POZİTİVİZM

Geçerli bilgiyi olguların bilgisinden ibaret gören ve metafizikle dinî bilgiyi geçersiz sayan felsefe akımı.

Terim Fransızca’da “gerçek, olgu, kesin, kanıtlanmış, olumlu” gibi anlamlara gelen positif kelimesinden türetilmiştir. Pozitif bilim kavramı, olgularla ilgili kesin ve kanıtlanmış bilgiyi ifade ettiği için pozitivizmin ekseninde durmaktadır. Terimi ilk defa sosyalist düşünür Claude Henri de Saint Simon (ö. 1825), bilimsel yöntemin önemini belirtmek ve sosyal felsefe bakımından ifade ettiği anlamı ortaya koymak için kullanmış, daha sonra pozitivizmin kurucusu Auguste Comte tarafından benimsenerek bir felsefî sistemin adı haline getirilmiştir. XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bütün Avrupa ülkelerinde yaygınlık kazanan bu felsefe akımı, XX. yüzyılın ilk yarısına kadar birtakım farklılaşma ve dönüşümlere uğrayarak yaygın hale gelmiştir. Bu akımdaki ilk yol ayırımı da XIX. yüzyılda gerçekleşmiş ve temel fikirlerde uzlaşmakla birlikte bu akımın dayandırıldığı araştırma alanları bakımından farklılık gösteren sosyal pozitivizm ve evrimci pozitivizm şeklinde iki ayrı yön takip etmiştir. Comte tarafından kurulan ilki, bilimin yöntemini ve sonuçlarını kullanmak suretiyle daha âdil bir sosyal örgütlenmenin sağlanabileceği düşüncesine dayanmaktadır. Öncülüğünü İngiliz filozofu Herbert Spencer’in yaptığı ikincisi ise toplum ve tarih kavramı üzerine değil doğa kavramı üzerine temellendirilmiş olup özellikle fizik ve biyoloji alanlarını esas almıştır. Böylece ana fikrin ağırlık merkezi, sosyal pozitivizmin toplumsal ve tarihsel ilerleme kavramından fiziksel ve biyolojik evrim kavramına kaydırılmıştır. Aynı yüzyılın sonlarında gelişen empiriyokritisizm de bir eleştirel pozitivizm akımı şeklinde ortaya çıkmış, pozitivizmin duyumcu ve deneyci kanalını yeniden ve radikal bir biçimde formüle etmeyi denemiştir. Eleştirel pozitivizm, ortaya koyduğu felsefî birikimle XX. yüzyılda ortaya çıkan ve 1940’a kadar özellikle mantık, matematik ve dil felsefesi alanındaki görüşleriyle etkili olan mantıksal pozitivizm akımı için bir etki alanı, hatta bir temel oluşturacaktır (bu tasnif için bk. EP, VI, 415).

İki ayrı yüzyıla ait iki ayrı pozitivizmin olduğu kabul edilmekle birlikte bu akımın karakteristik olan temel fikirleri süreklilik göstermiştir. Bu fikirler şöylece sıralanabilir: a) Bilimsel bilgi tek geçerli bilgidir. b) Bilginin mümkün olan yegâne nesnesi olgulardır; metafizik ve teolojik düşünceler olgusal karşılığı olmayan spekülasyonlardan ibaret olup anlamsızdır. c) Felsefe bilim dışı bir yönteme sahip olamaz; onun görevi bütün bilimler için ortak olan genel ilkeleri bulmaktır. d) Evrensel ve önsel nitelikli tek bir yöntem söz konusudur ve bu yöntem hem doğa hem de beşerî bilimler için aynıdır; bütün bilimler fiziğe indirgenebilir. Pozitivist felsefe üzerine önemli bir eser yazmış olan Leszek Kolakowski, pozitivizmin ilkelerini daha felsefî bir terminoloji içinde şöyle ortaya koymuştur: a) Olguculuk (phenomenalism). Öz ve olgu arasında hiçbir ayırım yoktur. Geleneksel metafizik sistemlerin olguları sıradan yöntemlerle bilinemeyecek bir hakikatin tezahürleri şeklinde tanımlanması pozitivizm açısından hiçbir anlam taşımaz. Gerçeklik, duyu ve deneylere konu olan olgulardan ibarettir. Cevher, ruh, metafizik sebep gibi kavramların bilimsel açıklama gücü yoktur. b) Adcılık (nominalism). Bilginin tikel ve somut nesnelerden başka gerçek bir referansı yoktur. Bilinebilen dünya tikel ve gözlemlenebilir olguların toplamından ibarettir. Bilimdeki soyut kavramlar deneylerin derlenip kaydedilme yönteminden başka bir şey değildir ve deney ötesi olan bağımsız bir gerçeklik alanına atıfta bulunmaz. c) Değer ve norm ifadelerinin konumu. Olguculuk ve adcılığın mantıksal bir sonucu olarak değer yargıları ile normatif önermeler bilimsel bilgi alanına girmez. d) Bilimsel yöntemin birliği. Bütün deney / deneyim alanları için tek bir bilimsel araştırma yöntemi vardır. Bazı bilimlere ait alanların niteliksel farklılık ve kendine özgü nitelik arzettiği iddiasıyla birden çok yöntem var sayılamaz. İdeal bilimsel yöntem ise fizik biliminin yöntemidir (Positivist Philosophy, s. 11-19).

Tarihsel kökleri itibariyle pozitivizm Francis Bacon’ın eserlerine, David Hume’un deneyci felsefesine ve genel olarak Aydınlanmacı düşünürlere kadar geri götürülmektedir. Hatta bu akıma ait ana fikirlerin Roger Bacon, Ockhamlı William ve Paris nominalistleri tarafından geliştirildiğini ileri sürenler de bulunmaktadır (a.g.e., s. 20-23). Pozitivizmi doğuran düşünce iklimi,


XVIII. yüzyıl sanayi devrimi ve onun etkileyici teknolojik başarılarının bilimin mutlak geçerliliği ve evrensel ilerlemenin zorunluluğu hakkında yaydığı iyimserlik dalgası olup pozitivist filozoflar bu iklimi dünya çapında ve hayatın bütün yönleriyle ilgili bir felsefî projeye dönüştürmeye çalışmışlardır.

Bu akımın sosyal pozitivizm denilen kolu Fransa’da Saint Simon ve öteki sosyalist düşünürlerle Auguste Comte, İngiltere’de Jeremy Bentham, James Mill ve oğlu John Stuart Mill gibi faydacı filozofların öncülüğünde geliştirilmiştir. Saint Simon’un savunduğu, bilimsel ilerleme sebebiyle insanlığın teolojik ve metafizik doktrinlerini temellerinden eden yepyeni bir çağa girdiği ve bilimden ilham alan pozitivist bir felsefenin öncülüğünde yeni bir toplumsal birlik ve örgütlenmeye gitmesi gerektiği düşüncesi Auguste Comte tarafından geliştirilerek esasını “üç hal kanunu”nun oluşturduğu kapsamlı bir sisteme dönüştürülmüştür. Bu yasaya göre genel olarak insanlık tarihi ve insanlığın bilgi birikimi sırasıyla teolojik ve metafizik aşamalardan geçmiş ve pozitif denilen aşamaya erişmiştir. Teolojik aşamada insanlık doğal olguları doğrudan doğruya doğa üstü güçlerin bir eseri olarak görmekte, metafizik aşamada bu güçlerin yerini birtakım soyut güçler almaktadır. Pozitif aşamaya gelindiğinde artık insanlık, doğal olguların fizik ötesine atıfta bulunan mutlak sebeplerini araştırmayı terkederek olguların işleyişini yöneten doğa yasalarını keşfetmeye yönelmektedir. Bu aşamalar insanlık tarihine ait ilerlemenin zorunluluğunu ifade etmektedir. İlerleme ise bu sürecin yalnızca aletleri olan fertler tarafından değil tarihin gerçek öznesi olan insanlık tarafından gerçekleştirilmektedir. Comte’un felsefesinde insanlık büyük varlık olarak adlandırılmakta, büyük fetiş (yeryüzü) ve büyük yol ile (uzay) birlikte bir üçleme oluşturmaktadır. Söz konusu üçlemede insanlık geleneksel dinlerin Tanrı’sıyla yer değiştirmesi gereken bir ulûhiyyete sahiptir. Comte tarafından bu suretle bir bilim ve insanlık dini şeklinde tanımlanan pozitivizm, yöneticilerini pozitivist filozofların teşkil ettiği ve ilkeleri sınırlı birtakım özgürlüklere rağmen pozitivist dinin temel inançlarından sapmayı imkânsız kılan mutlakiyetçi bir rejim öngörmektedir. Filozofa göre bilimler pozitif aşamanın gerekli kıldığı biçimde ve zirvesinde sosyoloji yahut öteki adıyla sosyal fiziğin yer aldığı bir hiyerarşi içinde sıralanır. Bilim olguları hesaplayıp öngörecek, bu öngörüler de bilime dayalı doğru uygulamayı mümkün kılacaktır. John Stuart Mill ise Saint Simon ve Comte’un pozitivizme yüklediği sosyal işlev fikrinden etkilenmekle birlikte sosyal örgütlenmede mutlakiyetçi yaklaşımları benimsemeyerek bireyin gelişimi ve özgürlüğünü vurgulamış, insan varlığının herhangi bir otoritenin müdahalesine karşı korunmuş kutsal bir kale olduğunu savunmuştur. Onun pozitivizmin gelişimine en önemli katkısı bilimin deneysel yönünü ön plana çıkarmasıdır. Mill’e göre tümevarım bilimin yegâne yöntemidir ve temelini doğa yasalarının tek biçimli olmasında bulur. Filozof, insanın dinî deneyiminin doğada eksik ve sınırlı bir gayeci düzenin olduğu fikrine götürdüğünü kabul etmişse de bu durumun ancak sınırlı bir kudretin ulûhiyetine inanma imkânına meşruiyet tanıyabileceğini ileri sürmüştür.

Evrimci pozitivizm ise sosyal pozitivizmdeki ilerleme kavramının yerine ana fikri çok farklı olmayan evrim kavramını yerleştirmiş, XIX. yüzyılda jeoloji ve biyoloji alanlarında geliştirilen evrimci görüşleri inorganik ve organik âlemden başlayıp beşerî ve tarihsel alana kadar yaymıştır. Bu akımın kurucu filozofu Herbert Spencer, basitten birleşiğe doğru farklılaşan doğal evrim sürecinin kimyasal düzeyden bitki ve hayvanların biyolojik yapısına doğru seyrettiği şeklindeki modeli insan medeniyetinin gelişim sürecine uygulamıştır. Filozofa göre evrimin her varlık alanına ait görünümleri birer bilim tarafından tesbit edilecek, felsefe bu bilimsel sonuçların tamamıyla birleşik olan bilgisini en geniş anlamdaki genellemelere giderek ortaya koyacaktır. Comte’u bu açıdan takip etmekle birlikte Spencer ondan farklı olarak bilim ya da felsefenin dinin yerine geçemeyeceği görüşündedir. Bilimlerin görevi olguların bilgisini ucu açık biçimde genişletmek iken din kâinat denilen bütüncül varlığın daima yorumlanması gereken gizemini hatırlatmaktadır. Kâinatın taşıdığı ve dinlerin hatırlattığı gizem olguların ötesindeki mutlak bir kudretin varlığı ile ilgilidir. Spencer olguların bilgisinin kendi zaman ve mekân şartları içinde sınırlı ve göreli olduğunu, olguların ötesindeki kudretin ise mutlak olduğu için bilinemeyeceğini ileri sürmüştür. Bu bilinemezlik bilim ve felsefede çözümlenmeden kalan mekân, zaman, madde, enerji, şuur, ruh gibi problemlerin varlığı tarafından güçlü biçimde hissettirilmektedir. Spencer’in bu agnostik tutumu bilimin çözemediğini inkâr etmek şeklinde değil tam aksine bilimin sınırlarını aştığı için bilinemez sayılan, ancak bütün bilinemezliğine rağmen kendisiyle topyekün âlem varlığının açıklandığı bir mutlak kudreti varsaymak şeklinde kendini göstermektedir.

Olguların yegâne gerçeklik olduğu şeklindeki yaygın pozitivist iddiayı, onların gerçekliğini birbirine bağımlı ve birbiriyle ilişkili duyumlar dizisine indirgemek suretiyle köktenci bir deneyciliğe dönüştürmek isteyen Ernst Mach ve Richard Avenarius, Almanya ve Avusturya’da empiriyokritisizm olarak bilinen eleştirel pozitivizmi geliştirmişlerdir. Eleştirel pozitivizmin ilgi alanına girmeyen mantık onların gerçek halefi olan mantıksal pozitivizm akımının mensupları tarafından ele alınacak ve pozitivizm XX. yüzyıla deneysel ve mantıksal yönleri bütünleştirilmiş yeni bir epistemolojiyle girecektir.

Mantıksal pozitivizm Moritz Schlick’in Rudolf Carnap, Otto Neurath, Herbert Freigl ve bir dizi bilim adamıyla birlikte 1920’lerin başında Viyana Çevresi’ni kurmasıyla başlamış, başını Hans Reichanbach’ın çektiği bazı düşünürlerin Berlin’deki pozitivist etkinliğiyle desteklenmiş ve 1930’ların sonunda Carnap’ın bir daveti kabul etmesiyle Chicago’ya taşınmıştır. Hareket 1940’larda son bulmakla birlikte Gilbert Ryle ve Alfred J. Ayer gibi İngiliz analitik filozoflarının dolaylı etkileriyle devam etmiştir.

Mantıksal pozitivizme göre duyu bilgisi en açık bilgidir ve duyu deneyimiyle doğrudan ilgisi olmayan herhangi bir kavram gözlem verisine indirgenmelidir. Metafizik kavramlar başta olmak üzere gözlem ve deney yöntemi bakımından olgular dünyasında karşılığı olmadığı gerekçesiyle anlamsız sayılıp reddedilmelidir. Bu yaklaşımlarıyla mantıksal pozitivistler Comte’un metafizik aleyhtarı tutumu paylaşmışlar, felsefeye yine bilimsel işlev yüklemekle birlikte onu bir bilgi ve doktrin olarak değil bir mantık modeli, önermelere açıklık getiren bir analiz yöntemi olarak tasarlamışlardır. Bu analiz bilimin ulaştığı sonuçlardan ziyade bilimin kendisinden hareket ettiği başlangıç varsayımlarına yönelecek, bizim karmaşık fikirlerimizi teşkil eden “mantıksal atomlar”ı en basit halleriyle ortaya çıkaracaktır. Bu sebeple mantıksal atomculuk olarak da anılan akımda mantıksal analiz denilen yöntem felsefenin formunu, pozitif bilimler ise konusu ya da maddesini oluşturacaktır.

Esas itibariyle mantıksal pozitivizm tümevarımcıdır (inductivism). Bilim gözlemle başlar ve gözlem kendisinden bilimsel bilginin türetildiği güvenilir bir temel


sağlar. Bilim insanı, konusuna saf deneyci yöntemle yaklaşacak ve metodolojik şartlarına uygun biçimde elde ettiği gözlem verilerinden hareketle teoriye ulaşacaktır. Tümevarım gözlem verilerinden hareketle genellemelere gitmeyi meşrû, bu genellemeden kalkarak bilimsel öngörülerde bulunmayı mümkün kılar (Chalmers, s. 33-47). Nesnellik gereği olarak hiçbir ön kabul gözlemle deneyi yönlendirmez ve empirik araştırma süreci teoriyi daima önceler. Dolayısıyla gözlem ve teori arasında mutlak bir ayırım söz konusudur. Mantıkçının görevi geçerli çıkarımların deney öncesi kurallarını formülleştirmek ve bilimin kural ve kavramlarına açıklık getirmektir. Ancak doğruluğun asıl kaynağı mantık değil gözlem ve deneydir. Böylece mantıksal pozitivistler de tek, evrensel ve deney öncesi bir bilimsel yöntemin varlığını öngörmüş oldular. Söz konusu açıklık idealine hiçbir surette uygun sayılmayan metafizik problemler bu akımın filozoflarına göre sözde problemlerdir. Derin bir karmaşıklık taşıdıklarından ötürü çözümlenemez oldukları için değil ortada çözülecek bir şey olmadığı için böyledirler. Metafizik sorular belki soru formundadır, ancak olgusal gerçeklikle ilgili herhangi bir içerikten yoksundur. Dolayısıyla felsefe alternatif metafizik cevaplardan birini tercih etmek durumunda değildir. Çünkü hiçbir metafizik soruda cevap gerektiren bir durum söz konusu olmaz. Bu tutum agnostisizmin tutumuyla karıştırılmamalıdır; çünkü mantıksal pozitivistlere göre agnostisizm de tıpkı teizm ve ateizm gibi sözde bir problemin alternatif cevabından ibarettir. Nitekim agnostikler de metafizik bir soruyu anlamlı bulmakta ve sadece cevabının bilinemeyeceğini ileri sürmektedir. Böylece mantıksal pozitivistler mantıktaki doğru ve yanlış kategorilerine “anlamlı / anlamsız” kategorisini eklemişlerdir. Bilim önermelerin doğru ya da yanlış olduğuna karar verecek, felsefe ise mantıksal analiz yöntemiyle önermelerin bilimsel araştırmalar için anlamlı olup olmadığını belirleyecektir. Akıma mensup filozoflar anlamlı ile anlamsızın arasını ayırt etmek için “doğrulanabilirlik” (verifiability) dedikleri bir ölçüt ya da ilke öngörmüşlerdir. Mantıksal pozitivizmin anlamın doğrulanabilirlik teorisine göre bir önermenin anlamlı olması doğrulanabilir olmasına, doğrulanabilir olması anlamlı olmasına bağlıdır. Daha yalın bir ifadeyle önermenin anlamı doğrulama yönteminde yatmaktadır. Doğrulama ise bir önermenin doğru ya da yanlış olduğunu sınamanın bilimsel yöntemiyle aynı şeyi ifade eder. Doğrulanabilirlik ölçütünün tatmin edici bir formülüne ulaşmak mantıksal pozitivistleri daima meşgul etmiş, ancak bütün bilim camiasında benimsenen ya da akımın bütün üyeleri arasında ittifakla kabul edilen bir formüle ulaşmaları mümkün olmamıştır (toplu bilgi için bk. International Encyclopedia, XII, 389-395).

Mantıksal pozitivizm genel olarak teori-gözlem ayırımı, bilimin ilerleyişinin deneyci-tümevarımcı yorumu, doğrulanabilirlik ilkesi ve bilimlerin birliği iddiaları bakımından ciddi eleştirilere mâruz kalmıştır. Pozitivizmin teorik ifadelerin gözlem ifadelerinin tümevarımsal bir karşılığı olduğu, dolayısıyla gözlem ifadelerine indirgenebileceği iddiası bir yandan tümevarım problemiyle ilgili tartışmalar öte yandan teorik ifadelerin gözlem ve deneyi daima öncelediği, hatta ona rehberlik ettiği tesbitiyle sarsıntıya uğramıştır (Chalmers, s. 69-80). Her şeyden önce doğrulama kavramıyla ilgili dil ve mantık analizleri, bir bilimsel önermenin doğrulamasının bu önermenin gerektirdiği sonsuz sayıda önermenin de doğrulanmasını zorunlu kıldığı gerekçesiyle imkânsız olduğunu, açıkçası bilimde tam bir doğrulamanın mümkün olmadığını ortaya koymuştur. Bundan çıkan genel sonuç bilimsel teorilerin konu edindiği nesnelerin mahiyetini tam olarak yansıtamadığıdır; çünkü bilimsel teoriler sonuçta insan zihninin inşaları olup doğrudan doğruya dış gerçeklik tarafından belirlenmezler (Ural, s. 136-138). Mantıksal pozitivizmin doğrulanabilirlik ölçütüne yönelik önemli bir eleştiri post-pozitivizmin eleştirel gerçekçilik koluna mensup olan Karl R. Popper’den gelmiştir. “Yanlışlarımızdan öğreniriz” ilkesinden yola çıkan Popper bir bilimsel teorinin doğrulanmasının imkânsız olduğunu, ancak yanlışlanabileceğini savunmuştur. Tümevarımın bir efsane olduğunu öne süren Popper, gözlem ve deneyin teoriyi öncelediğini ve dolayısıyla teoriye tümevarımla ulaşıldığını savunan mantıksal pozitivizme karşı teorilere ulaşmada sezginin rolünü vurgulamıştır. Filozofa göre bilim problemle başlar ve bilim insanları söz konusu problemlerin muhtemel çözümleri olarak hipotezler öne sürerler. Hipotetik-dedüktif yaklaşımın bilimselliği garanti etmesi, hipotezlerin gözlem ve deneyle sınanabilir ve yanlışlanabilir olmasıyla ilgilidir. Dolayısıyla bilimselliğin ölçütü yanlışlanabilirliktir (falsifiability). Buna göre Marksist tarih teorisi, Freudcu psikanaliz ya da Alfred Adler psikolojisi gibi her şeyi bütün alternatifleriyle açıklayabilecek biçimde kurgulanmış teoriler yanlışlanamadığı için bilimsel sayılamaz. Bilimsel ilerlemeyi sağlayan yanlışlanamaz teorilerin durmaksızın doğrulanması değil, yanlışlamanın getirdiği eleyici sonuçlardır (Chalmers, s. 82-98).

Post-pozitivizmin köktenci kanadına mensup sayılan Thomas S. Kuhn ise bilimsel araştırmayı pozitivist anlamda önsel bir aklî yönteme dayandırmayı reddetmiş, araştırma süreçlerinin metafizik inançlar, sosyolojik kabuller ve nihayet inşa edilmiş zihnî yapılarla ilişkisini ön plana çıkarmıştır. Bütün bu inanç, kabul ve yapılar “paradigma” adını alır ve genel olarak içinde bilimsel teorilerin hayat bulduğu, tercih edildiği ya da terkedildiği sosyokültürel çevreye tekabül eder (Masterman, s. 65). Bilim felsefesinde sarsıcı etkiler doğuran paradigma kavramı bilimsel teorilerin ne doğrulanabileceği ve ne de yanlışlanabileceği anlamına gelmekteydi ve bilimsel gelişmeyi doğruların birikmesi yahut yanlışların elenmesi şeklinde açıklayan görüşleri reddetmeyi gerektiriyordu. Dolayısıyla bilimin tarihsel yolculuğu evrimsel ve birikimsel nitelikli bir ilerleme şeklinde değil devrimsel dönüşümler şeklinde açıklanmış oluyordu. Kuhn’un bilim anlayışının pozitivizme karşı olan diğer yönlerinden biri, sosyolojik özelliklerin bilimsel topluluk üzerinde yönlendirici bir rol oynadığı düşüncesi, diğeri ise bir bilimsel teorinin ya da paradigmanın diğerinden daha doğru olduğunu söylememize imkân verecek hiçbir nesnel ölçütün bulunmadığı fikridir. Açıkçası bir teorinin diğerlerine tercih edilmesi sosyokültürel etmenlerle yakından ilgilidir. Bu fikirlerin kaçınılmaz sonucu tarihsellikle şekillenen bir epistemolojik göreciliktir (epistemological relativism) ve pozitivist anlamdaki bir bilimsel ilerleme fikrini tartışılır kılmaktadır.

Bu fikirler, Paul Feyerabend’in epistemolojik anarşizm olarak da anılan post-pozitivist eleştirilerinde pozitivizmin açık ve kökten bir reddine dönüşecektir. Filozof pozitivizmin iddia ettiği tek ve evrensel bir bilim yöntemi olduğu, bilimsel bilginin öteki bilgi türlerine göre tartışılmaz bir üstünlük ve ayrıcalığa sahip olduğu fikrine şiddetle karşı çıkmış ve özgür bir toplum anlayışı adına bilgi yönteminde mutlak bir çoğulculuğu savunmuştur. Pozitivizm aleyhtarı tutumların bir başka örneği neo-Marksist görüşleriyle tanınan Frankfurt Okulu’nun eleştirilerinde gözlenmektedir. Okulun Max Horkheimer ve Jürgen Habermas gibi ünlü filozoflarına göre mantıksal pozitivizmin çelişkisi kendini tanımaya yönelik bir eleştiri imkânından mahrum


olmasıdır. Çünkü özeleştirel bir tanıma çabası empirik temele dayanmayan kavram ve kategorilere başvurmayı gerektirecek, bu da onları anlamlı dedikleri ifadeler alanından çıkmaya zorlayacaktır. Bu filozoflara göre mantıksal pozitivizmin temel yanılgısı toplumsal varlık alanını doğal varlık alanı olarak görmesi ve olgu ile değer arasında mutlak bir sınır çizmesidir. Bu yanılgının toplumsal ve tarihsel bir aktör olan insanın iradesini yok saymaya ve insanı mekanistik bir determinizm şeması içinde sadece bir olgu veya nesne olarak tanımlamaya götüreceği açıktır. Pozitivist yöntemin insanın anlam dünyasını, bu dünyayı belirleyip kuran sosyokültürel etmenleri ve ortak anlamlar dünyasının özneler arası niteliğini göz ardı ettiğini ileri süren yorumcu yaklaşımların sosyal bilimlerde etkin olmaya başlaması da ilgi çekici bir gelişmedir. Modern kökleri mânevî bilimlerin yöntemini doğa bilimlerinden ayıran Wilhelm Dilthey’e kadar geri giden, sosyal bilimlerin insan, kültür, tarih ve toplum varlığı üzerine kendine özgü anlama ve yorumlama yöntemleriyle yaklaşması gerektiği fikri, pozitivizmin ısrarla savunduğu bilimlerin birliği idealinin doğurduğu tatminsizlikle ilgilidir ve yorumcu yaklaşımın pozitivist objektiflik ölçütünü sosyal bilimler için bir kuruntudan ibaret görmeye kadar varan sonuçlar doğurmuştur (Kızılçelik, s. 74-90). Thomas S. Kuhn’un yukarıda geçen “paradigma” kavramından da ilham alarak bilimsel yöntemin mahiyetini retorik (ikna edici) söylemden ibaret gören nihilist karakterli postmodern yaklaşımı da (bk. Vattimo, s. 181-183) pozitivizme yönelen en amansız reddiyeyi teşkil etmektedir. Bilimin rasyonel temelleri olduğunu inkâra yönelen bu türden göreci (relativist) eleştirilere karşılık bilimin ve bilimsel ilerlemenin imkânına yürekten inanan Imre Lakatos gibi bilim filozofları da bulunmaktadır. Lakatos, bilimsel araştırma programları metodolojisi adını verdiği açıklamasıyla mantıksal pozitivistlerin doğrulama, Popper’in yanlışlama ve Kuhn’un paradigma kavramlarını çelişik olmaktan çıkacak şekilde dönüştüren yeni bir senteze yönelmiştir. Bilimsel ilerlemenin bu rasyonel açıklamasına göre “araştırma programı” olarak tanımlanan bir teori daima doğrulanması gereken bir katı çekirdek fikirle her zaman yanlışlanabilir olan ve koruyucu kuşak denilen yardımcı varsayımlardan oluşur. Burada paradigmanın yerini araştırma programı kavramının aldığı anlaşılmaktadır. Bu program asla katı çekirdeğin yanlış olabileceği varsayımını meşrû saymaz. Koruyucu kuşağı oluşturan yardımcı varsayımların gerektiğinde yanlışlanması ise programın revizyonu için mümkün ve gereklidir. Eğer bilim insanları içinde çalıştığı bilimsel araştırma programının çekirdek fikrini yine bilimsel gerekçelerle yanlışlamaya yönelirse o programı terketmiş sayılır. Dolayısıyla bir programın terkedilip ötekine geçilmesi, Kuhn’un ima ettiği gibi bir din değiştirme hadisesi gibi değil rasyonel temeller üzerinde gerçekleşir (Lakatos, s. 132-138).

Pozitivizmin İslâm dünyasındaki ilk etkileri, bu akımın modern çağın en prestijli başarısı sayılan pozitif bilimle modern zihniyetin en temel fikirlerinden olan ilerlemeye yaptığı vurgudan kaynaklanmıştır. XIX. yüzyıl pozitivizminin müslüman ve Türk kültür coğrafyasındaki yansımaları elbette Batı’da olduğu gibi Aydınlanma çağı ve sanayi devriminin tarihsel bir devamı şeklinde kendini göstermiş değildir. Çünkü müslüman dünyası bu tarihsel süreçlerin deneyimine sahip değildi. Batı dünyasını izlemeye ve modern akımlarla temas kurmaya çalışan bazı müslüman aydınlar medeniyet bakımından “geri kalmışlık”larının sebebini bilimsel zihniyete sahip olmamaya bağladılar ve kendi coğrafyalarında pozitif (müsbet) bilimlere özgü metot ve anlayışların yerleşmesi için pozitivist felsefeyi yaymanın uygun bir yol olduğunu düşündüler. Dolayısıyla Avrupa kültürü için pozitivizm Aydınlanma felsefesinin sonuçlarından biri iken İslâm coğrafyası için ilerleme ve kalkınma (terakkî) için bir hareket noktası sayılmıştır. August Comte’un Osmanlı Sadrazamı Mustafa Reşid Paşa’ya pozitivist felsefenin benimsenmesi amacıyla yazdığı ünlü mektuptan İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin, adını pozitivist “ordre et progrès” (nizam ve terakkî) sloganından ilham alarak koymasına kadar geçen sürede sistematik bir pozitivist akımın gelişmiş olduğundan söz etmek zordur. Beşir Fuad’ın, “tarîk-i müsbet” dediği ve yalnızca “hakikati sabit olan şeyleri kabul” şeklinde tanımladığı pozitivizm yolundaki çabaları bu arada dikkat çeken bir girişim olmuştur (Korlaelçi, s. 104-107, 170-171, 186). İsmail Fenni (Ertuğrul) bu terimi “isbâtiyye mezhebi, hakîkiyye mezhebi, felsefe-i hakîkiyye, felsefe-i ilmiyye, tecrübe ile tahakkuk etmemiş olan her şeyi terkedenlerin mezhebi” şeklinde tanımlayacaktır (Lugatçe-i Felsefe, s. 531). I. Meşrutiyet’in ilânını sağlayan Midhat Paşa’nın Fransız pozitivistleriyle temasları bilinmektedir. II. Meşrutiyet’in ilânından sonra pozitivist eğilimlere sahip düşünürlerden Ahmed Rızâ’nın meclis başkanlığına getirilmesi, aynı eğilimlere katılan Hüseyin Cahit (Yalçın) ve Rıza Tevfik’in de (Bölükbaşı) milletvekili olarak meclise girmeleri İttihat ve Terakkî’nin etkin olduğu politik iklim içinde gerçekleşmiştir. Zaman içinde Rıza Tevfik’in Maarif nâzırı olması ve dârülfünunda felsefe hocalığı yapması örneğinde olduğu gibi pozitivist eğilimli bazı düşünürler eğitim alanında da nisbî bir etki uyandırmışlardır. Fransızca eğitim yapan, yabancı hocaların ders verdiği mekteplerle Avrupa’ya tahsile gönderilen öğrenciler pozitivist fikirlerin popüler hale gelmesine katkıda bulunmuşlardır. Pozitivist eğilimler taşıyan düşünürler içinde Ahmed Rızâ, Auguste Comte ve Fransız pozitivizmine, Rıza Tevfik, Herbert Spencer ve John Stuart Mill’in fikirlerine ilgi duymuş, bu fikirleri nakletmeye, tanıtmaya ve yaymaya çalışmış, Emile Durkheim’i takip eden Ziya Gökalp ise özgünlüğe yönelen bir sosyoloji ekolü kurmaya gayret etmiştir (Korlaelçi, s. 297-299). Dönemin İslâmcı düşünürlerinin “Kontçu” pozitivizm karşısındaki tutumu ise İsmail Fenni’nin şu ifadeleriyle özetlenebilir: “Bir müslüman felsefe-i hakîkiyye mesleğini kabul edemez. Çünkü diyâneten Cenâb-ı Allah’ın, ruhun, âlem-i âhiretin vücudunu kabul ve tasdike mecburdur ve bu itikadı onun ne ulûm-ı tabîiyyeyi tahsil ne de usûl-i tecrübiyyeyi hâdisata tatbik etmesine hiçbir vecihle mani olamaz” (Lugatçe-i Felsefe, s. 534). Mantıksal pozitivizmin Türk felsefe hayatına intikali ise üniversite reformu ardından Hans Reichenbach’ın İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde ders vermeye başlamasıyla olmuştur. Halil Vehbi Eralp ve Hilmi Ziya Ülken’in Reichenbach’ın fikirlerini tanıtmak üzere yaptığı yayınlar, bunun yanı sıra Ülken’in Moritz Schlick’in İlim ve Felsefe adlı eserini Türkçe’ye çevirmesi (1934) mantıksal pozitivizmin Türk felsefe hayatındaki ilk yankılarıdır. Nusret Hızır, Hüseyin Batuhan ve Teo Grünberg’in daha sonraki çalışmaları da bu ekolün Türk ilim çevrelerindeki yansımalarını teşkil edecektir (Kafadar, s. 267-275). Günümüz Türkiye’sinde Popper, Kuhn ve Feyerabend’e ait bazı temel eserlerin çevirileri de dahil olmak üzere bilim felsefesi tartışmalarını konu edinen eserlerin nisbeten canlı bir ilgiye mazhar olduğu gözlenmektedir. Bu ilginin pozitivizmi derinlemesine anlamak ve sağlıklı biçimde eleştirmek yolundaki özgün araştırmalara zemin hazırlaması beklenebilir. Özellikle dinin alternatifi gibi tanımlanmış bir


pozitivist bilimcilik (scientism) anlayışının felsefî açıdan değerlendirilmesine duyulan ihtiyaç hem dinin hem de bilimin kendine özgü doğası ve yöntemleri hakkında ilham verici çalışmaları gerektirmektedir. Bu bağlamda akıl-vahiy ve din-bilim ilişkilerinin çağdaş deneyim ve birikimler ışığında yeniden ele alınması günümüz İslâm düşüncesi açısından süreklilik arzeden bir ihtiyaç olarak kendini göstermektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

İsmail Fenni, Lugatçe-i Felsefe, İstanbul 1341, s. 531-534; L. Kolakowski, Positivist Philosophy: From Hume to the Vienna Circle (trc. N. Guterman), Middlesex 1972, s. 11-23; M. Masterman, “The Nature of a Paradigm”, Criticism and the Growth of Knowledge (ed. I. Lakatos), Cambridge 1982, s. 59-89; I. Lakatos, “Falsification and the Metodology of Scientific Research Programmes”, a.e., s. 91-196; A. Chalmers, Bilim Dedikleri (trc. Hüsamettin Arslan), Ankara 1990, s. 33-47, 69-80, 82-98, ayrıca bk. tür.yer.; L. Laudan, Beyond Positivism and Relativism: Theory, Method and Evidence, Boulder 1996, s. 4-6; Sezgin Kızılçelik, Pozitivizm ve Eleştiricileri: Sosyolojinin Pozitivist Kimliği Üzerine, İzmir 1996, s. 55-102; G. Vattimo, Modernliğin Sonu (trc. Şehabettin Yalçın), İstanbul 1999, s. 180-183; Osman Kafadar, Türkiye’de Kültürel Dönüşümler ve Felsefe Eğitimi, İstanbul 2000, s. 267-275; Murtaza Korlaelçi, Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Etkileri, Ankara 2002, s. 104-107, 170-171, 186, 297-299, ayrıca bk. tür.yer.; Şafak Ural, Pozitivist Felsefe, İstanbul 2006, s. 47-60, 115-139; Abraham Kaplan, “Positivism”, International Encyclopedia of the Social Sciences (ed. D. L. Sills), New York 1968, XII, 389-395; Nicola Abbagnano, “Positivism”, The Encyclopedia of Philosophy (ed. P. Edwards), New York-London 1972, VI, 414-419.

İlhan Kutluer