MEVLEVİYYE

(مولويّه)

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’ye (ö. 672/1273) nisbet edilen tarikat.

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mevlevî silsilenâmesinde tarikatın pîri olarak sayılmaktadır. Eflâkî, Mevlevîliğin ilk kaynaklarından Menâķıbü’l-Ǿârifîn’de Mevlânâ’nın tarikat silsilesini Burhâneddin Muhakkık-ı Tirmizî, babası Bahâeddin Veled, Şemsüleimme es-Serahsî, dedesi Hatîb-i Belhî, Ahmed el-Gazzâlî, Ebû Bekir en-Nessâc, Muhammed ez-Zeccâc, Cüneyd-i Bağdâdî, Serî es-Sakatî, Ma‘rûf-i Kerhî, Dâvûd et-Tâî, Habîb el-Acemî, Hasan-ı Basrî vasıtasıyla Hz. Ali’ye ulaştırır (II, 998); Mevlânâ’dan sonra da silsileyi Şems-i Tebrîzî ile sürdürüp onun Sultan Veled’e, Sultan Veled ile Hüsâmeddin Çelebi’nin Ulu Ârif Çelebi’ye, Ulu Ârif Çelebi’nin Şemseddin Emîr Âbid, Selâhaddin Zâhid ve Hüsâmeddin Vâcid çelebilere, Emîr Âbid Çelebi’nin Emîr Âdil Çelebi’ye telkin ettiğini söyleyerek kendi dönemine kadar getirir (a.g.e., II, 999).

Mevlevîlik başlangıçta Anadolu’daki diğer tasavvuf akımları gibi âdâb ve erkânı belirlenmiş ve tekke düzeni kurulmuş klasik bir tarikat niteliğinde değildi. İbn Battûta, ilk dönem sûfîlerine nisbet edilen Cüneydiyye, Harrâziyye gibi tarikatın müesseseleşmesinden önce adları “Mevlânâî” olan bazı zümrelerden bahsetmektedir. Mevlânâ’nın ders verdiği medresenin yanına bazı binalar yaptıran Hârizmli Emîr Tâceddin Mu‘tezz-i Horasânî, ona bir de âşıklar yurdu (dârü’l-uşşâk) kurmak istemiş, fakat Mevlânâ bu teklifi ve gönderdiği 3000 altını geri çevirip “Biz şu atlas kubbenin altında ev kurmayız” matla‘lı gazelini söylemişti. Ancak onun daha sonra Sultan Veled’in ısrarı üzerine medresenin yanına yoksullar için birkaç odanın inşasına razı olduğu bilinmektedir. Bu dönemde medresenin toplantı odası (cemaathâne) bazan misafirlerin kaldığı bir ev olarak da kullanıldığına göre Mevlânâ’nın oturduğu medresenin henüz sağlığında iken küçük bir tekke mahiyeti taşıdığı söylenebilir.

Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin tasavvufta son mertebe saydığı melâmet neşvesine sahip bulunan Mevlânâ, türbe yapmanın ve üstüne kubbe örtmenin mâna erlerince makbul olmadığını söylemesine rağmen yerine halife bıraktığı Hüsâmeddin Çelebi dönemindeki en önemli olay, Sultan Veled’in teşvikiyle ve Muînüddin Süleyman Pervâne ile karısı Gürcü Hatun’un maddî destekleriyle mezarının üzerine bir türbe yapılmasıdır. Bu olaydan sonra Mevlânâ’nın, babasının, büyük oğlu Alâeddin’in ve Şeyh Selâhaddin’in gömüldüğü eski gül bahçesi bir ziyaretgâh haline dönüşmüş ve bu ziyaretgâh için vakıflar kurulmaya başlanarak Mevlânâ mensupları içinde bulunan imamların, mesnevîhanların, semâ meclislerinde beste çalıp söyleyenlerin, bu işlere nezaret edenlerin ve onların hizmetini görenlerin geçimleri vakıftan sağlanır hale gelmiştir.

İlk tarikatlaşma faaliyetlerini başlatan Hüsâmeddin Çelebi’den (ö. 683/1284) sonra 691 (1292) yılında irşad makamına geçen Sultan Veled (ö. 712/1312), Anadolu’da siyasî ve içtimaî sıkıntıların yaşandığı bu dönemde babasının görüşlerini yayabilmek, vakfın gelirlerini arttırmak, yeni vakıflar tesis etmek ve elden çıkanları geri alabilmek için Anadolu’ya hâkim olan Moğollar, siyasî iktidarı temsil eden Selçuklu hânedanı mensupları ve Türkmen beyleriyle iyi ilişkiler kurmada başarı gösterdi; daha sonra da yetiştirdiği halifeleri Amasya’ya, Kırşehir’e, Erzincan’a yollayıp buralarda zâviyeler kurdurarak Mevlevîliği yaymaya başladı. Babası ve Hüsâmeddin Çelebi gibi müderrislik yapan Sultan Veled de medresede, bir cemaathânede, büyük kubbeli veya eyvan örtülü bir mekânda, mescidde yahut kendisinin ya da mensuplarından birinin evinde eski sûfîler gibi zikir, semâ ve sohbet meclisleri düzenliyordu; onun da bir tekkesi yoktu. Konya Mevlevîhânesi türbenin yapımından sonra kurulmuştur.

Sultan Veled’in irşad makamına oğlu Ulu Ârif Çelebi’yi bırakması tarikatın tarihinde dönüm noktası oluşturmuş ve bu olayın ardından Mevlevîlik “çelebi” unvanıyla anılan Mevlânâ soyuna mensup şeyhler tarafından temsil edilmeye başlanarak Konya Mevlânâ Dergâhı ve çelebilik makamı Mevleviyye tarikatının idare merkezi haline getirilmiştir. Gittiği hemen her yerde bir zâviye kurarak Mevlevîliğin yayılmasına büyük katkı sağlayan Ulu Ârif Çelebi, babası Sultan Veled’in sağlığında ve sonrasında Mevlânâ ailesinin Anadolu’daki yegâne dinî otorite temsilcisi hânedan olduğunu vurgulayan propaganda amaçlı seyahatlere çıkmış ve önce Moğol hâkimiyeti altındaki Selçuklular’ın doğu topraklarına giderek Sivas, Tokat, Bayburt, Erzurum, Irak, Tebriz, Merend ve Sultâniye’de önde gelen yöneticilerle görüşmüştür. Kastamonu, Denizli, Kütahya, Birgi gibi önemli beylik merkezlerini içine alan bu seyahatlerde Selçuklu Devleti’nin çöküşüyle yükselen Türkmen beylerinden Germiyan Emîri Alişiroğlu, Kütahyalı Yâkub Bey ve Aydınoğlu Mehmed Bey ona intisap ederek Mevleviyye’nin Konya dışındaki ilk önemli merkezlerinin temellerini atmışlardır. Böylece Sultan Veled ve Ulu Ârif Çelebi’nin gayretleri


sonucu yaygınlaşmaya başlayan Mevlevîlik XIV. yüzyılın ilk yarısında âyin, erkân ve kıyafet açısından da kuruluş sürecini tamamlayarak XV. yüzyıla intikal etmiştir. Ulu Ârif Çelebi’nin ardından çelebilik makamına sırasıyla Şemseddin Âbid Çelebi ve Hüsâmeddin Vâcid Çelebi geçmiştir.

Mevlevîliğin kuruluş döneminde Mevlânâ’ya büyük bir saygı ile bağlı olanlar, aralarında yönetici zümreye mensup kişiler de bulunmakla birlikte genellikle geniş halk kitleleriydi. Kendisini temsilen çelebilik makamına gelenler de halkın yanı sıra devlet adamları tarafından sevilmiş ve sayılmışlardır. Meselâ Ulu Ârif Çelebi’nin beylikler döneminde Menteşeoğlu, Germiyanoğlu, Aydınoğlu, Eşrefoğlu, Sâhibataoğlu beyleriyle arası çok iyiydi. Onun müridlerinden Kalemioğlu Ahî Mehmed Bey’in 1310-1320 yılları arasında kurduğu Karaman Mevlevî Zâviyesi, Karamanoğulları’ndan Mevlevî Mirza Halil Yahşi Bey ile Alâeddin Ali Bey tarafından yenilenmiş, Manisa Mevlevîhânesi 770’te (1368-69) Saruhanoğlu İshak Çelebi tarafından ve Antalya Mevlevîhânesi de (779/1377 civarı) Tekeoğlu Mehmed Bey tarafından tesis edilmiştir. Amasya, Kırşehir ve Erzincan’da ise mevlevîhâneler halifeler tarafından kurulmuş ve bunların açıldıkları yerlerde iktidarların müsamahası, hatta yardımı ile birer de vakıf oluşturulmuştur. Kuruluşundan itibaren mevcut siyasî ve içtimaî düzenin bozulmasına yol açacak hareketlere girmeme-yi ve daima yönetim çevrelerinin yanında olmayı tercih eden Mevlevîlik, bu dönemde çeşitli beyliklerin arazilerinde zengin vakıflar elde ederek ekonomik bakımdan sağlam bir yapıya kavuşmuştur.

Mevlevîliğin yayılışında, çelebilik makamından hilâfet alan Mevlevî şeyhleri ile Mevlânâ soyunu Sultan Veled’in kızı Mutahhara Hatun kolundan sürdüren ve “inâs çelebisi” olarak bilinen Mevlânâ ailesinin diğer kanadına mensup şeyhlerin rolü Konya çelebilerinden daha fazladır. Celâleddin Ergun Çelebi ile Abâpûş-i Velî diye tanınan Balı Mehmed Çelebi bunların başında gelir. Nüfuzlu bir şahsiyet olan Ergun Çelebi, kurduğu Kütahya Erguniyye Dergâhı’nı Konya ve Afyon’dan sonra Mevlevîliğin üçüncü büyük merkezi haline getirmiş, Abâpûş-i Velî de ileride tarikatin yayılmasında büyük rol oynayan Afyonkarahisar Mevlevîhânesi’ni tesis etmiştir.

İlk devirlerde Karamanoğulları ile Ege’de Saruhanoğulları, Menteşeoğulları, Aydınoğulları gibi beyliklerde yaygın olan Mevlevîlik, Osmanlı topraklarına II. Murad tarafından Edirne’de açılan (829/1426) mevlevîhâne ile girebilmiş, bunu II. Murad’ın ümerâsından Yahşi Bey’in Tire Mevlevîhânesi’ni kurması takip etmiştir. Tarikatın âdâb ve erkânı da bu yıllarda Konya’da çelebilik makamında bulunan II. Pîr Âdil Çelebi döneminde (1421-1460) düzenlenerek kesin şeklini almıştır. Sâkıb Dede, erkân ve âdâbın Âdil Çelebi zamanında keşf yoluyla konulduğunu belirtir ki bu, kendisine verilen “Pîr” lakabının sebebini de izah etmektedir. Fâtih Mehmed II Vakfiyeleri’ndeki kayıttan, İstanbul’un fethinden sonra Akataleptos Manastırı Kilisesi’nden camiye dönüştürülen Vezneciler’deki Kalenderhâne Camii’nin bir süre Mevlevî zâviyesi olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. İstanbul’un ilk âsitâne veya mevlevîhânesi ise 897’de (1491) II. Bayezid’in izniyle dönemin vezirlerinden İskender Paşa’nın av arazisi üzerine kurulan Kulekapı (Galata) Mevlevîhânesi’dir. İstanbul bununla Konya’dan sonra en önemli Mevlevî şehri haline gelmiş ve tasavvufî anlayış, edebiyat ve sanatıyla başlı başına bir kültür ortamı teşkil etmiştir.

Osmanlı kamu yönetiminde köklü değişikliklerin yapıldığı II. Bayezid döneminde başta tarikatlar olmak üzere âyan ve eşraf aileleriyle bunların kontrolündeki aşiretlere kısmî faaliyet serbestliği tanınarak taşra denetiminin onlar aracılığıyla gerçekleştirilmesi amaçlanmıştır. Yapılan hukukî ve idarî düzenlemeler sırasında Mevlevîliğe bir imparatorluk kurumu statüsü kazandırılmış ve sağlıklı bir maddî yapıya kavuşabilmesi için de vergi muafiyeti getirilerek vakıflar tahsis edilip düzenli nakdî yardım gibi imtiyazlar tanınmıştır. Bu bağlamda tarikata vakfedilen iskân alanlarından toplanan avârız-ı dîvâniyye ve tekâlif-i örfiyye çelebilik makamına bırakılmış, ayrıca Konya’daki Türbe-i Celâliyye mahallesinden merkezî yönetimin topladığı âdet-i ağnâm türbe vakfına, bâd-ı hevâ ile resm-i arûs vergileri de Konya Mevlevî Âsitânesi’ne verilmiştir. Bunların yanı sıra devlet yılın belli dönemlerinde Mevlevî dergâhlarına maddî yardımda bulunmaya başlamıştır.

XVI. yüzyılın ilk yarısında Mevlevîliğin yayılmasında Afyonkarahisar Mevlevîhânesi şeyhi Abâpûş-i Velî’nin oğlu Divane Mehmed Çelebi’nin büyük katkısı olmuştur. Halep, Burdur, Eğirdir, Sandıklı, Mısır (Kahire), Kudüs, Şam, Cezayir, Sakız, Midilli mevlevîhâneleriyle muhtemelen Lazkiye, Tebriz, İsfahan, Bağdat ve Fas mevlevîhâneleri onun tarafından tesis edilmiştir. XVI. yüzyılın başlarında Anadolu’da halkının tamamı Mevlevî birçok köy bulunurken devlet kurumu statüsü kazanma süreci içerisinde Mevlevîlik, devlet ricâlinin intisabıyla köylerden kasabalara ve kasabalardan şehirlere intikal ederek gittikçe yüksek zümreye mal olmaya başlamıştır. Meselâ Konya Pîrî Mehmed Paşa Zâviyesi Vezîriâzam Pîrî Mehmed Paşa, Eskişehir Mevlevîhânesi Vezir Çoban Mustafa Paşa, Kilis Mevlevîhânesi Emîr Abdülhamîd el-Murtazâ, Halep Mevlevîhânesi Ulvân ve Fûlâd mirzalar, Peçuy Mevlevîhânesi Yakovalı Hasan Paşa, Ankara Mevlevîhânesi Ankara Beylerbeyi Cenâbî Ahmed Paşa, Şam Mevlevîhânesi Vali Hasan Paşa, Kudüs Mevlevîhânesi Emîr Gazi Ebû Seb tarafından tesis edilmiştir.

915 (1509) yılında çelebilik makamına geçen Hüsrev Çelebi, bu görevini Yavuz Sultan Selim ve Kanûnî Sultan Süleyman dönemlerinde de sürdürmüş ve onun zamanında Mevlevîlik büyük bir gelişme göstermiştir. Bu gelişmenin Anadolu’daki Safevî propagandasının en yoğun günlerinde meydana gelmesi, Osmanlı yönetiminin bu propagandaya karşı halk üzerinde nüfuz sahibi olan Bektaşîlik ile Mevlevîliği denge halinde tutma çabasının bir göstergesidir. Hüsrev Çelebi’nin ölümünün (968/1561) ardından yerini alan Ferruh Çelebi döneminde artan vakıf gelirleri sebebiyle çelebiler arasında ihtilâf çıkmıştır. Ferruh Çelebi’nin 991’de (1583) merkezî hükümet tarafından azledilmesiyle Mevlevîlik bir sarsıntı geçirmiştir. Çelebilik makamının on sekiz yıl süreyle boş kaldığı bu dönem, Ferruh Çelebi’nin oğlu I. Bostan Çelebi’nin tayiniyle sona ermiştir. İstanbul’a giderek I. Ahmed’le görüştükten sonra dergâhın tevliyet ve vakıflarını kurtaran I. Bostan Çelebi’nin zamanında (1601-1630) Mevlevîlik süratle toparlanmıştır. Meŝnevî şârihi İsmâil Rusûhî Ankaravî, Gelibolu ve Beşiktaş mevlevîhânelerinin ilk şeyhi Gelibolulu Ağazâde Mehmed Hakîkî Dede, Kartal Dede, Cünûnî Ahmed Dede gibi Mevlevî büyükleri onun döneminde yetişmiştir. Tarikatın önemli merkezlerinden Gelibolu Mevlevîhânesi Ağazâde Mehmed Hakîkî Dede, Selânik ve Üsküp mevlevîhâneleri Melek Ahmed Paşa, ikinci Bursa Mevlevîhânesi Cünûnî Ahmed Dede tarafından onun zamanında açılmıştır.

İstanbul’da Galata Mevlevîhânesi’nde ilk postnişin Şeyh Yûnus Efendi ile başlayıp Divane Mehmed Çelebi’nin halifesi Safâî Dede ile (ö. 940/1533) kurumlaşmayı


sürdüren Mevlevîlik daha sonra açılan Yenikapı, Kasımpaşa ve Beşiktaş mevlevîhâneleriyle şehrin sosyal ve kültürel hayatının temel unsurlarından biri haline gelmiştir. Yenikapı Mevlevîhânesi, 1006’da (1597) yeniçeri başhalifesi Malkoç Mehmed Efendi tarafından şeyhi Kemal Ahmed Dede için yaptırılmıştır. IV. Murad devrinde etkili olan mevlevîhânenin ikinci şeyhi Doğanî Mehmed Dede, Kadızâdeliler’in baskılarına rağmen saray mensuplarını kendine bağlamayı başarmış, ancak bu durum Sadrazam Sofu Mehmed Paşa gibi bürokrasi içinde sivrilmeye çalışan devlet adamlarının Mevlevîliğe intisap ederek tarikatın devlet nezdindeki itibarını şahsî çıkarları için kullanmalarına yani Mevlevîliğin siyasîleşmesine yol açmıştır. Yenikapı Mevlevîhânesi’nde başlayan bu gelenek son dönemlere kadar devam etmiştir. Kemal Ahmed Dede’den sonra XVII. yüzyılda mevlevîhâneye postnişinlik yapan Doğanî Ahmed, Sabûhî Ahmed, Câmî Ahmed, Kārî Ahmed dedeler çelebilik makamı tarafından tayin edilmiş ve o makamın temsilcisi olarak görev yapmışlardır.

Galata Mevlevîhânesi Safâî Dede’nin ardından postnişinliğe gelen Mesnevîhan Mehmed Dede döneminde bir süre Halvetîler’in tasarrufuna verilmişse de XVII. yüzyılın başlarında Sırrî Abdi Dede burayı tekrar Mevlevîliğe bağlamıştır. Ancak Sırrî Dede, I. Bostan Çelebi tarafından görevinden alınarak yerine İsmâil Rusûhî Ankaravî tayin edilmiştir (1019/1610). Ankaravî, şeyhi I. Bostan Çelebi ile yeniden hız kazanan tarikatı yaygınlaştırma faaliyetini İstanbul’da sürdürmüş ve Minhâcü’l-fukarâ ve Mesnevî Şerhi gibi tarikatın mahiyeti, âdâb ve erkânına dair yazdığı eserlerle Mevlevî düşüncesinin Osmanlı fikir hayatında önemli bir rol üstlenmesinde köprü görevi yapmıştır.

Ankaravî’nin Galata Mevlevîhânesi’ne atanmasının ardından Sırrî Dede, İstanbul’un üçüncü mevlevîhânesi olan Kasımpaşa Mevlevîhânesi’ni, yine aynı dönemde Sadrazam Ohrili Hüseyin Paşa da Beşiktaş Mevlevîhânesi’ni kurmuştur (1031/1622). Beşiktaş Mevlevîhânesi’nin ilk şeyhi Ağazâde Mehmed Hakîkî Dede, müridi Ohrili Hüseyin Paşa vasıtasıyla Mevlevîliğe önemli bir siyasî destek sağlamıştır. İstanbul mevlevîhâneleri pâyitaht merkezli Osmanlı tarikat kültüründe çok önemli bir yere sahip olmasına rağmen Mevlevîlik burada diğer tarikatların çoğundan daha az sayıda tekke açmıştır. Bunun başlıca sebebi, Mevlevîliğin tasavvuf kültürünün klasik boyutunu oluşturması, düşünce, edebiyat, mûsikî, irfan ve erkânı ile seçkin bir düzeye hitap etmesi ve mevlevîhânelerin büyük bir külliye planında kurulmasıdır.

XVII. yüzyılda Sadrazam Bayram Paşa ikinci Kayseri ve Amasya mevlevîhânelerini, Muslu Ağa ikinci Tokat mevlevîhânesini ve Türkmen Mustafa Ağa da Gaziantep Mevlevîhânesi’ni kurmuşlardır. IV. Mehmed devrinde Sadrazam Fâzıl Ahmed Paşa’nın desteğiyle hünkâr şeyhliğine kadar yükselen Vanî Mehmed Efendi’nin tarikatlar aleyhindeki faaliyetleri neticesinde Mevlevîler’in “yasağ-ı bed” diye tarih düşürdükleri 1077 (1666) yılında semâ yasaklanmıştır. Bu dönemde Anadolu’da bazı mevlevîhâneler kapanmış, Konya’daki dahil olmak üzere birçoğu da kapanma tehlikesi geçirmiştir. Semâ yasağı 1095’te (1684) kaldırılmış ve bu olaya da “nağme” kelimesiyle tarih düşürülmüştür. Bu yüzyıldan itibaren tam anlamıyla olgunlaşan ve içtimaî-siyasî hareketlerden uzak duruşu sebebiyle devletin desteğini sağlayarak çeşitli şekillerde takibata uğramış başka tarikat mensuplarının her zaman sığınacakları bir kapı haline gelen tarikat III. Selim ile II. Mahmud’un Mevlevî oluşları ve 1826’da Yeniçeri Ocağı ile birlikte Bektaşî tekkelerinin kapatılması sayesinde resmî itibarına bir defa daha kavuşmuştur.

Âyan, eşraf ve tarikatlara tanınan yetki ve muafiyetlerin kısıtlanmaya çalışıldığı III. Selim döneminde (1789-1807) kendisi de bir Mevlevî olan padişaha ilk tepki, kazanılmış haklarından geri adım atmak istemeyen çelebilik makamından gelmiş ve tarikatın en önemli gelir kaynağını oluşturan Evkāf-ı Celâliyye’nin Dârüssaâde ağasının kontrolüne verilmesinin ardından avârız muafiyetini kaybetme tehlikesiyle karşılaşan Mehmed Çelebi bu uygulamaların sebebi olarak gördüğü Nizâm-ı Cedîd’e karşı tavır almıştır. Bununla birlikte Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Ebûbekir Dede ve onu takip eden Galib ve Ali Nutkî dedeler ıslahata destek vermişlerdir. Özellikle sarayda mesnevîhanlık yapan Şeyh Galib ile III. Selim arasındaki yakın ilişki, İstanbul Mevlevîliği’nin reformcu niteliğini göstermesi bakımından önemlidir. İstanbul’dakilerin sonuncusunu teşkil eden Üsküdar Mevlevîhânesi, bu dönemde Galata Mevlevîhânesi şeyhi Halil Nûman Dede tarafından şehir dışından gelen dervişler için zâviye olarak inşa edilmiştir. II. Mahmud, Mevlevîliğe girince dergâhları ziyaret etmiş, maddî ve mânevî destekte bulunmuştur. Onun döneminde de tarikata olan ilgi özellikle yöneticiler arasında sürdürülmüş, Mevlevî devlet adamlarından Hâlet Efendi sayesinde birçok mevlevîhânenin bakım ve onarımı yapılarak şeyhlerine maaş bağlanmıştır. Yeniçeriliğin ortadan kaldırılması sürecinde Mevlevîler’in devletin yanında yer alması bu tarikat mensuplarına karşı ilginin devamını sağlamıştır. Abdülmecid ve Abdülaziz devirlerinde de devletin içinde bulunduğu iktisadî ve siyasî istikrarsızlık sebebiyle mevlevîhânelere bağlı vakıf gelirlerinin ve yapılan bağışların azalmaya başlamasına rağmen Mevlevîliğin halk üzerindeki etkisini ve itibarını göz ardı edemeyen devlet adamları mevlevîhânelerin ihtiyaçlarını karşılamayı sürdürmüşlerdir.

Tanzimat’tan sonra Abdülaziz’in hal‘inde, II. Abdülhamid’in cülûsunda ve hürriyet hareketlerinde Mevlevîliğin değil Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Osman Selâhaddin Dede ve oğlu Mehmed Celâleddin Dede’nin şahsî tesirleri olmuştur. Abdülhamid, Anadolu’daki çeşitli mevlevîhânelere yardım göndermiş, bu arada Kütahya Mevlevîhânesi yeniden yaptırılırken Afyonkarahisar, Gelibolu ve Bursa mevlevîhâneleri tamir ettirilmiştir.

Mevlevîhâneler XVIII ve XIX. yüzyıllarda daha ziyade kendi şeyhleri tarafından açılmış, harap veya yıkılmış olanları yine


onlar tarafından yeniden inşa ettirilmiştir. Urfa, İpek (Hüdâverdi Paşa), Bahâriye, Üsküdar ve Hanya mevlevîhâneleri ile Samsun, Manisa, Çorum ve Çankırı’daki ikinci mevlevîhâneler bu devirde kurulmuştur.

Mevlevî muhibbi olan ve Mevlânâ neslinden gelen Konya Dergâhı postnişini Abdülhalim Çelebi’ye (ö. 1926) kılıcını kuşattıran Sultan Reşad (V. Mehmed) döneminde Mevlânâ Dergâhı’nda, Yenikapı ve Bahâriye mevlevîhânelerinde büyük onarım ve yenilemeler gerçekleştirilmiştir. Balkan ve I. Dünya-Çanakkale savaşları sırasında mevlevîhâneler sosyal dayanışma ve yardımlaşma görevi üstlenmiştir. Tren hattına yakın olan Yenikapı Mevlevîhânesi’nde bir hastahane kurulmuş, postnişin encümeninin toplantı ve yönetim merkezi olarak kullanılan Galata Mevlevîhânesi’nde Şeyh Ahmed Celâleddin Dede’nin başkanlığı altında yardım toplanmış ve Kıbrıs, Girit gibi adalardaki mevlevîhâneler müslümanlar için bir sığınak ve Anadolu’ya geçiş yeri vazifesi görmüştür. I. Dünya Savaşı’na girilmesiyle cihâd-ı mukaddes ilân edildiğinde Veled Çelebi’nin (İzbudak) kumandası altında Mücâhidîn-i Mevleviyye Alayı adını taşıyan bir gönüllü alayı kurulmuş ve Filistin cephesinde çarpışmıştır.

Tekkelerin kapatıldığı 1925 yılından sonra Konya makam çelebisi Abdülhalim Çelebi’nin oğlu Mehmed Bâkır Çelebi Mevlevîlik merkezini Halep’e taşıyarak Türkiye dışındaki bütün mevlevîhâneleri bu merkeze bağlamıştır. Ancak Hatay meselesinde Bâkır Çelebi’nin Türkiye lehine faaliyet göstermesi Suriye hükümetince casusluk olarak değerlendirildiğinden 1937’de Türkiye’ye geldiğinde bir daha geri dönmesine izin verilmemiştir; bu sebeple de 1943 yılında İstanbul’da ölümüne kadar yerine kardeşi Şemsülvâhid Çelebi vekâlet etmiştir. 1944’te Suriye hükümetinin aldığı bir kararla çelebilik makamıyla birlikte Mevlevîlik de kurum olarak tarihe karışmıştır.

Tekke ve zâviyelerin kanunla kapatılmalarına rağmen Hacı Bektâş-ı Velî ve Mevlânâ türbeleri 1926’da çıkarılan yeni bir kanunla müze olarak ziyarete açılmıştır. Mevlânâ’nın “şeb-i arûs” denilen ölüm yıl dönümü törenleri ise 1946 ve 1954 yıllarında Konya’da yapılan küçük çaptaki semâ gösterileriyle başlamıştır. Yurt içinden ve yurt dışından katılan Mevlânâ hakkındaki çalışma ve yayınlarıyla tanınmış pek çok ünlü isim, şeb-i arûs törenlerinin dünya çapında bir ilgi alanı oluşturmasına katkıda bulunmuştur. Mevlânâ ve Mevlevîlik üzerine Batı’da uyanan ilgi, özellikle Mehmed Bâkır Çelebi’nin oğlu Celâleddin Çelebi’nin teşebbüsleriyle Avrupa ülkelerinde ve Amerika Birleşik Devletleri’nde Mevlevî mukabelesinin maddî ve metafizik anlamları üzerine konferanslar verilip sohbetler yapılmasına, hatta oralarda yeni mevlevîhânelerin kurulmasına imkân hazırlamış, sonuçta içeriden ve dışarıdan yürütülen çabalarla Mevlevî âdâb ve erkânının kesintisiz bir şekilde yaşaması sağlanmıştır.

Teşkilât ve Yönetim. İçinde Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin türbesi bulunan Konya Mevlânâ Dergâhı “pîr evi” ve “âsitâne-i âliye” sayılarak diğer şehir ve ülkelerdeki mevlevîhâneler buradan yönetilmiştir. Yönetimin başındaki Mevlânâ soyundan gelen ve onu temsil eden postnişine “makam çelebisi”, “çelebi efendi” veya kısaca “çelebi” adı verilir; diğer mevlevîhânelerin şeyhleri ise Mevlânâ’nın maddîmânevî vârisi konumundaki çelebinin vekilidir. Makam çelebisi herhangi bir mevlevîhâneyi ziyarete gittiğinde irşad makamı ve semâhânedeki şeyh postu kendisine bırakılır ve tekkenin şeyhi onun soluna otururdu. İlk zamanlarda çelebilerin hayatta iken yerlerine aileden birini halife seçmeleri, ileride bu makama kimin geçeceği konusunda çıkması muhtemel anlaşmazlıkları önlemiştir. Daha sonra makam çelebileri Konya Mevlânâ Dergâhı’nın ileri gelen dedeleri (dergâh zâbitanı) tarafından atanmaya başlamışsa da vakıf gelirleri yüzünden çelebiler arasında cereyan eden çekişmeler tayinlerin padişah tarafından yapılmasına yol açmıştır. Meclis-i Meşâyih’in kurulmasının (1866) ardından çelebilik için bu meclis tarafından seçilen isim şeyhülislâma bildirilir, onun padişaha sunmasından sonra da bir saray iradesiyle çelebiye tebliğ edilirdi (bk. ÇELEBİ EFENDİ).

Mevlevîhânelerin başındaki şeyhler çelebinin verdiği meşihatnâme veya icâzetnâme ile göreve başlardı. Önceleri herhangi bir halifeden hilâfetnâme alanlar şeyh tayin edilmekte iken daha sonra çelebilik makamı gibi şeyhliğin de babadan oğula geçmeye başlaması şeyhlerle çelebiler arasında ciddi sürtüşmelerin çıkmasına yol açmıştır. Mevlevî teşkilâtının en önemli unsuru olan mevlevîhâneler fonksiyonları bakımından âsitâne ve zâviye adıyla ikiye ayrılır. Binbir günlük eğitimle çile çıkarılıp “dede” olunabilen tam teşkilâtlı mevlevîhânelere âsitâne, böyle bir eğitim için teşkilâtlandırılmayanlara da zâviye denilmiştir. Âsitânenin zâviyeden büyüklüğü sebebiyle zâviye şeyhleri derece bakımından âsitâne şeyhlerinden aşağı sayılır. Çile denen mânevî eğitim mutfakta başladığından âsitânelerde öncelikle bulunması gereken mimari birim, yönetiminden sorumlu kişilere “tekke zâbitanı” adı verilen matbah-ı şeriftir.

İlk dönemlerde Konya’da Mevlânâ Dergâhı’na (âsitâne-i âliye) bağlı birkaç zâviye olduğu bilinmektedir. Mevlânâ’nın hayatında önemli rol oynayan şahsiyetlerin medfun bulunduğu veya tarikatın tarihinde önemli olayların meydana geldiği yerlerde kurulan bu zâviyelerin çoğu günümüze ulaşmamıştır; Mevlânâ ile Şems-i Tebrîzî’nin ilk buluştuğu yerde inşa edilen mescid, türbe-mescidden oluşan Şems Zâviyesi ve Meram’daki Âteşbâz-ı Velî Zâviyesi bunlar arasındadır. Konya’daki diğer iki zâviye ise Sadrazam Pîrî Mehmed Paşa’nın 930 (1524) yılında yaptırdığı Pîrî Mehmed Paşa Zâviyesi ile içinde Üveys Dede oğlu Mahmud Dede’nin kabrinin yer aldığı 947 (1540) tarihli Mahmud Dede Zâviyesi’dir. Konya Mevlânâ Dergâhı’ndan sonra Osmanlı Devleti’ndeki diğer âsitâneler derecelerine göre şöyle sıralanır: Karahisarısâhib (Afyon), Manisa, Kütahya, Halep, Galata (Kulekapı), Yenikapı, Kasımpaşa, Beşiktaş (sonra Bahariye), Bursa, Kahire, Kastamonu, Eskişehir, Gelibolu, Rumeli Yenişehri (Larissa).


Geniş bir bahçe içerisine bina edilen âsitâneler semâhâne, türbe, mescid, matbah-ı şerif, meydân-ı şerif, dede hücreleri, selâmlık ve harem dairesinden oluşur. Âsitânenin türbesinde genellikle Mevlevî meşâyihinin ulularından bir zat medfundur; meselâ Afyonkarahisar Âsitânesi’nin türbesinde Mevlevîlik’te ikinci pîr sayılan Divane Mehmed Çelebi yatmaktadır. İsmâil Rusûhî Ankaravî, Şeyh Galib, Ali Nutkî, Ahmed Celâleddin, Nazif ve Abdülbâki dedeler gibi âlim ve sanatkârlar şeyhlik yaptıkları mevlevîhânelerin türbe ve hazîrelerine (hâmûşân) defnedildikleri için İstanbul âsitâneleri daha fazla önem kazanmıştır.

Zâviyeler zamanla, tarikatların kurumlaşmasından önceki devirlerde sahip oldukları hüviyetlerini kaybedip sadece birer âyin ve ibadet mekânı haline gelmişlerdir. Antep, Kıbrıs, Trablusşam zâviyeleri gibi bazıları bulundukları yer itibariyle stratejik önem taşıdıklarından bir menzil ve barınak, başlıca menzil veya liman yolları yahut Konya’dan geçen hac yolu üzerinde bulunan Karaman, Antakya, Halep, Şam, Kudüs, Mekke, Medine’dekiler gibi bazıları da konaklama tesisi görevi yapmıştır. XVII. yüzyıla kadar zâviyeler imparatorluğun gelişmesiyle birlikte yayılmış ve geniş halk kitlelerine hitap etmiştir. XVI. yüzyılda Lazkiye civarındaki Kozluk ve Vakıf köyleriyle Kütahya civarındaki Çakır köyü gibi birçok Mevlevî köyünün bulunduğu ve Ayasuluk’un (Selçuk) Hoca İbrâhim mahallesi ile Ede köyünde de birer mevlevîhâne olduğu bilinmektedir. Mevlevîlik yüksek tabaka arasında yayılmaya başlayınca Demirci, Marmaris, Niğde, Tavşanlı gibi küçük yerlerdeki zâviyeler bir şeyhle birkaç dervişten ibaret kadrolarıyla muhipsizlik ve neyzensizlik yüzünden mukabele dahi yapamaz hale gelmiştir. Sayıları 129 olarak tesbit edilen ve pek çoğunun bugün izine rastlanmayan zâviyeler içinde en önemlileri Konya Şems Türbe-Zâviyesi ile Mevlânâ’nın annesinin medfun bulunduğu Karaman Mevlevîhânesi’dir. İzmir, Şam, Mekke, Medine, Kudüs, Kıbrıs ve Bağdat zâviyeleri de ünlü mevlevîhâneler arasındadır. Gayri müslim devletlerin sınırları içinde kalan zâviyeler kapanmış, müslüman devletlerin idaresine giren şehirlerdeki mevlevîhâneler ise çevrenin desteğiyle dergâhın meşihatında bulunan son şeyhin vefatına kadar açık kalmıştır.

Mevlevîliğin iç teşkilâtında müntesipler hiyerarşik açıdan şeyh, dede, çilekeş can ve muhip olarak dört dereceye ayrılır ve bu derecelerin tamamı derviş veya ihvan sayılırdı. Pîr ve postnişinlik makamlarını işgal eden şeyhin mukabele (âyin) sırasında posta oturma, Meŝnevî okutma ve tarikata girmek isteyenleri kabul edip etmeme gibi yetkilerinin yanında tekkenin ve vakıf mallarının yönetilmesi gibi sorumlulukları da vardı. Konya’daki Şems ve Âteşbâz-ı Velî zâviyelerinin şeyhlerine “Şems dedesi” ve “Âteşbâz dedesi” denirdi. Bu iki zâviyede şeyh olanlar cuma günleri Mevlânâ Dergâhı’na gidip protokoldeki yerlerini alarak mukabeleye katılırlardı. Makam çelebisi şehirdeki mevlevîhânelerden birine şeyh tayin edince ona icâzetnâmesini genellikle Âteşbâz dedesi veya Şems dedesi götürürdü.

Mevlevîliğe intisap eden şeyh tarafından sikkesi tekbirlenmiş sâlike “muhip”, ikrar verip binbir günlük çilede olana “çilekeş can” veya “matbah canı” ve ikrar verip matbahta binbir gün çile çıkararak dergâhta hücre sahibi olmuş sâlike “dede”


denirdi. Mevlevîlik’te mübarek kabul edilen on sekiz sayısına telmihen mutfakta on sekiz tür hizmet alanı vardı. Mevlevîhânenin maddî ve mânevî yönlerden hizmetine bakan dedelere dergâh zâbitanı denirdi. Matbah-ı şerifteki çilekeş canların eğitimi başta aşçı veya sertabbâh dede (Konya Dergâhı’nda sertarik) olmak üzere kazancı dede, meydancı dede ve bulaşıkçı dedelerin sorumluluğundaydı. Şeyhten sonra en büyük âmir konumundaki aşçı dede dervişlerin eğitiminin yanı sıra tekkenin giderlerine bakmakla da görevliydi. Yemek pişirmekle ilgisi bulunmayan aşçı dedeye bu ad sorumlusu olduğu matbah-ı şerife izâfeten verilmişti. Aşçı dedenin yardımcılığını yapan kazancı dede canların terbiyesinden sorumlu idi. Halife dede mutfağa yeni girenlere (nevniyaz) yolerkân öğretir, onları yetiştirirdi. Dergâhtaki meydan hizmetlerine bakmak, aşçı dedenin emirlerini canlara ve diğer dedelere tebliğ etmek, yemek ve mukabele zamanlarını bildirmek, şeyh postunu semâhânedeki yerine sermek ve kaldırmak meydancı dedenin görevleri arasındaydı.

Aynı zamanda bir mûsiki ve edebiyat okulu olan mevlevîhânede neyzenbaşı ve kudümzenbaşı ile mesnevîhan önemli görevlilerdi. Mukabelede okunacak âyin âyinhanlara onlar tarafından tâlim ve meşkedilir, neyzenler yine onlar tarafından yetiştirilir ve kendilerine usul öğretilirdi. Mukabele sırasında mutripleri neyzenbaşı, âyinhanları da kudümzenbaşı birlikte yönetirlerdi. Mesnevîhanlık ise tefsir, hadis, kelâm, fıkıh, tasavvuf, felsefe tarihi, dinler ve mezhepler tarihi, şiir ve edebî tenkit gibi dallarda bilgi sahibi olmayı gerektiren bir makamdı ve mesnevîhanın uygun gördüklerine Meŝnevî şerhi icâzeti verme yetkisi vardı. Türbe-i şerifin bakımından sorumlu türbedar dergâh zâbitanı arasında önemli bir kişiydi. Mevlevîhânelerin kapıları ramazan dışında akşam ezanında kapatılır, sabah ezanı okunurken açılırdı. Kapıyı kapatma ve açma görevi bevvâb dedeye aitti. Mevlevîhâne vakfiyelerinde bunlardan başka imam, müezzin, hatip, hâfız, müderris, na‘than, kayyum, ferrâş, kâtip gibi hizmet karşılığında ücret alan görevliler de zikredilmektedir. Tekke gelirinin bir kısmı mütevelliye maaş olarak verilir, bir kısmı tekkenin bakım ve onarımına, bir kısmı derviş ve misafirlerin yiyip içmesine, kalan da hizmetlilere ödenirdi. Vakfiyeye göre şeyh de tekkeyi yönetmekle görevli bir memur konumundaydı. Tekke zâbitleriyle hücrenişin dedelere ve canlara dergâhın gelirinden elbise yaptırılır, düzenli aralıklarla kahve, şeker, kömür vb. dağıtılır ve görev ve derecelerine uygun aylık (niyaz) verilirdi. Tekke sakinleri sabah ve akşam yemeklerini meydân-ı şerifte veya somathânede yerken hastaların yemekleri hücrelerine gönderilirdi. Bütün dedeler ve canlar bekâr olmak şartıyla tekkede yatıp kalkarlardı.

Âdâb ve Erkân. Mevlevîlik’te seyrü sülûk ve semâ âdâbı Sultan Veled ve Ulu Ârif Çelebi devrinden itibaren tarikatın gelişme sürecine paralel biçimde oluşmaya başlamış, Sakıb Dede’nin verdiği bilgiye göre de Pîr Âdil Çelebi zamanında kurallara bağlanmıştır (Sefîne, I, 134). Mevlevî âdâb ve erkânına dair ilk kaynaklardan Divane Mehmed Çelebi’nin Tarîkatü’l-ârifîn adlı risâlesi semânın sembolik özelliklerini ve bazı Mevlevî âdâbını açıklamasıyla ve XVII. yüzyılda İsmâil Rusûhî Ankaravî tarafından kaleme alınan Risâle-i Muhtasara-i Müfîde ile Minhâcü’l-fukarâ sülûk âdâbına geniş yer vermesiyle Mevlevîlik tarihinde önemli bir konuma sahiptir (bk. bibl.). Önceleri Nakşî iken daha sonra Mevlevîliğe intisap eden Kösec Ahmed Dede et-Tuĥfetü’l-behiyye‘sinde zamanının Mevlevî erkânını kayda geçirmiş, Şeyh Galib de bu esere bazı ilâve ve eleştirilerini katarak bir şerh yazmıştır. Mevlevî âdâb ve erkânını kısmen içeren bir kadim kaynakların yanı sıra son döneme kadar dergâhlarda uygulanan erkân bütün ritüelleriyle çok kapsamlı bir eğitim sistemi halini almıştır.

Mevlevîlik’te tarikatın esası aşk, mârifet ve hizmettir. Tarikata girmek isteyen tâlip, gusül abdesti aldıktan sonra muhip veya çilekeş can olmak için şeyhe gelir, şeyh onun muhiplik müracaatını kabul ederse başını çekip dizine koyar, sikkesini giydirir, tekbir getirir ve her ikisi de Fâtiha’yı okuduktan sonra birbirlerinin sağ elini aynı zamanda tutup kaldırarak parmaklarının üzerini öperlerdi (görüşme). Ankaravî’ye göre bunun ardından tâlibin saçından ve bıyığından Mevlânâ’nın öğrettiği gibi birkaç kıl kesilmektedir. Böylece nevniyaz adıyla muhibbân arasına katılan tâlip şeyhin görevlendirdiği dededen tarikat âdâbını öğrenmeye başlardı. Dergâhta kalmaya mecbur olmayan muhip isterse yalnız semâ ve mukabeleye katılmak için dergâha gelirdi. Muhibbân arasında istidatlarına göre ney üflemeyi, na‘t, âyin ve ilâhi söylemeyi belleyenler, Meŝnevî okuyanlar, icâzet alıp destar sarmaya hak kazananlar, yahut tarikattaki hizmetine karşılık destar sarmak için icâzet verilenler çoktu. Çilekeş canlar gibi binbir gün çile çıkarmayan muhiplerin tarikat içinde herhangi bir mecburiyetleri bulunmamaktaydı. Tekkeye gelişlerinde hırka ve sikke giymek veya ileride dede olmak için ikrar verip çileye soyunmak kendi iradelerine bağlıydı. Bu itibarla tarih boyunca devlet ve ticaret adamlarından, ilim ve sanat erbabından birçok kimse muhibbân zümresine dahil olmuştur.

Tarikatta çilekeş can olmak isteyen tâlip ise binbir günlük bir riyâzet sürecine tâbi tutulurdu. Ancak Mevlânâ mûsiki ve semâı sülûke esas kabul ettiğinden ve çalışmak en kutsî vazife olduğundan riyâzet


hizmet şeklinde idi. Dergâhta bir tür hizmet çilesiyle nefsini tasfiye etmeye girişen çilekeş can, matbah kapısının yanındaki saka postunda üç gün murakabe vaziyetinde oturur ve diğer matbah canlarını seyreder, çileye soyunmaya ikrar verirse on sekiz gün süreyle ayakçılık hizmetine verilirdi. Hizmet sonunda uygun görülürse, dergâha geldiği ilk elbiseyi çıkarıp tennûre giyer ve böylelikle matbah canı olurdu. Can, Mevlevî çilesinin başladığı matbah-ı şerifin dedelerinin yönetimindeki pazarcılıktan çamaşırcılığa, bulaşıkçılıktan helâ temizliğine kadar on sekiz değişik hizmet türünü yerine getirirdi. Çilekeş canlar bu hizmetlerin yanında kabiliyetleri oranında semâ meşki ve sanat faaliyetlerine yönlendirilip saatçilik, aşçılık, mobilyacılık gibi dallarda meslek edinmeleri sağlanır, Doğu ve Batı dilleri öğretilip çeşitli ilim dallarında yetiştirilirlerdi. Çilekeş canlar her ne sebeple olursa olsun çiledeyken bir defa dahi matbah-ı şerifin dışında geceleyemezler, aksi takdirde çileyi kırmış sayılıp yeniden başlatılırlardı. Çilesini tamamlayan can şeyhten (eğer Konya’da ise Şems Türbesi’ni ziyaret ettikten sonra çelebiden) evrâd ve ezkâr dersi alır ve hücre sahibi dede olurdu.

Her Mevlevî’nin bilmesi gerekli hafî ve devranî zikir olan semâ, binbir günlük eğitimin önemli konularından birini teşkil ediyordu; zira semâ meşki almadan sikke giyilmezdi. Meşk veya semâ çıkarmak için muhip ve çilekeş canlar semâ dedesinin nezâreti altında ve çivili tahta üzerinde semâyı öğrenir, böylece mukabeleye katılmak için hazır hale gelirlerdi (bk. MEVLEVÎ ÂYİNİ). Semâ mukabelesi içten söylenen “Al-” hecesiyle sağ ayağın kaldırılması ve “-lah” hecesiyle devrin tamamlanıp ayağın yere değdirilmesi şeklinde yapılırdı. Gündüzleri öğle, geceleri yatsı namazlarından sonra ve tekkesine göre farklı günlerde icra edilen semâ âyininden önce mesnevîhan tarafından Meŝnevî dersi verilip dervişler tasavvufî aşk ve mârifete ulaşmaları için irşad edilirlerdi. Dedelerle matbah canları dergâh mescidinde sabah namazından sonra yapılan ve Mevlevîlik’te esmâ olmadığı için sadece ism-i celâl zikredilen zikir âyinine katılırlardı. Tekkelerde perşembe ve pazar geceleri yapılan zikirlerde aşırı cezbe hallerine izin verilmez, zikir halkası meydancı dede tarafından düzen altında tutulurdu. Sabah zikrinden sonra meydân-ı şerife geçilir ve kahvaltının ardından murakabeye girilirdi. Yemekler dervişlere somathâne denilen mekânda kazancı dedenin niyaz ve gülbankla kapağını açtığı kazandan dağıtılır, belli bir âdâb içinde bitirildikten sonra herkes başlangıçtaki gibi tuza banıp tadarak ve sofrayla görüşerek (sofrayı hürmetle öperek) şeyhle beraber kalkar, geldiği usulle somathâneden çıkardı.

Mevlevîler’de ölüm haline gelen kişinin yanında ism-i celâl çekilmesi âdettendi. Şeyh veya halifelerin naaşı matbah-ı şerifte Itrî’nin segâh âyîn-i şerifi okunarak yıkanırdı. Cenazeye, şeyh ve iki derviş tarafından kabre indirildikten sonra sikkesi giydirilir ve hırkası örtülüp sağ yanına hilâfetnâmesi konulurdu. Telkin ve tezkiye olmaz, önce ism-i celâl, zikri idare edenin gülbanginden sonra da “hûuu ...” çekilir ve baş kesilerek törene son verilirdi.

Mevlevîlik, tarih boyunca halk tabakalarından devlet adamlarına kadar toplumun her kesiminden insanların mânevî hayatı üzerinde etkili olmuş, birer güzel sanatlar akademisi gibi çalışan Mevlevî dergâhlarından birçok âlim, ârif ve kâmilin yanı sıra Türk kültür ve sanatının en önemli temsilcileri yetişmiştir. Klasik Türk mûsikisinin büyük bestekârlarından birçoğunun, şuarâ tezkirelerinde yer alan tarikat ehli 320 divan şairinden 220’sinin Mevlevî kökenli olması (İsen, s. 216), bu tarikatın Türk sanat ve kültürüne yaptığı etkiye somut bir örnektir. Mevlevîler arasından Konya Mevlânâ Müzesi’ndeki 677 (1278-79) tarihli en eski Meŝnevî nüshasının hattatı Mehmed b. Abdullah el-Konevî’den Mevlevî sikkesi biçiminde istif edilmiş “Ya Hazret-i Mevlânâ” levhasıyla meşhur Mehmed Suûd el-Mevlevî’ye (ö. 1948) kadar Kütahyalı Mehmed Dede, Nakkaşzâde Ahmed Tâib ve Sıdkî Dede gibi tanınmış hattatlar ve özellikle XVII. yüzyılın başlarında önemli Mevlevî kaynaklarından olan Menâkıb-ı Sevâkıb’ın minyatürlerini yapan ustalar gibi mahir nakkaşlar çıkmıştır. XVIII ve XIX. yüzyıllarda İstanbul mevlevîhâneleri âdeta birer konservatuvara dönüşmüş ve klasik Türk mûsikisinin en parlak simalarına okul görevi yapmıştır. Bunlar arasında Ali Nutkî, Osman Selâhaddin, Kutbünnâyî Osman, Selim, Abdülbâki Nâsır, Hamâmîzâde İsmâil, Ahmed Celâleddin, Zekâî, Fahreddin dedelerle Itrî, III. Selim ve Rauf Yektâ Bey sayılabilir.

BİBLİYOGRAFYA:

Eflâkî, Menâķıbü’l-Ǿârifîn, tür.yer.; İbn Battûta, Seyahatnâme, I, 322-323; Fâtih Mehmed II Vakfiyeleri (nşr. Vakıflar Umum Müdürlüğü), Ankara 1938, s. 259-260; Divane Mehmed Çelebi, Tarîkatü’l-ârifîn (nşr. Mustafa Çıpan, Dîvâne Mehmed Çelebi içinde), Konya 2002, s. 72-78, 109-113; Ankaravî, Minhâcü’l-fukarâ, Kahire 1256, s. 11-76; Sâkıb Dede, Sefîne, I-III; Kösec Ahmed Dede, et-Tuĥfetü’l-behiyye fî ŧarîķati’l-Mevleviyye, İÜ Ktp., AY, nr. 3905; Esrâr Dede, Tezkire-i Şuarâ-yı Mevleviyye (nşr. İlhan Genç), Ankara 2000; Harîrîzâde, Tibyân, III, vr. 74b-77a, 148a-169b; Ali Nutkî Dede - Abdülbâki Nâsır Dede, Defter-i Dervîşân, Süleymaniye Ktp., Nâfiz Paşa, nr. 1194 (1. bölüm); İSAM Ktp., nr. 18112 (2. bölüm); Sahih Ahmed Dede, Mevlevîlerin Tarihi (nşr. Cem Zorlu), İstanbul 2003; Ali Enver, Semâhâne-i Edeb, İstanbul 1309; Mehmed Ziyâ, Yenikapı Mevlevîhânesi, İstanbul 1329; Hüseyin Vassâf, Sefîne, I, 80, 300-320; Muhittin Celâl Duru, Tarîhî Simalardan Mevlevî, İstanbul 1952; Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik (İstanbul 1953), İstanbul 1983, s. 244-273, 329-364; a.mlf., Mevlevî Âdâb ve Erkânı, İstanbul 1963; a.mlf., “Konya’da Mevlâna Dergâhının Arşivi”, İFM, sy. 1-4 (1955-56), s. 156-178; a.mlf., “Mevlevîlik”, İA, VIII, 165-169; Âsaf Hâlet Çelebi, Mevlânâ ve Mevlevîlik, İstanbul 1957; a.mlf., “Mevlevî Terbiyesi”, TY, sy. 248 (1955), s. 195-199; sy. 249 (1955), s. 275-278; sy. 250 (1955), s. 357-362; sy. 251 (1955), s. 441-446; Şehabettin Uzluk, Mevlevîlikte Resim, Resimde Mevlevîler, Ankara 1957; Süheyl Ünver, “Osmanlı İmparatorluğu Mevlevîhâneleri ve Son Şeyhleri”, Mevlânâ Güldestesi, Konya 1964, s. 31-39; Ş. Bârihüdâ Tanrıkorur, “Türk Kültür ve Mimarlık Tarihinde ‘Mevlevîhane’nin Yeri ve Önemi”, 3. Millî Mevlânâ Kongresi (Tebliğler), Konya 1989, s. 61-71; a.mlf., Türkiye Mevlevîhanelerinin Mimarî Özellikleri (doktora tezi, 2000), SÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, I-III; Ali Haydar Bayat, “Hüsnü Hat San‘atında Mevlevîlik ve Mevlevîler”, 4. Millî Mevlânâ Kongresi (Tebliğler), Konya 1991, s. 81-111; W. C. Chittick, “Rūmī and the Mawlawiyyah”, Islamic Spirituality (ed. Seyyed Hossein Nasr), New York 1991, s. 102-125; Ahmet Yaşar Ocak, “Türkiye Tarihinde Merkezî İktidar ve Mevlevîler (XIII-XVIII. yüzyıllar) Meselesine Kısa Bir Bakış”, II. Milletlerarası Osmanlı Devletinde Mevlevîhaneler Kongresi (Tebliğler), Konya 1996, s. 17-22; Christoph K. Neuman, “19. Yüzyıla Girerken Konya Mevlevî Asitanesi ile Devlet Arasındaki İlişkiler”, a.e., s. 167-179; Mustafa İsen,


Ötelerden Bir Ses: Divan Edebiyatı ve Balkanlarda Türk Edebiyatı Üzerine Makaleler, Ankara 1997, s. 214-220; Baha Tanman, “Kılıç Kuşanma Törenlerinin Eyüp Sultan Külliyesi ile Yakın Çevresine Yansıması”, II. Eyüp Sultan Sempozyumu (Tebliğler), İstanbul 1998, s. 82; Hüseyin Top, Mevlevî Usul ve Adabı, İstanbul 2001; Feridun Emecen, İlk Osmanlılar ve Batı Anadolu Beylikler Dünyası, İstanbul 2001, s. 133-149; Nilgün Açık, Eski Türk Edebiyatında Mevlevîlik Etkisi ve Mevlevî Şairleri (doktora tezi, 2002), Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü; Sezai Küçük, Mevlevîliğin Son Yüzyılı, İstanbul 2003, s. 37-324; H. Zübeyr Koşay, “Mevlevîlik’te Matbah Terbiyesi”, TY, sy. 27 (1927), s. 280-286; Ekrem Işın, “İstanbul’un Mistik Kültüründe Mevlevîhaneler, Yeni Kapı Mevlevîhanesi”, İstanbul, sy. 4, İstanbul 1993, s. 119-131; a.mlf., “Mevlevîlik”, DBİst.A, V, 422-430; Resuhi Baykara, “Mevlânâ Tekkesi Teşkilâtı Nasıldı?”, Tarih-Coğrafya Dünyası, II/12, İstanbul 1959, s. 478-479; H. Ritter, “Neue Litteratur über Maulānā Calāluddīn Rūmī und seinen Order”, Oriens, XIII-XIV (1961), s. 342-354; F. Nafiz Uzluk, “Mevlevî Hilâfetnameleri”, VD, IX (1971), s. 384-412; G. W. Gawrych, “Şeyh Galib and Selim III: Mevlevism and the Nizam-i Cedid”, IJTS, IV/1 (1987), s. 91-114; Nejat Göyünç, “Osmanlı Devletinde Mevlevîler”, TTK Belleten, LV/213 (1991), s. 352-360; A. Nezih Galitekin, “İsmail Rusûhî Ankaravî ve Risâle-i Muhtasara-i Müfide-i Usul-i Tarîkat-ı Nâzenin”, Yedi İklim, VIII/56, İstanbul 1994, s. 89-95.

Barihüda Tanrıkorur