PAŞA

Osmanlılar’da en yüksek askerî ve mülkî unvan.

Etimolojisi hakkında çeşitli görüşler ileri sürülür. Farsça pây-i şâhtan veya pâd-i şâhtan, Türkçe baş ağa yahut beşeden (büyük kardeş) geldiği yolundaki iddialar tartışmalıdır. Pâd-i şâhın Türkçe’nin doğu lehçelerinde (Kırgızca’da patşa, Özbekçe’de potşo) küçük mahallî hükümdarlar için kullanıldığı bilinmektedir. Paşa kelimesinin Bâbil menşeli olup Ahd-i Atîk’te paha şeklinde geçtiği ve halen İbrânîce’de mevcut olduğu da öne sürülür. Baş ahiden geldiği iddiası ise dayanaksızdır. XIII. yüzyılda ortaya çıktığı tahmin edilen paşa kavramına sevgi ve saygı hitabı olarak rastlanması yanında aynı dönemde kadınlar için de kullanılmış, bu anlamda XIX. yüzyılda hidiv anneleri için tekrar ortaya çıkmıştır. Ayrıca askerî ve dinî şahsiyetler için kullanımına da rastlanır, Âşık Paşa ile Muhlis Paşa buna bir örnektir. XIII. yüzyılın sonlarında Anadolu’da kurulan Türkmen hânedanlarında da bu unvan görülür. Batı dillerine önceleri muhtemelen Arapça’daki yazılışının tesiriyle başa (bascia, bassa, bacha, bashaw) şeklinde geçen kelime XVII. yüzyıldan itibaren paşaya (pascha, pasha) dönüşmüştür.

Osmanlı Devleti’nde askerî ve mülkî unvan olarak yaygınlaşan paşa kelimesi daha ziyade hânedandan olmayan yüksek rütbeli şahsiyetlere verilmiştir. Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa dışında hânedan üyeleri için kullanılmaması dikkat çekicidir. Muahhar bazı kaynaklarda Osman’ın küçük oğlu Alâeddin, paşa olarak anılmaktaysa da bu aynı dönemde yaşamış Alâeddin Paşa ile karıştırılmış olmasından kaynaklanır. Zira Alâeddin gerek vakfiyesinde gerekse tahrir defterinde “bey” diye anılır. Orhan Gazi döneminde Lü’lü’ ve Sinan adlı paşalardan söz edilmekle birlikte (Akdağ, I, 293, 391, 397) bu unvan daha yaygın biçimde resmen I. Murad’dan itibaren kullanılmıştır. Önceleri eyaletlerin en yüksek mülkî ve askerî âmirleri olan beylerbeyilerle merkezde Dîvân-ı Hümâyun toplantılarına katılan vezirlerin unvanı olmuştur (Gazavât-ı Sultân Murâd, s. 6, 31 vd.). İlk Rumeli beylerbeyi Lala Şâhin’in unvanı olarak kroniklerde zikredilir (Anonim Osmanlı Kroniği, s. 29). Daha sonra Anadolu beylerbeyi de aynı unvanı kullanmış, XV. yüzyılın sonlarından itibaren gittikçe artan eyalet valileri hep paşa diye anılmıştır. Uzun Hasan’a karşı yapılan Otlukbeli Savaşı’nda büyük başarı gösteren Koca Dâvud, Ali ve İskender paşaların Fâtih Sultan Mehmed tarafından “kardaşım, paşa sultan, pâşâ-yı cihân” sıfatlarıyla nitelenmesi (Kemal, bk. İndeks) bu unvanın yüksekliğini göstermektedir. Merkezde sadece birinci vezir için kullanılırken Çandarlı Kara Halil’den itibaren diğer divan üyesi vezirlere de paşa unvanı verilmiş, zamanla kaptan-ı deryâ, nişancı ve defterdar gibi yüksek rütbeli devlet görevlilerine de teşmil edilmiştir. Önceleri merkezde paşa unvanıyla anılan vezir sayısı dört-beş civarında iken XVI ve XVII. yüzyıllarda bu sayı artmıştır. Eyaletlerde paşa sayısı daha da fazla olup iki tuğlu, üç tuğlu paşalar ortaya çıkmıştır. Aslında tek tuğ taşıma hakkı olan sancak beyleri zamanla iki tuğlu olmuş ve paşa unvanıyla anılmıştır. XVII. yüzyıl başlarında divan üyesi vezirlere “pâşâyân-ı izâm” denilmesine devam edilmiştir. Hemen her devirde görevini kötüye kullananların, halka zulmedenlerin, yaşlı ve güçsüz olup işten kalanların paşalığı kaldırılabilir, başarılı olanların ve affedilenlerin ise iade edilebilirdi. XVIII. yüzyılda bunun çok sayıda örneği görülmektedir.

II. Mahmud döneminde paşa unvanı Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye’nin kurulmasından sonra general karşılığında ve daha çok askerî ricâl için kullanılmaya başlanmış, yüksek rütbeli bürokratlara da paşa denilmesine devam edilmiştir (Lutfî, V, 880-881). Tanzimat’ın ardından sivil rütbelerden olan vezir, bâlâ, ûlâ ve sâniye sınıf-ı evveli derecelerinde bulunanlarla askerî rütbelerden müşir, birinci ferik, ferik ve mirlivâ derecelerinde olanlar paşa unvanıyla anılmış, bu arada beylerbeyi gibi kullanımdan kalkmış rütbelerdekilere de fahrî olarak verilmiştir. Paşa unvanının en bol kullanıldığı dönem II. Meşrutiyet’ten önceki yıllardır. 1324 (1906) tarihli devlet salnâmesine göre kırk bir müşir, elli dört vezir, yirmi birinci ferik, kırk yedi ferik, 155 Rumeli beylerbeyi ile seksen altı livâ beyinden söz edilmektedir ki bu 400 paşaya, bu unvanı taşıdığı halde teşrifata girmediği için salnâmeye alınmayan beylerbeyilerle emekli paşaları da eklemek gerekir. Bu durumda II. Meşrutiyet’ten önce yaklaşık 600 paşanın varlığından söz edilir. Meşrutiyet devrinde sadrazam dışındaki mülkiye ricâline paşalık verilmemiştir. Cumhuriyet döneminde sadece askerler için kullanılan paşa unvanı, 26 Teşrînisâni 1934 tarih ve 2590 sayılı kanunla resmen


kaldırılarak yerine Batı menşeli general ikame edilmiştir. Müşir karşılığı olarak da yine Fransızca mareşal unvanına yer verilmiştir.

Osmanlı döneminde paşa kelimesiyle ilgili birçok kavram ortaya çıkmıştır. Vezîriâzamın devlet işlerini yürüttüğü yer “paşa kapısı”, kaptan-ı deryânın bindiği amiral gemisi “paşa baştardası” şeklinde ifade edilirken 1707 yılına kadar Kırım hanları ile vezirlerin yanında bulunan kapı halkı dışındaki dirlik sahiplerine “paşa defterlisi” denilirdi. Vezîriâzamların kendi konaklarında düzenledikleri ikindi divanı ile taşrada beylerbeyilerin topladıkları eyalet divanlarına da “paşa divanı” adı verilirdi. Paşa unvanı bulunan devlet ricâlinin hizmetinde olan gedikli ağalar için “paşalı”, paşa oğullarına da “paşazâde” denir, bu unvana sahip kişiler için bulunduğu mevkiye göre “paşa efendi, ağa paşa” gibi tabirler kullanılırdı. “Paşalık” kelimesiyle önceleri bir paşanın idaresi altındaki eyalet kastedilirken daha sonra kelime beylerbeyinin doğrudan yönetimindeki merkez sancak veya livâyı ifade etmiştir. Balkan, Orta Avrupa ve Kafkas dillerine de giren paşa kavramı Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da özellikle Mısır’da, Cezayir’de ve Fas’ta kullanılmış, hatta “başavât” şeklinde çoğulu yapılmıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

Gazavât-ı Sultân Murâd b. Mehemmed Hân (nşr. Halil İnalcık - Mevlûd Oğuz), Ankara 1978, s. 6, 31-33, 36-37, 42-43, 56-57; Anonim Osmanlı Kroniği: 1299-1512 (haz. Necdet Öztürk), İstanbul 2000, s. 29; Kemal, Selâtînnâme: 1299-1490 (haz. Necdet Öztürk), Ankara 2001, tür.yer.; Edirneli Oruç Beğ, Oruç Beğ Tarihi (nşr. Atsız), İstanbul 1972, s. 32, 33, 35, 36, 38, 39; Eyyûbî Efendi Kānûnnâmesi (haz. Abdülkadir Özcan), İstanbul 1994, s. 51; D’Ohsson, Tableau général, VII, 276, 278, 284, 287, 307; Hammer (Atâ Bey), I, 202; Salnâme-i Umûmî: 1324, İstanbul 1322/ 1906, tür.yer.; Lutfî, Târih (haz. Yücel Demirel), İstanbul 1999, V, 880-881; Sicill-i Osmânî, IV, 738; Mecelle-i Umûr-ı Belediyye, I, 551; Uzunçarşılı, Medhal, s. 258-259, 265, 282; Pakalın, II, 755-758; Midhat Sertoğlu, Resimli Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, İstanbul 1958, s. 99, 262-263; Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, İstanbul 1979, I, 184, 293, 391, 396, 397, 426; R. F. Kreutel, Haniwaldanus Anonimi’ne Göre Sultan Bayezid-i Veli: 1481-1512 (trc. Necdet Öztürk), İstanbul 1997, s. 4, 57-61, 69; Fehameddin Başar, Osmanlı Eyâlet Tevcihâtı (1717-1730), Ankara 1997, s. 50, 53, 54, 80, 82, 288, 290-293, 295; Bir Yeniçerinin Hatıratı (haz. Kemal Beydilli), İstanbul 2003, s. 96; Hüccet Fahrî, “Paşa”, Dânişnâme-i Cihân-ı İslâm, Tahran 1379/ 1200, V, 431-434; T. Halasi Kun, “Osmanisch paša-ungarisch baša”, AION (1940), s. 97-102; J. Deny, “Paşa”, İA, IX, 526-529; İbrâhim Harekât, “Bâşâ”, MaǾlemetü’l-Maġrib, Rabat 1411/1991, III, 999-1000.

Abdülkadir Özcan