unsur) olduğu, bunun Farsça’ya çet-reng ve oradan Arapça’ya şatranc şeklinde geçtiği bilinmektedir. Hintliler’e göre bu dört unsur atlar, filler, savaş arabası ve piyadelerdir. Buna göre savaş taktiklerinin teorik biçimde tahta üzerinde uygulandığı bir oyun olan satrancın esasen dört bölümden oluşan Hint ordusunu temsil ettiği anlaşılmaktadır. Kral ordunun üstünde ve karar verici konumunda bulunduğu, vezir de onun yardımcısı olduğu için oyunda bunlar ordudan sayılmaz. Kelimenin anlamı konusundaki değişik görüşlerden biri de aslının Farsça şeş-rengden (altı renk) geldiğidir. Altı renk veya tür altı farklı işlevi bulunan şah, vezir, fil, at, kale ve piyadeden meydana gelen satranç taşlarıdır (Safedî, II, 90; Kalkaşendî, II, 158). Muhtemelen satranç tahtasının sekiz karesinden esinlenerek Farsça heşt-rengden (sekiz renk) türediği de ileri sürülmüştür (Adlî - Ebû Bekir es-Sûlî v.dğr., s. 1-2). Satranç konusunda İslâm kültürünün Batı’ya etkisini bu oyunun Avrupa dillerindeki isimleri açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim İspanyolca’daki ajedrez biçiminin Arapça eş-şatrancdan, İtalyanca scacchi ve Almanca schach biçiminin Farsça şahtan geldiği anlaşılmaktadır (EIr., V, 393). Aynı şekilde şah-mat (şâh mâte: kral öldü) deyimi İngilizce’de chek-mate şeklinde söylenmektedir (İA, XI, 354; EI² [İng.], IX, 366).

Satranç eskiden beri genellikle kapalı alanlarda oynanan en önemli oyunlardan biri olup satranç tahtası diye adlandırılan kare biçiminde bir alan üzerinde iki rakip arasında taşların sırayla hareket ettirilmesiyle uygulanır. Her iki tarafın amacı, kurallara uygun bir hamle ile rakibi yenilmekten kurtulması imkânsız bir duruma düşürünceye kadar onun şahına saldırmaktır. Bunu başaran taraf rakibini şah-mat yapmış olur ve oyunu kazanır. Her iki taraf için de şah-mat yapmak mümkün değilse oyun berabere biter yani pat olur. Satranç tahtası genellikle günümüzdeki biçimiyle çizgili 64 (8 × 8) eşit kareden oluşur, kareler sırayla açık ve koyu renktedir. Satranç tahtası iki rakip arasına beyaz renkli köşe karesi sağ tarafa gelecek şekilde yerleştirilir. Oyunun başında her iki rakip bir şah, bir vezir, iki kale, iki fil, iki at ve sekiz adet piyona sahiptir. Satranç taşları muhtemelen daha bu oyunun icadıyla birlikte sembolize ettiği varlığın şeklinde idi. Hiç değilse İslâm toplumuna girdiği en erken dönemlerde, yani I. (VII.) yüzyılda her taşın temsil ettiği varlığın heykeli olarak yontulduğu bilinmektedir (Adlî - Ebû Bekir es-Sûlî v.dğr., s. 13; Firdevsî, III, 1398; Râgıb el-İsfahânî, I, 447).

Bîrûnî, Hindistan’da oynanan satrançta taşların tahtaya yerleştirilmesini, her taşın değerini ve oynanışını anlatır (Taĥķīķu mâ li’l-Hind, s. 90-91). Onun anlattığı, dört kişiyle ve çift zar atılarak oynanan satrancın aslının Hindistan’daki “şataranca” adlı oyun olduğu ileri sürülmüştür. Bu oyun sıkıcı ve karmaşık olduğundan zamanla dörtlü şekilden ikili şekle getirilmiş, böylece şataranca satranca dönüşmüştür. Müslüman kaynaklarında tarihsel gelişimi içinde birbirinden oldukça farklı on çeşit satrançtan söz edilir. Satrançta piyon üstü taşları karakterize eden varlıkların bazıları çeşitli kültürlerde farklılaşmıştır. 1061 yılında kilise satrancı İslâm kültürünün bir parçası saydığı için oynayanları aforoz edince 1475’te Avrupa’da vezir yerine kraliçe, filler yerine papazlar ve atlar yerine şövalyeler konularak oyundaki İslâmî unsurlar, dolayısıyla aforoz edilme gerekçesi ortadan kaldırılmıştır (EIr., V, 395; ML, XI, 29-30).


İcadı ve Yayılışı. Satrancın icadıyla ilgili bilgiler mitolojik bir şahsiyet olan Hermes’e (İdrîs) kadar götürülür (Yektâî, IV/ 5-6 [1348], s. 75). Tarihî kaynaklarda doğduğu yer olarak Hindistan, Yunanistan, Çin, Rusya, İran, Arabistan, Mısır, Mezopotamya ve İrlanda gibi pek çok medeniyet havzasından söz edilmekte, ancak Hintliler’e ve Eski Yunan-Roma dünyasına ait olduğunu söyleyenlerin çoğunlukta olduğu görülmektedir. Bu görüşleri destekleyen tarihî bilgiler, rivayetler, hikâyeler, efsaneler ve işaretler bulunmakta, ayrıca bütün kanıtlar satrancın V ve VI. yüzyıllarda tanınıp bilindiğini göstermektedir (Râgıb el-İsfahânî, I, 447; Züheyr Ahmed el-Kaysî, s. 14; M. Murâd es-Sükker, XV/127-130 [1989], s. 66-67; Tarâbîşî, LXV/2 [1990], s. 282; Yektâî, IV/5-6 [1348 hş.], s. 73). Satranç Romalılar’ın “diyo desim sekripta” ve “calculaurum” ile Mısırlılar’ın “dama” oyunundan farklı olduğuna, ayrıca Troya savaşından sonraki Yunan eserlerinde satrançtan bahsedilmediğine göre bu oyunun başlangıcı Doğu’da aranmalıdır. Satrancın ilk defa Çinliler tarafından oynandığını ileri sürenler varsa da hemen her şeyi kaydeden Çin kaynaklarında yer almaması bu görüşü zayıflatmaktadır. Eldeki bilgilerden hareketle satrancın Hindistan kaynaklı olduğunu söylemek daha doğru olur. Firdevsî de satrancı Hint kökenli bir oyun kabul eder (Şehnâme, III, 1398, 1676-1679, 1694-1695). Oyunun VI. yüzyılda Hindistan’da oynandığı 600’lü yıllara ait bir yazıttan anlaşılmaktadır. Buna göre satranç Hindistan’dan İran’a, oradan en geç VI. yüzyılın sonlarında veya VII. yüzyılın başlarında Arabistan’a girmiştir. Satrancı bulan Brahman rahibi veya bilgenin oyunu şaha arzedişinin hikâyesi meşhurdur. Oyundan çok hoşlanan şah onu icat edene, “Dile benden ne dilersen” deyince o da oyunun her karesi için bir önceki karede aldığı buğdayın iki mislini ister. Başlangıçta şah bu talebi küçümserse de hesaplama sonucunda ortaya çıkan miktarın dünyanın 1500 yıllık buğday üretimine denk olduğu görülür. Bilgenin buğday yerine dirhem (gümüş para) istediği de belirtilir. Bu hikâyeyi anlatan müslüman yazarlar katlamalı buğday / dirhem hesabının analizini ayrıntılarıyla verir (meselâ bk. Bîrûnî, el-Âŝârü’l-bâķıye, s. 138-139; Râgıb el-İsfahânî, I, 447).

Satrancın icadına dair değişik görüşler vardır. Bu oyunun Hint kaynaklı olduğunu söyleyenlerden bazıları, Hint racalarını doğruya yöneltmek ve devlet yönetiminde güçlendirmek veya rahatsızlığından dolayı ata binemeyen Hint racasına oturduğu yerden savaşı yönetebileceğini gösterip teselli etmek amacıyla icat edildiğini belirtir. Muhammed b. Ali er-Râvendî’ye göre satrancın icat ediliş amacı, yöneticilik sanatının mahiyetini bu makama gelecek olanların daha iyi anlaması ve savaş taktiklerini öğrenmesi, halkın da hoşça vakit geçirmesidir. Böylece satrancı Hint bilgeleri icat edip bağlı oldukları Enûşirvân-ı Âdil’e yollamışlar, Enûşirvân da onu Bizans imparatoruna göndermiştir (Râhatü’s-sudûr, II, 376). Mes‘ûdî de satrancın savaşta savunma taktiğini geliştirme ihtiyacının ürünü olduğunu söyler (Mürûcü’ź-źeheb, I, 81). İslâm kaynaklarındaki bir hikâyeye göre taht için savaşan iki kardeşten biri mükemmel bir savaş taktiğiyle diğerini kuşatarak onu çaresizlik içinde bırakır ve üzüntüden ölmesine yol açar; daha sonra büyük acı çeken annesine kardeşinin ölümünü izah edebilmek amacıyla olayın nasıl gerçekleştiğini, iki ordunun durumunu sembolize eden bir kurguyla anlatır, böylece satrancı da icat etmiş olur (Firdevsî, III, 1683-1695; Yektâî, IV/5-6 [1348], s. 63; M. Murâd es-Sükker, XV/127-130 [1989], s. 67-68; Tarâbîşî, LXV/ 2 [1990], s. 283-284). Firdevsî’ye göre satrancın icadıyla ilgili olarak bir tek kişi yerine birçok kişiden söz etmek daha doğru olur (Şehnâme, III, 1695).

Tarihî seyri içinde satranç Enûşirvân döneminde İran’a intikal etmiştir. Satranç kelimesinin formu oyunun Hindistan kökenli olduğunu, bu oyunda kullanılan Farsça terimler de onun üçüncü durağı olan Yakındoğu’ya İranlılar tarafından ulaştırıldığını göstermektedir (EI2 [İng.], IX, 366). İran’da uzun bir geçmişi olan satrancın Pehlevîce yazılmış üç kitapta söz konusu edildiği belirtilmektedir. Bunlardan birincisi Kârnâmek-i Erdeşîr-i Pâpekân, ikincisi Ħüsrev ü Rîdek, üçüncüsü Vicârişn-i Çatrang u Nihişn-i Nev Erdahşîr başlığını taşır. Anlatıldığına göre satranç İslâm’ın doğuşuna yakın bir tarihte Araplar’a intikal etmiş, ilk öğrenen kişi ise Amr b. Âs olmuştur. Ayrıca ünlü Arap şairi İmruülkays b. Hucr’un Ķaśîde-i Lâmiyye’sinde satranç şairin oyunu bildiğine işaret edecek kadar ayrıntılı biçimde geçmektedir. Ancak bu kasideye sonradan eklemeler olduğu ileri sürülmektedir (Züheyr Ahmed el-Kaysî, s. 109, 111; M. Murâd es-Sükker, XV/127-130 [1989], s. 71-72). Böylece satranç, Persler’e geçtiği ilk elli yılda Arap coğrafyasının yanı sıra muhtemelen VI. yüzyılın sonunda Bizans sarayına ulaşmış, sarayda sık oynanan oyunlardan olmuştur. Adlî ve Ebû Bekir es-Sûlî’ye ait Kitâbü’ş-Şaŧranc’da (s. 10) yer alan bir rivayetten satrancın Hz. Ömer döneminde Araplar tarafından bilindiği anlaşılmaktadır. Hz. Ali zamanında ise toplumda oynanmaya başlandığının açık işaretleri görülmektedir (Râgıb el-İsfahânî, I, 447; Murrey, s. 169). Böylece I. (VII.) yüzyılın başlarında Arap coğrafyasına intikal edip yayılan satrancın II. (VIII.) yüzyılda Emevîler’den Kuzey Afrika-Endülüs-İtalya (Sicilya) yoluyla Avrupa’ya geçtiği söylenebilir. Satrancın Endülüs’e ulaşmasından çok sonra Tuleytula (Toledo) Okulu’nda bilimsel gelişmeleri başlatan Kral Alfonso (ö. 1283) burada Doğu’ya ait kitapları tercüme ettirmeye başlamıştır. Bunlar arasında Adlî ve Sûlî’nin Kitâbü’ş-Şaŧranc’ı da (Jeugos de Ajedrez) bulunuyordu (Züheyr Ahmed el-Kaysî, s. 377-378).

Satrancın müslüman Araplar’a intikali önemli bir dönüm noktasıdır; çünkü oyunun gelişmesi, kurallarının belirlenmesi, yazılması ve Batı’ya intikali onlar sayesinde olmuştur. En önemli gelişmelerden biri müslümanların daha I. (VII.) yüzyılın sonunda oyunun kurumsallaşmasına katkıda bulunmalarıdır. Nitekim Emevî Halifesi Yezîd b. Abdülmelik’in hilâfeti döneminde Abdülhakem el-Cümahî, Mekke’de özel bir mekânı tavla, satranç vb. oyunlar için düzenlemiştir (Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, IV, 253-254; Râgıb el-İsfahânî, I, 448-449). İlgili bütün kaynaklarda yöneticisi, âlimi, şairi, hatta görme engellisiyle müslümanların satranca büyük ilgi gösterdikleri, onun toplumda yayılmasına ve gelişmesine öncülük ettikleri bildirilir. Müslümanlar üstün yeteneklerini ortaya koyarak ilginç buluşlarla satranç oyununa önemli yenilikler katmıştır. Bunlardan biri satranç


tahtasına bağlı kalmaksızın (zihinden), bir diğeri aynı anda birden fazla kişiyle (simültane) satranç oynanmasıdır. Bu tarzdaki oyunlarda yeteneklerini sergileyenler arasında görme engellilerin de bulunduğu kaydedilir (Ebû Ali et-Tenûhî, I, 65; Safedî, II, 89). Bu arada satranç oynarken dikkat edilmesi gereken birtakım kurallar geliştirilmiş ve özenle uygulanmıştır. Bilhassa halifeler ve üst düzey yöneticilerin huzurunda oynanırken daha dikkatli olmak gerekiyordu. Câhiz iyi bir nedimin nitelikleri arasında okçuluk, avcılık, çevgânla birlikte satranç ustalığını da zikreder (et-Tâc, s. 121). Ünlü satranç ustaları Râzî ve Ebû Bekir es-Sûlî’nin yanında Keykâvus b. İskender ve Râvendî de satranç âdâbıyla ilgili bilgi verir. Ayrıca “Edebü’ş-şatranc” adıyla müstakil eserler yazılmıştır. I. (VII.) yüzyılda birçok sahâbînin doğrudan veya dolaylı biçimde satrançla ilgisinin olduğu kaynaklarda belirtilir. Nitekim Ebû Hüreyre’nin, kölesini çağırıp onunla satranç oynadığı (Adlî - Ebû Bekir es-Sûlî v.dğr., s. 14-15; Züheyr Ahmed el-Kaysî, s. 80; M. Murâd es-Sükker, XV/127-130 [1989], s. 74), sahâbe ve tâbiînden birçoklarının ve savaşla ilgili bir oyun olduğu gerekçesiyle Hz. Ömer’in buna izin verdiği (Adlî - Ebû Bekir es-Sûlî v.dğr., s. 12, 14-23; Safedî, II, 89; Züheyr Ahmed el-Kaysî, s. 152-153, 156-162, 176-177) anlaşılmaktadır. Kralların oyunu sayılan satranç her dönemde müslüman devlet adamları, ulemâ, üdebâ ve halk tarafından oynanmıştır.

Dinî Hükmü. Tavlayı yeren birçok rivayetin nakledilmesine karşılık (Âcurrî, s. 47-59) satrançla ilgili bir tek hadis bulunmakta (a.g.e., s. 61-66), bu hadis de sahih hadis kitaplarında yer almamaktadır. Bu durum, satrancın tavla vb. oyunlara göre dinî sakıncasının daha hafif olduğu şeklinde yorumlanmıştır (Şâfiî, VI, 224). Hz. Ali’nin satranç oynayan bir topluluğu görünce, -hayvanlardan oluşan satranç elemanlarını kastederek- “Karşısına geçip ibadet ettiğiniz bu heykeller de nedir?” dediğine dair bir rivayet (Râgıb el-İsfahânî, I, 447; İbşîhî, II, 312) bazı din âlimleri tarafından yasaklama olarak değerlendirilmiştir (Âcurrî, s. 62; Râgıb el-İsfahânî, I, 448; İbşîhî, II, 312; EI² [İng.], IX, 366). Bu sözde bir nehiy bulunmadığını düşünenler ise, “Eğer Hz. Peygamber’den yasaklayıcı bir emir gelseydi bunu Hz. Ali mutlaka bilir ve satranç oynayanlara yasağı hatırlatarak onları menederdi” demişlerdir (Râgıb el-İsfahânî, I, 447; Züheyr Ahmed el-Kaysî, s. 110). Adlî ve Sûlî ise bu rivayetin satrancın cevazına işaret ettiğini belirtir (Kitâbü’ş-Şaŧranc, s. 13). Öte yandan Abdullah b. Ömer gibi sahâbeden, Hasan-ı Basrî gibi tâbiînden bazılarının bunu hoş karşılamadığı bilinmektedir. Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî kaynakları satrancın hükmüyle ilgili farklı bilgiler verir. Ancak bu bağlamdaki açıklamalardan, kumara bulaştırılmadığı, Allah’a, aileye ve topluma karşı görevler aksatılmadığı, daha önemli bir işin ihmaline yol açmadığı sürece satranç oynanmasında dinen bir sakınca bulunmadığı anlaşılmaktadır. Nitekim birçok İslâm âlimi satrancın zihni kuvvetlendirdiği, mizacı geliştirdiği, iş hayatında azimli ve mücadeleci olmayı öğrettiği, görüş ufkunu genişlettiği, kendine güveni arttırdığı, insanı sosyalleştirdiği, güçlü arkadaşlıklar kurulmasını sağladığı yönündeki faydalarını hatırlatarak satranç oynamanın mubah olduğunu ifade etmiştir (Adlî - Ebû Bekir es-Sûlî v.dğr., s. 15; Râgıb el-İsfahânî, I, 447-448; Râvendî, II, 384; EI² [İng.], IX, 367; Ahmed Abdürrezzâk, I, 125).

Literatür. İslâm dünyasında satranç oyununa gösterilen geniş ilgi onu özel çalışmaların konusu yapmış ve birçok ünlü usta satranç hakkında kitap, risâle, tezkire yazmıştır. Bu konuda telifte bulunan müelliflerden bazısını İbnü’n-Nedîm “Şatranciyyûn” başlığı altında tanıtmıştır. Eseri günümüze ulaşmamış olsa da satrançla ilgili ilk telifi Halîl b. Ahmed’in (ö. 175/791) yaptığı bilinmektedir. Câhiz’in de en-Nerd ve’ş-şaŧranc adıyla bir kitap kaleme aldığı belirtilir (Yâkūt, IV, 496; Tarâbîşî, XLV/2 [1990], s. 293, 303). Ancak teknik anlamda ilk satranç monografisini yaklaşık 240’lı (854) yıllarda Kitâbü’ş-Şaŧranc adıyla Ebü’l-Abbas Ahmed el-Adlî’nin yazdığı anlaşılmaktadır. Onu “Şatrancî” diye tanınan Râzî takip etmiştir. Bunlardan sonra oyun stiliyle halifelerin ve satranç bilen herkesin hayranlığını kazanmış olan satranç ustası Ebû Bekir es-Sûlî bir kitap yazmıştır. Diğer bir müellif de Sûlî’nin seçkin öğrencisi olup satrançla ilgili çalışmalarından ötürü yanlışlıkla satrancın mûcidi diye anılan Ebü’l-Ferec Muhammed b. Ubeydullah’tır. Süleymaniye Kütüphanesi’nde kayıtlı bulunan (Lala İsmâil, nr. 560/1) Kitâbü’ş-Şaŧranc mimmâ ellefehû el-ǾAdlî ve’s-Sûlî ve ġayrühümâ adlı eser bir derleme olup Fuat Sezgin bu eseri tıpkıbasım olarak neşretmiştir (Frankfurt am Main 1406/ 1986). Arap literatüründe satranç lirik şiirin ifadesinde, bazan da edebî metinlerde duyguları somutlaştırmak için teşbih ve istiare olarak kullanılmıştır (Ebû Mansûr es-Seâlîbî, s. 120-121; Harîrî, s. 340, 408; Züheyr Ahmed el-Kaysî, s. 120, 122; EIr., V, 395). Satranç Fars edebiyatına da yansımış, başta Firdevsî olmak üzere birçok şair ve edebiyatçı bu konuya ilgi duymuştur. Fars literatüründe Firdevsî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Muizzî, Senâî, Ömer Hayyâm, Ferîdüddin Attâr, Hâkānî-i Şirvânî, Sa‘dî-i Şîrâzî, Hâfız-ı Şîrâzî gibi şairler insan mücadelesinde ve kader rüzgârının esintisi önünde satrancı bir istiare şeklinde kullanmıştır (ayrıca bk. bibl.).

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü’l-ǾArab, “Şaŧranc” md.; el-Muvaŧŧaǿ, “Rüǿyâ”, 2; Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, el-CâmiǾu’ś-śaġīr, Beyrut 1406/1986, s. 483; Şâfiî, el-Üm, Beyrut, ts. (Dârü’l-fikr), VI, 224; Câhiz, et-Tâc fî aħlâķi’l-mülûk (trc. M. Ali Halîlî), Tahran 1343 hş., s. 121; a.mlf., Kitâbü’l-Ĥayevân (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), Beyrut 1408/1988, IV, 147; Belâzürî, Ensâb, VI, 77; VIII, 377; Vekî‘, Aħbârü’l-ķuđât, II, 414; Mes‘ûdî, Mürûcü’ź-źeheb (Abdülhamîd), I, 81; IV, 325-326; Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, el-Eġānî, IV, 253-254; Adlî - Ebû Bekir es-Sûlî v.dğr., Kitâbü’ş-Şaŧranc mimmâ ellefehû el-ǾAdlî ve’ś-Śûlî ve ġayrühümâ (nşr. Fuat Sezgin),


Frankfurt 1406/1986; Âcurrî, Taĥrîmü’n-nerd ve’ş-şaŧranc ve’l-melâhî (nşr. Mustafa Abdülkādir Atâ), Beyrut 1408/1988, s. 47-59, 61-66; Ebû Ali et-Tenûhî, Nişvârü’l-muĥâđara (nşr. Abbûd eş-Şâlecî), Kahire 1391-93/1971-73, I, 65; II, 272; İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist (nşr. İbrâhim Ramazan), Beyrut 1415/1994, s. 189-190; Şâbüştî, ed-Deyârât (nşr. C. Avvâd), Beyrut 1406/ 1986, s. 170; Firdevsî, Şehnâme (trc. Şerîfî, haz. Zühal Kültüral - Latif Beyreli), Ankara 1999, III, 1398, 1676-1679, 1683-1695; Ebû Mansûr es-Seâlîbî, Ħâśśu’l-ħâś (nşr. Me’mûn b. Muhyiddin el-Cennân), Beyrut 1414/1994, s. 120-121; Bîrûnî, el-Âŝârü’l-bâķıye Ǿani’l-ķurûni’l-ħâliye (nşr. C. E. Sachau), Leipzig 1923, s. 138-139; a.mlf., Taĥķīķu mâ li’l-Hind (nşr. C. E. Sachau), London 1887 → (ed. Fuat Sezgin), Frankfurt 1993, s. 90-91; Keykâvus b. İskender, Kabusname (trc. Mercimek Ahmet, nşr. Orhan Şaik Gökyay), İstanbul 1974, s. 100-101; Râgıb el-İsfahânî, Muĥâđarâtü’l-üdebâǿ, Kahire 1287, I, 447-449; Harîrî, Maķāmât, Beyrut 1400/1980, s. 340, 408; Râvendî, Râhatü’s-sudûr (Ateş), II, 376-884; Yâkūt, MuǾcemü’l-üdebâǿ, Beyrut 1411/1991, IV, 496; Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî (haz. Adnan Karaismailoğlu), İstanbul 2004, II, 267; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, IX, 371-372; Nevevî, Şerĥu Müslim, XV, 15; Muvaffakuddin İbn Kudâme, el-Muġnî, Beyrut 1405, X, 171; a.mlf., el-Kâfî fî fıķhi İbn Ĥanbel, Beyrut 1988, IV, 524; Şemseddin el-Âmülî, Nefâǿisü’l-fünûn fî Ǿarâǿisi’l-Ǿuyûn, Tahran 1290/1873, s. 215-217; Safedî, el-Ġayŝü’l-müseccem, Beyrut 1411/1990, II, 89-90; İbn Ebû Hacele, Sükkerdânü’s-Sulŧân el-Melikü’n-Nâśır, Bulak 1288, s. 32; Kalkaşendî, Śubĥu’l-aǾşâ (Şemseddin), II, 158; İbşîhî, el-Müsteŧraf, Beyrut 1987, II, 312; Şevkânî, Neylü’l-evŧâr, Beyrut 1973, VIII, 259; Ahmed Emîn, Đuĥa’l-İslâm, Beyrut 1351/ 1933, I, 251; M. Manazir Ahsan, Social Life under the Abbasids, London 1979, s. 264-267; Fehmî Abdürrezzâk Sa‘d, el-ǾÂmme fî Baġdâd, Beyrut 1983, s. 256-258; Ahmed Abdürrezzâk, “Vesâǿilü’t-teselliye Ǿinde’l-ǾArab”, Dirâsât fi’l-ĥađâreti’l-İslâmiyye, Kahire 1985, I, 125; Jean-Paul Roux, Timur (trc. Ali Rıza Yalt), İstanbul 1994, s. 125, 163-164; Mehmet Özdemir, Endülüs Müslümanları: Medeniyet Tarihi, Ankara 1997, s. 56; T. T. Rice, Bizans’ta Günlük Yaşam (trc. Bilgi Altınok), İstanbul 1998, s. 55; Züheyr Ahmed el-Kaysî, Târîħu’ş-şaŧranci’l-kebîr, Bağdad 1999, tür.yer.; Ramazan Altınay, Emevîler’de Günlük Yaşam, Ankara 2006, s. 451-454; H. J. R. Murrey, “The Earlier Arabic Literature of Chess”, JRAS (1937), s. 169-170; Mecîd Yektâî, “Pîşîne-yi Târîħî Şeŧrenc”, Berresîhâ-yi Târîħî, IV/ 5-6, Tahran 1348 hş., s. 56-58, 63, 73, 75; M. Murâd es-Sükker, “eş-Şaŧranc Ǿabre’t-târîħ”, Târîħu’l-ǾArab ve’l-Ǿâlem, XV/127-130, Bağdad 1989, s. 66-68, 71-72, 74; M. Fâiz Senkerî et-Tarâbîşî, “eş-Şaŧranc ve’n-nerd fi’l-edebi’l-ǾArabiyyi’l-ķadîm”, MMLADm., LXV/2 (1990), s. 280-284, 303; V. Carra de Vaux, “Şatranç”, İA, XI, 353-354; F. Rosenthal, “Ѕћaŧranғј”, EI² (İng.), IX, 366-368; “Satranç”, ML, XI, 29-30; Bo Utas, “Chess (The History of Chess in Persia)”, EIr., V, 393-396; Mohammad Dabīrsīāqī, “Chess (Chess Terminology)”, a.e., V, 396-397; Muhammed Hüseyin es-Sûsî, “eş-Şaŧranç bi’l-Maġrib”, MaǾlemetü’l-Maġrib, Rabat 1423/ 2002, XVI, 5370; Aybar Karaçay, “Türk Dünya Şampiyonları ve es-Sûlî”, www. satranc.net/yazarlar/aybar/aybar2.asp; a.mlf., “es-Sûlî’nin Eşeği”, www.satranc.net/yazarlar/aybar/ aybar5.asp.

Ramazan Altınay