MÜSÂDERE

(المصادرة)

Sözlükte “ısrarla istemek” anlamındaki sudûr kökünden türeyen ve “çekip almak” mânasına gelen müsâdere, devlet tarafından hazineye irat kaydetmek veya bir süre koruma altına almak üzere ceza veya tedbir olarak bir mala el konulması tasarrufudur. Özellikle kamu görevlilerinin haksız yollarla elde ettikleri gelir veya emlâkin tamamına ya da bir kısmına devletin el koymasını ifade eder. Uygulamada, hazine açıklarını kapatmak amacıyla kamu görevlilerinin veya sivil kişilerin mallarına el konulması da bu şekilde adlandırılmıştır. Mütâlebe, münâzara, mürâfaa ve mukāseme kelimeleri de müsâdere ile eş anlamda kullanılmıştır.

İslâm’dan önce de değişik uygulamalarına rastlanan ve daha çok malî bir ceza niteliği taşıyan müsâderenin meşruiyeti fakihler tarafından tartışılmış ve bazı şart ve kurallara bağlanmıştır (bk. CEZA; GARÂMET; TA‘ZÎR). Kamu yararı gerekçesiyle özel mülk altındaki malın bedeli ödenerek kamu malı haline getirilmesi ise (istimlâk) müsâdereden farklıdır. Bazı durumlarda el koymanın ceza, tedbir veya bedel sayılma niteliği kesinlik taşımadığı gibi bu nitelikleri birlikte içermesi de söz konusu olabilir. Devletin, memurların yetkilerini kötüye kullanarak kazandıkları mal varlığına, kamu açıklarını kapatma amacıyla veya belirli bir meşruiyet temeli bulunmasa da tebaanın mallarına bütünüyle veya kısmen el koymasının İslâm tarihindeki uygulamaları ve bunların siyaset ve kamu maliyesiyle ilişkisi değişik görünümler arzetmektedir.

Resûl-i Ekrem, “Kendisine görev verdiğimiz bir kimsenin vergi olarak aldığı küçük bir iğneyi dahi bizden gizlemesi hıyanet ve hırsızlıktır” sözüyle (Ebû Dâvûd, “Ħarâc”, 9) tayin ettiği memurları devlet malına hassasiyet göstermeleri konusunda uyarmış, ayrıca onları denetlemiştir. Onun bir valiye hediye gönderildiğini haber aldığında ya bu hediyeyi iade ettirdiği ya da cihadda kullanılmak üzere beytülmâle koydurduğu (Müslim, “İmâre”, 26-30), İbnü’l-Utbiyye adlı bir vergi memurunun halkın kendisine verdiği bazı şeyleri hediye gibi değerlendirip yanında tutmasına çok kızdığı (Buhârî, “Aĥkâm”, 24, 41, “Zekât”, 68) bilinmektedir. Hz. Ömer dönemi müsâdere açısından özel bir öneme sahiptir ve onun zamanında bu uygulamanın beytülmâlin kaynaklarından sayıldığı anlaşılmaktadır. Valilerin haraç gelirinden bir kısmını kendilerine ayırmaları, ticaretle uğraşarak aslî görevlerini ihmal etmeleri ya da hediye almaları durumunda mallarınının yarısı müsâdere edilmekteydi. Hz. Ömer vali tayin edeceği kişiden sahip olduğu malların bir listesini ister ve daha sonra malında kaynağını açıklayamadığı bir artış görürse bu kısmı müsâdere ettirirdi (İbn Abdülhakem, s. 146-149; Kalkaşendî, VI, 373).

Emevîler döneminde müsâdere uygulamaları bir tehdit ve intikam aracı haline dönüşmüş, bu arada bazı kişilerin mirası da müsâdere edilmiştir. Nitekim Halife Muâviye, Irak Valisi Ziyâd b. Ebîh’in, Haccâc b. Yûsuf da Abdullah b. Zübeyr’in terekesine el koymuştur. Müsâdere Hişâm b. Abdülmelik zamanında daha kurumsal bir hal almıştır. Valilerin ve malî birimlerin başında bulunanların hazineyi zayıflatmak pahasına kendilerini zenginleştirmeye çalıştığını gören halife bu memurların derhal tutuklanması, zimmetlerine geçirdikleri paranın tesbiti ve uygun bir cezaya çarptırılmaları için bir uygulama başlatmıştır. Ömer b. Abdülazîz ise haksız servet kazananları cezalandırmayı doğru bulmamış ve bunların hesaplarını Allah’a havale etmiştir (Aykaç, s. 68). Öte yandan kaynaklarda, Emevîler zamanında topladıkları vergide yolsuzluk yapan memurların veya devlete karşı ayaklananların mallarına el koymakla görevli Dârü’l-istihrâc adlı bir kurumun bulunduğu belirtilmektedir (a.g.e., s. 67).

Abbâsî yönetiminin ilk yıllarında özellikle Emevî ailesi mensupları öldürülerek mallarına el konulmuştur (İbnü’t-Tıktakā, s. 152). Abbâsîler’de devlet malını gasbedenler Dîvân-ı Mezâlim’de yargılanır ve suçları sabit olursa servetleri ellerinden alınırdı. Başlangıçta müsâdere edilen mallar doğrudan beytülmâle konulurken bunların idaresi için önce Halife Ebû Ca‘fer el-Mansûr devrinde Beytü mâli’l-mezâlim, daha sonra Dîvânü’l-müsâdere adı verilen bir birim oluşturulmuştur. Rivayete göre Mansûr, ömrünün son günlerinde oğlu Mehdî-Billâh’tan bu malları sahiplerine geri vermesini istemiştir. Zamanla Abbâsîler’in müsâdere uygulamasında köklü değişiklikler meydana gelmiştir. Bu dönemde de büyük oranda baskı, tehdit ve intikam aracı olarak bilhassa rakiplerin tasfiyesi amacıyla uygulanan müsâdere, cezalandırılan şahısların ve yakınlarının tarlalarını ve evlerini kapsayacak kadar genişletilmiş, hazineye girmesi gereken mallar halifenin yakınlarına aktarılmıştır. Özellikle IV. (X.) yüzyılda her vezirin bir bahaneyle selefinin mallarına el koyması âdet haline gelmiştir. Önceki vezirlerin yardımcı ve kâtiplerinin, vali ve kadıların, hatta ölmüş olan idarecilerin malları da buna dahildi. Kaynaklarda 296-334 (908-946) yılları arasında otuz, 334-381 (946-991) yılları arasında on müsâdere kaydına rastlanmaktadır. 315 (927) yılı olaylarını anlatan İbn Miskeveyh’in, başında vezirin bulunduğu bir dîvânü’l-müsâderînden bahsetmesi (Tecâribü’l-ümem, I, 154) bu dönemde müsâdere uygulamalarının ne kadar sık yapıldığının delilidir. Abbâsîler’de müsâderenin cezalandırma yanında bütçe açıklarının


kapatılması yönünde de kullanılması bu uygulamaya, Mu‘tasım-Billâh devrinden itibaren büyük oranda yabancı askere dayanan ordunun artan harcamalarını karşılayabilmek amacıyla haklı haksız daha sık başvurulmasına yol açmış, bu durum ekonomiyi olumsuz yönde etkilemiştir. Abbâsîler döneminde müsâderenin vezir, vali ve kâtipler yanında sivil halktan ticaretle meşgul olanlara ve zengin kimselere de uygulanması özel mülkiyete indirilmiş ağır bir darbe olarak değerlendirildiği gibi servetin sadece bazı şahısların elinde toplanmasını önlemesi sebebiyle ekonomik açıdan olumlu sonuçlar doğurduğu da ileri sürülmektedir.

Müsâdere, Abbâsîler’in zayıflamasının ardından çeşitli eyaletlerde kurulan devletlerde de uygulanmıştır. Mısır’da Ahmed b. Tolun, Patrik Michael’i büyük miktarda bir parayı ödemekle mükellef tutmuş, kilise bunun altından kalkabilmek için arazilerinin bir kısmını yahudilere satmak zorunda kalmıştı (Makrîzî, el-Ħıŧaŧ, II, 152-153). Tolunoğulları’nın yıkılmasından sonra bölgeye gönderilen Vali Muhammed b. Süleyman el-Vâsikī de Tolunoğlu ailesine ait bütün mallara el koymuştur. İhşîdîler döneminde cezalandırma, yolsuzluk, devlet işlerinin tekel altına alınması ve insanların kısa zamanda zenginleşmesi gibi sebeplerle müsâdere işlemleri sürdürülmüştür. Daha çok Muhammed b. Tuğç devrinde ordunun ihtiyaçlarının karşılanması ve rüşvetçilerin cezalandırılması için özellikle Mâzerâî vezir ailesine yönelik çeşitli müsâdereler yapılmış, ancak daha sonra el konulan malların büyük bir kısmı sahiplerine geri verilmiştir (a.g.e., II, 156). Fâtımîler döneminde devlet adamlarının yanı sıra reâyâ da müsâdereye mâruz kalmıştır. Halife Muiz-Lidînillâh, veziri İbn Killîs’ten çıkacağı bir sefer için müsâdere yapmasını istemiş, o da Fustat ve Tinnîs halkından 390.000 dinar toplamıştır. Azîz-Billâh, 373 (984) yılında İbn Killîs’i vezirlikten azledip 500.000 dinarını müsâdere ettirmişse de daha sonra görevine dönmesine izin vermiştir.

Büveyhîler’de de hazinenin başlıca gelir kaynaklarından biri müsâdere idi ve bu uygulama zamanla çok yaygın bir hal almıştı. 350’de (961) Muizzüddevle hazinedar, sâhibdîvân, sâhibdîvânü’n-nafaka, sâhibdîvânü’l-ceyşi ve diğer bazı memurları tutuklatıp yaptıracağı binalar için zorla para almış, hazinedar hapishanede hayatını kaybetmiştir (İbn Miskeveyh, II, 185-186). Görevine son verilen vezir, vali ve diğer memurların mallarının müsâderesi rakiplerine havale edilerek kendilerinden para alınması bu dönemde de yaygındı. Halife Mutî‘-Lillâh da böyle bir muameleye mâruz kalmış ve Büveyhî Hükümdarı Bahtiyar, Bizanslılar’a karşı kullanılmak üzere onun 400.000 dirhemini müsâdere etmişti (a.g.e., II, 308). Gazneli vezirlerinin pek çoğu azledilerek öldürülmüş ve mallarına el konulmuştur. Sultan Mahmud’un veziri Meymendî’nin yanı sıra Ebü’l-Abbas Fazl b. Ahmed el-İsferâyînî ve Ebû Ali Hasan da (Hasanek) müsâdereye mâruz kalan vezirlerdendi. Sultan Mesud, Dandanakan’da mağlûp olduktan sonra ihmali görülen sipehsâlâr Ali Dâye, Subaşı ve Hâcib Begtoğdu’yu tutuklatıp mallarını müsâdere ettirmiştir. Büyük Selçuklular’da Abbâsîler’de olduğu gibi bir Dîvân-ı Müsâdere’nin bulunması müsâderenin yaygınlıkla uygulandığının bir göstergesidir. Vezir Kemâlülmülk es-Sümeyremî daha sonra bu divanın adını Müfredat Divanı’na çevirmiştir (Bündârî, s. 126). Anadolu Selçukluları’nda müsâdere genellikle diğer cezalara ek olarak uygulanmıştır. Kaynaklarda verilen örnekler daha ziyade, cezalandırılan kimsenin menkul ve gayri menkul mallarının tamamına sultanın emriyle el konulması şeklindedir. Müsâdere uygulanırken suçlunun malları merkezlerde emîr-i dâdlar, taşrada nâibler tarafından tesbit edilir ve el konulan mallar defterlere geçirilerek başşehre gönderilirdi. Bu dönemde müsâdere çoğunlukla devlet görevlilerine uygulanmış, halktan kimseler için ancak isyan, ihanet ve yağma gibi ağır suçlar sebebiyle konu olmuştur.

Eyyûbîler, öncelikle halefleri Fâtımîler’in saraylarını ve onlardan kalan her şeyi müsâdere edip kendi adamlarına dağıtmışlardır. El koydukları saray kütüphanesindeki 125.000 cilt kitabın satışı yıllarca sürmüştür. Bu dönemde Fâtımîler zamanında zimmîlere verilen topraklara, bölgede kıtlık çekilirken Franklar’a tahıl gönderen bedevî Arap kabilelerinin bütün mülklerine, bazı zengin tüccarların, içlerinde eski vezirlerden Es‘ad b. Memmâtî’nin de bulunduğu divanlarda görev yapan Kıptîler’in ve İskenderiye’de sayıları çok artan Avrupalı tüccarların mallarına el konulmuştur. Bu devirde gerçekleştirilen müsâderelerin en dikkat çekici olanı el-Melikü’s-Sâlih Eyyûb’un, babası el-Melikü’l-Kâmil’in eşlerinin mücevherleriyle mallarını müsâdere ettirmesidir (Hassanein Rabie, s. 124). Ancak müsâdere en çok Memlükler döneminde uygulanmıştır. Memlük emîrlerinden büyük kısmının hayatlarında en az bir defa azledildiği ve mallarına el konulduğu görülmektedir. Bazan küçük bir dedikodu veya iftira emîrlerin mallarına el konulmasıyla sonuçlanabiliyor, bazan da bozulan devlet ekonomisini düzeltmek maksadıyla bu tür yollara başvuruluyordu. Kutuz, Aynicâlût Savaşı’ndan önce bu yola gitmiş, I. Baybars, el-Melikü’n-Nâsır Muhammed b. Kalavun, Berkuk ve Kansu Gavri de sıkıntılı dönemlerde reâyânın mallarına el koydurmuştur. Memlük Devleti bir hânedana dayanmadığından ve potansiyel olarak bütün güçlü emîrler tahta geçebileceğinden Memlük sultanları, kendilerine rakip gördükleri emîrlerin mallarını müsâdere ettirerek onların güçlerini azaltma yoluna gitmişlerdir.

BİBLİYOGRAFYA:

Buhârî, “Aĥkâm”, 24, 41, “Zekât”, 68; Müslim, “İmâre”, 26-30; Ebû Dâvûd, “Ħarâc”, 9; Ebû Yûsuf, Kitâbü’l-Ħarâc, Beyrut, ts., s. 111; İbn Sa‘d, eŧ-Ŧabaķāt, III, 307-308; IV, 335; V, 377; İbn Abdülhakem, Fütûĥu Mıśr ve aħbâruhâ (nşr. Ch. C. Torrey), Kahire 1991, s. 146-149; Taberî, Târîħ (Ebü’l-Fazl), VIII, 294-300; İbn Miskeveyh, Tecâribü’l-ümem, I, 150-155; II, 185-186; ayrıca bk. tür.yer.; Hilâl b. Muhassin es-Sâbî, el-Vüzerâǿ (nşr. Hasan ez-Zeyn), Beyrut 1990, s. 21, 23, 26-30, 75, 184; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, IV, 356-359; VI, 175-180; Bündârî, Zübdetü’n-Nusra (Burslan), s. 126; İbn Bîbî, el-Evâmirü’l-Alâiyye: Selçukname (trc. Mürsel Öztürk), Ankara 1996, I, 286; II, 29, 217; İbnü’t-Tıktakā, el-Faħrî, s. 152; İbn Kesîr, el-Bidâye, XIII, 350; XIV, 74, 195, 207, 223; Kalkaşendî, Śubĥu’l-aǾşâ (Şemseddin), VI, 373; Makrîzî, el-Ħıŧaŧ, I, 406; II, 152-153, 156; a.mlf., es-Sülûk (Ziyâde), I/1, s. 94; II/1, s. 87; II/3, s. 607; III/1, s. 386; III/3, s. 42; Bedreddin el-Aynî, Ǿİķdü’l-cümân (nşr. Muhammed Muhammed Emîn), Kahire 1407-12/1987-92, I, 85-86, 411; II, 176, 370; IV, 38-39; İbn Tağrîberdî, en-Nücûmü’zâhire, VIII, 64; XII, 210; İbn İyâs, BedâǿiǾu’z-zühûr, I/1, s. 533, 568; I/2, s. 181, 190-191, 263, 460, 462; IV, 210; Mafizullah Kabir, The Buwayhid Dynasty of Baghdad, Calcutta 1964, s. 157-161; Hassanein Rabie, The Financial System of Egypt A.H. 564-741/A.D. 1169-1341, London 1972, s. 121-127; Abdülazîz ed-Dûrî, Târîħu’l-ǾIrâķı’l-iķtiśâdî fi’l-ķarni’r-râbiǾi’l-hicrî, Beyrut 1974, s. 258-264; a.mlf., “Dīwān”, EI² (İng.), II, 324-325; E. Ashtor, A Social and Economic History of the Near East in the Middle Ages, London 1976, s. 114, 136, 142, 174; F. Lokkegaard, Islamic Taxation in the Classic Period, Pennsylvania 1978, s. 161-163; Hüsâmeddin es-Sâmerrâî, el-Müǿessesâtü’l-idâriyye fi’d-devleti’l-ǾAbbâsiyye, [baskı yeri ve tarihi yok] (Dârü’l-fikri’l-Arabî), s. 286-291; Celal Yeniçeri, İslâm’da Devlet Bütçesi, İstanbul 1984, s. 118, 402-408; M. Ziyâeddin er-Reyyis, el-Ħarâc ve’n-nüžumü’l-mâliyye, Kahire 1985, s. 458-463; Fedâ Şâmil Arık, “Türkiye Selçuklu Devleti’nde Müsâdere”, Beşinci Milletlerarası Türkoloji Kongresi Tebliğler: Türk Tarihi, İstanbul 1986, I, 47-64; Hamîd Muhammed el-Kımâtî, el-ǾUķūbâtü’l-mâliyye beyne’ş-şerîǾa ve’l-ķānûn, Bingazi 1986; Mustafa Fayda, Allah’ın Kılıcı Halid Bin Velid, İstanbul 1990, s. 422-446; Beyyûmî İsmâil eş-Şirbînî, Müśâderâtü’l-emlâk fi’d-devleti’l-İslâmiyye: ǾAśru selâŧîni’l-Memâlîk, Kahire 1997, I-II; Mehmet Aykaç,


Abbâsî Devleti’nin İlk Dönemi İdarî Teşkilâtında Dîvânlar: 132-232/750-847, Ankara 1997, s. 67-70, 174; Adam Mez, Onuncu Yüzyılda İslâm Medeniyeti: İslâm’ın Rönesansı (trc. Salih Şaban), İstanbul 2000, s. 157-158; M. Mutlak Assâf, el-Müśâderât ve’l-Ǿuķūbâtü’l-mâliyye, Amman 2000; Mustafa Demirci, İslâmın İlk Üç Asrında Toprak Sistemi, İstanbul 2003, bk. İndeks; Cengiz Kallek, İslâm Medeniyetinde İktisat Düşüncesi Tarihi: Harâc ve Emvâl Kitapları, İstanbul 2004, I, 60-62; Hüseyin Esen, “İslâm Hukuku Açısından Müsâdere”, DEÜİFD, XV (2002), s. 191-225; Ruben Levy, “Musâdere”, İA, VIII, 669; C. E. Bosworth, “Muśādara”, EI² (İng.), VII, 652-653.

Cengiz Tomar




Osmanlılar’da. Müsâdere usulü, Osmanlı Devleti’nin ilk devirlerinde yalnız devlet malını zimmetine geçirenlerle isyancılar Hakkında uygulanan bir ceza türü iken zamanla merkezî yönetime siyasî ve iktisadî menfaat sağlamak amacıyla başvurulan bir vasıta halini almıştır. Devletin kuruluşundan XV. yüzyılın ikinci yarısına kadar devam eden bir buçuk asırlık süreçte keyfî müsâderelere pek rastlanmamışsa da Fâtih Sultan Mehmed döneminden (1451-1481) itibaren Tanzimat Fermanı’nın ilânına kadar yaklaşık dört asır boyunca çeşitli şekillerde uygulanmıştır.

Kuruluş dönemi Osmanlı hükümdarları, mutlak iktidara sahip bulunmadıklarından ve siyasî yapıyı büyük ölçüde Türkmen aşiretleri şekillendirdiğinden, tehlikeli sonuçlar doğurabilecek müsâdere usulünden uzak durmayı tercih etmişlerdir. Fetret devrinde (1402-1413) kısa bir süre için Osmanlı tahtını ele geçiren Mûsâ Çelebi’nin müsâdere uygulamalarının başarısızlıkla sonuçlandığı bilinmektedir. Merkezî otoriteye karşı tehdit unsuru olarak gördüğü uç beylerinin siyasal gücünü kırmak niyetiyle bazı zengin bey ve paşaları öldürterek mallarına el koyduran Mûsâ Çelebi bu uygulamaları sebebiyle beylerin desteğini kaybederek kardeşi Çelebi Mehmed’e yenilmiştir.

Osmanlı hükümdarları XV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren şahsî otoritelerini ön plana çıkardılar ve merkezî otoriteyi güçlü hale getirdiler. Fâtih Sultan Mehmed, imparatorluk kurumsallaşmasının alt yapısını oluşturma sürecinde müsâdere usulünü etkin biçimde uygulayabilecek konuma erişti. Osmanlı tarihinde müsâderenin yaygın ve sistemli bir şekilde uygulanması, bu dönemde Vezîriâzam Çandarlı Halil Paşa’nın mal varlığının müsâdere edilmesiyle başladı. İstanbul’un fethinden sonra Bizanslılar’dan rüşvet aldığı bahanesiyle idam edilen Halil Paşa’nın mal varlığına el konuldu. Servetinin küçük bir kısmı çocuklarına bırakıldı. Ona bağlı olan Yâkub ve Mehmed paşalar da görevlerinden azledildikten sonra malları müsâdere edilerek sürgüne gönderildiler.

Bu tarihten itibaren müsâdere, ulemâ dışındaki devlet görevlilerinden kayda değer mal varlığı bulunan herkese suçlu olup olmadığına bakılmaksızın uygulanan bir gelenek halini aldı. Zira dönemin yönetim anlayışına göre devlet görevlilerinin kullanımına sunulan mal, para ve çeşitli malzeme şahsa değil makama aitti. Bundan dolayı ne kadar hizmeti geçerse geçsin bir devlet adamının vefatı halinde edindiği mallar yeniden devlete intikal ederdi. Bu anlayış dönemin devlet adamları tarafından da bilinmekte ve buna göre hareket edilmekteydi. Peçuylu İbrâhim, I. Ahmed devrinin sadrazamlarından Lala Mehmed Paşa’nın ölümünü anlatırken bu durumu çok iyi yansıtır. İran serdarlığına memur edildiği sırada hastalanan Lala Mehmed Paşa, vefat edeceğini anladığında hatırı sayılır bir servete sahip olduğu halde yanındakilere ailesinin ve çocuklarının korunmasını vasiyet etmişti. Öldüğünde de geride kalan askerî malzemenin yanında başta nakit varlığı (150.000 altın, 100 yük kuruş) olmak üzere kırkı aşkın samur kürk, elbiseler ve çeşitli değerli eşyaları alınmış, mirasın küçük bir bölümü çocuklarına bırakılmıştı.

Lala Mehmed Paşa’nın tâbi tutulduğu muamele aslında genel kuraldı. Müsâdereye karar verilince sahip olunan mallar memurlar tarafından teftiş edilir, gerekirse saklanmış olan paraları bulmak için bazan hapis ve işkence gibi yollara da başvurulurdu. Sonunda ortaya çıkan nakit ve satılan eşya ve emlâkin bedeli hazineye mal edilirdi. Serveti alınan devlet adamlarının malları ve gelirlerinden vârislerine geçinecekleri ölçüde mal mutlaka bırakılırdı. Öte yandan el konan mallara kitapların da dahil olduğu ve zaman zaman kütüphanelerin müsâdere edildiği bilinmektedir.

XVII. yüzyılın başlarından itibaren devletin ekonomik, idarî ve askerî açıdan gittikçe ağırlaşan bir bunalıma sürüklenmesi müsâdere yönteminin yaygınlaşmasına sebep olmuştur. Müsâdere, bu devirde merkezî otoriteye siyasal güç kazandırmaktan çok hazineye gelir sağlama işlevi gören bir uygulama şekline dönüştü. Böylece bir yandan ehl-i örf kesiminin mâruz kaldığı müsâdere uygulamaları çoğalırken öte yandan ehl-i örf dışındaki kesimler de yavaş yavaş müsâdere kapsamı içinde yer almaya başladı. Ulemâ sınıfının müsâdere kapsamına alınması da yine bu döneme rastlar. Fakat bu sınıfa uygulanan müsâdere ehl-i örften farklı olarak sadece suçlu görülenler içindir. İlk defa, Cinci Hoca olarak bilinen ve kazaskerlik makamına kadar yükselen Safranbolulu Hüseyin Efendi’nin rüşvet yoluyla elde ettiği büyük serveti bu kapsamda müsâdere edilmiştir. Ulemâ sınıfına tatbik edilen bir diğer müsâdere olayı, Edirne Vak‘ası dolayısıyla idam edilen, II. Mustafa döneminin şeyhülislâmlarından Erzurumlu Seyyid Feyzullah Efendi ile ilgilidir. Kendisine, oğullarına ve yakınlarına ait emlâk ile 100 keseden fazla nakit parasına el konulduğu bilinmektedir.

II. Viyana bozgununu takip eden yıllarda müsâdere uygulamalarında önceki dönemlere oranla büyük bir artış oldu. Köprülüzâde Fâzıl Mustafa Paşa da müsâdere uygulamasına ağırlık verip hazineyi desteklemeye çalıştığı, I. Mahmud’un cülûs bahşişinin maktul sadrazam Nevşehirli Damad İbrâhim Paşa ve akrabalarından müsâdere edilen paralardan karşılandığı belirtilmektedir. Ayrıca bu devirde merkezdeki uygulamalardan cesaret alan taşradaki bazı yüksek rütbeli idareciler (beylerbeyi, mirlivâ vb.) mallarını ele geçirmek maksadıyla eyaletlerdeki zengin kimselere yöneldiler, bir bölümünü çeşitli isnatlarla idam ettirdiler. XVIII. yüzyılın sonlarında artık sıradan insanlar bile müsâdere uygulamalarına mâruz kalmaya başladı. 1768-1774 Osmanlı-Rus savaşları sırasında küçük çapta imalât yapan sanayicilerden ölenlerin terekelerine el konulup vârislerinden terekenin % 60’ını hazineye hibe ettiklerine dair birer senet alındı.

II. Mahmud döneminde varlıklı bir kimsenin veya bir âyanın ölüm haberinin alınması terekesinin devlet tarafından müsâdere edilmesi için yeterli sayılmaktaydı. II. Mahmud, XIX. yüzyılın başlarında Anadolu ve Rumeli’de iyice güç kazanarak merkezî otoriteyi ciddi şekilde tehdit etmeye başlayan âyanları tasfiye sürecinde müsâdere yöntemini son derece etkili bir biçimde kullandı. Böylece siyasî etkinliğin başlıca kaynağı olan servet birikiminden mahrum bırakılan âyan ailelerinin nüfuzu büyük ölçüde kırıldı. Ayrıca Vakıflara ait mal ve paralar İslâm hukukuna göre müsâdere kapsamına girmediği halde II. Mahmud, Yeniçeri Ocağı’nı kaldırdıktan sonra dağılan yeniçerilerin sığındığı Bektaşî vakıflarına ait mal varlıklarını da müsâdere ettirdi. Gerçi vakıf ve mülk araziler Osmanlı tarihinde ilk defa Yıldırım Bayezid devrinde geniş ölçüde mîrî hale getirilmişti.


Yine Fâtih Sultan Mehmed döneminde benzer şekilde bir kısım arazinin vakfiyeti kaldırılarak timara tahsis edilmişti. Fakat bu araziler II. Bayezid devrinde yeniden vakıf araziye çevrilmişti.

Müsâdere yönteminin ıslahıyla ilgili ilk teşebbüse III. Selim döneminde girişildiği bilinmektedir. III. Selim, Rusya ve Avusturya ile devam etmekte olan savaşların giderlerini karşılayabilmek için müsâdere yöntemine başvurmak isteyince bazı itirazlarla karşılaşmış; bunlara cevap olmak üzere neşrettiği bir hatt-ı hümâyunda niyetinin yetim malı ve kendi emeğiyle servet edinmiş kimselerin malına dokunmak olmadığını, ancak devlet kapısında zengin olmuş kimselerden ölenlere ait malların ne ölenin vârislerine ne de sultanın kendisine ait olduğunu, bu malların din ve devlet uğrunda sarfedilmek üzere hazineye alınacağını belirterek uygulamanın kendinden önceki padişahlar zamanında da bundan farklı olmadığını vurgulamıştı. Ancak bu hatt-ı hümâyuna rağmen müsâdere uygulamalarında kayda değer bir değişiklik olmadı. Müsâdere usulünün ıslahı hususunda ikinci teşebbüs II. Mahmud döneminde vuku buldu. 1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra II. Mahmud, vükelâ ve ulemâya hitap eden fermanında sırf yeniçeri israfından kaynaklanan hazine masrafını karşılamak için şimdiye kadar mîrî ile münasebeti olmayıp ticaret ve sanatla uğraşan kimselere ait muhallefatın zaptedildiğini, bundan sonra bu tür müsâderelerin kaldırılacağını ilân etti (1826). Ancak sonuç III. Selim döneminden farklı olmadı.

Müsâdere uygulamaları, kendi mal varlıkları da sürekli tehdit altında bulunan bazı devlet adamlarınca eleştirilmiştir. XVIII. yüzyılın ilk çeyreğinde birkaç defa defterdarlık yapmış, yıllarca Dîvân-ı Hümâyun’da bulunmuş tecrübeli devlet adamlarından Defterdar Sarı Mehmed Paşa eserinde, padişahların hazineye borcu olmayan kimselerin mallarına küçük bahanelerle el koyup günaha girmekten çekinmeleri gerektiğini ifade etmiştir. Mehmed Paşa işin hukukî yönüne de dikkat çekerek halkın mallarının sebepsiz yere padişah hazinesine girmesinin ve hazineye karışmasının devletin yok olmasına ve hazinenin zararına yol açacağını ulemânın ittifakla dile getirdiğini belirtmektedir. Naîmâ da yasal olmayan yollardan biriktirilen servetin zaptedilebileceğini ve hatta gerekirse servet sahibinin öldürülebileceğini yazmakla birlikte suçsuz insanlara uygulanan müsâderenin çirkin bir şey olduğunu belirtmiştir. Ahmed Cevdet Paşa da “madde-i müstekreh” olarak nitelendirdiği müsâdere yönteminin İslâmî kurallara uymadığını kaydetmektedir. Ona göre devlete düşen görev, memurlara ait malların kaynağını şüpheli görerek müsâdere etmek değil, onların haksızlık yapmasına fırsat vermemektir. Bununla beraber Sahaflar Şeyhizâde Esad Efendi, Ahmed Lutfi Efendi ve Mustafa Nûri Paşa müsâdere usulünü savunan tarihçiler olarak dikkati çeker. Özellikle Mustafa Nûri Paşa, kısa zamanda devlet kapısından zengin olanların müsâdereye tâbi tutulmasının gerekli olduğuna temas eder; uygulamanın giderek bozulduğunu ve yaygınlaştırıldığını, böyle dahi olsa yine de ölenin aile ve çocuklarının mağdur bırakılmamış olduğunu söyler (Netâyicü’l-vukūât, I, 102).

Özellikle Batı düşüncesini benimseyen devlet adamları bu tür uygulamalardan rahatsızlık duymakta ve müsâdere usulünü hukuka aykırılık olarak telakki etmekteydiler. Tanzimat ricâlinden Sâdık Rifat Paşa, Viyana elçiliği esnasında (1837-1839) yazdığı ve Tanzimat’ın ana ilham kaynağı olarak kabul edilen risâlesinde Avrupa ülkelerinde bir kimse ölünce malının devlet tarafından müsâdere edilmediğini önemle belirtmişti. Yine Batı âlemini yakından tanıyan Mustafa Reşid Paşa da 1838’de vergilerin âdilâne toplanması, rüşvet, angarya ve müsâderenin kaldırılması hususunda bir tasarı hazırlamıştı.

Müsâdere uygulamasının sakıncalı yönlerini gören Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliyye, 31 Mart 1838 tarihli ilk toplantısında bu usulün kaldırılmasını kararlaştırmış, nihayet 3 Kasım 1839 tarihli Tanzimat Fermanı ile mahkeme kararı olmaksızın hiç kimsenin mallarına el konulamayacağı esası kabul edilmiş, keyfî müsâdere uygulamalarına son verilmiştir. Bütün Osmanlı tebaasına can, ırz, namus ve mal güvenliği vaad eden fermanda müsâdere uygulamalarının sakıncalarına temas edilerek özel mülkiyeti sürekli biçimde tehdit altında bulunduran bu yöntemin insanların çalışıp üretme azmini kırıp ülkenin kalkınmasını engellediği vurgulanmıştır. Böylece müsâdere bir sistem olarak kaldırılmışsa da kelime çeşitli vesilelerle devlet tarafından el konulan mallar veya eşya için kullanımda kalmış ve kanun maddelerinde yer almıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

Âşık Paşaoğlu Tarihi (haz. Atsız), İstanbul 1992, s. 71 vd.; Neşrî, Cihannümâ (Unat), II, 489 vd.; Peçuylu İbrâhim, Târih, II, 321 vd.; Solakzade, Târih (haz. Vahid Çubuk), Ankara 1989, II, 559, 583; Naîmâ, Târih, IV, 331-341; VI, 47; Defterdar Sarı Mehmed Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler: Nesâyihü’l-vüzerâ ve’l-ümerâ (haz. Hüseyin Ragıp Uğural), İzmir 1990, s. 20; D. Kantemir, Osmanlı İmparatorluğunun Yükseliş ve Çöküş Tarihi (trc. Özdemir Çobanoğlu), Ankara 1980, III, 315; J. von Hammer, Osmanlı Tarihi (trc. Mehmed Atâ, s. nşr. Abdülkadir Karahan), İstanbul 1991, I, 195; “Gülhane’de Kıraat Olunan Hatt-ı Hümayûnun Sûretidir”, Düstur, Birinci tertip, İstanbul 1278, I, 4-8; Mustafa Nûri Paşa, Netâyicü’l-vukūât (nşr. Mehmed Gālib Bey), İstanbul 1327, I, 102 vd.; Cevdet, Târih, III, 118; Enver Ziya Karal, Selim III’ün Hatt-ı Hümayunları, Ankara 1946, s. 81-83; K. Röhrborn, “Osmanlı İmparatorluğunda Müsâdere ve Mutavassıt Güçler”, I. Milletlerarası Türkoloji Kongresi (İstanbul 15 - 20 Ekim 1973), İstanbul 1979, I, 254-260; Stanford J. Shaw - E. K. Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye (trc. Mehmet Harmancı), İstanbul 1982, I, 93; Ahmet Mumcu, Osmanlı Devletinde Siyaseten Katl, Ankara 1985, s. 148; Ahmet Tabakoğlu, Gerileme Dönemine Girerken Osmanlı Mâliyesi, İstanbul 1985, s. 296 vd.; Halil İnalcık, Fatih Devri Üzerinde Tedkikler ve Vesikalar I, Ankara 1987, s. 132 vd.; Mübahat S. Kütükoğlu, “Osmanlı İktisadî Yapısı”, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi (haz. Ekmeleddin İhsanoğlu), İstanbul 1994, I, 526-527; Yuzo Nagata, Tarihte Ayanlar: Karaosmanoğulları Üzerinde Bir İnceleme, Ankara 1997, s. 191-193; Yavuz Cezar, “Bir Ayanın Muhallefatı”, TTK Belleten, XLI/161 (1977), s. 45, 49, 52; Yücel Özkaya, “Rumeli’de Ayanlık ile İlgili Bazı Bilgiler”, TTK Bildiriler, VIII (1981), II, 1416; Ercüment Kuran, “Osmanlı İmparatorluğunda İnsan Hakları ve Sadık Rifat Paşa”, a.e., VIII (1981), s. 1451; İsmail E. Erünsal, “Şehit Ali Paşa’nın İstanbul’da Kurduğu Kütüphane ve Müsadere Edilen Kitapları”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Kütüphanecilik Dergisi, sy. 1, İstanbul 1987, s. 79-88; Mehmet Ali Ünal, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Müsâdere”, TDA, sy. 49 (1987), s. 95, 111; Fikret Yılmaz, “Karaosmanoğlu Ataullah Ağa’ya Ait Malların Müsaderesi ve Bir Kira Defteri”, TİD, sy. 5 (1990), s. 239-252; Saim Savaş, “XVII. Asırda Sivas’ta Bir Ayan Ailesi Zaralı Zadeler”, a.e., sy. 8 (1993), s. 81, 83 vd.; M. Cavid Baysun, “Musâdere”, İA, VIII, 671, 672, 673; F. Müge Göçek, “Muśādara”, EI² (İng.), VII, 653.

Tuncay Öğün