MEVLEVÎ ÂYİNİ

Mevlevîler’in zikir törenlerine verilen ad.

Mevlevî âyini yahut kısa adıyla semâ, tasavvuftaki devran anlayışına uygun biçimde Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin, bulunduğu dinî toplantılarda duyduğu vecd ve zevk eseri olarak herhangi bir usul ve kaideye bağlı kalmaksızın zaman zaman yaptığı semâlardan (dönüş) alınan ilhamla, kendisinden sonra düzenlenip geliştirilerek şekillenmiş, diğer tarikatların zikir ve mukabele meclislerine benzer bir zikir toplantısıdır. Mevlânâ’nın düşüncelerinin bir tarikat kimliğine bürünüp teşkilâtlanması oğlu Sultan Veled’in zamanında başlamıştır. Ancak Mevlevî âyininin belli bir âdâb ve erkâna tâbi olarak yapılması XV. yüzyılda Sultan Veled’in torunu Emîr Âlim Çelebi’nin oğlu Pîr Âdil Çelebi dönemine rastlar. Bu konudaki son düzenlemeler ise Konya’daki âsitânenin şeyhlerinden Pîr Hüseyin Çelebi tarafından XVII. yüzyılda gerçekleştirilmiştir. “Mukābele-i şerif” adıyla da anılan Mevlevî âyini haftada bir defa İstanbul dışındaki dergâhlarda cuma namazından sonra, İstanbul mevlevîhânelerinde ise haftanın belirli bir gününde öğle veya yatsı namazının ardından mevlevîhânelerin “semâhâne” denilen bölümünde yapılırdı. Ayrıca “ihyâ geceleri” adı verilen kandil ve bayram geceleriyle hilâfet merasimlerinde de âyin icra edilirdi.

Âyine iştirak edecekler meydancı dedenin, “Buyurun yâ hû!” daveti üzerine semâhâneye yönelirler. Dedeler, âyin mûsikisini icra edecek olan mutrip heyeti, tennûre, destegül, sikke ve hırkadan meydana gelen özel kıyafetlerini giymiş semâzen dervişler, “baş kesip” selâm vermek suretiyle eşiğe basmadan sağ ayakla semâhâneye girer, görev ve derecelerine göre yerlerini alırlar. Bu sırada sağ ayak baş parmağı sol ayak baş parmağının üzerinde yani “mühürlü” olarak ve sol elle sağ omuzu, sağ elle sol omuzu tutup niyaz vaziyetinde ayakta şeyhin gelişini beklemeye başlarlar. Şeyh, arkasında meydancı olduğu halde semâhâneye girip ayak mühürleyerek sessizce başıyla selâm verir ve orada bulunanlar da aynı şekilde selâmı alır. Şeyhin postuna geçmesiyle vakit namazına başlanır. Namaz tamamlandıktan sonra şeyh veya mesnevîhan tarafından Meŝnevî’den bir ders yapılır, ardından mutripten birinin Kur’ân-ı Kerîm kıraatini şeyhin post duası takip eder.

Bütün tarikat âyinlerinde salât ile (salavat) başlama geleneği olduğundan Mevlevî âyini de sözleri Mevlânâ’ya, bestesi Buhûrîzâde Mustafa Itrî’ye ait, “Yâ habîballah, resûl-i hâlik-ı yektâ tüyî” mısraı ile başlayan Farsça na‘tın ayakta rast makamında okunmasıyla başlar (Itrî’den önceki dönemlerde muhtemelen Mevlânâ’nın bu konudaki başka gazelleri okunmuştur).


Na‘t bitince kudümzenbaşının kudüme birkaç darbe vurmasıyla, neyzenbaşı veya onun görevlendirdiği bir neyzen tarafından “baş taksim” yahut “post taksimi” adıyla, okunacak âyinin makamında yapılan uzunca bir giriş taksiminin ardından kudümzenbaşının kudüme vurduğu ilk darb ile peşrev çalınmaya başlar. Bu ilk darb ile beraber şeyh ve semâzenler ellerini hızlıca yere vurup hafif sesle “Allah” diyerek ayağa kalkarlar, buna “darb-ı celâl” denir. Bu sırada semâzenler sağa doğru birbirine yaklaşırken şeyh de postun önüne çıkarak selâm verir ardından sağına dönüp peşrevin ritmine uygun biçimde sağ ayağını ileri, sol ayağını yanına çekmek suretiyle yürümeye başlar. Şeyhin arkasındaki kişi postun önüne geldiğinde ayak mühürleyip baş keser ve “hatt-ı istivâ” denilen, post ile kapı arasında uzandığı var sayılan, şeyhten başkasının basamayacağı çizgiyi sağ ayağıyla hafifçe atlayıp solu da attıktan sonra posta arkasını dönmeden geliş yönünde ayak mühürleyerek bekler. Posta yaklaşan diğer semâzen de karşısına gelip ayak mühürleyerek birbirlerinin yüzüne, özellikle iki kaşın arasına bakıp hırkalarının içindeki sağ ellerini kalplerine götürmek suretiyle selâmlaşırlar. Postun sağındaki kişinin arkasını semâhâneye çevirmeden yine sağa dönerek yürümeye devam etmesini diğer semâzenlerin aynı tarzdaki hareketleri takip eder. Bu şekilde herkesin birbirini selâmlamasına “cemal seyri” adı verilir. Hatt-ı istivânın post hizasındaki uzantısında yine ayak mühürlenip baş kesilmek suretiyle semâhâne üç defa dolaşılır. “Devr-i veledî” denilen bu dolaşma esnasında mutrip peşrev çalmaya devam eder. Devr-i veledî tamamlandığında şeyh postuna gelmiş olduğundan peşrev bitmemiş bile olsa kudümzenbaşının birkaç darbıyla peşrev kesilir ve neyzenbaşının kısa bir taksiminin ardından mutrip heyetindeki âyinhan ve sâzendeler âyini icraya başlarlar.

Şeyh postun üzerinde, semâzenlerin de şeyhin solunda saf tutmuş vaziyette baş kesmelerinden sonra, semâı idare edecek semâzenbaşının dışında semâzenler omuzlarındaki hırkaları çıkarıp niyaz vaziyeti alırlar. Şeyhin postun önünde üç adım atıp ileri çıkarak baş kesmesi üzerine herkes baş keser. Bundan sonra semâzenbaşı gelip eğilerek şeyhin sağ elini, şeyh de onun sikkesini öper. Bu, semâa izin (ruhsat) niyazıdır. Semâzenbaşı, yüzü şeyhe dönük vaziyette iki adım geriye çekilip tekrar şeyhi selâmlarken semâzenler de baş keserler. Ardından sırayla gelip baş keserek şeyhin elini, şeyh de onların sikkelerini öper. Meydanın tanzimi için semâzenbaşının sağ ayağını ileri atıp veya geri çekip verdiği işarete göre semâzen ya ortaya ya da kenara doğru üç adım yürüyüp semâa başlar.

Semâzenlerin omuzlarında olan eller yavaşça aşağıya indirilirken elin dışı vücuda ve sikkeye değdirilip omuz hizasından yukarıya kaldırılır ve sağ el yukarıya, sol el aşağıya bakacak şekilde hem kendi mihverleri hem de semâhânenin etrafında dönmeye başlarlar. “Çark (çarh) atma” denilen bu dönüşün her defasında semâzen içinden ism-i celâli zikreder. Bütün semâzenler semâa girdikten sonra semâzenbaşı da şeyhe baş kesip semâın düzenli bir şekilde devamını temin için semâzenlerin arasında dolaşmaya başlar.

Usulün değişmesiyle birinci selâmın bittiği anlaşılınca semâzenler bulundukları yerden yüzleri semâhânenin merkezine dönük şekilde durarak niyaz vaziyetinde baş keser; ikili, üçlü gruplar halinde omuz omuza yaslanılır. Şeyh postun önüne doğru üç adım ilerleyip baş kestiğinde yine herkes baş keser. Şeyh sessizce selâm duasını yaparak bir adım geri çekilince başıyla ikinci selâm semâının başlamasına izin verdiğini işaret eder. Semâzenler de birinci selâma girişteki hareketleri tekrarlayarak ikinci selâmın semâına girerler. El ve sikke öpülmeden girilen ikinci selâmı yine bir usul değişikliğiyle üçüncü ve ardından dördüncü selâm takip eder. Dördüncü selâmda son semâzenin de semâa girmesinin ardından bütün semâzenler semâhânenin kenarlarında bulundukları noktadan ayrılmadan semâı sürdürürler. Semâzenbaşı şeyhe niyaz edip şeyhin solundaki yerine geçer ve artık dolaşmaz. Şeyh de postun önüne çıkıp niyaz ettikten sonra semâa girer. Şeyhin sol eliyle hırkasının sağ tarafını bel hizasından, sağ eliyle de yakasından tutarak ve hırkasının göğüs kısmını sağ tarafa doğru hafifçe açarak yavaş ve vakur bir şekilde meydanın ortasında yaptığı bu semâa “post semâı” denir.

Bu sırada âyinin güfteli kısmı bittiğinde sazlar son peşrev ve son yürük semâiyi


çalar. Eğer niyaz ilâhisi icra edilecekse son peşrev yerine segâh makamında yapılacak bir taksimin ardından ilâhiye geçilir. Yürük semâi veya niyaz ilâhisinin bitmesiyle neyzenbaşı tarafından yahut onun işaret ettiği başka bir sazla son taksim yapılır. Bu taksim semâ etmekte olan şeyhin yavaş yavaş postun önüne gelmesine kadar devam eder ve şeyh postun önüne geldiğinde taksim sona erer; mutripteki âyinhanlardan biri aşr-ı şerif okumaya başlar. Bu kıraate Bakara sûresinin 115. âyetiyle başlamak âdâbdandır. Ardından âyetin devamı veya başka âyetler okunur. Kur’an okunmaya başlanınca herkes olduğu yerde baş keser, yeri öperek oturur. Eller çapraz durumda omuzlarda ve baş öne eğiktir, sırtlarına hırkaları konunca normal oturma vaziyeti alırlar. Okunan Kur’an’ı şeyhin sağına yakın bir yerde duâgû dedenin okuduğu Farsça dua (Mevlevî gülbangi), tekbir ve salavat takip eder (metinler için bk. Gölpınarlı, Mevlevî Âdâb ve Erkânı, s. 93). Bundan sonra şeyhin yüksek sesle “fâtiha” çekmesiyle herkes sessizce Fâtiha sûresini okur. Şeyh ile birlikte yer öpülüp ayağa kalkılınca şeyhin post üzerinde ağır ağır okuduğu gülbank sonunda orada bulunanlar tarafından baş kesilerek ve yüksek sesle “hû” denilerek dinlenir. Ardından şeyhin posttan ayrılıp baş kesip yüksek sesle “es-selâmü aleyküm” diyerek semâzenlere verdiği selâm semâzenbaşı, semâhânenin orta noktasına geldiğinde mutribe verdiği selâm da neyzenbaşı tarafından “ve aleykümü’s-selâm ve rahmetullāhi ve berekâtühû” cevabıyla alınır. Selâmın alınmaya başlanmasıyla eğilmiş olan semâzenler ve mutriptekiler alınan selâmın sonunda uzatılarak söylenen “hû” hecesiyle yavaşça doğrulurlar; şeyh semâhânenin çıkışına geldiği zaman posta doğru dönüp baş kestiğinde herkes birlikte baş keser. Şeyhin semâhâneden ayrılması üzerine herkes posta selâm vererek semâhâneden ayrılır ve âyin sona erer.

Bu şekilde icra edilen âyinden başka tekkenin semâhâne dışında meydan odası denilen kısmında sohbet veya özel bir ikram münasebetiyle toplanıldığı sırada yapılan ve “âyîn-i cem‘” (aynü’l-cem‘) adı verilen bir âyin uygulaması daha vardır. Çoğunlukla namazdan sonra na‘t okunmadan ney taksimiyle başlayan bu uygulamada devr-i veledî yapılmaksızın âyin okunmaya başlanır. Sadece arzu edenlerin hırkalarının kollarını da giyerek selâm başlarında durmadan, post semâı tarzında semâ etmelerinden ibaret olan âyîn-i cem‘ yine Kur’an kıraati ve gülbank ile son bulur. Ardından sohbet ve ikrama devam edilir (daha geniş bilgi için bk. a.g.e., s. 101-102).

Mevlevî âyininin bir tür devamı niteliğinde, âyinin mânevî hazzına doymamış olanların herkes mevlevîhâneden çıkıp ışıklar söndürüldükten sonra semâhânede kendi aralarında yaptıkları semâa da “garipler (karîbler) semâı” adı verilir. Hırkalar çıkarılmadan mûsikisiz ve post semâı şeklinde gerçekleştirilen bu semâ sadece on sekiz defa çark etmekten ibarettir. Ayrıca semâ meşkini bitiren yeni dervişin (nevniyaz) bundan böyle âyine katılmasına izin verildiğini belirtmek üzere yapılan ve şeyhin katılmayıp aşçıbaşı dede tarafından idare edilen “mübtedî mukabelesi” denilen bir âyin daha vardır. Bu âyinde ise na‘t okunmadan kısa bir ney taksimiyle devr-i veledî yapılarak semâa başlanır. Semâ esnasında âyin okunmayıp dört selâm peşrevle devam ettikten sonra Kur’an tilâveti ve gülbank çekilmesiyle âyin tamamlanır.

Diğer tarikatlarda olduğu gibi Mevlevîlik’te de âyin ve törenlerin sembolik anlamları vardır. Buna göre Mevlevî âyini kıyamet gününü tasvir eder. Mevlevî dervişinin başındaki sikke mezar taşı, tennûre kefeni, sırtındaki hırkası da kabridir. Kâinatı temsil eden semâhânenin sağ tarafı görünen maddî âlem (nâsût âlemi), sol tarafı ise görünmeyen mâna âlemidir (gayb, melekût âlemi). Ney insân-ı kâmili, neyin üflenmesi ölümden sonra sûr sesiyle dirilmeyi anlatır. Kudümün ilk vuruşu Allah’ın “kün” (ol) emrinin ifadesi olup kalkarken yere ellerle vurma hem olmayı hem de sûru işitince kabirden kalkmayı (haşr) temsil eder. Semâhânenin hatt-ı istivânın başlangıcı sayılan noktası, yani şeyhin bulunduğu yer mutlak varlık âlemine, tam karşısındaki nokta ise insan mertebesine işarettir. Bu durumda posttan sağa doğru hareket mutlak varlıktan insana inişi (kavs-i nüzûl), hatt-ı istivânın sonundan posta sola doğru yürüyüş ise insandan mutlak varlığa çıkışı (kavs-i urûc), yani seyrü sülûkü (mânevî olgunluğa eriş/me yolculuğu) anlatır. Bu da tasavvuftaki devir anlayışının Mevlevî âyinine aksetmesidir. Devr-i veledîdeki üç dönüş ilme’l-yakīn, ayne’l-yakīn ve hakka’l-yakīn mertebelerine, aynı zamanda mutlak varlıktan cansızlar, bitkiler ve canlılar âlemine erişmeye işarettir. Semâ esnasındaki selâmlar zât, sıfat, fiil, vahdet gibi tasavvufî anlamlar taşır. Birinci selâm insanın Allah’ı ve O’na kulluğunu idrak etmesi, ikinci selâm insanın Allah’ın büyüklüğü ve kudreti karşısında hayranlık duyması, üçüncü selâm insanın hayranlık duygularının aşka dönüşmesi, Hakk’a tam teslimiyet yani vuslattır. Dördüncü selâm ise mânevî yolculuğunu, mi‘racını tamamlayan insanın yaratılıştaki vazifesine, kulluğuna dönüşüdür (Mevlevî âyinlerinin güfte ve bestesine ait özelliklerle kullanılan sazlar, âyin bestekârları ve âyin neşirleriyle ilgili bilgiler için bk. ÂYİN [Mûsiki]).

BİBLİYOGRAFYA:

Türk Musikisi Klasiklerinden Mevlevî Âyinleri (İstanbul Konservatuvarı neşriyatı), İstanbul 1934-39, VI-XVIII, 249-975; Subhi Ezgi, Nazarî-Amelî Türk Musikisi, İstanbul 1935, III, 85-102; Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlevî Âdâb ve Erkânı, İstanbul 1963, s. 75-109; a.mlf., Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul 1983, s. 370-389; Halil Dikmen, “Mevlevî Müziği” (a.e. içinde), s. 455-465; Sadettin Heper, Mevlevî Âyinleri, Konya 1979; W. Feldman, Music of the Ottoman Court, Berlin 1996, s. 85-99; Fuat Yöndemli, Mevlevîlikte Semâ Eğitimi, Ankara 1997; Ömer Tuğrul İnancer, “Osmanlı Musikîsi Tarihinde Tasavvuf Musikîsine Bir Bakış”, Osmanlı, Ankara 1999, X, 683-689; Cinuçen Tanrıkorur, “Osmanlı Mûsikîsinde Mevlevî Âyini Besteciliği”, a.e., X, 707-721; Efdalüddin, “Âyin-i Şerif”, İTA, I, 675-679; Mahmut Râgıp Mihalgazi, “Âyin (Musiki)”, a.e., I, 682-683; Pakalın, I, 125-127.

Nuri Özcan