ÖMER DEDE SİKKÎNÎ

(ö. 880/1475)

Bayramî Melâmîliği’nin pîri.

Hayatı hakkındaki bilgiler oldukça sınırlıdır. Kendisinden bahseden kaynaklarda adı ve nereli olduğu konusunda bazı çelişkili ifadeler yer alır. Hayatına dair bilgi veren en eski kaynak olan Abdurrahman el-Askerî’nin Mir’âtü’l-ışk’ında ismi Sultan Âmir Dede şeklinde kaydedilmektedir. Askerî onun halk arasında Bıçakçı Emîr Dede olarak tanındığını belirtir (Erünsal, s. 201-202). Mir’âtü’l-ışk’tan kısa bir süre sonra yazılan Kefevî’nin Ketâǿibü aǾlâmi’l-aħyâr’ında ise Emîr Sikkînî diye anılmaktadır (vr. 361a-b). Kendisinden Ömer ismiyle ilk defa bahseden Taşköprizâde’nin onunla ilgili verdiği bilgi Hacı Bayrâm-ı Velî’nin halifesi olmasından ibarettir (eş-Şeķāǿiķ, s. 77). Taşköprizâde’nin eserine yazılan zeyillerde ve diğer kaynaklarda da Ömer ismi kullanılmıştır. Ancak eski kaynaklarda Ömer isminin yer almaması asıl adının Ömer olduğu konusunda şüphe uyandırmaktadır. Bu isim muhtemelen asıl adının bilinmemesi, Hz. Hüseyin soyundan geldiğini vurgulayan “emîr” (seyyid) unvanının Ömer şeklinde telaffuz edilmesinden kaynaklanmış olmalıdır. Onun nereli olduğu konusunda da kesin bilgi yoktur. Mir’âtü’l-ışk’ta Göynük’te doğduğu ifade edilirken (Erünsal, s. 201) Ketâǿib’den itibaren kaynaklarda Bursalı olduğu kaydedilmektedir. Bıçakçılık mesleğini benimsediğinden “Sikkînî” (bıçakçı) unvanıyla tanındığı kaydedilmekteyse de Bayramî-Melâmî geleneğinde bu konuda farklı bir inanış mevcuttur. Buna göre Hacı Bayrâm-ı Velî’nin, kaç müridi bulunduğunu II. Murad’a bildirmek üzere müridlerini kurban etmek için topladığına ve bu toplantı esnasında sadece bir erkekle bir kadının Hacı Bayram’a tam teslimiyetle bıçağın altına boynunu uzattığına dair menkıbede sözü edilen şahsın Ömer Dede olduğu belirtilir (Fazlullah Rahîmî Efendi, s. 47-48). Ömer Dede’nin ilk tasavvuf terbiyesini Bursa’da iken Somuncu Baba’dan (Hamîdüddin Aksarâyî) aldığı rivayet edilmektedir. Şeyhinin ölümünden sonra halifesi Hacı Bayrâm-ı Velî’ye intisap etmiş, seyrü sülûkünü onun yanında tamamlamıştır. Hüseyin Vassâf, Ömer Dede’nin silsilesini Akşemseddin’e ulaştırıp onun terbiyesinde yetiştiğini öne sürmekteyse de kaynaklar onun Hacı Bayrâm-ı Velî’nin halifesi olduğu konusunda hemfikirdir.

Hacı Bayrâm-ı Velî’nin ölümünün ardından Göynük’e yerleşen Ömer Dede’nin adı, Hacı Bayrâm-ı Velî’nin gerçek halifesinin kim olduğu konusunda o dönemde yaşandığı rivayet edilen tartışmalarda ön plana çıkar. Akşemseddin’e dair yazılan menâkıbnâmede ve daha sonraki bazı kaynaklarda Hacı Bayrâm-ı Velî’nin birinci halifesi Akşemseddin olarak gösterilir (Enîsî, s. 140). Kefevî’nin eserinde ve Bayramî-Melâmî kaynaklarında ise Hacı Bayram’ın asıl halifesinin Ömer Dede olduğunu ispata ve Hacı Bayrâm-ı Velî’nin hayatta iken bu yönde bazı işaretler verdiğine yönelik çeşitli menkıbeler anlatılmaktadır. Vahdet-i vücûd anlayışını benimsemiş olan Ömer Dede ile şeriata sıkı sıkıya bağlı klasik zühdî tasavvuf anlayışına mensup Akşemseddin arasında geçtiği rivayet edilen iki menkıbe bir anlamda iki farklı tasavvuf anlayışını yansıtmaktadır. Bunlardan ilki Ketâǿib’de nakledilmektedir (vr. 361a). Buna göre Hacı Bayrâm-ı Velî’nin ölümü yaklaşınca kimi halife tayin edeceğini öğrenmek isteyen müridleri şeyhin etrafında toplanır. Bu sırada Emîr Sikkînî oda kapısının yanında ayakta durmaktadır. Hacı Bayrâm-ı Velî bir ara gözlerini açıp, “Emîr, su getir!” diye seslenir. Müridlerin hemen hepsi seyyid olduğu için biri giderek suyu getirir. Ancak Hacı Bayrâm-ı Velî getirilen suyu içmeyip önündeki meyve tabağına döker ve tekrar su getirilmesini ister. Bu defa diğer bir mürid su getirir. Fakat Hacı Bayrâm-ı Velî üçüncü defa su ister. Akşemseddin kapının yanındaki Emîr Sikkînî’ye su getirmesini söyler. Emîr Sikkînî suyu getirince Hacı Bayrâm-ı Velî bu defa suyun bir kısmını içer ve geri kalanını Emîr Sikkînî’ye vererek, “İç ki emniyyet-i kübrâya nâil olasın” der; Emîr Sikkînî de bardakta kalan suyu içer. Bu menkıbe, başlangıçta iki defa suyu getiren kişinin Akşemseddin olduğu belirtilmek suretiyle biraz değiştirilerek La‘lîzâde Abdülbâki tarafından da kaydedilmiştir (Menâkıb-ı Melâmiyye-i Bayrâmiyye, vr. 132a-b). Ancak gerek Mir’âtü’l-ışk’ta gerekse daha sonraki dönemlerde Ömer Dede’den bahseden kaynaklarda bu hususta herhangi bir bilgi yoktur. Sâdık Vicdânî, Ketâǿib’den naklen bu olayı zikrettikten sonra Melâmî kaynaklarının


bu konudaki tavrını eleştirir. Ona göre Hacı Bayrâm-ı Velî halifeliği Ömer Dede’ye vermiş olsa bile aynı şekilde daha önce Akşemseddin’e de vermiş olması kuvvetle muhtemeldir (Tomar-Melâmîlik, s. 46-50). Nitekim Enîsî, Hacı Bayrâm-ı Velî’nin ölüm döşeğinde iken müridlerini çağırıp öldüğünde kendisini Akşemseddin’in gasletmesini ve namazını kıldırmasını vasiyet ettiğine dair bir rivayet nakleder (Menâkıb-ı Akşemseddin, s. 140).

Konuyla ilgili ikinci menkıbe Ömer Dede’den bahseden bütün kaynaklarda mevcuttur. Mir’âtü’l-ışk’ta bu olay, daha Hacı Bayram’ın öldüğü gece müridlerden bazılarının Emîr Dede’yi kızdırmaları üzerine onun, “Dervişlik hırkada ve taçta değildir” diyerek aşçıların dört koyunu pişirdikleri bir ateşin yanına gidip âni bir hareketle ateşe girip oturduğu, taç ve hırkanın yandığı, ancak kendisine ve Hacı Bayram’ın hediye ettiği şala bir şey olmadığı şeklinde anlatılmış (Erünsal, s. 201), olayın geçtiği yer hakkında bilgi verilmemiş, Akşemseddin ile de bir ilgi kurulmamıştır. Ketâǿib’de ve ondan naklen diğer kaynaklarda ise olayın Hacı Bayram’ın ölümünden kısa bir süre sonra Göynük’te meydana geldiği ve Akşemseddin ile Ömer Dede arasında geçtiği ifade edilmektedir. Bu rivayete göre Hacı Bayrâm-ı Velî’nin ölümünün ardından Akşemseddin Beypazarı’nda, Ömer Dede Göynük’te faaliyet göstermeye başlamıştır. La‘lîzâde’ye göre Beypazarı’nda halk ile arası açılan Akşemseddin de bir süre sonra Göynük’e yerleşmiş ve burada kurduğu tekkesinde faaliyet göstermiştir. Ketâǿib’de ise olay şu şekilde anlatılmaktadır: Hacı Bayram’ın vefatından sonra bütün müridler Akşemseddin’e tâbi olup onun sohbet meclisine katılırlar. Akşemseddin ve müridleri kuşluk ve akşam vakitlerinde zikir ve sohbet meclisi düzenler. Emîr Sikkînî dışında herkes bu toplantılara katılıp şeyhin elini öperken Emîr Sikkînî meclisin bir kenarında oturur ve zikir halkasına girmez. Bu durumdan hoşlanmayan Akşemseddin onun yanına giderek, “Bu toplantılara senin de katılman gerekir, yoksa senden şeyhin tacını alırız” der. Emîr Sikkînî, “Öyleyse yarın cuma günü namazdan sonra bizim eve gelin, size hırkayı ve tacı teslim ederiz” der. Ertesi gün Emîr Sikkînî evinin avlusunda büyük bir ateş yaktırır. Namazdan sonra Akşemseddin müridleriyle birlikte onun evine gelir. Emîr sırtında hırka, başında taç olduğu halde ateşe girer. Bir müddet sonra ateşten çıkınca hırka ve tacın yandığı, fakat kendisine bir şey olmadığı görülür. Bu dönemden itibaren kendisi ve müridleri taç ve hırkayı terkederler (vr. 361b). Sarı Abdullah, La‘lîzâde ve Müstakimzâde gibi Melâmî kaynakları tarafından küçük değişikliklerle nakledilen bu menkıbe bir anlamda Bayramiyye’nin Şemsiyye ve Melâmiyye adıyla iki kola ayrılmasını hikâye eder. Hatta Sarı Abdullah, Hacı Bayrâm-ı Velî’nin sağlığında Ömer Dede ile Akşemseddin arasındaki çekişmeyi ancak ateşin neticelendirebileceğine dair bir söz söylediğini rivayet eder (Semerâtü’l-fuâd, s. 241). Bu arada Akşemseddin’in Ömer Dede için, “Halifelik yapma yetkisi olmayan bir meczuptur” dediği nakledilmektedir. Bu dönemden itibaren gerek Ömer Dede gerekse onun yolundan gidenler hırka ve taç gibi özel sembollerle ifade edilen bir tarikat anlayışını reddetmişler, âdâb ve erkân şekilciliğinin yerine sohbetin olgunlaştırıcı özelliğini ön plana çıkarmışlardır. Bundan sonraki hayatı hakkında kaynaklarda bilgi bulunmayan Ömer Dede’nin mezarı Göynük’tedir. Bayramî-Melâmî silsilesi kendisinden sonra Bünyâmin Ayâşî vasıtasıyla devam etmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

Abdurrahman-ı Câmî, Nefehâtü’l-üns: Evliyâ Menkıbeleri (trc. Lâmiî Çelebi, haz. Süleyman Uludağ - Mustafa Kara), İstanbul 1995, s. 834; İsmail E. Erünsal, XV-XVI. Asır Bayrâmî-Melâmîliği’nin Kaynaklarından Abdurrahman el-Askerî’nin Mir’âtü’l-Işk’ı, Ankara 2003, s. 201-202; Taşköprizâde, eş-Şeķāǿiķ, s. 77; Mahmûd b. Süleyman el-Kefevî, Ketâǿibü aǾlâmi’l-aħyâr min fuķahâǿi meźhebi’n-NuǾmâni’l-muħtâr, Süleymaniye Ktp., Reîsülküttâb, nr. 690, vr. 361a-b; Mecdî, Şekāik Tercümesi, s. 95-96; Atâî, Zeyl-i Şekāik, s. 65; Sarı Abdullah Efendi, Semerâtü’l-fuâd, İstanbul 1288, s. 241-242; Enîsî, Manâkıb-ı Akşemseddin (haz. Ali İhsan Yurd - Mustafa S. Kaçalin, Akşemseddin, Hayatı ve Eserleri içinde), İstanbul 1994, s. 140-142; Mehmed Nazmi Efendi, Osmanlılarda Tasavvufî Hayat-Halvetîlik Örneği-Hediyyetü’l-İhvân (haz. Osman Türer), İstanbul 2005, s. 454; La‘lîzâde Abdülbâki, Menâkıb-ı Melâmiyye-i Bayrâmiyye: Sergüzeşt, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 2456, vr. 132a-133b; Müstakimzâde Süleyman Sâdeddin, Risâle-i Melâmiyye-i Şüttâriyye, İÜ Ktp., TY, nr. 3357, vr. 4b-5a; Harîrîzâde, Tibyân, I, vr. 173b; Bursalı Mehmed Tâhir, Hacı Bayram Velî, İstanbul 1329, s. 5; Tomâr-Melâmîlik, s. 34-50; Fazlullah Rahîmî Efendi, “Ah Teslimiyet”, Fazlullah Rahîmî Efendi’nin Perâkende Evrâkı içinde, Nihat Azamat özel kütüphanesi, s. 47-48; Mehmet Ali Aynî, Hacı Bayram Velî, İstanbul 1343, s. 114-117; Abdülbâki [Gölpınarlı], Melâmîlik ve Melâmîler, İstanbul 1931, s. 33-41; Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli: Yaşamı-Soyu-Vakfı, Ankara 1983, I, 74-78; Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ (haz. Mehmet Akkuş - Ali Yılmaz), İstanbul 2006, II, 469-470; Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler (15-17. Yüzyıllar), İstanbul 1998, s. 252-254; Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu: Klâsik Çağ: 1300-1600 (trc. Ruşen Sezer), İstanbul 2003, s. 199-200.

Haşim Şahin