MERSİYE

(المرثية)

Arap, Fars ve Türk edebiyatlarında özellikle ölenin veya kaybedilen değerlerin ardından onu öven ve kaybının üzüntüsünü terennüm eden şiirlerin genel adı.

Sözlükte “ölenin iyiliklerini anıp ağlamak, onun hakkında ağıt söylemek” anlamında Arapça masdar olan mersiye (risâ’) “bu amaçla söylenen sözler” mânasında isim olarak da kullanılır. Kaynaklar insanoğlunun ilk söylediği şiirin mersiye olduğunu, en eski mersiyenin de Kābil’in Hâbil’i öldürmesi üzerine Hz. Âdem tarafından söylendiğini kaydeder. Arap edebiyatında mersiyenin başlangıcı, Câhiliye devrindeki cenaze törenlerinde kadınlar tarafından terennüm edilen secili ve âhenkli sözlere kadar uzanır. Bunların daha sonra manzum kalıplara dökülmesiyle bugün bilinen mersiyeler ortaya çıkmıştır. Câhiliye döneminde ölüye ağlarken kadınlar saçlarını keser, yüzlerini tokatlar ve yakalarını yırtarlardı. İslâmî dönemde bu tür davranışlar Hz. Peygamber tarafından yasaklanmıştır (Buhârî, “Cenâǿiz”, 35, 38-39; Müslim, “Îmân”, 165).

Klasik mersiyede üç ana bölüm vardır. Bunlar ölen kişinin yitirilmesinden duyulan acı ve üzüntünün dile getirildiği ağlama bölümü (nedb, nevh), erdemlerinin anlatıldığı övgü bölümü (te’bîn) ve duyulan acılara katlanmanın tavsiye edildiği bölümdür (sabır, azâ’). Öldürülen kardeşleri için ağlamaktan gözleri kör olan Arap kadın şairlerinin en büyüğü Hansâ’nın mersiyesinin ilk bölümünde yer alan ağlama ve göz yaşı tasvirleri bu alandaki en başarılı örnektir. Geleneğe göre mersiyelerde ölenin cömertlik, konuk severlik, güçsüzleri koruma, cesaret ve kahramanlık gibi meziyetleri, ilim ve irfanı yanında dünya hayatının fâniliği anlatılarak geride kalanlar sabra davet edilir ve konu hikmetli sözlerle desteklenirdi. Ancak Câhiliye şairlerinden Düreyd b. Sımme ile Ebû Duâd el-İyâdî ve Endülüslü şair İbn Hafâce, mersiyelerine farklı konuları ele aldıkları birer nesîb ile (gazel) başlayarak bu yapının dışına çıkmışlardır (el-AsmaǾiyyât, s. 111 [nr. 28]; s. 213-218 [nr. 65]; İbn Hafâce, s. 110-111).

Câhiliye devrinde ve İslâm’ın ilk zamanlarında nazmedilmiş mersiyelerde öldürülen kişilerin intikamını almaya yemin etme ve düşmanı korkutma temalarına da yer verilmiştir. Muallaka şairi Antere’nin mersiyeleriyle (Dîvân, s. 69-70, 127-128, 217) Bedir ve Uhud gibi savaşlarda öldürülenler için her iki tarafa mensup şairlerin, sahâbeden Hassân b. Sabit ile Kâ‘b b. Mâlik’in, müşriklerden Ümeyye b. Ebü’s-Salt, Abdullah b. Ziba‘râ, Hübeyr b. Ebû Vehb ve Dırâr b. Hattâb’ın mersiyelerinde bu özellikleri görmek mümkündür (İbn Hişâm, III, 8, 45, 55-56, 90, 97-98, 136-137). Az da olsa mersiyelerinde ortalığı yatıştırmaya çalışan şairler de görülür. Nitekim Tâlib b. Ebû Tâlib, Bedir’de ölen müşrikler için nazmettiği mersiyede Hz. Peygamber’i övmüş, geçmişteki savaşlardan örnekler vererek bu tür çatışmalardan kaçınmanın gereğini vurgulamış (a.g.e., III, 27-28), Kureyş’ten Kuteyle bint Hâris, kardeşi Nadr için söylediği mersiyede öldürülmesinden duyduğu üzüntüyü dile getirirken Resûl-i Ekrem’in asil bir aileden geldiğini itiraf etmiştir (İbn Kuteybe, eş-ŞiǾr ve’ş-ŞuǾarâǿ, s. 45). Ebû Zeyd el-Kureşî, Cemheretü eşǾâri’l-ǾArab’ın beşinci tabakasında muhadramûn ve Câhiliye devrinde yaşayan yedi şairin mersiyelerine yer vermiştir (DİA, VII, 324).

Emevîler’le birlikte saltanatın başlaması ve hilâfetin babadan oğula geçmesi mersiyelerde tâziye ile tebrikin birleşmesine sebep olmuş, hüzün ve sevinci, karamsarlıkla ümidi bir şiire sığdırmıştır. Bunun ilk örneği, Abdullah b. Hemmâm es-Selûlî’nin Muâviye’nin ölümünden sonra yerine geçen oğlu Yezîd’e hitaben yazdığı mersiyede görülür (Câhiz, I, 495, 496; İbn Kuteybe, eş-ŞiǾr ve’ş-şuǾarâǿ, s. 439). Ebû Nüvâs’ın, Hârûnürreşîd’in ölümü ve oğlu Emîn’e yeni halife olarak biat edilmesi üzerine nazmettiği mersiye de bu nevidendir (Dîvân, s. 581). İslâm ülkelerinin sınırlarının genişlemesi ve bağımsız birçok krallık ve emirliğin ortaya çıkması tâziye-tebrik türü mersiyeleri arttırmıştır (İbn Bessâm eş-Şenterinî, I/1, s. 393; I/2, s. 10; IV/1, s. 211; Makkarî, II, 149-157).

Ölünün arkasından ağlamayı yasaklayan hadislerin tesiriyle Hz. Peygamber için nazmedilmiş mersiyeler kısa olmalarının yanı sıra fazla da değildir. Hassân b. Sâbit’in bu konudaki beş kasidesinden en uzunu kırk dört beyitten meydana gelmektedir (Dîvân, s. 54-59, 63, 64). Kâ‘b b. Mâlik’in divanında ise üç kısa şiir yer almıştır (Dîvân, s. 173, 198, 281). Abdullah b. Üneys, Ebû Züeyb el-Hüzelî, Resûl-i Ekrem’in amcazadesi Ebû Süfyân ile Ebû Bekir, Ömer ve Ali’nin de zamanımıza kısmen intikal etmiş mersiyeleri mevcuttur (Ahmed Kûtî, LXIII/2 [1408/1988], s. 220-224). Hz. Peygamber için kadınların nazmettiği mersiyelerden kızı Hz. Fâtıma’ya ait üç, halası Safiyye’ye ait yedi, diğer halası Âtike’ye ait üç kaside dışında çoğu yakınları olan hanımlara ait mersiyelerden parçalar çeşitli kaynaklarda zikredilmiştir (a.g.e., LXIII/2 [1408/1988], s. 224-229). Resûlullah için yazılan methiyelerin birçoğunda mersiye özellikleri de bulunur. Bilhassa onunla birlikte Ehl-i beyt’in de övüldüğü Kümeyt el-Esedî, Di‘bil, Mihyâr ed-Deylemî ve Şerîf er-Radî gibi şairlerin methiyelerinde bu nitelik açıkça görülür. Hz. Ali ve Hüseyin’in şehid edilmesi sebebiyle Ehl-i beyt için gerek o devirde gerekse sonraki dönemlerde çok miktarda mersiye kaleme alınmıştır. Kümeyt el-Esedî’nin bu konudaki şiirleri el-Hâşimiyyât adıyla anılır. Di‘bil el-Huzâî, Şerîf er-Radî ve Mihyâr ed-Deylemî de Ehl-i beyt’e dair mersiyeleriyle tanınan şairlerdendir.

İslâm tarihinde fazla tanınmamış bazı hânedanlarla devlet yönetiminde bir müddet etkili olmuş nüfuzlu kişilerin


kendileri için nazmedilen mersiyelerle dikkat çektiği ve daha çok bunlarla tanındığı görülmektedir. Abbâsîler’in bir müddet vezirliğini yapan Bermekî ailesinin siyasî sebeplerle öldürülmesi üzerine Di‘bil, Selm el-Hâsir, Eşca‘ es-Sülemî, Fazl b. Abdüssamed er-Rekāşî ve Ebû Nüvâs gibi şairlerin yazdığı mersiyeler bu nevidendir (Ebû Nüvâs, s. 582-585; Mes‘ûdî, III, 389-392). İşbîliye (Sevilla) şehri ve çevresinde yarım asır hüküm süren Abbâdîler’den Mu‘temid-Alellah, Murâbıt Hükümdarı Yûsuf b. Tâşfîn tarafından saltanatına son verilerek ailesiyle birlikte Mağrib’in Ağmât şehri zindanına sürgüne gönderilince kendisini zindanda sık sık ziyaret eden İbnü’l-Lebbâne ile İbn Hamdîs’in kasideleriyle Mu‘temid-Alellah’ın şairlerinden İbn Abdüssamed ve Lisânüddin İbnü’l-Hatîb’in mersiyeleri (Abdülvâhid el-Merrâküşî, s. 102-104; İbnü’l-Hatîb, AǾmâlü’l-aǾlâm, s. 165-167) bu hükümdarın ve ailesinin daha çok tanınmasını sağlamıştır. Ömer el-Mütevekkil’in iki oğluyla birlikte Murâbıtlar tarafından idam edilerek Batalyevs’teki (Badajoz) hâkimiyetlerine son verilen Eftasî hânedanı için Vezir İbn Abdûn’un tarihî bilgisini ortaya koyarak nazmettiği mersiye hem şairine hem de hânedana şöhret kazandırmıştır (Toprak, DDl., V/2 [1993], s. 153-168).

Uzun bir ömrün ya da amansız bir hastalığın ardından yaklaşan ölümü veya esir düşüp öldürülmeyi beklerken kendileri için mersiye yazanlar da olmuştur. İbn Kuteybe, bu türün öncüsü olarak tanınan Câhiliye şairi İbn Hazzâk’ın bir mersiyesini nakletmektedir (eş-ŞiǾr ve’ş-ŞuǾarâǿ, s. 249). Horasan’ın fethi için gönderilen orduların birinde yer alan Mâlik b. Reyb (Ebû Ali el-Kālî, Źeylü’l-Emâlî, s. 137-139), Ağmât zindanlarında ölümünü bekleyen İbn Abbâd el-Mu‘temid-Alellah, yakalandığı amansız hastalığa yenik düşen İbn Şüheyd (İbn Bessâm eş-Şenterînî, I/1, s. 282-287), sefahat içinde geçen ömrüne pişmanlık duyan ve Allah’ın huzuruna günahkâr olarak çıkmanın verdiği korkuyu dile getiren Ebû Nüvâs da (Dîvân, s. 579-580) bu tarz şiirler nazmedenlerdendir. Kendileri için mersiye yazanlar arasında Abdüyegūs b. Salâe, Suraym b. Ma‘şer, Alkame b. Sehl ve Ca‘fer b. Ulbe de anılmalıdır. Gençlik günlerine ağıt şeklindeki mersiyenin öncüsü Câhiliye şairi Amr b. Kamie olup Endülüslü şair İbn Hafâce de bu temayı birçok şiirinde işlemiştir (Dîvân, s. 27, 46, 94, 132).

Hayatta iken dost ve yakınlarından kendileri için mersiye talep edenler de vardır. Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib’in altı kızının babaları için yaktığı ağıtlar (İbn Hişâm, I, 169-173), Ebû Nüvâs’ın dilci ve şiir râvisi Halef el-Ahmer’e mersiyesi (Dîvân, s. 574, 577), Ebû Sahr el-Hüzelî’nin Emevîler’den Abdülazîz b. Üseyd’e mersiyesi (Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, el-Eġānî, XXIV, 103) bu gruba dahil edilebilir. İlk örneği İmruülkays b. Hârise ile muallaka şairi İmruülkays b. Hucr’da görülen (İbn Kuteybe, eş-ŞiǾr ve’ş-şuǾarâǿ, s. 67-68) Câhiliye kasidelerinin genellikle giriş kısmında sevgililere, akraba ve dostlarla yaşanmış hâtıraların bulunduğu eski meskenlere ve terkedilmiş diyara yakılmış ağıtlar da mersiye kabul edilmiştir. Daha sonraki şairlerle devam eden bu gelenek İslâmî dönemde elden çıkan veya deprem, sel ve düşman baskını gibi felâketlere mâruz kalan şehir ve yerler hakkında mersiyelerle sürdürülmüştür. Abbâsî halifeleri Emîn ve Me’mûn kardeşlerin iktidar mücadelesinde tahrip edilen Bağdat üzerine nazmedilen mersiyeler arasında (Taberî, V, 74-89) Türk asıllı şair Hureymî’nin 135 beyitlik kasidesi (a.g.e., VIII, 431-454) bir şaheser kabul edilir. İbnü’r-Rûmî’nin zenci ayaklanmasında tahrip edilen Basra’ya ve ahalisine dair yazdığı mersiyede (Dîvân, s. 419 vd.) Hureymî’den esinlendiği görülmektedir (a.g.e., a.y.). Abbâsî hilâfetine son veren Moğollar’ın tahrip ettiği Bağdat için Şemseddin Mahmûd el-Kûfî ve Takıyyüddin İsmâil et-Tenûhî gibi birçok şair mersiye yazmış (Kütübî, I, 497-501), depremde yerle bir olan Şeyzer (Hama) kasabası ve halkı için Üsâme b. Münkız bir ağıt nazmetmiştir (Dîvân, s. 304-305, 307-309). Hakkında en çok mersiye söylenen yerlerden biri, V. (XI.) yüzyılın ikinci yarısından itibaren müslümanların elinde bulunan şehirleri birbiri ardınca hıristiyanların eline geçen veya tahrip edilen Endülüs’tür. Bu mersiyelerin ağıt kısmında sadece şehrin kaybedilişine veya yakılıp yıkılışına değil aynı zamanda müslümanların içine düştüğü zillet ve esarete, camilerin kiliseye dönüştürülüp minarelerden ezan sesi yerine çan sesi duyulmasına da ağlanmıştır. Bir kısmında ise yurdunu savunmaktan âciz kalan veya düşmandan korkup onunla savaşı göze alamayan müslümanlara yöneltilmiş kınama ve yermeler de vardır. İbn Amîre’nin 635’te (1238) düşen Belensiye (Valencia) için mersiyesi (İbnü’l-Hatîb, AǾmâlü’l-aǾlâm, s. 273-274), İbnü’l-Lebbâne’nin ve Ebü’l-Bekā er-Rundî’nin 646’da (1248) kaybedilen İşbîliye için mersiyeleri (Makkarî, Nefĥu’ŧ-ŧîb, II, 1246-1248; Ezhârü’r-riyâż, I, 47-50), 478’de (1085) elden çıkan Tuleytula (Toledo) hakkında anonim bir mersiye (Makkarî, Nefĥu’ŧ-ŧîb, II, 1244-1246) ve 897’de (1492) işgal edilmesiyle müslümanların Endülüs’teki hâkimiyetinin fiilen sona erdiği Gırnata (Granada) üzerine yazılan 145 beyitlik anonim mersiyede (er-Risâle, CXXXI [1354/1936], s. 22-24) bu özellikler görülmektedir. Çağımızda Arap ve İslâm âleminin işgal edilen veya katliama mâruz kalan birçok yöresi için yazılan ağıtlar arasında Mısırlı şair Ahmed Şevkī’nin 1912’de Bulgar işgaline uğrayan Edirne ve 1926’da Fransız işgaline mâruz kalan Dımaşk için yazdığı mersiyeler birer örnektir (Şevkī Dayf, s. 50-51). Tunuslu şair Ahmed el-Kılibî’nin Fransızlar’ın işgal ettiği Cezayir’e mersiyesi, yahudilerin işgal ettiği Filistin toprakları için M. Abdülganî Hasan ve Zekî el-Mehâsinî gibi birçok şairin nazmettiği mersiyeler de (a.g.e., s. 52-53) bu nevidendir.

Hayvanlar için söylenen mersiyeler arasında Ebû Nüvâs’ın ormanda avlanırken yılan tarafından sokulup öldürülen av köpeğine mersiyesi (Dîvân, s. 643), İbnü’l-Allâf’ın, güvercinlerini yiyecek endişesiyle komşuları tarafından öldürülen kedisine mersiyesi (DİA, XX, 484; XXI, 144) bu türün ilk örneklerindendir. Ebü’l-Ferec el-İsfahânî’nin horozuna mersiyesi (el-Eġānî, I, Mukaddime), Abbâsî Veziri İbnü’z-Zeyyât’ın Mu‘tasım-Billâh tarafından elinden alınan atına mersiyesi (a.g.e., XXIII, 65), Ebû Îsâ İbnü’l-Müneccim’in atı için dostları tarafından nazmedilen, Ebû Mansûr es-Seâlibî’nin “el-Birzevniyyât” adı altında topladığı on bir mersiye (Seâlibî, III, 214-229) türün meşhur şiirlerindendir.

Mersiyede son derece başarılı olan Arap kadın şairler en dokunaklı örnekleri vermişlerdir. Hansâ’nın divanı suikasta kurban giden kardeşleri Sahr ve Muâviye için dökülen göz yaşlarıyla doludur. Emevî şairlerinden Leylâ el-Ahyeliyye sevgilisi Tevbe için bir dizi mersiye nazmetmiştir (Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, el-Eġānî, XI, 228-237). Bunlar arasında erkekler gibi hamâsî bir üslûpla sabır ve metanet örneği mersiye nazmedenler de vardır. Ümmü’s-Sarîh el-Kindiyye’nin Yemen’de bir savaşta ölen yakınlarına (Ebû Temmâm, s. 265 [nr. 320]), Reytâ bint Âsım’ın aşiretinden ölenlere (a.g.e., s. 316 [nr. 393]), Hind bint Utbe, Safiyye bint Müsâfir ve diğerlerinin Bedir’de ölen Kureyşliler’e (İbn Hişâm, III, 40-44) mersiyeleri bunlardandır. Gerek Câhiliye devrinde gerek İslâmî


dönemde erkek ve kadın şairlerden birçoğu kendi çocukları için de mersiye yazmışlardır. Hâris b. Ubâd, Züheyr b. Ebû Sülmâ, Hırnık bint Bedr, Ebû Züeyb el-Hüzelî, Nâbiga el-Ca‘dî, Ümmü Hakîm bint Kārız, Ümmü Kırfe Fâtıma bint Rebîa, Ferezdak, Cerîr b. Atıyye, Beşşâr b. Bürd, Ebü’l-Atâhiyye, Ebû Temmâm, İbnü’r-Rûmî, Üsâme b. Münkız, İbn Nübâte el-Mısrî bunlardan bazılarıdır. Arap edebiyatında çoğu tâziye niteliğinde mensur mersiye örnekleri de görülür (Câhiz, II, 1032-1033; Ebû Ali el-Kālî, el-Emâlî, s. 100-102). İbn Hazm’ın iç karışıklıklarla tahrip edilen Kurtuba için yazdığı manzum ve mensur mersiye bu türdendir (İbnü’l-Hatîb, AǾmâlü’l-aǾlâm, s. 106-107).

Mersiyeler, hüzün ve kasvetli ifadelerle dolu olmalarına ve çok defa tekdüze bir üslûp taşımalarına rağmen dil ve sanat bakımından oldukça zengindir. Mersiyelerin övgü ve ağlama bölümleri beyan sanatlarının en çok kullanıldığı kısımlardır. Ölenin veya mersiye içinde bir vesileyle adı geçen kişilerin isimleriyle cinas yapılması da çok yaygındır. Ağıt yakılan kişinin adının veya bir mısraın tamamının aynı mersiye içinde defalarca tekrarlanması Câhiliye devrinden beri süregelen bir gelenektir. Bekr ve Tağlib kabileleri arasında çıkan bir savaşta Hâris b. Ubâd tarafından söylenen 100 beyitlik bir kasidede şair atını işaret ederek, “Neama’nın dizginlerini bana yaklaştırın” mısraını kırktan fazla tekrarlamıştır (diğer örnekler için bk. Mes‘ûdî, III, 31; İbnü’l-Hatîb, el-İĥâŧa, IV, 71-72).

İslâm dünyasında başta dinî ilimler olmak üzere nahiv, belâgat, tarih vb. disiplinlerin gelişmesi mersiyeye de yansımış, ölen kişiler uğraştıkları ilim dalları ve yazdıkları eserlerle anıldığından mersiyeler daha önce görülmemiş bir şekilde çok sayıda terim ve eser adıyla dolmuştur. Ancak bu lafızların sıkça kullanılması mersiyeleri kelime bakımından zenginleştirmişse de anlam ve duygu bakımından zayıflatmıştır. Çünkü bunlarda şairler ölüye ağlayıp dinleyenleri de ağlatmaktan ya da etkilemekten çok, dikkatleri terimlerle yapılmış cinas ve tevriyeler yoluyla süslü beyitlere çekerek âdeta konudan uzaklaşmışlardır. Şerefeddin el-Hısnî, gramer âlimi İbn Mâlik için söylediği mersiyede sağlığında yaptığı çalışmaları özetlemiştir (Süyûtî, I, 134-135). Dil ve gramer âlimi Ebû Hayyân el-Endelüsî için (Halîl b. Aybek) Safedî’nin nazmettiği bir mersiye ile dilci İbn Düreyd için söylenen anonim bir mersiye de bu türdendir (Ebû Ali el-Kālî, Źeylü’l-Emâlî, s. 229-231).

BİBLİYOGRAFYA:

Buhârî, “Cenâǿiz”, 35, 38-39; Müslim, “Îmân”, 165; Kâ‘b b. Mâlik, Dîvân (nşr. Sâmî Mekkî el-Ânî), Bağdad 1386/1966, s. 173, 198, 281; Antere, Dîvân, Beyrut, ts. (Dâru Sâdır), s. 69-70, 127-128, 217; Hassân b. Sâbit, Dîvân, Beyrut, ts. (Dâru Sâdır), s. 54-59, 63-64; Ebû Nüvâs, Dîvân (nşr. Ahmed Abdülmecîd el-Gazâlî), Beyrut 1404/1984, s. 574-577, 579-580, 581, 582-585, 643; Asmaî, el-AśmaǾiyyât (nşr. Ahmed M. Şâkir - Abdüsselâm Hârûn), Kahire 1375/1955, s. 111 (nr. 28), s. 213-218 (nr. 65); İbn Hişâm, es-Sîre (nşr. Mustafa es-Sekkā v.dğr.), Beyrut 1985, I, 169-173; III, 8, 27-28, 40-44, 45, 55-56, 90, 97-98, 136-137; Ebû Temmâm, Dîvânü’l-ĥamâse (nşr. Abdülmün‘im Ahmed Sâlih), Bağdad 1980, s. 264-265 (nr. 319), s. 265 (nr. 320), s. 316 (nr. 393); Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn (nşr. Hasan es-Sendûbî), Beyrut 1414/1993, I, 495-496; II, 1032-1033; İbn Kuteybe, eş-ŞiǾr ve’ş-şuǾarâǿ, Beyrut 1412/1991, s. 45, 67-68, 249, 439; a.mlf., el-MeǾâni’l-kebîr, Beyrut 1405/1984, III, 1197-1211; İbnü’r-Rûmî, Dîvân (nşr. Kâmil Kîlânî), Kahire 1921, s. 419 vd.; Taberî, Târîħ (Ebü’l-Fazl), V, 74-89; VIII, 431-454; İbrâhim b. Muhammed el-Beyhakī, el-Meĥâsin ve’l-mesâvî (nşr. Muhammed Süveyd), Beyrut 1408/1988, s. 391-394; İbn Abdürabbih, el-Ǿİķdü’l-ferîd, Kahire 1346/1928, II, 158-202; Kudâme b. Ca‘fer, Naķdü’ş-şiǾr, İstanbul 1302/1885, s. 33-36, 75; Ebû Riyâş Ahmed b. İbrâhim el-Kaysî, Şerĥu Ĥâşimiyyâti’l-Kümeyt İbn Zeyd el-Esedî (nşr. Dâvûd Sellûm - Nûrî Hammûdî el-Kaysî), Beyrut 1406/1986, tür.yer.; Mes‘ûdî, Mürûcü’ź-źeheb (Abdülhamîd), III, 31, 389-392; Ebû Ali el-Kālî, el-Emâlî, Bulak 1324, s. 100-102; a.mlf., Źeylü’l-Emâlî, Bulak 1324, s. 137-139, 229-231; Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, el-Eġānî (nşr. Semîr Câbir - Abdullah Ali Mühennâ), Beyrut 1407/1986, I, Mukaddime, XI, 228-237; XXIII, 65; XXIV, 103; a.mlf., Maķātilü’ŧ-ŧâlibiyyîn (nşr. Seyyid Ahmed Sakr), Beyrut, ts. (Dârü’l-ma‘rife), tür.yer.; Mihyâr ed-Deylemî, Dîvân, Kahire 1344-50/1925-31, II, 259-262, 367-370; III, 109; Seâlibî, Yetîmetü’d-dehr, Mekke 1399/1979, I, 212-214; III, 214-229, 280-286; İbn Reşîķ el-Kayrevânî, ǾUmde, Kahire 1325, II, 117 vd.; İbn Hafâce, Dîvân, Kahire 1286, s. 27, 46, 94, 132, 110-111; İbn Bessâm eş-Şenterînî, eź-Źaħîre fî meĥâsini ehli’l-Cezîre (nşr. İhsan Abbas), Kahire 1358-64/1939-45, I/1, s. 282-287, 393; I/2, s. 10, IV/1, s. 211; İbn Münkız, Dîvân, Kahire 1953, s. 304-305, 307-309; Abdülvâhid el-Merrâküşî, el-MuǾcib fî telħîśi aħbâri’l-Maġrib (nşr. R. Dozy), Leiden 1881, s. 102-104; Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb, Kahire 1936, V, 164-229; Kütübî, Fevâtü’l-Vefeyât, Kahire, ts., I, 497-501; İbnü’l-Hatîb, el-İĥâŧa, IV, 71-72; a.mlf., AǾmâlü’l-aǾlâm (nşr. E. Lévi-Provençal), Beyrut 1956, s. 106-107, 165-167, 273-274; Süyûtî, Buġyetü’l-vuǾât, I, 134-135; Makkarî, Nefĥu’ŧ-ŧîb, Kahire 1279/1862, I, 1102-1103, 1244-1248; II, 149-157, 1244-1248; a.mlf., Ezhârü’r-riyâż (nşr. Mustafa es-Sekkā v.dğr.), Kahire 1356-61/1934-42, I, 47-50; L. Şeyho, Riyâżü’l-edeb fî merâŝî şevâǾiri’l-ǾArab, Beyrut 1897, tür.yer.; Şevkī Dayf, er-Riŝâǿ, Kahire, ts., s. 50-51, 52-53; Nihad M. Çetin, Eski Arap Şiiri, İstanbul 1973, s. 86-88; Hüseyin Atvân, ŞuǾarâǿü’d-devleteyn, Beyrut, ts. (Dârü’l-Cîl), s. 377-392; R. Dozy, Commentaire historique sur le poème d’Ibn Abdūn par Ibn Badrūn; Mahmûd Hasan Ebû Nâcî, er-Riŝâǿ fi’ş-şiǾri’l-ǾArabî, Medine 1404/1984, tür.yer.; Mustafa Abdüşşâfî eş-Şûrâ, ŞuǾarâǿü’r-riŝâǿ fî śadri’l-İslâm, Kahire 1986, tür.yer.; Bekrî Şeyh Emîn, MuŧâlaǾât fi’ş-şiǾri’l-Memlûkî ve’l-ǾOŝmânî, Beyrut 1986, s. 99-114; Yahyâ el-Cübûrî, eş-ŞiǾrü’l-Câhilî, Beyrut 1407/1987, s. 311-338; M. Faruk Toprak, Endülüs Şiirinde Mersiye (doktora tezi, 1990), AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; a.mlf., “İbn Abdûn’un Aftasîler İçin Söylediği Mersiyesi”, DDl., V/2 (1993), s. 153-168; Hüseyin Cum‘a, er-Riŝâǿ fi’l-Câhiliyye ve’l-İslâm, Dımaşk 1991, tür.yer.; Abdülmuîn el-Mellûhî, Merâŝi’l-âbâǿ ve’l-ümmehât li’l-benîn ve’l-benât, Beyrut 1996; Fr. Meir, “A Saying of the Prophet Against Mourning the Dead”, Essays on Islamic Piety and Mysticism, Leiden 1999, s. 221-244; Abdullah Abdürrahim es-Sûdânî, Riŝâǿü ġayri’l-insân fi’ş-şiǾri’l-ǾAbbâsî, Ebûzabî 1420/1999, tür.yer.; I. Goldziher, “Bemerkungen zur arabischen Trauerpoesie”, WZKM, XVI (1902), s. 307-334; “Rişâǿü’l-Endelüs li-şâǾir Endelüsî mechûl”, er-Risâle, CXXXI (1354/1936), s. 22-24; Âtika el-Hazrecî, “Dîvânü’l-vefâ fî merâşi’n-nisâ”, MMLADm., L/2 (1395/1975), s. 345-370; Ahmed Kūtî, “Merâşi’ş-şuǾarâǿ li-Resûlillâh”, a.e., LXIII/2 (1408/1988), s. 215-230; J. A. Bellamy, “Some Observations on the Arabic Ritha in the Jahiliyah and Islam”, Jerusalem Studies in Arabic and Islam, XIII, Jerusalem 1990, s. 44-61; Ömer ed-Dekkāk, “(et-Ta.rîf ve’n-naķd): eş-ŞuǾarâǿü’lleźîne reşev enfüsehüm ķable’l-mevt”, MMLADm., LXXI/4 (1417/1996), s. 817-827; W. Stevens, “A Nation Born in Mourning: The Neoclassical Funeral Elegy in Egypt”, JAL, XXVIII (1997), s. 38-67; Ch. Pellat, “Marґћiya”, EI² (İng.), VI, 603-608; M. Sadi Çöğenli, “Cemheretü eş‘âri’l-Arab”, DİA, VII, 324; İsmail Durmuş, “Hureymî”, a.e., XVIII, 386; a.mlf., “İbnü’l-Mu‘tez”, a.e., XXI, 144; Nevzat Yanık, “İbnü’l-Allâf”, a.e., XX, 484.

M. Faruk Toprak




FARS EDEBİYATI. İslâm’dan önce İran’da ilk yazılan mersiye hakkında kesin bilgi bulunmamakla beraber türün revaçta olduğuna dair bazı işaretler mevcuttur. Merzkû adlı dinî önderlerden birinin ölümü üzerine Eşkânî Pehlevîce yazılmış “Risâ-yi Merzkû” günümüze ulaşmıştır. İslâmî dönemden intikal etmiş en eski örnek ise İbn Hurdâzbih’in el-Mesâlik ve’l-memâlik’inde yer alan, Ebü’l-Yenbagī Abbas b. Tarhân’ın Semerkant’ın harabe haline gelmesi yüzünden Derî Farsçası ile yazdığı altı kıtalık şehir mersiyesidir. Târîħ-i Sîstân’da Muhammed b. Vasîf Sistânî’nin Saffârîler’in zaafa düştüğü 296 (908-909) yılındaki olayları konu alan kaside şeklinde on bir beyitlik mersiyesi de eski örneklerdendir. Farsça’da müstakil mersiyesi günümüze ulaşan ilk şair Rûdekî’dir (ö. 329/940). Önceki şairlerin bu genişlikte mersiye nazmettiği


bilinmediği gibi güçlü ifadelerinden dolayı bu tür onunla başlatılmaktadır.

Konularına göre farklı özellikler gösteren mersiyeleri sarayla, önemli kişi veya ailelerle (hânedan) ilgili olanlar, destanî, dinî, tasavvufî, felsefî ve sosyal konulu örnekler şeklinde gruplandırmak mümkündür. Saray şairleri tarafından bir bakıma görev gereği hükümdar ve saray mensupları hakkında söylenmiş mersiyelerin ilk örneği Ferruhî-i Sîstânî’nin Gazneli Mahmud’un ölümü üzerine (421/1030) yazdığı şiirdir. Enverî’nin kaleme aldığı bu tür mersiyeler zamanla kendine has kalıplar ve özellikler kazanmıştır. Etkisi XX. yüzyıla kadar süren bu özellikler, ne olduğu hakkında cevap alınamayacağı bilindiği halde soru sormaya yönelik bir plan, ölümü ifade etmek için kalıplaşmış ibarelerin kullanılması, ölüye hâlâ yaşıyormuş gibi hitap edilmesi, ondan özür dilenmesi, “eyvah! yazık!” gibi tabirlerin sıkça kullanılması, sık sık övgüye lâyık meziyetleri konu edilerek ölenin sosyal mevkiine uygun imajlara yer verilmesi, ölü için yas tutan insanların ve tabiatın tasviri, ölenin halefinden bahsedilmesi (tâziye), ölenin cennette mutluluğu için dua edilmesi gibi hususlardır. Tâziye ile beraber onun yerine geçeni de tebrik eden (tehniye) mersiye türünün ilk örneğini Ebü’l-Abbas Fazl b. Abbâs-ı Rebencenî nazmetmiş olup şiirinde Sâmânî Hükümdarı Nasr b. Ahmed’in ölümü üzerine tâziye ile birlikte onun yerine geçeni tebrik etmiştir. Saray şairlerince teşrifata ait ve resmî konulu mersiyelerin de söylendiği Am‘ak-ı Buhârî’nin, Sultan Sencer’in kızı Mâh-Melek Hatun’un kendisi yerine oğlu Hamîdî’yi sarayda görevlendirdiğinde yazdığı şiirden anlaşılmaktadır. Muizzî’nin Sultan Melikşah ve Nizâmülmülk’le ilgili mersiyesi de bu nevidendir. Ayrıca Ferruhî-i Sîstânî, Sa‘dî-i Şîrâzî ve Hâkānî-i Şirvânî’nin saray teşrifatıyla ilgili mersiyeleri vardır.

Fars edebiyatında bir başka mersiye türü şahsî ve ailevî kayıplara ait olup onların ölümünden duyulan üzüntüleri yansıtır. Bu türde ilk mersiyeyi kimin yazdığı kesin olarak belli olmamakla birlikte Firdevsî’nin oğlu için söylediği şiir buna ilk örnek kabul edilir. Hâkānî-i Şirvânî’nin aile fertleri için yazdığı şiirler de bu türün en iyi örnekleridir. Kemâleddîn-i İsfahânî’nin babasının ölümü üzerine yazdıkları ile Nâsır-ı Hüsrev’in Leylâ ile Mecnûn’unda annesi ve kardeşi için söylediği mersiye, türün meşhur manzumelerinden sayılır. Ayrıca Abdurrahman-ı Câmî’nin oğlu ve kardeşi, Muhteşem-i Kâşânî’nin kardeşi ve Feyzî-i Dekkenî’nin oğlu hakkında nazmettiği mersiyeler de önemlidir. Şahsî mersiyelerin bir kısmı şairlerin diğer bir şairin ölümünden dolayı yazdıklarıdır. Bunlar arasında Rûdekî’nin Şehîd-i Belhî, Lebîbî-i Horasânî’nin Ferruhî-i Sîstânî, Senâî’nin Muizzî, Bahâr’ın Cemîl Sadîkī, Işkī, Pervîn-i İ‘tisâmî ve Îrec Mirza’nın ölümü üzerine nazmettiği şiirlerle Fürûg-ı Ferruhzâd için çağdaşı on iki şairin yazdığı mersiyeler anılabilir. Bazı şairlerin ölümlerinden önce kendileri için mersiye yazarak daha sonra bunun mezar taşlarına işlenmesini istemelerine örnek olarak son dönem şairlerinden Îrec Mirza gösterilebilir.

Dinî mersiyelerin başında Kerbelâ, imamların öldürülmesi ve Ma‘sûm-i Çehârdeh’in seyahatleri vesilesiyle yazılan şiirler gelmektedir. Fars edebiyatında Hz. Hüseyin’in şehâdetiyle ilgili mersiyeler dinî muhtevalı örneklerin eksenini oluşturur. Bu konuda ilk eserlerden biri, VI. (XII.) yüzyılın ilk yarısında Kavâmî-i Râzî tarafından ortaya konulmuştur. Mirza Abdülcelîl, Hâcû-yi Kirmânî ve Selmân-ı Sâvecî de Hz. Hüseyin’in şehâdetini çeşitli şekillerde dile getirmişlerdir. VI (XII) ve VIII. (XIV.) yüzyıllar arası bu konuda yeni tecrübelerin kazanıldığı dönem olarak bilinir. Safevîler’den itibaren çok sayıda şair dinî mersiye söylemiştir. Bunun temelinde Şiî mezhebinin yaygınlaşması, dolayısıyla Hz. Hüseyin’in ölümü, Kerbelâ, muharrem ayı ve âşûrâ günü gibi olayların sembolize edilerek anlatılması hususları yer almaktadır (bk. MAKTEL-i HÜSEYİN). İmamların menâkıbını da içeren şiirler nazmeden IX. (XV.) yüzyıl şairleri arasında Kemal Gıyâs Şîrâzî, Bâbâ Sevdâî Ebîverdî, Tâceddin Hasan Tûnî Sebzevârî, İbn Hişâm Kûhistanî, Hâce Evhad-i Sebzevârî, Lutfullah Nîşâbûrî ve Şemseddin Kâtibî sayılabilir. Tasavvufî ve felsefî eğilimlerle yazılmış mersiyeler Fars şiirinin başlangıcından itibaren Hüsrevî-i Serahsî, Rûdekî gibi ilk dönem şairler yanında Hâfız-ı Şîrâzî, Nizâmî-i Gencevî, Sa‘dî-i Şîrâzî gibi büyük şairlerin şiirlerinde de mevcuttur.

Deprem, sel, veba gibi tabii âfetlerle toplumsal yıkım ve toplu katliamlar dolayısıyla yazılan mersiyelere ilk örnekler, Kemaleddîn-i İsfahânî’nin Moğollar’ın İsfahan halkını kılıçtan geçirmesini anlatan şiiriyle Sa‘dî-i Şîrâzî’nin Moğol istilâsıyla Bağdat’ın düşüşü, Abbâsî halifeliğinin yıkılması üzerine yazdıklarıdır. Bunlar arasına Katrân-ı Tebrîzî’nin Tebriz şehrinde meydana gelen büyük depremi konu alan mersiyesi de zikredilmelidir. Daha sonra Evhadüddîn-i Enverî, depremde viran olmuş Horasan için yazdığı mersiyede ölen çocukların annelerinin feryatlarını, perişan olmuş müslümanların halini etkileyici bir üslûpla dile getirmiştir. Hâkānî-i Şirvânî ise 569 (1174) yılında kaleme aldığı sosyal içerikli meşhur mersiyesinde harabe haline dönmüş Medâin şehrini tasvir etmektedir. VIII. (XIV.) yüzyılda Azerbaycan ve Kuzey İran şehirlerinde meydana gelen kıtlık Selmân-ı Sâvecî’nin kıtalarında mersiye halinde ifadesini bulmaktadır. Destanî mersiyelerde şair bir kişi veya kahramanın ölümünü manzum olarak tasvir eder. Nizâmî’nin Ħüsrev-i Şîrîn’inde, Şâhnâme’de ve Vîs ü Râmîn gibi birçok eserde bu türün örnekleri vardır.

Mersiyeler remel, muzari, hezec, müctes, hafîf, münserih, serî ve karîb bahirlerinde söylenmiştir. Fars şiirinde en çok kaside tarzında yazılan mersiyelerde kıta, terciibend ve terkibibend şekilleri de kullanılmıştır. Mersiyede az rastlanan gazel türündeki şiirler Hümâm-ı Tebrîzî ve Hâfız-ı Şîrâzî’nin divanlarında bulunmaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

İbn Hurdâzbih, el-Mesâlik ve’l-memâlik, s. 26; Browne, LHP, II, 29-30; Zeynelâbidîn Mü’temen, ŞiǾr u Edeb-i Fârsî, Tahran 1346 hş., s. 74-106; Nasrullah İmâmî, Merŝiyeserâyî der Edebiyyât-ı Fârsî, Ahvaz 1369 hş.; Hüseyin Rezmcû, EnvâǾ-ı Edebî ve Âŝâr-ı Ân der Zebân-ı Fârsî, Tahran 1372 hş., s. 99-107; Bânû Nusret Tecrübekâr, İran Edebiyatında Şiir: Kaçarlar Dönemi (trc. Mehmet Kanar), İstanbul 1995, s. 149-155; Ahmed Tefazzulî, “ŞiǾrî der Rişâ-yi Merzkû”, Rehnümâ-yi Kitâb, X/6, Tahran 1346 hş., s. 577-579; W. L. Hanaway, “Marthiya”, EI² (İng.), VI, 608-609; Dihhudâ, Luġatnâme (Muîn), XII, 18205.

Tahsin Yazıcı




TÜRK EDEBİYATI. Bütün eski kültürlerde yaygın olan mersiye geleneği müslüman olmadan önce ve olduktan sonra Türkler’in halk ve âşık edebiyatında “yuğ, ağıt, sagu, şivan” gibi adlarla devam etmiş (bk. AĞIT), klasik edebiyatta ise müstakil bir tür halinde gelişmiştir. Türk edebiyatında da ölenin kaybından duyulan üzüntüyü dile getirmek, o kişinin iyi taraflarını anlatmak ve ona karşı şairin ilgisini ifade etmek, kadere rıza göstermek, dünyanın geçiciliğini vurgulamak, ölünün yakınlarını sabır ve metanete davet etmek gibi hususların ele alındığı bu lirik şiirlerin din ve devlet büyükleriyle yakın akrabalar yanında


özellikle Hz. Hüseyin ve Kerbelâ şehidleri için yazıldığı görülmektedir. Dinî-tasavvufî Türk edebiyatında, bilhassa Alevî-Bektaşî şiirinde mevcut mersiyelerde bir taraftan Ehl-i beyt sevgisi anlatılırken diğer taraftan Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’daki şehâdetinin ıstırabı, ona duyulan sevgiyi ifade eden örnekler Kerbelâ veya Âl-i abâ mersiyeleri olarak anılmıştır. Osmanlı kültüründe bir kısmı özellikle muharrem ayında tekkelerde yapılan toplantılarda besteli olarak mûsiki eşliğinde topluca veya mersiyehanlar tarafından okunan bu şiirlere “muharremiyye” adı da verilmiştir.

Mersiye konuları diğer edebiyatlarda olduğu gibi zamanla genişlemiş, şahsî felâketlere karşı ortaya çıkan bir çığlık özelliğinin ötesinde karşılaşılan millî matemlerde acı bir feryat şeklini almış, ölen kişilerin dışında çok sevilen ve değer verilen varlıkların kaybı halinde de mersiye söylenmeye başlanmıştır. Şehir mersiyeleriyle hayvanlar için yazılmış mersiyeler bunlardandır.

Anadolu Türk edebiyatına mersiye XV. yüzyılda Fars edebiyatından geçmiş, başlangıçta çoğunlukla kaside tarzında yazılırken sonraları farklı nazım şekilleri kullanılmaya başlanmış, neticede terkibibend ve terciibend mersiyeye en uygun nazım şekilleri olarak kabul edilmiştir. Germiyan beylerinden Süleyman Şah için Ahmedî’nin yazdığı mersiye türün ilk örneği sayılmış, ardından Şeyhî yine Germiyanoğulları’ndan II. Yâkub için bir mersiye kaleme almıştır (İsen, Acıyı Bal Eylemek, s. XVIII). Bu yüzyılda Ahmedî, Şeyhî (2), Kemal Ümmî (2), Cem Sultan, Ahmed Paşa, Karamanlı Aynî (3), Firdevsî, Necâtî (2), Mesîhî, Kıvâmî ve Tâcîzâde Câfer Çelebi bu türde örnek veren şairlerdir. Böylece eldeki bilgilere göre XV. yüzyıla ait üçü kaside, biri mesnevi, ikisi murabba, geri kalanları terkibibend veya terciibend nazım şekliyle olmak üzere toplam on altı mersiye yazılmış olmaktadır.

XVI. yüzyıl mersiye türünün hem nicelik hem nitelik bakımından en gelişmiş dönemini oluşturur. Şair sayısındaki artışa paralel olarak türe gösterilen ilgi sonucunda bu asırda yazılmış altmış dokuz mersiye tesbit edilebilmiştir. Türâbî, Revânî Çelebi (2), Lâmiî Çelebi (3), Kemalpaşazâde, Hayretî (2), Tatavlalı Mahremî, Usûlî, Üsküdarlı Aşkî, Arşî, Yetîm, Edirneli Nazmî (2), Hayâlî Bey (2), Kara Fazlî (2), Rahmî, Hayâlî, Taşlıcalı Yahyâ (3), Şevkî, Kādirî, Selîmî, Sâmî, Fünûnî, Mahremî, Nisâyî (2), Muînî, Mustafa, Fevrî (2), Ubeydî, Ulvî (7), Hüdâî, Cinânî (7), Mânî, Nev‘î (3), Bâkî (2), Âlî Mustafa Efendi (2), Rûhî (7) ve Zihnî devrin mersiye şairleridir. Bu mersiyeler şekil ve muhteva bakımından bir önceki yüzyılın devamı niteliğinde olup en önemli özellikleri padişah, şehzade ve devlet ileri gelenlerine yazılanların sayıca çokluğudur. Bilhassa hakkında yazılan on altı mersiye ile Şehzade Mustafa, Türk edebiyatında kendisi için en çok şiir yazılan bir kişi olması bakımından dikkat çekmektedir.

Mersiye XVII. yüzyılda da sayı ve nitelik açısından rağbet görmüş, daha çok aile fertleri ve yakın dostlar için kaleme alınmıştır. Ayrıca bu dönemde şehzadelere hiç mersiye yazılmamışken padişahlardan da ancak dramatik bir şekilde ölenler için tertip edilmiştir. Bahtî, Ganîzâde Nâdirî (4), Hâletî (2), Nergisî, Nev‘îzâde Atâî, Nevâlîzâde Atâî, Riyâzî, Nakşî-i Akkirmânî, Nâilî, Neşâtî, Fevzî, Kelîm (3), Feyzî, Feyzî, Fasîh Ahmed Dede, Râmî (3), Fâzıl ve Birrî asrın mersiye şairleridir. Bu devre ait toplam yirmi altı mersiye tesbit edilmiştir.

Sayıca büyük bir düşüşün göze çarptığı XVIII. yüzyıldaki mersiye şairleri Hâmî-i Âmidî (2), Kânî (2) ve Şeyh Galib, XIX. yüzyılda da Leylâ Hanım (3), Şeref Hanım, Yenişehirli Avni (2) ve Senîh (4) olmuştur. XVIII. yüzyıldan itibaren sayı ve hacim bakımından küçülmeye başlayan mersiyeler, Tanzimat edebiyatını takip eden yıllarda bir yandan klasik formuyla varlığını devam ettirirken bir yandan da Batı etkisiyle ve farklı bir yapıda yeni örnekler ortaya çıkmıştır. Bu yüzyıldan başlayarak ölüme bakış açılarının da farklılaştığı görülür. Özellikle Abdülhak Hâmid’in Makber’i ile ölüm temi ferdî bir ıstırap haline dönüşmüştür. Klasik mersiye şairleri ferdî duygularından çok mâşerî vicdanın ölüm hakkındaki düşüncelerini geleneğin kendisine sunduğu imkânlarla ortaya koyarken Hâmid’den itibaren şairler öleni aşarak ölümü de şiirlerine konu edinmişlerdir. Tanzimat’ın ikinci neslinin bu pasif tavrı Servet-i Fünûn edebiyatında bir melankoliye dönüşmüş, mersiye farklı bir form ve bakış açısıyla yeniden gündeme gelmiştir. Şüphesiz bunda dünyayı kuşatan, çağdaş psikolojinin “isterik matem” adını verdiği anlayışın XIX. yüzyıla hâkim olmasının da rolü vardır. Bu sebeple Tanzimat sonrası Türk edebiyatında öncekilere göre farklı yapıda mersiyelerden meydana gelen kitaplar yayımlanmış, bu yeni anlayışa göre mersiye yazmak âdeta moda olmuştur. Modern edebiyatta ise ölüm karşısındaki tepki daha ziyade acının uyandırdığı duyguların veya felsefî düşüncelerin ifadesi ve tahlili şeklini almıştır.

Türkçe mersiyeler genelde feleğe sitem ve bu dünyanın geçici ve aldatıcı oluşunu vurgulayan bir girişle başlar. Kaybedilen yakının övgüsü ve kaybından doğan üzüntünün ifade edilmesiyle ona kıydığından dolayı feleğe sitem edilen esas kısmın ardından dua bölümü gelir. Bazı mersiyelerin son mısralarında ölen için ebcedle vefat tarihi düşürüldüğü de görülmektedir. Türk edebiyatında mersiyeler en çok terkibibend nazım şekliyle kaleme alınmıştır. Elde mevcut örneklerde kasideyi terciibend, daha sonra murabba, müseddes, gazel, kıta, muaşşer, muhammes, tahmîs, müsemmen ve mesnevi nazım şekilleri takip eder.

BİBLİYOGRAFYA:

O. Weber, Die Literatur der Babylonier und Assyrer ein Überblick, Leibzig 1907, s. 140; Mustafa Çetin Varlık, Germiyanoğulları Tarihi (1300-1429), Ankara 1974, s. 129; M. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi (haz. Orhan F. Köprülü - Nermin Pekin), Ankara 1980, s. 75-76; a.mlf., “Bizde Mersiye ve Mersiyeciler”, YM, sy. 16 (1917), s. 305-308; sy. 17, s. 324-328; sy. 18, s. 344-348; sy. 19, s. 364-367; sy. 20, s. 384-386; Orhan Okay, “Bâkî’nin Kanunî Mersiyesine Dair”, Şükrü Elçin Armağanı, Ankara 1993, s. 235; Mustafa İsen, Acıyı Bal Eylemek: Türk Edebiyatında Mersiye, Ankara 1993, s. XI-CLIV; a.mlf., “Şehzâde Mustafa İçin Yazılmış Üç Yeni Mersiye”, TKA, XXII/1-2 (1984), s. 104; a.mlf., “Mersiye”, TDEA, VI, 272-274; Vanço Başkov, “Türk Edebiyatında Şehir Şiirleri ve Şehir Mersiyeleri”, EFAD, sy. 12 (1980), s. 73; İsmail Erünsal, “II. Bâyezid Devrine Ait Bir İn’âmât Defteri”, TED, X-XI (1981), s. 317-318; Mehmed Çavuşoğlu, “Şehzâde Mustafa Mersiyeleri”, a.e., sy. 12 (1982), s. 641-686; Mine Mengi, “Eski Edebiyatımızın Mersiyelerine Toplu Bir Bakış”, TDEAD, sy. 2 (1983), s. 91-101; Mehmet Demirci, “Mutasavvıflara Göre Ölüm”, İslâmî Araştırmalar, III, Ankara 1987, s. 89; Ayhan Güldaş, “Bilinmeyen Şehzade Mustafa Mersiyeleri”, KAM, XVIII/3 (1989), s. 37; Mustafa Argunşah, “Bitlisli Şükrî’nin Yavuz Sultan Selim Mersiyesi”, EÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, sy. 5, Kayseri 1994, s. 211.

Mustafa İsen




MÛSİKİ. Hz. Hüseyin ve diğer Ehl-i beyt mensuplarının 10 Muharrem 61 (10 Ekim 680) tarihinde Emevîler tarafından şehid edilmesinin yıl dönümlerinde düzenlenen matem törenlerinde bu olaydan duyulan üzüntüyü dile getiren, sorumlularına lânetler yağdıran Arapça, Farsça ve Türkçe manzumelerin “mersiyehan” ve “nevhahan” denilen sanatkârlar tarafından besteli veya irticâlî olarak okunması, dinî Türk mûsikisinde mersiye adı verilen


bir icra tarzının doğmasına sebep olmuştur.

İlk defa Irak Büveyhî Hükümdarı Muizzüddevle’nin 10 Muharrem 345’te (8 Şubat 963) Bağdat’ta başlattığı matem törenleri, daha sonra İran bölgesi başta olmak üzere Şiî çevrelerinde ve silsileleri Hz. Ali’ye ulaşan Sünnî tasavvuf ve tarikat çevrelerinde yaygınlık kazanmıştır. İslâm dünyasının çeşitli bölgelerinde matem, tâziye, şebîh (şebeh) gibi adlarla anılan bu törenler muharrem ayının ilk on gününde, özellikle onuncu gün ve gecesinde yoğunlaşmış ve muharrem giderek bütünüyle bir matem ayına dönüşmüş, bazan törenlerin süresi safer ayının ilk on gününü de içine alacak şekilde genişletilerek kırk güne kadar çıkarılmıştır. Ehl-i beyt muhabbeti bütün müslümanları birleştiren ortak duygu olduğu için muharrem törenleri birçok müslüman devlet ve topluluğun resmî veya hususi merasimleri arasında yerini almıştır. Bu törenlerin Osmanlı Devleti’nin geniş hâkimiyet bölgelerinde farklı din, mezhep ve tasavvuf telakkilerine göre çeşitli uygulamaları ortaya çıkmıştır.

Türk edebiyatında bilinen en eski Kerbelâ mersiyeleri Âşık Yûnus ve Yazıcıoğlu Mehmed tarafından kaleme alınmış ve besteli olarak yüzyıllardan beri okunagelmiştir. Bundan hareketle Osmanlı sahasında mersiye okuma geleneğinin XV. yüzyılda başladığı söylenebilir. Ancak Osmanlılar’dan önce Anadolu’da varlıkları bilinen gayri Sünnî derviş zümrelerinin muharrem törenlerinden uzak durmaları mümkün olmadığından bu gelenek Anadolu’da XIII. yüzyıllara kadar geri götürülebilir. Nitekim Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de bir Kerbelâ mersiyesi yazmış ve Meŝnevî’sinde muharrem törenlerini tasvir ederek bu törenlerde taşkınlıklardan sakınılmasını tavsiye etmiştir.

XV. yüzyıldan itibaren mersiye metinlerinin artmaya başladığı görülmektedir. Bunların bestelenmiş örnekleri günümüze ulaşmıştır. Tarihî kayıtlardan muharrem ayı süresince başta Bektaşî tekkeleri olmak üzere bütün tekkelerde Kerbelâ mersiyeleri okunduğu anlaşılmaktadır. Bazı dergâhlarda ve evlerde muharremin ilk on gecesinde Fuzûlî’nin Hadîkatü’s-suadâ’sı bir nevi beste ile okunur, onundan otuzuna kadar geçen süre içinde tekkelerin âyin gün veya gecelerinde sofralar kurulup aşure dağıtılır, yapılan âyinler arasında mersiyehanlar ve zâkirbaşılar Kerbelâ mersiyeleri, Ehl-i beyt ve on iki imam sevgisini terennüm eden manzume ve kasideler okurlardı. Ağır ve hüzünlü bir hava içerisinde başlayan muharrem zikirlerinde “perde kaldırılmaz” kıyam ve devran zikrinin tavır ve seyrine uygun muharrem ilâhileri okunurdu.

Tarikat çevrelerinde, avlusunda Hz. Hasan ve Hüseyin’in “çifte sultanlar” diye anılan birer kızının medfun olduğuna inanıldığı için İstanbul’da muharrem törenleri Kocamustafapaşa’daki Sünbül Efendi Dergâhı’nda (bugün Sünbül Efendi Camii) yapılırdı. Nitekim Sadettin Nüzhet Ergun 10 Muharrem’de burada öğle namazından sonra on iki rek‘at “husemâ namazı” kılındığını ve Yazıcıoğlu Mehmed’in mersiyesinin okunduğunu, gece de 100 rek‘at nâfile namazın ardından 70.000 kelime-i tevhid çekildiğini kaydetmektedir (Türk Musikisi Antolojisi, II, 476). Cemalettin Server Revnakoğlu, Sünbülî Dergâhı’nda Sünbülî salâtından sonra okunan Yazıcıoğlu mersiyesinin ardından bütün İstanbul şeyhlerinin iştirakiyle üç halkalı devranların yapıldığını, çocukluğunda Çemberlitaş’taki Rifâiyye’nin Ulvâniyye kolundan Karababa Dergâhı’nda vakit namazının ardından evrâd-ı şerif yerine salât-ı kemâliyye ve mihrap duasının ardından mersiye okunduğuna ve mersiyenin sonunda Hz. Hüseyin’’in sembolik gömleklerinin hürmetle öpüldüğüne şahit olduğunu anlatır (En Son Dakika Gazetesi, 5 Kasım 1951). Sünbül Efendi Camii’nde 10 Muharrem’de mevlid ve mersiye okutma geleneği bugün de sürdürülmektedir. Ayrıca Zeytinburnu Seyyid Nizam Dergâhı’nda (bugün Seyyid Nizam Camii) 10 Muharrem’de muharrem töreni düzenlenip mersiyeler okunmaktadır.

Muharrem ayında İstanbul’daki kıyamî zikir yapılan dergâhlarda sırasıyla mersiye okunmak üzere günler tesbit edilir, o gün yapılan âyinlerde evrâd okunmaz, hemen salât-ı kemâliyyeye geçilip ardından mersiye okunurdu. Tophane’deki Kādirîhâne Tekkesi’nde ise mersiye yerine mersiye mahiyetinde ve tevşih tarzında bestelenmiş Kerbelâ manzumelerinin cumhur halinde okunması âdetti.

İstanbul’daki Bektaşî tekkelerinde Niyâzî-i Mısrî’nin halifelerinden Azbî Mustafa Çavuş’un mersiyesiyle divanındaki na’t-ı Ali’lerin okunması âdet olmuştu. Ayrıca Mebnî Baba, Misâlî Baba, Sâfî Baba ve Mehmed Ali Hilmi Dedebaba gibi Bektaşî şairlerinin mersiyeleri de okunmaktaydı. Özellikle Sâfî Baba mersiyesinin ayakta ve makam postunun önünde dergâhın babası veya mûsikiye âşina diğer bir baba tarafından okunmasına dikkat edilir, mersiye gece okunuyorsa babanın sağına ve soluna büyük şamdanların konulmasına özen gösterilirdi. XIX. yüzyılın ikinci yarısında Meclis-i Meşâyih, Kerbelâ Vak‘ası’nın sorumluları hakkında sövgüye varan ifadelerin bulunduğu mersiyelerin tekkelerde okunmasını yasaklamış, sadece Yazıcıoğlu mersiyesinin okunmasına müsaade etmiştir.

Eski devirlerde muharrem münasebetiyle mevlid de okutulurdu. Cumhuriyet öncesine kadar Anadolu’nun bazı şehirlerinde devam eden bu geleneğin XVI. yüzyıla kadar götürülebileceği Hâşimî divanındaki, “Şeb-i âşûrâda mevlid okunup tevhid olunduğudur” başlıklı bir tarih manzumesinden anlaşılmaktadır. Yakın yıllara kadar süren bu uygulamaların bir örneği Kastamonu’da Nasrullah Camii’nde gerçekleştirilmekteydi. Namazdan sonra meydanda iki sıra halinde toplanan cemaatin arasında sebilciler mersiye ve ilâhiler okuyarak su dağıtır, cemaat, Hz. Hüseyin’in hâtırasına hürmeten içinde esmâ-i hüsnâ ve Yâsîn sûresinin yazılı olduğu bakır taslarla dağıtılan sudan birer yudum alırdı.

Bedri Noyan dedebaba Bektaşî dergâhlarındaki muharrem törenlerini anlatırken çoğunlukla sabâ makamındaki mersiyelerin güneş doğmadan ellerinde birer şamdan bulunan iki derviş veya muhibbin eşlik ettiği bir mersiyehan tarafından okunduğunu ve ardından mürşid baba tarafından gülbank çekildiğini söyler.

Mersiyeler, tekkelerde mersiyeye has tavır ve eda ile bestelenmiş şekliyle veya irticâlen okunurdu. Bestelenmiş mersiyelerin en eskilerinden biri sözleri Yazıcıoğlu Mehmed’e ait, “Rivâyette gelir bir gün Resûlullah olup dilşâd” mısraıyla başlayan Hatîb Zâkirî Hasan Efendi’nin nühüft makamındaki bestesidir. Muharrem ayında tekkelerde yapılan zikirlerde okunmak üzere muharrem ilâhileri adıyla pek çok eser bestelenmiştir. Bir kısmı günümüze ulaşan bu ilâhiler arasında güftesi Hasan Sezâî’ye ait, daha çok devran zikirlerinde okunan, “Ey şehîd-i Kerbelâ’ya ağlayan” mısraıyla başlayan Edirneli Sâlihzâde’nin nîşâbur; çoğunlukla Halvetî tekkelerinde cumhur olarak okunan güftesi Seyyid Nizamoğlu’na ait, “Yâ Resûlallah bize gör n’etti âsî ümmetin” mısraıyla başlayan Şikârîzâde Ahmed Efendi’nin hicaz; sözleri Ömer Fuâdî’ye ait, “Şah Hüseyn’in firkatine ağlayan gelsin beri” mısraıyla başlayan hüseynî ve rast; güftesi Yûnus Emre’ye ait, “Şehidlerin


serçeşmesi enbiyânın bağrı başı” mısraıyla başlayan hicaz makamındaki ilâhilerle sözleri Kâhyazâde Ârif’e ait, “Kurretülayn-i habîb-i kibriyâsın yâ Hüseyn” mısraıyla başlayan Bolâhenk Nûri Bey’in hüseynî, Eyyûbî Ali Rızâ Bey’in hümâyun; “Mahzen-i esrâr-ı şâh-ı Murtazâ’sın yâ Hüseyn” mısraıyla başlayan Hacı Ârif Bey’in hüseynî; zikrin en coşkulu yerinde okunan, “Dâver-i aşk-ı muharremdir Hüseyn-i Kerbelâ” matla‘lı, Sermüezzin Rifat Bey’in hicaz ilâhileri en meşhurlarındandır.

İstanbul’da yetişmiş mersiyehanlar hakkında kayıtlara ancak XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ulaşılabilmektedir. XIX. yüzyılla XX. yüzyılın ilk yarısında özellikle mersiyehan olarak şöhret bulmuş pek çok mûsikişinas yetişmiştir. Bunlar arasında Kastamonulu Zâkir Turşucuzâde Hâfız Mehmed Efendi, Beylerbeyili Hakkı Bey, Üsküdar’daki Vâlide-i Atîk Tekkesi şeyhi Hâfız Şerâfeddin Efendi ve kardeşi Âgâh Bey, Beylerbeyi Camii imamı Hâfız Hamdi Efendi, bestekâr Hacı Fâiz Bey, Kasımpaşa’da Hâşimî Dergâhı şeyhi rübâbî Mehmed Süreyyâ, Cerrahpaşa Camii imam ve hatibi na‘than Hâfız Kemal, Hâfız Hüseyin Tevfik Bey, zâkirbaşı Yaşar Baba ve Karababa Dergâhı son postnişini Hakkâkzâde Ali Haydar Bey bilhassa zikredilmelidir. Ayrıca XIX. yüzyılda İstanbul’da goygoycular adıyla anılan ve muharrem aylarında sokaklarda aşure erzakı toplayan gruplarla sokaklarda Kerbelâ şehidleri için su dağıtan sebilcilerin mersiye, kaside ve muharrem ilâhileri okuyarak dolaştıkları bilinmektedir. Son yılların tanınmış zâkirlerinden Hüseyin Sebilci bunlardandır.

İran sahasında muharrem törenleri ve mersiye okunması tekkelerde veya Hüseyniyye adıyla anılan özel yerlerde icra edilmektedir. Bunun dışında her türlü dinî toplantı sırasında vâiz veya mersiyehan tarafından mersiye okunması, bu sırada katılanlarca sine dövülerek ağlanması da yaygın bir gelenektir. Evliya Çelebi 10 Muharrem’de Tebriz ve civarında yapılan matem törenlerinden, bu törenlerde okunan mersiye ve maktel-i Hüseyin’lerden söz etmektedir. Bu törenlerin küçük çapta benzerleri İstanbul’da İranlılar’ın oturduğu Vâlide, Vezir ve Yıldız hanlarıyla Karacaahmet civarındaki Seyitahmetderesi’nde gerçekleştirilirdi. Halılar, şallar, pençeli bayraklarla donatılan bu mekânlarda desteler tertip edilir, devrin tanınmış mersiyehanları tarafından mersiyeler okunurdu. Destenin ortasında yer alan mersiyehanların daha çok Kâzım Paşa’nın, “Düştü Hüseyn atından sahrâ-yı Kerbelâ’ya / Cibrîl var haber ver sultân-ı enbiyâya” nakaratlı mersiyesini okurlardı. II. Abdülhamid devrinde (1876-1909) sınırlama getirilen bu törenlerin hanlarda yapılanları zamanımızda ortadan kalkmışsa da Seyitahmetderesi’nde İranlılar mescidindeki uygulama halen sürdürülmektedir.

Günümüzde mersiye okuma geleneği her yıl Muharremin 10. günü özellikle Şiî-Ca‘ferî müslümanların çoğunlukta olduğu İran, Azerbaycan, Irak, Lübnan, Ürdün, Yemen gibi ülkelerde, Türkiye’de Iğdır’da ve İstanbul Halkalı’da Ca‘ferî vatandaşlarca icra edilen matem törenlerinde ve bazı tasavvufî çevrelerde sürdürülmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Evliya Çelebi, Seyahatnâme, II, 255-256, 276; IV, 355-357; Türk Musikisi Klasiklerinden İlâhîler, İstanbul 1933 (İstanbul Konservatuvarı neşriyatı), II, 50-64; Sadettin Nüzhet Ergun, Türk Musikisi Antolojisi, İstanbul 1943, II, 475-479, 656-657; Subhi Ezgi, Türk Musikisi Klasiklerinden Temcit-Na’t-Salât-Durak, İstanbul 1945, s. 26-28; Selâhattin Gürer, Âşık Yunus Emre’nin Bestelenmiş Şiirleri, İstanbul 1961, s. 48; M. Halit Bayrı, İstanbul Folkloru, İstanbul 1972, s. 158-159; Ahmet Hatipoğlu, Besteleriyle Yunus Emre İlâhîleri, Ankara 1993, s. 88-89; Bünyamin Çağlayan, Kerbelâ Mersiyeleri, Ankara 1997, s. 14-18; Cemâleddin Server Revnakoğlu, “Eski Muharremlerde Mersiye ve Aşure”, En Son Dakika Gazetesi, 5-6 Kasım 1951; a.mlf., “Yûnus’un Bestelenmiş İlâhîleri Nerede ve Nasıl Okunurdu?”, TY, V/319 (1966), s. 130, 134; a.mlf., “Tarikat Mensuplarında Zarafet ve Hazırcevaplık”, Tarih Konuşuyor, VI/41, İstanbul 1967, s. 3222-3223; Tâhirülmevlevî, “Muharremü’l-Harâm”, Mahfil, sy. 3, İstanbul 1339, s. 48; Halil Can, “Dînî Türk Musikisi Lügati”, MM, sy. 220 (1966), s. 119; a.mlf., “Dînî Musiki”, a.e., sy. 294 (1974), s. 19-22; sy. 296, s. 20-21; Midhat Sertoğlu, “Kerbelâ Olayı ve Matem Âyini”, Hayat Tarih Mecmuası, sy. 146, İstanbul 1977, s. 46-52; Bedri Noyan, “Bektaşî ve Alevîlerde Muharrem Âyini Aşure ve Mâtem Erkânı”, HK, sy. 1 (1984), s. 91, 96-97; Pakalın, II, 482-486; Nuri Özcan, “Goygoycular”, DİA, XIV, 121-122; Öztuna, BTMA, II, 45-46.

Nuri Özcan