RİCÂLULLAH

(رجال الله)

İlâhî hakikatlerin mazharı olup âlemde tasarrufta bulunan

gizli ve âşikâr Allah erleri anlamında bir tasavvuf terimi.

Sözlükte “erkek; mert, yiğit” anlamlarına gelen recül kelimesinin çoğulu olan ricâl ile “Allah” lafzından oluşan ricâlullāh terimi tasavvufta âlemin yönetilmesinde belli görevleri bulunduğuna inanılan velîleri ifade eder. Ricâlü’l-gayb da ricâlullaha yakın bir anlam taşır. Ancak ricâlullah ricâlü’l-gaybdan daha kapsamlıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın günahtan arınan erleri sevdiğinden bahsedilmiş (et-Tevbe 9/108), ticaret ve alışverişin kendilerini Allah’ı zikretmekten alıkoymadığı, Allah’a verdikleri sözü yerine getiren erler övülmüş (en-Nûr 24/37; el-Ahzâb 33/23), vahyin erlere geldiği belirtilmiştir (en-Nahl 16/43). Bundan dolayı tasavvufta erlik kavramı önem kazanmış, dinî hükümlere ve ahlâk kurallarına bağlı kalan, bunları cesaretle uygulayan kişilere er denilmiş, bu bağlamda velîlere “Allah’ın erleri” (ricâlullah) unvanı verilmiştir (ayrıca bk. ERENLER). Ricâlullahın velîden farkı onların âlemin yönetilmesinde Cebrâil, Mîkâil, İsrâfil ve müdebbirât (en-Nâziât 79/5) gibi isimler verilen meleklerin görevlerine benzeyen görevleri olduğuna inanılmasıdır.

Ebû Tâlib el-Mekkî ve Hücvîrî gibi sûfî müellifler ricâlullahtan çeşitli şekillerde bahsetmiştir (Ķūtü’l-ķulûb, II, 154-155; Keşfü’l-maĥcûb, s. 269). Muhyiddin İbnü’l-Arabî’den sonra ricâlullah ve ricâlü’l-gaybdan söz eden mutasavvıflar genellikle onun bu konuya ilişkin sınıflandırmasını esas almıştır. İbnü’l-Arabî’ye göre ricâlullah (kutub, imâmân, evtâd, abdal) dinin dayandığı velâyet, nübüvvet, risâlet ve imandan ibaret dört temel hakikati duyu ve şehâdet âleminde temsil eder. Bu dört hakikatin ruhî-bâtınî yönü Âdem, İbrâhim, Îsâ ve Hz. Muhammed, zâhir yönü Îsâ, İlyas, İdrîs ve Hızır tarafından temsil edilir. Ricâlullah duyu ve şehâdet âleminde bu peygamberlerin nâibleridir. Ricâlullah ilimlerini İsrâfil, Mîkâil, Cebrâil ve Azrâil vasıtasıyla dinin zâhir yönünü temsil eden yaşayan resullerden alır ve âlemde çeşitli tasarruflarda bulunur.

Ricâlullahın birçok sınıfı vardır, bu sınıflardan her biri belirli yetkilere sahiptir ve her birinin bir unvanı mevcuttur. Her bir sınıf varlıktaki ilâhî hakikatlerin ve fiillerin şahıs durumuna gelmiş halidir. Hak bu şahıslar vasıtasıyla âlemde fiillerini icra eder. Zira her bir ilâhî hakikatin tecelli edip fiil haline gelmesi için en yetkin tecelligâh insandır. Ricâlullah ricâlü’l-aded ve ricâlü’l-merâtib olmak üzere iki kısma ayrılır. Ricâlü’l-aded, varlık hiyerarşisinde kendilerine tahsis edilen müstakil görevleri yerine getirdiğinden sayıları sabittir. Ricâl hiyerarşisindeki değişiklikler belli bir usul dahilinde gerçekleşir. Meselâ en üstte yer alan kutub vefat ettiğinde iki imamdan kutbun kalbine yönelik tarafta bulunanı kutbiyyet makamına geçer. Mutlak anlamda kutub Hz. Muhammed’dir. Ruhanî açıdan bütün ricâlü’l-aded Muhammedî ruha dayanır. Felekler âlemiyle paralellik gösteren ricâlü’l-aded hiyerarşisi şu şekildedir: Bir kutub ya da gavs (kalem âlemi), iki imam (kutubla birlikte “üçler” adını alır), kuzeyde-güneyde, doğuda-batıda bulunan dört evtâd (arş), her biri bir bölgede görev yapan yedi abdal (hareketli felekler), kendileri vasıtasıyla şeriat bilgilerinin vazedildiği on iki nükabâ (burçlar feleği), arşı taşıyan melekler gibi sekiz adet nücebâ (makamları kürsî), bir havâri, kırk recebiyyûn, bir hatm, üç yüz mustafâ ya da müctebâ, kırk gayret-i ilâhiyye ricâli, kırk selâmet makamı ricâli, beş tarikat melikleri ricâli, üç saf hayır ricâli (İbnü’l-Arabî, II, 12; bk. ABDAL; KUTUB; RİCÂLÜ’l-GAYB).

Ricâlü’l-aded bulunduğu makam ve vazifeleri itibariyle çeşitli şekillerde adlandırılır. Ricâlü’l-feth (keşf erleri) saatler adedince yirmi dört kişidir. İçlerinde gece ya da gündüz herhangi bir saatte kendisine bilgi ve mârifetlerin açıldığı kimseler vardır. Farklı farklı yerlerde bulunur, asla bir araya gelmezler. Bunlardan Yemen’de iki, Şark ülkelerinde dört, Mağrib’de altı kişi vardır. Ricâlü’l-iştiyâk aynı zamanda beş vakit namaz ricâli de (ricâlü’s-salavât) olduğundan beş kişidir; her biri bir namaz vaktine tahsis edilmiştir. Müşahede makamında olduklarından daima zevkten daha derin olan iştiyak içindedirler. Ricâlü’l-eyyâmi’s-sit haftanın günlerinde tasarrufta bulunur. Buradaki günlerden kasıt Allah’ın âlemi yarattığı günlerdir. Her bir gün Hakk’ın belli bir sıfatının tecellisinden ibarettir. Pazar işitmeden (semî‘), pazartesi hayattan (hay), salı görmekten (basîr), çarşamba iradeden (mürîd), perşembe kudretten (kādir), cuma ilimden (alîm), cumartesi kelâmdan (mütekellim) var olmuştur. Cuma insanlığın yaratıldığı gün


olduğu için günlerin en faziletlisidir, haftanın diğer günlerini kendisinde cemeder. Ricâlü’l-gayb sayıları artıp eksilmeksizin on kişidir. Hak onları arz ve semâsında gizlediği için halk tarafından bilinmezler. Rahmân sıfatının tecellisi kendilerine galip geldiğinden huşû içerisindedirler; Allah’tan başkasını müşahede etmezler. Ricâlü’l-âlemi’l-enfâs Hz. Dâvûd’un kalbi üzeredir; halleri, ilimleri ve mertebeleri Dâvûd peygamberdekilerle birleşmiştir. Bunlar belli gruplara ayrılır. Allah’ın isimlerinin tecellilerini yansıtmaları itibariyle kuvvet, heybet, tahakküm ricâli adını alırlar. Ricâlü’l-gaybın bunlardan bir zümre olduğu söylenmiştir. Ricâlü tahti’l-esfel Allah’tan aldıkları nefesin ehli olup kendilerinde olandan başka nefes tanımazlar.

Ricâlullahın ikinci kısmı olan mertebeler ricâlinin sayıları artıp eksilebilir. Bulundukları mânevî makam ve mertebeye göre çeşitli isimler alan bu ricâl zâhir-bâtın-had-matla‘ ve âbidler-sûfîler-melâmîler şeklinde iki kısma ayrılır. Her âyetin zâhiri, bâtını, haddi ve matlaı bulunduğuna dair hadise işaretle bu mertebelerden her birinin ricâli olduğu gibi ricâlin her birinin kendisine bağlı ve etrafında döndüğü bir kutbu bulunmaktadır. Zâhir ricâli mülk ve şehâdet âleminde tasarruf sahibi olan velîlerdir. Onlar, “Allah’a verdikleri sözü yerine getirenlerdir” âyetinin (el-Ahzâb 33/23) gereğini yaparlar. Bâtın ricâli gayb ve melekût âleminde tasarrufta bulunur. Kutsal kitapların derunî mânalarında, âlemin sözlerinde, harflerin ve isimlerin dizilişinde sıradan insanın idrak edemeyeceği sırları keşfederler. Had ricâli ateş kaynaklı ruhlar âlemi olan berzah ve ceberût âleminde tasarruf sahibi olup “a‘râf ricâli” olarak da isimlendirilir. Hakk’ı müşahede edenlerle O’ndan perdelenenler arasındaki sınırda (had) bulunduklarından cennet ve cehenneme ya da rahmet ve azaba yönelik idrakleri vardır. Onlar her şeyi kapsayan rahmetin ricâlidir. Her mertebeye girebilir ve öğrenebilirler. Matla‘ ricâlinden olan velîler ise ilâhî isimlerde tasarruf sahibi olan kimselerdir. İlâhî isimlerin gereği olan fiillerin ve diğer üç sınıfın (had, bâtın, zâhir) tasarrufu altında bulunan her şeyin zuhur etmesine vesile olabilirler. Matla‘ ricâli insanların en büyükleri olup “melâmîler” diye adlandırılır. Melâmîler zâhir, bâtın ve had ricâlinden üstün olmakla birlikte bâtınlarını gizlerler.

Ricâlü’l-merâtibden âbidler sadece muâmelâtla ilgilenir, mârifetleri olmayıp hal ve makam sahibi değildirler. Sûfîler ise hal, makam ve keramet ehlidir; ilâhî sır ve keşiflere dair bir şeye nâil olduklarında bunu halka keramet olarak izhar ederler. Zira Allah’tan başka bir şey görmezler.

Ricâlü’l-merâtibden ricâlü’l-mâ (su erenleri) ve ricâlü’l-besâis (ıssız çöllerdeki erenler) halkın tanımaktan uzak olduğu Allah erleridir. Ricâlü’l-mâ, denizlerin ve nehirlerin diplerinde yaşayan ve orada Allah’a ibadette bulunan gizli bir topluluktur. Ricâlü’l-besâis insanlara bir an görünüp kaybolur. Daha çok dağlarda, kırlarda, vadilerde ve nehir kenarlarında yaşarlar; şehirleri mekân tutanları da vardır. Makamları yücedir ve kendilerine hata isnat edilmez. Fukara, evliya, zühhâd, ümenâ, kurrâ, ahbâb, muhaddesûn, ahillâ, sümerâ, verese ve efrâd (mukarrebûn) ricâlullahın sahip oldukları çeşitli mânevî özelliklere göre adlandırılan gruplarıdır.

Ricâlullah ve ricâlü’l-gayb fikrinin Kur’an ve hadise dayanmadığı, bu düşüncenin tasavvufa Râfizîlik’ten ve Bâtınîlik’ten geçtiği ileri sürülmüştür. İbn Haldûn (Muķaddime, s. 445) ve Takıyyüddin İbn Teymiyye bu görüşte olanların başında gelir. İbn Teymiyye kutub, gavs, evtâd, abdal, nücebâ gibi terimlerin âyet ve hadislerde geçmediğine, sadece abdal konusunda Hz. Ali’den gelen zayıf bir hadis bulunduğuna, bunun da büyük ihtimalle Hz. Peygamber’in sözü olmadığına, ilk müslümanlar ve saygın meşâyih arasında bu tür sözlere rastlanmadığına, sadece orta halli bazı meşâyihin bir rivayet olarak bu gibi hususları naklettiğine dikkat çeker (MecmûǾatü’r-resâǿil, I, 57-61). Daha ziyade Muhyiddin İbnü’l-Arabî’den sonra yaygınlık kazanan ve etki alanı genişleyen ricâlullahla ilgili görüşlerin tasavvufa Şiî-Bâtınî mezheplerden ve dış kaynaklardan geçtiği hususu üzerinde günümüz araştırmacıları da önemle durmaktadır. Kâmil Mustafa eş-Şeybî kutub, abdal, nükabâ, nücebâ gibi kavramların tasavvufa Şiîlik’ten geçtiği görüşünü savunmuştur (eś-Śıla beyne’t-taśavvuf, s. 457-464; ayrıca bk. M. Celâl Şeref, s. 358).

BİBLİYOGRAFYA:

Ebû Tâlib el-Mekkî, Ķūtü’l-ķulûb, Kahire 1961, II, 154-155; Ebû Nuaym, Ĥilyetü’l-evliyâǿ, Beyrut 1967, I, 10; Hatîb el-Bağdâdî, Târîħu Baġdâd, Dımaşk 1296, III, 75-76; Hücvîrî, Keşfü’l-maĥcûb, s. 269; Baklî, Şerĥ-i Şaŧĥiyyât (nşr. H. Corbin), Tahran 1360 hş./1981, s. 10; İbnü’l-Arabî, el-Fütûĥâtü’l-Mekkiyye, Kahire 1293, I, 204; II, 12, 14, 21-30; a.e. (trc. Ekrem Demirli), İstanbul 2006, II, 86-88; İbn Teymiyye, MecmûǾatü’r-resâǿil, I, 57-65; İbn Haldûn, Muķaddime, Beyrut 1967, s. 445; Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 22-43; Şa‘rânî, eŧ-Ŧabaķāt, I, 110; İsmâil Hakkı Bursevî, Kitâbü’l-Hitâb, İstanbul 1292, s. 320; Abdullah b. Mübârek es-Sicilmâsî, el-İbrîz, Kahire 1961, s. 326; Ahmed Ziyâeddin Gümüşhânevî, CâmiǾu’l-uśûl, Kahire 1298, s. 7-18; Ma‘sûm Ali Şah, Ŧarâǿiķ, I, 518; Kâmil Mustafa eş-Şeybî, eś-Śıla beyne’t-taśavvuf ve’t-teşeyyuǾ, Kahire 1969, s. 457-464; M. Celâl Şeref, Dirâsât fi’t-taśavvufi’l-İslâmî, Beyrut 1404/1984, s. 358.

Süleyman Uludağ