MEZRAA

(مزرعه)

Ziraat yapılan küçük toprak parçasını ifade eden bir terim.

Arapça’da zer‘ (zirâ‘at) kökünden türeyen ve “ekilen yer, tarla” anlamına gelen kelime Osmanlılar’da sürekli bir yerleşim yeri olmayan, ekinlik olarak kullanılan küçük toprak parçalarını niteleyen malî bir terim özelliği kazanmıştır. Osmanlı döneminde bu tür ziraat alanları zamanın şartlarına ve bölgelerin coğrafî yapısına göre farklı hususiyetler göstermiştir. Osmanlı tahrir kayıtları mezraanın, etrafındaki tarlalarla çok defa terkedilmiş (hâlî) köy yerleri olduğuna işaret eder. Osmanlı kanunnâmeleri ise bir yerin müstakil mezraa olduğunun belirlenmesinde o yerin harabesi, suyu ve mezarlığının olması gibi şartları öne çıkarır (Barkan, s. 133). Bu şartlara bazı kayıtlarda içinde değirmen bulunması da eklenir. Ancak bir mezraa için belirtilen bu özellikler genel bir durumu yansıtır, bu tarife uymayan yerler de görülür. Nitekim pek çok mezraada herhangi bir yerleşim izine rastlanmaz. Bazıları ise içinde az sayıda nüfus barındırabilir. Bütün bu hususlar mezraaların farklı özellikler taşıdığını gösterir.

Her mezraa kır kesimindeki köyler gibi hususi bir isme sahiptir. Mezraa adlarında dikkati çeken en önemli özellik bazılarının “bey tarlası”, “eğri pınar”, “karaca kuyu”, “ulu dere”, “yalnız ağaç” örneklerinde


olduğu gibi birleşik bir isimle belirtilmiş olmasıdır. Birleşik isimler içinde yer alan “hisar”, “viran” ve “ören” gibi kelimeler bu mezraaların daha çok terkedilmiş bir kale veya köy yeri olduğuna işaret eder. Ancak burada mezraa olarak geçen yerin terkedilmiş kale yahut köyün asıl yeri değil oranın etrafında ziraat yapılan topraklar olduğu açıktır. Bunun dışında pek çok mezraa, doğrudan doğruya o mezraanın ilk sahiplerinin veya o bölgeyi ilk ziraata açan kimselerin adlarıyla bilinirdi. Bazıları da bulunduğu yerin tabii özelliğini yansıtan adlar taşırdı. Bir kısmı ise artık yarı göçebe yahut yarı yerleşik bir hayat yaşayan ve az da olsa kışlak mahallerine yakın yerlerde tarımla uğraşan konar göçer grupların adlarıyla anılırdı.

Osmanlı tahrir kayıtlarında genellikle mezraaların ortaya çıkışı terkedilmiş köy yerlerine bağlanır. Bu durum mezraaların doğuşunda savaşlar, karışıklıklar, salgın hastalıklar ve vergi toplanması esnasındaki anlaşmazlıklar gibi sebeplerle geçici veya sürekli olarak terkedilmiş köy yerlerini ön plana çıkarır. Bunun yanında XVI. yüzyıl boyunca Osmanlı Devleti’nde nüfusun hızla artması, bu sebeple yeni ziraat alanlarına ihtiyaç duyulması bu tip toprak parçalarının artmasına zemin hazırlamıştır. Bu gibi yerler tekrar ziraata açıldığında ekim yapanlara hüccetle tapu vergisi karşılığı verilmekteydi.

Osmanlı döneminde Anadolu’daki mezraa sayısı giderek artış gösterdi. 906’da (1500-1501) Lârende (Karaman) kazasında kırk yedi mezraa mevcutken bu sayı 948’de (1541) yetmiş beşe çıkmıştı. Aynı şekilde Çemişkezek sancağında XVI. yüzyılın ilk çeyreğinde az sayıda mezraa varken 948’de (1541) 135 mezraa bulunuyordu. Osmanlı devrinde mezraa sayısında bir artış olmasına rağmen bu artış özellikle Anadolu’da çeşitli kaza ve sancaklardaki köy sayısının çok altında kalıyordu. Nitekim 906’da (1500-1501) Lârende kazasında 165 köye karşılık kırk yedi mezraa, 937’de (1530-31) Kütahya sancağında 1252 köye karşılık 307 mezraa ve Ankara sancağında 741 köye karşılık 339 mezraa vardı. Ancak bu sayı dağlık bölgelerde daha farklı bir seyir göstermekteydi. 1005’te (1597) Safed sancağında 610 mezraaya karşılık 282 köy mevcuttu. Anlaşıldığı kadarıyla bu durum bölgenin dağlık olmasından ve buna paralel olarak ekim alanlarının küçük parçalar haline gelmesinden doğmaktaydı.

Mezraalar bir tarım alanı olduğu için genelde çevrede yer alan köyler tarafından ekilmekteydi. Dolayısıyla bunların önemli bir kısmı bir köye bağlı olarak kaydedilirdi. Bundan başka bazı mezraalar yakın bulundukları köy veya köyler dikkate alınarak (der-kurb-i karye, der-nezd-i karye, der-mâbeyn-i karye gibi) zikredilirdi. Bir kısım mezraalar ise hangi köye bağlı olduğu belirtilmeksizin sadece adlarıyla kaydedilebilirdi. Bazı mezraalar birkaç köyün ahalisi tarafından kullanılabilirdi. Buna karşılık bir köy halkının birden fazla mezraada ziraat yaptığı da vâki idi. Herhangi bir köye bağlı olduğu belirtilmeyen mezraaların ise daha ziyade çevre köylerin uzağında yer aldığı ve dışarıdan gelenler yahut konar göçerler tarafından ekildiği anlaşılmaktadır.

Bir ekim alanı olarak mezraalar aynı zamanda bir vergi ünitesi olduğundan tahrir defterlerine kaydedilirdi. Tahrir yapılırken bazı mezraaların büyüklükleri ve sınırları da verilirdi. Bu büyüklükler muhtemelen tahrir eminlerinin tercihine veya o bölgede kullanılan ölçü birimine göre bazan “çiftlik”, bazan da “dönüm” olarak yazılmıştır. Mezraaların büyüklükleri bölgenin toprak verim durumu ve coğrafî özelliğine göre bir değişim göstermiş olmalıdır. XVI. yüzyılda Hamîd sancağında mezraaların büyüklüğü bir iki çiftlik ile on-on beş çiftlik arasında değişmekteydi. Mezraaların bu büyüklüğünün “çiftlik”, “zemin” ve “kıt‘a” gibi adlar altında kullanılan toprak parçalarından daha geniş olduğu söylenebilir.

Mezraalarda yetiştirilen tarım ürünlerinden alınan vergiler tahrir defterlerinde “hâsıl” adı altında kaydedilirdi. Bazı mezraaların hâsılı orada ziraat yapan köyün vergi hâsılatı içinde yazılırdı. Bu durum, hem köy ahalisinin mezraada ziraat yapmasından hem de muhtemelen mezraanın o köye çok yakın olmasından ileri geliyordu. Hâsıl çok defa toplam bir rakam halinde verilirdi. Bunun yanında bazı mezraalarda toplam hâsılın hangi ürünlerden meydana geldiği kalem kalem belirtilirdi. Mezraalarda genelde tarıma dayalı ürünler yanında nâdir de olsa bazan “bağ, âsiyâb” (değirmen) gibi vergi kalemlerine de rastlanır. Hatta çok yaygın olmamakla beraber bazı mezraalarda “ganem” (ağnam) vergisinin görünmesi oralarda hayvancılığın yapıldığının bir işaretidir.

Mezraanın vergi gelirinin tamamı çok defa bir timar sahibine verilirdi. Bu gelirin “hisse” adı altında iki veya daha fazla kimseye tahsis edildiği de olurdu. Bu hisselerden bir kısmı vakıflara ayrılabilirdi. Ayrıca bazı mezraaların gelirleri, izlerine Osmanlılar’dan önce Anadolu’daki Türkmen beyliklerinde ve devletlerinde rastlanan mâlikâne-divanî sistemi çerçevesinde paylaşılmaktaydı.

Osmanlı timar sistemi içindeki toprak parçalarının en belirgin özelliği, bunların timar sahibi tarafından belli şartlar çerçevesinde köylülere tapu vergisi karşılığı verilmesiydi. Bu bir bakıma kullanma hakkını öngörüyordu. Zamanla, bir kimsenin üzerine kaydedilmemiş ve özellikle savaşlar, salgın hastalıklar, iç karışıklıklar sebebiyle terkedilmiş mezraa, çiftlik ve zemin adlı toprak parçaları, hazine için malî bir birimi ifade eden ve sabit bir gelirin garantisi olan “mukātaa” adı altındaki kiralanma yoluyla bir kısım kimselerin eline geçmeye başladı. Kiralama işlemi yüksek bir gelir elde etmek için açık arttırma ile yapılmaktaydı. XVI ve XVII. yüzyıllarda kısa süreli olarak kiraya verilen bu yerler, XVII. yüzyıl sonlarından itibaren “mâlikâne” adıyla ömür boyu tahsis edildi. Mezraaları da içine alan bu uygulama ziraat alanlarının verimli bir şekilde kullanılması esasına dayanıyordu.

Mezraalar için dikkati çeken diğer bir husus, bazılarına özel bir hizmet (derbentçi, sayyâdan, tuzakçı gibi) karşılığında tasarruf edilmesi ve bu gibi hizmette bulunanların bir kısım mükellefiyetlerden (avârız-ı dîvâniyye gibi) muaf tutulmasıydı. Bundan başka bazı mezraaların yurtluk ve mülk olarak verildiği de olurdu. Bu statüdeki mezraalara irsî olarak sahip olunmakta ve mezraayı elinde bulunduran kimse bir sefer esnasında cebelü asker (eşkinci) göndermekteydi. Ancak bu durumdaki mezraalar arasında daha sonra mülkiyeti bozulup timara çevrilenlerin olduğu görülmektedir.

Köy adı verilen yerleşim yerlerinin oluşmasında mezraaların kısmî bir alt yapı sağladığı tesbit edilmektedir. Nitekim daha çok yakın çevredeki köylerden birkaç ailenin gelmesiyle yerleşime açılan bu durumdaki mezraaların genellikle coğrafî bakımdan gelişmeye uygun yerlerde olduğu anlaşılmaktadır. Harput’un bir mezraası (Agavat mezraası) iken bugün büyük bir şehir haline gelen Elazığ’ın bu tür bir gelişime sahne olduğu bilinmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Hicrî 835 Tarihli Sûret-i Defter-i Sancak-i Arvanid (nşr. Halil İnalcık), Ankara 1954, neşredenin girişi, s. XXIX; II. Bâyezid Dönemine Ait 906/1501 Tarihli Ahkâm Defteri (nşr. İlhan Şahin - Feridun Emecen), İstanbul 1994, s. 9, 13,


37, 45-46, 73-74, 100-101, 122, 128; 438 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Anadolu Defteri: 937/1530 (nşr. Ahmet Özkılınç v.dğr.), Ankara 1993, I, 98, 209, 414; Barkan, Kanunlar, s. 133; W.-D. Hütteroth - Kamal Abdulfattah, Historical Geography of Palestine, Transjordan and Southern Syria in the Late 16th Century, Erlangen 1977, s. 29; Zeki Arıkan, XV-XVI. Yüzyıllarda Hamit Sancağı, İzmir 1988, s. 78-81; Feridun M. Emecen, XVI. Asırda Manisa Kazâsı, Ankara 1989, s. 116-119; Mehmet Ali Ünal, XVI. Yüzyılda Çemişgezek Sancağı, Ankara 1999, s. 91-95; Osman Gümüş, XVI. Yüzyıl Larende (Karaman) Kazasında Yerleşme ve Nüfus, Ankara 2001, s. 119-126; Halil İnalcık, “MazraǾa”, EI² (İng.), VI, 959-961.

İlhan Şahin