MESTÛR

(المستور)

İki veya daha fazla güvenilir râvisi bulunduğu halde adâlet bakımından durumu bilinmeyen râvi hakkında kullanılan bir terim.

Sözlükte “örtülü, kapalı, gizli” gibi anlamlara gelen ve setr (seter) kökünden türeyen bir isimdir. Hadis terimi olarak “kendisinden iki veya daha fazla güvenilir râvi rivayette bulunduğu halde hadis rivayetiyle fazla meşgul olmadığı için muhaddislerce tanınmayan veya cerh-ta‘dîl yönünden hakkında bir hüküm bulunmayan ya da hakkında ne hüküm verileceği bilinmeyen râvi” demektir. Fıkıh alanında da şahitlik ve velâyet gibi kişinin adâlet ve fısk vasıflarının hükme tesir ettiği durumlarda bu özellikleri belli olmayanlara mestûr denir ve bazı durumlarda diğerlerinden farklı hükümlere tâbi tutulur. Âdil kişilerin (müzekkî) bunların âdil veya fâsık olduğuna dair beyanlarıyla kapalılık halleri ortadan kalkar (bk. TEZKİYE). Kişinin müslüman, hür ve bâliğ olup olmadığının bilinmemesi de bunların şart koşulduğu durumlarda akde engel teşkil eder.

Kendisinden iki veya daha fazla güvenilir râvi rivayette bulunduğu için kimliği bilinen ve dış yönüyle âdil görünen, ancak iç yönüyle adâleti meçhul kalanlara “mestûrü’l-hâl, mechûlü’l-adâle bâtınen” denir (bk. MEÇHUL). Mestûr olduğu söylenen her râvi mechûlü’l-hâldir, ancak her mechûlü’l-hâl mestûr değildir. Bununla birlikte İbn Hacer (Nüzhetü’n-nažar, s. 46) ve Bahrülulûm el-Leknevî gibi âlimler mechûlü’l-hâl ile mestûru eş anlamlı kabul etmişlerdir. Râvileri yakından görme ve tanıma imkânına sahip olan ilk devir münekkitlerinin yaşadıkları dönem açısından böyle bir ayırım mâkul görünse de onları sadece ricâl kaynaklarındaki bilgilere bakarak değerlendirecek olanlar açısından bu iki kavramı eş anlamlı kabul etmek daha uygun görünmektedir. Ayrıca râvinin iç durumunu (bâtınî adâlet) tesbit çok zor, hatta imkânsızdır. Bâtınî adâletin yansıması demek olan zâhirî davranışları esas almak ve sonuç itibariyle mechûlü’l-hâl ile mestûr arasında esasen bir fark bulunmadığını söylemek mümkündür.

Hadis ve fıkıh usulü kaynaklarında mestûr râvinin rivayetinin kabul edilip edilmeyeceği konusu, mestûrun tanımı


ve onda adâlet vasfının bulunup bulunmadığı açısından farklılık gösterir. Başta İmam Şâfiî olmak üzere Ahmed b. Hanbel, Zühlî, Ebû Hâtim er-Râzî, Ebû İshak eş-Şîrâzî, İbnü’l-Hâcib, Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī, Hatîb el-Bağdâdî, Gazzâlî, Seyfeddin el-Âmidî, İbn Rüşeyd ve Bedreddin ez-Zerkeşî gibi hadis, fıkıh ve usul âlimlerinin büyük çoğunluğu mestûr râvinin rivayetini makbul saymamıştır. “Bir râviden rivayette bulunmak o râvi için tâdil sayılmaz” (Hatîb, el-Kifâye, s. 89; İbnü’s-Salâh, s. 52-53) prensibine dayanan bu görüşe göre bir rivayetin kabul edilebilmesi râvisinin âdil olmasına bağlıdır. Bunun anlaşılması için de râvinin iç dünyasının ve hayat tarzının bilinmesi veya âdil bir kimse tarafından tezkiye edilmesi şarttır. Mestûr râviden iki veya daha fazla kimsenin rivayette bulunması onu mechûlü’l-ayn olmaktan çıkarsa bile bu onun âdil olduğunu göstermez (Hatîb, el-Kifâye, s. 89).

Hadisçilerin çoğunluğu ile Süleym b. Eyyûb gibi bazı Şâfiîler, birçok Mu‘tezilî ve Zeydî âlimi, İbn Fûrek, İbnü’s-Salâh, Nevevî ve Tîbî gibi hadisçi ve usulcülere göre haberlerin kabulü haber veren kimseye duyulan güvene bağlı olup bir râvinin iç âlemini bilmek imkânsızdır (Şemseddin es-Sehâvî, I, 322). Başta İmam Şâfiî olmak üzere birçok Şâfiî âlimi de bir râvinin âdil olup olmadığının dış yönüne bakılarak anlaşılabileceği görüşündedir (er-Risâle, s. 482). Zehebî, Śaĥîĥ-i Buħârî ve Śaĥîĥ-i Müslim’de bu türden pek çok râvi bulunduğunu, zâhire göre hüküm verme mecburiyetinin mestûr râvinin rivayetini kabul etmeyi gerektirdiğini söylemekte, bazı müteahhir âlimlerin “sika” terimini cehâleti ortadan kalkan ve cerhe uğramayan kimseler için kullandığını, böyle râviye “mestûr, mahallühû es-sıdk” ve “şeyh” denildiğini belirtmekte, meselâ mestûr olarak nitelendirilen Ziyâd b. Müleyk hakkında, “Tevsik ve taz‘if edilmemiş mestûr bir şeyhtir. Hadisi kabul edilebilir” (Mîzânü’l-iǾtidâl, II, 93), Ya‘lâ b. Şeddâd için de, “Mestûr bir şeyhtir; doğru sözlü olduğu söylenebilir, tevsik edilmiştir” (a.g.e., IV, 457) ifadesine yer vermiştir. Mestûrun rivayetini kabul edenlerin başka delilleri de vardır. Fâsıkın haberini araştırmanın (el-Hucurât 49/6) sebebi fısktır; aksi sabit olmadıkça kimsenin kusuru araştırılmamalıdır (el-Hucurât 49/12). Hz. Peygamber kelime-i şehâdet getiren bedevînin ramazan hilâline şahitliğini kabul etmiş, sahâbe şahitlik için Müslümanlık’tan başka şart aramamış, suyun temizliği veya pisliği gibi bazı şer‘î konularda meçhul kişinin haberi ittifakla kabul edilmiştir (Hatîb, el-Kifâye, s. 82-83; Seyfeddin el-Âmidî, II, 72-73).

Bazı âlimler, mestûr râviden rivayette bulunanların sadece adâlet sahibi kimselerden rivayet etmesi veya mestûr râvinin münker rivayet nakletmekle meşhur olmaması şartıyla rivayetini makbul saymışlardır. Zehebî de Śaĥîĥayn’da meçhul olmayan ve kimse tarafından zayıf diye nitelendirilmeyen birçok mestûr râvinin bulunduğunu belirtmiştir (Mîzânü’l-iǾtidâl, I, 556; III, 426). Mestûrun rivayeti konusunda orta yolu tutanlar da vardır. Bunlardan biri olan İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî’ye göre mestûr, zâhiren adâlet vasfına aykırı bir durum görülmemesine rağmen iç yönüyle adâleti anlaşılamayan râvidir ve onun durumu açıklığa kavuşuncaya kadar rivayeti hususunda beklemek uygun olur (el-Burhân, I, 614). Bu görüşü benimseyen İbn Hazm’a göre fâsık, âdil, gāfil, hâfız veya zâbıt olup olmadığı bilinmeyen kimsenin rivayetinde tevakkuf etmek gerekir (el-İĥkâm, I, 138). İbn Hacer’in de onayladığı tevakkuf görüşü (Nüzhetü’n-nažar, s. 46) teorik olarak red görüşünden farklı görünse de mestûrun rivayetiyle amel etmeme açısından pratikte onunla paralellik arzetmektedir.

Mestûr râvinin rivayetinin reddediliş sebebi zayıflık değil zayıflık şüphesi olduğu için en az kendisi kadar veya daha sağlam başka bir tarik yahut tariklerle desteklenmesi halinde bu şüphe giderilebilir ve söz konusu rivayet hasen li-gayrihî mertebesine çıkarılabilir. Kādî İyâz, Mecdüddin İbnü’l-Esîr, İbn Hacer el-Askalânî ve Süyûtî gibi âlimler bu durumu açıkça belirtmiştir. İbnü’l-Esîr, hadis rivayetiyle bilinen ve zâhiren âdil kabul edilen râvilerin rivayetlerinin hasen kapsamına girdiğini söylemiş (CâmiǾu’l-uśûl, I, 101), İbn Hacer el-Askalânî, mestûr veya mechûlü’l-hâl lafzıyla nitelendirilen râvileri güvenilirlik sıralamasında yedinci sırada zikretmiştir (Taķrîbü’t-Tehźîb, s. 14).

Kaynaklarda mestûr diye zikredilen râviler arasında Ahmed b. Abdullah el-Mahzûmî (İbn Hacer, Taķrîbü’t-Tehźîb, s. 22), İshak b. Kâ‘b, Ziyâd b. Müleyk (Zehebî, Mîzânü’l-iǾtidâl, I, 196; II, 93) ve Süveyd b. Abdülazîz’in de (İbn Hacer, Tehźîbü’t-Tehźîb, IV, 276) adı geçmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü’l-ǾArab, “str” md.; Tâcü’l-Ǿarûs, “chl” md.; Şâfiî, er-Risâle (nşr. Ahmed M. Şâkir), Kahire 1399/1979, s. 482; a.mlf., İħtilâfü’l-ĥadîŝ (nşr. M. Ahmed Abdülazîz), Beyrut 1986, s. 36; İbn Hazm, el-İĥkâm (nşr. Ahmed M. Şâkir), Beyrut 1403/1983, I, 138; Hatîb, Târîħu Baġdâd, I, 413; II, 42, 149, 212, 218, 279, 339, 406; III, 154; VIII, 168; a.mlf., el-Kifâye (nşr. Ebû Abdullah es-Sevrakī - İbrâhim Hamdî el-Medenî), Medine, ts. (el-Mektebetü’l-ilmiyye), s. 82-83, 89; İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî, el-Burhân fî uśûli’l-fıķh (nşr. Abdülazîm ed-Dîb), Devha 1399, I, 614- 616; İbnü’l-Esîr, CâmiǾu’l-uśûl (nşr. M. Hâmid el-Fıkī), Beyrut 1404/1984, I, 37, 101; Seyfeddin el-Âmidî, el-İĥkâm fî uśûli’l-aĥkâm, Kahire 1387/1968, II, 70-74; İbnü’s-Salâh, ǾUlûmü’l-ĥadîŝ, Kahire, ts. (el-Mektebetü’l-Mütenebbî), s. 15-16, 52-54; Nevevî, Şerĥu Müslim, I, 132,140; İbn Dakīkul‘îd, el-İķtirâĥ (nşr. Kahtân Abdurrahman ed-Dûrî), Bağdad 1402/1982, s. 323-325; Zehebî, Mîzânü’l-iǾtidâl, I, 196, 556; II, 93; III, 426; IV, 457; a.mlf., AǾlâmü’n-nübelâǿ, XIX, 438; İbn Receb, Şerĥu Ǿİleli’t-Tirmiźî (nşr. Subhî es-Sâmerrâî), Beyrut 1405/1985, s. 79-80, 81, 82; İbn Hacer, Hedyü’s-sârî, Beyrut 1402/1982, s. 396, 411; a.mlf., Nüzhetü’n-nažar, Kahire 1409/1989, s. 46-48; a.mlf., Tehźîbü’t-Tehźîb, IV, 276; a.mlf., Taķrîbü’t-Tehźîb, Beyrut 1416/1996, s. 9, 14, 22; Şemseddin es-Sehâvî, Fetĥu’l-muġīŝ, Beyrut 1403/1983, I, 317-326; Süyûtî, Tedrîbü’r-râvî (nşr. Abdülvehhâb Abdüllatîf), Beyrut 1399/1979, I, 316-322; Zekeriyyâ el-Ensârî, Fetĥu’l-bâķī Ǿalâ Elfiyyeti’l-ǾIrâķī, Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye), I, 323-329; Emîr es-San‘ânî, Tavżîĥu’l-efkâr (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Kahire 1366, II, 173-198; Bahrülulûm el-Leknevî, Fevâtiĥu’r-raĥamût, Beyrut 1423/2002, II, 181 vd.; Leknevî, er-RefǾ ve’t-tekmîl, s. 229-230, 232; Tecrid Tercemesi, Mukaddime, I, 219, 319-326; Talât Koçyiğit, Hadis Istılahları, Ankara 1980, s. 214; Haldûn el-Ahdeb, Esbâbü iħtilâfi’l-muĥaddiŝîn, Cidde 1407/1987, II, 470-481; Abdullah Aydınlı, Hadis Istılahları Sözlüğü, İstanbul 1987, s. 94, 97; Mücteba Uğur, Ansiklopedik Hadis Terimleri Sözlüğü, Ankara 1992, s. 212-213; Abdullah Şa‘bân Ali, İħtilâfâtü’l-muĥaddiŝîn ve’l-fuķahâǿ fi’l-ĥükm Ǿale’l-ĥadîŝ, Kahire 1417/1997, s. 374-380; Emin Âşıkkutlu, Hadiste Ricâl Tenkîdi, İstanbul 1997, s. 125-127, 183; Mustafa M. Ebû Amâre, “Eđvâǿ Ǿalâ rivâyeti’l-mechûl Ǿinde ehli’l-ĥadîş”, Ĥavliyyâtü Külliyyeti uśûli’d-dîn bi’l-Ķāhire, sy. 10, Kahire 1413/1993, s. 119-152.

Emin Âşıkkutlu