MUHYÎ-i GÜLŞENÎ

(محيئ گلشني)

(ö. 1017/1608’den sonra)

Halvetî-Gülşenî şeyhi, Bâlibîlen adlı yapma bir dil icat eden âlim ve şair.

935’te (1529) Edirne’de doğdu. Asıl adı Muhammed, lakabı Muhyiddin’dir. Gülşeniyye tarikatına mensup olmasından dolayı Muhyî-i Gülşenî diye tanınır. Hayatı hakkında bilinenler, Menâkıb-ı İbrâhim Gülşenî başta olmak üzere çeşitli eserlerinde verdiği bilgilerle çağdaşı Cemâleddin Hulvî’nin Lemezât’ına dayanmaktadır.

Menâkıb’daki bilgilerden (s. 348-349) dedesi Ebû Tâlib’in İbrâhim Gülşenî’nin müridi olduğu, Şîraz’da ticaretle uğraşan Ebû Tâlib’in Akkoyunlular’dan Şîraz Valisi Sûfî Halîl’in halka yaptığı zulümlerden kaçıp ailesiyle birlikte Kazvin’e gittiği, babası Fethullah’ın burada doğduğu, dedesinin kızılbaşlar tarafından öldürülmesi üzerine Edirne’ye gidip yerleştikleri anlaşılmaktadır. Hulvî, Muhyî’nin babasının Ekmekçizâde diye tanındığını, kardeşlerinin defterdarlık görevinde bulunduğunu söyler (Lemezât, s. 557).

Sekiz on yaşlarında iken bir Nakşibendî şeyhinin yanına evlâtlık olarak verildiğini, şeyhin oğluyla birlikte Edirne’de Beyazıt Medresesi’nde okuduklarını belirten Muhyî (Reşehât-ı Muhyî, vr. 2a) 952’de (1545) İstanbul’da bulunduğunu söyler (a.g.e., vr. 14b). Menâkıb’da, 953 (1546) yılında Ebüssuûd Efendi ile Gülşenî şeyhi Muhyiddin Karamânî’nin meclislerine devam ettiğini, Kanûnî Sultan Süleyman’a yazdığı kasideleri Kapıağası Haydar Ağa vasıtasıyla sultana ulaştırdığını, Farsça’ya hâkimiyeti sebebiyle ağanın kendisine “küçük Acem”, tarih düşürmedeki maharetinden dolayı Ebüssuûd’un “sâhib-i târîh” diye hitap ettiğini (s. 382), Haydar Ağa’nın evinde yapılan bir toplantıda şair Zâtî, Sehâbî, İbrâhim Gülşenî’nin torunu Şehnâme-i Âl-i Osman müellifi Ârifî Fethullah Çelebi ve o esnada henüz ağa olan Şemsi Paşa ile tanıştığını anlatır (s. 413). Bu sırada henüz on sekiz yaşında olan Muhyî İstanbul’a ne zaman gittiği ve bu kişilerle nasıl tanıştığı konusunda bir şey söylememektedir. Bununla birlikte dedesinin İbrâhim Gülşenî’nin müridi ve Ârifî Fethullah’ın İbrâhim Gülşenî’nin torunu olduğu dikkate alınarak onunla ailece tanıştıkları, Muhyî’nin İstanbul’a Ârifî Fethullah’ın yanına gittiği ve onun vasıtasıyla bu çevreyle görüştüğü söylenebilir. Öte yandan Muhyî’nin İstanbul’a devlet idaresinde çalışan ağabeyinin yanına gittiği ileri sürülmektedir (Menâkıb, neşredenin girişi, s. VIII).

Hulvî, Muhyî’nin bir gün elinde Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin Fuśûśü’l-ĥikem’iyle Edirne Eskicamii’ne gittiğini, namaz kılarken kitabı yanına koyduğunu, bu sırada birinin gelip kitaba baktığını, bu kişinin Fuśûś’u bulduğu yerde yakmasıyla tanınan Çivizâde Muhyiddin Mehmed Efendi olduğunu, kendisini mülhid diye azarlayıp ağır sözler söylediğini ve hapse attırdığını, günlerce hapiste kaldığını, bir gece kadının kendisini sorguya çektiğini, Fuśûś’un bazı yerlerini okutup şeriata uygun olup olmadığını sorduğunu, verdiği cevapların beğenilmesi üzerine affedildiğini anlatır (Lemezât, s. 557-558). Bu hadiseyi Muhyî’nin kendisinden dinlediğini söyleyen Hulvî olayın cereyan ettiği tarih konusunda bilgi vermez. Ancak Şeyhülislâm Çivizâde 954’te (1547) öldüğüne göre olay bu tarihten önce ve Muhyî henüz çocuk denilebilecek yaşta iken cereyan etmiş olmalıdır.

954 (1547) yılını da İstanbul’da geçiren Muhyî 957-959 (1550-1552) yılları arasında Edirne’de ikamet etti. 1552 yılı sonunda Kahire’ye gitti. Hulvî’nin ifadelerinden, ağabeyinin o sırada Kahire’de defterdarlık yaptığı ve İbrâhim Gülşenî’nin oğlu Şeyh Ahmed Hayâlî’nin müridi olduğu anlaşılmaktadır (a.g.e., s. 556). Kahire’ye gider gitmez kadı nâibi olarak tayin edilen Muhyî bir süre sonra Ahmed Hayâlî’ye intisap etti. Bunun ardından görevinden ayrılmak istediyse de Kadı Bâki Efendi’nin ısrarı üzerine vazgeçti. Bu dönemde şeyhinin kızıyla evlendi. Cemâleddîn-i Hazrecî adlı bir âlimden felekiyyât ve vefk ilimlerini öğrendi. Bir yandan da Mısır’a başdefterdar tayin edilen Bayezid Çelebi’nin oğluna Meŝnevî okuttu. Kısa zamanda seyrü sülûkünü tamamlayıp hilâfet aldı ve 963 (1556) yılında muhtemelen şeyhiyle birlikte Edirne’ye gitti. İki yıl kadar Edirne’de ve İstanbul’da kaldıktan sonra Kahire’ye döndüğünde Gülşenî Dergâhı’nda türbedarlık yapmaya başladı. 972’de (1564-65) Tomanbay’ın emîrlerinden Tarabay’ın evine yerleşti. 985 (1577) yılında İstanbul’da olduğu anlaşılan Muhyî’nin Mısır’dan ne zaman döndüğü bilinmemektedir. 1008’de (1600) Menâkıb-ı İbrâhim Gülşenî’yi yazmakta olduğu, 1013’te (1604) İmam Şâfiî’nin makamında uzlete çekildiği bilinen Muhyî’nin vefat tarihini Hulvî 1013 (1604), Bursalı Mehmed Tâhir 1014 (1605)


olarak verir. Eserlerini içeren mecmuada (aş.bk.) yer alan bir tarih mısraının ebced değerinin 1017’yi (1608) göstermesi onun bu tarihten sonra vefat etmiş olabileceğini düşündürmektedir.

Eserleri. 200 kitap yazdığını belirten Muhyî’nin tasavvuf, dil, edebiyat, tarih, hadis, tefsir ve ahlâka dair kırk eseri günümüze ulaşmıştır. Bunların otuz yedisi Mısır Hidîviyye Kütüphanesi’ndeki bir mecmuada toplanmıştır (nr. 7128; İSAM Ktp., fotokopi nüsha, nr. 8906). Bu mecmuada bulunan başlıca eserler sırasıyla şunlardır: 1. Nefhatü’l-esrâr (vr. 1b-24a). Eserin baş tarafında, başkaları gibi geçmişteki hikâyeleri değil gördüklerini yazmak istediğini belirten Muhyî, 997’de (1589) kaleme aldığı 2252 beyitlik bu manzum eserinde hocası Cemâleddîn-i Hazrecî’den, kadı nâibliğinden, tarikata intisabından, şeyhinden, devlet ricâlinden ve seyrü sülûk döneminden bahseder. 2. Kavâid-i Bâlibîlen (vr. 47b-87a). Muhyî Türkler, Araplar ve Farslar için Bâlibîlen (بال بيلن) adını verdiği yapma bir dil icat etmiştir. Eser bu dilin kurallarını anlatmaktadır. Muhyî, sekiz bölümden oluşan eserin mukaddime niteliğindeki ilk bölümünde 973 (1565-66) yılında Allah’tan, kullanılan diller dışında ilimlerin yazılmasını ve anlatılmasını sağlayacak yeni bir dil talep ettiğini ve bu arzusuna kavuştuğunu, daha önce hiç kimsenin böyle bir dil meydana getirmediğini söyler. “Şerhü’l-emsile ve tecdîdü’d-defâtir” adlı ikinci bölümde masdarlar, etken ve edilgen fiiller, fiilden türeme isim ve sıfatlar, fiil çekimleri ve çatılar işlenmiştir. “Bünyâd-ı Ulûm ve Lâyık-ı Füûm” başlıklı üçüncü bölümde ettirgen ve dönüşlü çatılar ve yapı bilgisi verilmiş, fiillerdeki mâna inceliklerini gösteren ekler ayrıntılı biçimde gösterilmiştir. “Sarfü’l-vücûh” adlı dördüncü bölümde fiiller ünlü sayılarına göre sınıflandırılmış ve ses değişiklikleri ele alınmıştır. Beşinci bölüm zamirlere, altıncı bölüm söz dizimine, yedinci bölüm lugatlara, sekizinci bölüm kendisine keşfolunan terimlere ayrılmıştır (geniş bilgi için bk. Koç, IX, 465-467). Fransız şarkiyatçısı Silvestre de Sacy’nin 1813’te yayımladığı bir makaleyle ilim dünyasına tanıttığı eseri (bk. bibl.) Bursalı Mehmed Tâhir Türkçe bir lugat olarak kaydetmiştir (Osmanlı Müellifleri, I, 163). Eser Midhat Sertoğlu ve Mustafa Koç tarafından ayrıntılı biçimde tanıtılmıştır (bk. bibl.). 3. Ahlâk-ı Kirâm (vr. 87b-146b). Adı ebced hesabıyla yazıldığı tarihi (993/1585) gösteren eserin Hidîviyye Kütüphanesi’ndeki mecmuanın dışında iki nüshası daha bulunmaktadır (Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 3496 [Sîret-i Murâd-ı Cihan adıyla, müellif hattı]; Nuruosmaniye Ktp., nr. 2261). Eseri Abdullah Tümsek neşretmiştir (İstanbul 2004). 4. Dîvân (vr. 271b-303a). Eserde sadece gazeller yer almakta olup klasik bir divanı oluşturan diğer bölümler mecmuanın farklı yerlerinde bulunmaktadır. Bunlar bir araya getirildiğinde üç dilde (Farsça, Arapça, Türkçe) şiir söyleyen Muhyî’nin şiirlerinin geniş hacimli bir divan teşkil edecek kadar çok olduğu görülür. 5. Mesâdir-i Elsine-i Erbaa (vr. 402b-407a). Muhyî-i Gülşenî’nin Bâlibîlen dili için tertip ettiği sözlüktür. Eserde 392 Farsça masdarın ilk harflerinin ünlü değerine göre alfabetik olarak Türkçe, Arapça ve Bâlibîlen dilinde karşılıkları yer almaktadır.

Mecmuada bulunan diğer eserler şunlardır: Hüde’l-Haremeyn, Tefsîr-i Sûretü’l-kadr, Kitâb-ı Meâb, Kitâb-ı Hakku’l-yakīn, Risâle fi’l-akāid, Füyûzü’l-velî, Risâle-i mâ beyne’l-işâeyn, Silseletü’l-ışk, Şerh-i Hadîs-i Cibrîl, Keşf-i Şehrü’l-îmân ve sırru usturlâbi’l-ihsân, Şerh-i Hadîs-i Erbaîn, Ahlâk-ı Kerîm, Hüsn ü Dil, Elfiye, Kalb-i hakīkatü’l-hakāik, Risâle-i Şemsiyye, Îcâd-ı Esmâ, Nazîre-i Dîvân-ı Hâce Süleymân, Gazâlenâme (manzum), Gazâlenâme (mensur), Muhtasar İlm-i Mevcûdât, Mukattaât, Risâle-i Vâkıa, Risâle-i Muammeyât, Risâle-i Arz-ı Hâl, Şerh-i Müstezâd-ı Muhyî, Risâle fî esmâ’illâhi’l-hüsnâ, Nefehât-ı Misk-i Anberî, Tahmîsât, Tercî-i Bend, Lugaz, Murabbaât.

Muhyî’nin bunların dışında Türkiye kütüphanelerinde dört eseri daha bulunmaktadır. Mısır Kadısı Bâki Efendi’nin isteği üzerine 988’de (1580) yazmaya başlayıp on altı yıl sonra tamamladığı Bünyâd-ı Şi’r-i Ârif’te (Risâle-i Kâfiye, İÜ Ktp., TY, nr. 1906) Arap, Fars ve Türk edebiyatlarında kafiye konusu ayrıntılı biçimde incelenmiştir. Şeyhi Ahmed Hayâlî’nin arzusuyla 977’de (1569-70) başlayıp 1013’te (1604) tamamladığı Menâkıb-ı İbrâhim Gülşenî menâkıbnâme olmaktan çok bir tarih kitabı niteliğindedir. Eser, İbrâhim Gülşenî ve etrafındakilerin hal tercümeleriyle birlikte Akkoyunlular yönetimindeki Azerbaycan’dan Osmanlı yönetimindeki Mısır’a kadar siyasî, tarihî, dinî, sosyal ve etnik durum, ünlü kişiler, âlim ve şairler hakkında orijinal bilgiler ihtiva eder. Ayrıca müellifin Osmanlı ricâliyle yakın temas içinde bulunması dolayısıyla eser Osmanlı tarihi açısından da önemlidir. Menâkıb-ı İbrâhim Gülşenî, Tahsin Yazıcı tarafından üç yazma nüshasına dayanılarak geniş bir incelemeyle birlikte yayımlanmıştır (Ankara 1982). Reşehât-ı Muhyî, Fahreddîn-i Safî’nin Ubeydullah-ı Ahrâr ve Nakşibendî silsilesine mensup diğer şeyhlerin biyografilerine dair Reşeĥât adlı eserinin özetlenip aynı zamanda ilâvelerle genişletilmiş tercümesidir. Tercümeden ziyade bir telif niteliği taşıyan Reşehât-ı Muhyî’nin 977 (1569-70) tarihli müellif hattı tek yazma nüshası Yapı ve Kredi Bankası Sermet Çifter Kütüphanesi’ndedir (nr. 302). Muhyî’nin menâkıbda zikrettiği (s. 31), günümüze ulaşmayan eserleri arasında olduğu söylenen Zencîr-i Zeheb (Menâkıb, neşredenin girişi, s. XXIV) Reşehât-ı Muhyî’nin diğer adıdır (Tosun, s. 157). Muhyî’nin Gül-i Sad Berg adlı eseri manzum yüz hadis şerhi


olup Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nde iki nüshası kayıtlıdır (nr. 1231/1, 1234). Muhyî-i Gülşenî’nin menâkıbda zikrettiği Meşâhidü’l-vücûd, Mevâcidü’ş-şühûd ve Ahlâk-ı Kirâm’da geçen Hakåiku’l-hikem adlı eserleri günümüze ulaşmamıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

Muhyî-i Gülşenî, Menâkıb, tür.yer., ayrıca bk. neşredenin girişi, s. VII-XXVII; a.mlf., Reşehât-ı Muhyî, Yapı Kredi Sermet Çifter Araştırma Ktp., nr. 302, vr. 2a vd., 14b; Hulvî, Lemezât-ı Hulviyye (nşr. M. Serhan Tayşi), İstanbul 1993, s. 556-559; A. I. S. de Sacy, “Kitab al-maqasıd wa fasl al-marasıd. Le capital des objets recherché et le chapitre des choses attendres ou dictionnaire de l’ıdiome Balabalan”, Notices et extraits de manuscrits de la Bibliothèque Impériale, Paris 1813, IX, 365-996; Dağıstânî, Fihrist, s. 235-238; Osmanlı Müellifleri, I, 162-163; Mustafa Koç, “Osmanlı’da Esperanto, İlk Yapma Dil Balaybelen İlk Yapma Dilin Kurucusu Muhyî-i Gülşenî”, Osmanlı, Ankara 1999, IX, 463-467; Necdet Tosun, Bahâeddin Nakşbend: Hayatı, Görüşleri, Tarikatı, İstanbul 2002, s. 157, 188; Midhat Sertoğlu, “İlk Milletlerarası Dili Bir Türk İcad Etmişti”, Hayat Tarih Mecmuası, II/1, İstanbul 1966, s. 66-68.

Tahsin Yazıcı