NÂSIBE

(الناصبة)

Şîa’nın Hz. Ali taraftarlarına düşmanlık besleyenler için kullandığı bir tabir.

Sözlükte “bir şeyi ortaya dikmek; birine karşı kötülük ve düşmanlık besleyip bunu izhar etmek” anlamındaki nasb kökünden türeyen nâsıbe kelimesi “kin ve düşmanlık besleyenler” mânasına gelir (Lisânü’l-ǾArab, “nśb” md.). Nâsıbe (nâsıbiyye, nevâsıb), İmâmiyye Şîası literatüründe Hz. Ali’ye, evlâtlarına ve taraftarlarına karşı olan zümrelere verilen bir isimdir.

İmâmiyye Şîası, fikirlerine muhalefet edilmesi ve kendilerine karşı takıyye uygulanması gereken muhaliflerini “ehl-i hilâf” diye belirtir. Ehl-i hilâf içinde muhalefetleri ileri durumda olanlara nâsıbe denilir. Bunlar genellikle Hâricîler ve Emevîler olarak düşünülürse de zaman zaman kapsamın genişletilerek ehl-i hilâfın tamamını içine aldığı görülür. Bazı Şiî müellifleri, yetmiş üç fırkaya ayrılacağı bildirilen İslâm ümmetinin Şîa ve Ehl-i sünnet olmak üzere iki ana fırkada toplanabileceğini, her ikisinin de iyi ve kötü olmak üzere iki isimle anılabileceğini belirterek “Ehl-i sünnet” tabirinin aslında güzel bir adlandırma olup mensupları kendilerini bununla anarken muhaliflerinin onları nâsıbe diye isimlendirdiğini ifade eder (Murtazâ Dâî Hasenî Râzî, s. 28, 208, 209). Buna göre Ehl-i sünnet’in tamamının nâsıbe kapsamı içinde yer alması gerekir. Ancak muhaliflerini ehl-i hilâf ve özellikle Ehl-i sünnet’i “âmme” olarak isimlendiren Şiî âlimlerinin çoğu, Şîa’nın Râfıza (Revâfız) diye adlandırılmasına benzeyen bu görüşe itibar etmemiştir. Diğer taraftan imamın nasla tayin edilmesi gerektiğini belirten Şiî görüşü karşısında imâmetin seçimle (biat) gerçekleşeceğini ileri sürenlerin nâsıbe diye anıldığı, ayrıca, “Kişinin Sünnî olması için Ali’den nefret etmesi gerekir” diyerek Zeyd b. Ali’ye karşı mücadele edenlerin de nevâsıb ismini aldığı belirtilmekteyse de (M. Cevâd Meşkûr, s. 513) bunlardan ilki nâsıbeyi umumileştireceği, diğeri de Zeyd b. Ali zamanında Ehl-i sünnet kavramının henüz yerleşmemiş olduğu gerekçesiyle kabul görmemiştir. “Yemin ederim ki bize harp ilân eden nâsıb, sevmediğimiz şeyleri yüzümüze karşı söyleyen kimseden daha çok sıkıntı vermez” meâlinde Ca‘fer es-Sâdık’a nisbet edilen bir ifadeden (Küleynî, II, 222-223) nâsıb veya nâsıbînin “imamlara ve onların aile fertlerine karşı düşmanlık besleyen ve mücadeleye kalkışan kimse” anlamında kullanıldığı anlaşılır. Bu telakkiye göre başka fırkalara mensup da olsa düşmanlık beslemeyen, kin ve intikam arzusu duymayanlar nâsıbe kavramı içinde yer almaz.

Şiî hadis mecmualarında nâsıbeye dair bilgi verilirken peygamberlerin ve Şiî müminlerin cennetin çamurundan, nâsıbenin ise kokmuş balçıktan yaratıldığı (a.g.e., II, 3), nâsıbî ile karşılaşılıp tokalaşmak zorunda kalındığında elin yıkanmasının gerektiği (a.g.e., II, 650), aç kalan bir müminin nâsıbîye gidip yemek istemesinin açlıktan ölmesinden daha kötü olduğu (a.g.e., II, 204), Allah için iyilik yapan bir müminin âhirette, kendisine daha önce iyilik yapmış olan nâsıbîler dışındaki bütün çevresini cehennemden çıkaracağı (a.g.e., II, 197-198) gibi değerlendirmeler özellikle Ca‘fer es-Sâdık’a izâfe edilmiştir. Şiî fakihleri de fıkıh kitaplarının çeşitli bölümlerinde nâsıbeyle ilgili hükümler vazetmişlerdir. Buna göre bir nâsıbînin elini soktuğu su


necis sayıldığı için kullanılmaz, ayrıca onun arkasında namaz kılınmaz, nâsıbînin cenazesi yıkanmaz. Zekât ve sadaka-ı fıtır nâsıbîye verilemeyeceği gibi bir Şiî’nin -babası dışında- herhangi bir nâsıbînin yerine haccetmesi de câiz görülmemiştir. Şiî bir erkek nâsıbî bir kadınla evlenemez, durum evlendikten sonra anlaşılırsa boşanması gerekir. Köle âzat etmek övgüye lâyık bir davranış olmakla birlikte nâsıbî olan köleyi âzat etmek çirkin bir hareket sayılmış, kefâretin nâsıbîye verilmesi câiz kabul edilmemiştir. Nâsıbî’nin kestiği hayvanın etinin yenip yenmeyeceği konusunda ise kesinlikle yenilmeyeceği, zaruret ve takıyye halinde yenilebileceği, besmele çekilmişse yenmesinin câiz olduğu şeklinde üç farklı görüş ortaya konulmuştur (daha geniş bilgi için bk. Kohlberg, s. 99-105).

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü’l-ǾArab, “nśb” md.; Ebû Hâtim er-Râzî, Kitâbü’z-Zîne (nşr. Abdullah Sellûm es-Sâmerrâî, el-Ġulüv ve’l-fıraķu’l-Ġāliyye fi’l-ĥađâreti’l-İslâmiyye içinde), Bağdad 1982, s. 256-258; Küleynî, el-Uśûl mine’l-Kâfî, Tahran 1365, II, 3, 197-198, 204, 222-223, 650; Murtazâ Dâî Hasenî Râzî, Tebśıratü’l-Ǿavâm fî maǾrifeti maķālâti’l-enâm, Tahran 1313, s. 28, 208, 209; M. Hasan en-Necefî, Cevâhirü’l-kelâm, Necef 1379/1959, VI, 63-68; Ali et-Tebrîzî el-Garavî, et-Tenķīĥ fî Şerĥi’l-ǾUrveti’l-vüŝķā, Necef 1381/1961, II, 41, 84, 85; E. Kohlberg, Belief and Law in Imāmī Shī‘ism, Hampshire 1991, s. 99-105; M. Cevâd Meşkûr, MevsûǾatü’l-fıraķı’l-İslâmiyye (trc. Ali Hâşim), Beyrut 1415/1995, s. 513; Dihhudâ, Luġatnâme, XXVII, 827.

Mustafa Öz