MEDRESE

(المدرسة)

İslâm tarihinde eğitim ve öğretim kurumlarının genel adı.

Sözlükte “okumak, anlamak, bir metni öğrenmek ve ezberlemek için tekrarlamak” anlamına gelen ders (dirâse) kökünden bir mekân ismidir. Ders Sâmî dillerinde


ortak kullanılan bir kelime olup yahudiler daha çok Tevrat’ın okutulup öğretildiği binalara Beytülmidrâs diyorlardı (İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, II, 113). Bazı kayıtlardan Hz. Peygamber döneminde Medine’de bu tür bir mekânın bulunduğu anlaşılmaktadır (Müsned, II, 451; Buhârî, “Cizye”, 6; “İǾtiśâm”, 18). Hadislerde ders ve tedârüs kelimeleri geçtiği halde (Müsned, VI, 11; Müslim, “Źikr ve’d-duǾâǿ”, 38) ders yapılan mekânlara ilk devirlerde medrese denilmemiştir. Resûl-i Ekrem döneminde Medine’de Kur’an öğretiminin yapıldığı bir eve dârülkurrâ adı veriliyordu. Bu evin medreselerin doğuşunda bir başlangıç olduğu ileri sürülmüştür (Ali b. Muhammed el-Huzâî, s. 80; Abdülhay el-Kettânî, I, 138). Ancak ilk bina edildiği günden itibaren bir eğitim ve öğretim kurumu olarak da görev yapan Mescid-i Nebevî’yi ve orada bulunan Suffe’yi medresenin ilk modeli kabul etmek daha doğrudur. Mescidler (camiler) müstakil medrese binalarının inşasından sonra da dershane işlevini sürdürmüştür (bk. CAMİ). Batı dünyasına ilim ve kültür açısından yeni ufuklar açan Endülüs’te dersler çoğunlukla camilerde yapıldığından burada müstakil medrese binalarından pek söz edilmemektedir.

İlk medreselerin ne zaman inşa edildiği hususunda farklı görüşler bulunmaktadır. Corcî Zeydân, bazı Batılı araştırmacıların medreselerin kuruluşunu Abbâsî Halifesi Me’mûn’un Horasan valiliği dönemine kadar götürdüklerini, ancak kendisinin bu bilgiyi İslâm tarihi kaynaklarından teyit edemediğini söylemektedir (İslâm Medeniyeti Tarihi, III, 408). Beytülhikme’yi bir ilimler akademisi hüviyetine kavuşturan Halife Me’mûn’un (DİA, VI, 89) daha önce Horasan valiliği sırasında benzer bir teşebbüste bulunmuş olması mümkündür. Medrese ve zâviyelerin Türkistan ve Horasan’da İslâmiyet’in Türkler arasında yayılmasında önemli hizmetleri olmuştur. Bir görüşe göre ilk medreseler Belh ve Buhara’da Budist viharaları (bilginin toplandığı yer) taklit edilerek yapılmıştır. Buhara adı da buradan gelmektedir (Turan, Selçuklular Tarihi, s. 331-332). Ancak kaynaklarda medrese olarak anılan ilk eser, fakih ve muhaddis Ebû Bekir Ahmed b. İshak es-Sıbgī (ö. 342/954) tarafından Nîşâbur’da kurulan dârüssünnedir (Zehebî, XVII, 170). Hasan b. Ahmed el-Mahledî ve Muhammed b. Hüseyin el-Hasenî gibi hadis âlimlerinin imlâ meclisleri düzenlediği bu dârüssünnede 1000 kadar öğrencinin ders yapabildiği belirtilmektedir (İbn Nukta, I, 230; Zehebî, XVI, 540; Sübkî, III, 149). Medresenin bir de vakfının bulunduğu, İmam Sıbgī’nin medrese ile vakfın işlerini kendisinden sonra talebesi Hakîm en-Nîsâbûrî’nin yürütmesini vasiyet ettiği kaydedilmektedir (DİA, VIII, 528). Medreseye ait bir vakfın varlığı, binasının bakım masrafları yanında talebe ve hocaları için maddî destek sağlanmış olabileceğini göstermektedir. Öğrencilerin barınması için müstakil mekânların bulunup bulunmadığına dair bilgi yoktur. İbn Hibbân da (ö. 354/965). Büst’te dışarıdan gelen talebelerin barınmasına imkân sağlayan ve kütüphanesi olan medrese kurmuştur.

İbn Kesîr, Büveyhî hükümdarlarından Bahâüddevle zamanında birkaç defa vezirlik görevine getirilen Ebû Nasr Sâbûr b. Erdeşîr’in Bağdat’ın batısındaki Kerh’te kurduğu dârülilmin fukaha için tahsis edilen ilk medrese olduğunu söyler. Ebû Nasr burada satın aldığı evi onardıktan sonra fakihler için vakfetmiştir. Hadiseyi 383 (993) yılı olayları arasında zikreden İbn Kesîr burasının Nizâmiye medreselerinden çok önce kurulduğunu bildirir (el-Bidâye ve’n-nihâye, XI, 333). Nizâmiye medreselerinden önce kendileri için medreseler tesis eden ilim adamlarının vefat tarihleri V. (XI.) yüzyılın hemen başlarına rastlamaktadır. Bunlardan Ebü’l-Hüseyin Muhammed b. Abdullah İbnü’l-Lebbân (ö. 402/1011) Hârizmşahlar (Me’mûnîler) tarafından maddî açıdan desteklenmiş, kendisi için Bağdat’ta Hârizm bölgesinden gelen âlimlerin de ziyaret ettiği bir medrese yaptırılmıştır (a.g.e., XVII, 219). Medreseler, genellikle devlet yöneticileri veya zenginler tarafından bir âlimin ders vermesi amacıyla inşa ediliyordu. Meselâ İbn Fûrek için Nîşâbur’da bir medrese ve kalacağı bir ev yaptırılmıştı (a.g.e., XVII, 215). Ulemâ arasında zengin olup kendi geliriyle medrese yaptıranlar da vardı. Tehźîbü’l-esrâr adlı eserin müellifi Hargûşî başlık (kalansüve) yapıp satarak kazandığı parayla bir medrese, kütüphane ve bir hastahane inşa ettirmiştir (Zehebî, XVII, 257). Nizâmiye medreselerinin kurulmasından önce adına medrese yaptırılan âlimlerden biri de Ebû İshak el-İsferâyînî’dir. İsferâyînî için Nîşâbur’da bir medrese bina edilmiştir. Nîşâbur’daki Beyhakıyye ve Sa‘diyye (Saîdiyye) medreselerini de bunlar arasında saymak gerekir. Bunlardan ilki Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī, ikincisi Gazneli Mahmud’un kardeşi Emîr Nasr b. Sebük Tegin tarafından inşa ettirilmiştir. Karahanlı Hükümdarı İbrâhim Tamgaç Han 458 (1066) yılında Semerkant’ta bir medrese yaptırmış ve geliri için vakıflar tahsis etmiştir. Bu medresenin vakfiyesi günümüze ulaşmıştır (Esin, VIII [1978], s. 42-50). Bağdat’taki Nizâmiye’den önce Nîşâbur başta olmak üzere Doğu İslâm dünyasında otuzdan fazla medresenin kurulduğu belirtilmektedir (Nâcî Ma‘rûf, Medâris ķable’n-Nižâmiyye, s. 67-68).

Medrese denilince daha çok, Alparslan’ın ve ardından oğlu Melikşah’ın veziri olan Nizâmülmülk tarafından Nîşâbur ve bilhassa Bağdat’ta açılan Nizâmiye medreseleri akla gelmektedir. Bunların yanında Merv, Herat, Belh, Basra, İsfahan, Âmül, Musul, Cizre (Cezîretü İbn Ömer) ve Rey gibi şehirlerde de Nizâmiye medreseleri inşa edilmiştir. Bunların başta gelen özelliği hoca ve talebelerin barınacağı odalarının bulunmasıdır. Nizâmiye medreselerinin en ünlüsü 459 (1067) yılında Bağdat’ta öğrenime açılan medrese olmakla beraber Nîşâbur’un zaman itibariyle önceliği vardır. Daha sonra Nizâmülmülk ülkenin çeşitli şehirlerinde medreseler yaptırmış ve bunların devamını sağlamak için vakıflar kurdurmuş (bk. NİZÂMİYE MEDRESESİ), böylece âlimlerin ve öğrencilerin geçim endişesi taşımaksızın ilimle uğraşmasını sağlamıştır. Yine Selçuklular döneminde Cürcân, Rey, Hemedan, Yezd, Şîraz, Kirman, Merv ve Kâşân’da birçok medrese inşa edilmiştir. Bu sistemle ilmî seviyelerini yükselten Selçuklular, Şiî Fâtımîler’in Kahire’de kurdukları Ezher ve Dârülhikme vasıtasıyla yürüttükleri propaganda faaliyetlerine de karşı koyabilmişlerdir. Büyük Selçuklu Devleti’nin dağılmasının ardından oluşan devletler onların izini takip etmiştir. Nizâmülmülk’ün İran ve Aşağı Mezopotamya’da yaptığını Nûreddin Mahmud Zengî ve Selâhaddîn-i Eyyûbî Yukarı Mezopotamya, Suriye ve Mısır’da gerçekleştirmiş, böylece medrese sistemi batıya doğru yayılmıştır. Dımaşk’ta ilk dârülhadisi kuran Nûreddin Mahmud Zengî döneminde medreselerin Suriye’nin bütün şehir ve köylerine kadar ulaştığı belirtilmektedir. Nûreddin, Dımaşk’ta inşa ettirdiği Nûriyye Dârülhadisi’nden başka Salâhiyye, İmâdiyye, Kilâse, en-Nûriyyetü’l-kübrâ ve en-Nûriyyetü’l-Hanefiyyetü’s-suğrâ (Nuaymî, I, 99 vd., 331 vd., 407, 447, 607, 648) adlı medreseleri, ayrıca Halep’te dört, Hama’da iki, Humus’ta iki ve Ba‘lebek’te bir medrese yaptırmıştır. Eyyûbîler devrinde Selâhaddîn-i Eyyûbî, diğer sultanlar, emîrler, nüfuzlu devlet adamları ve


zengin kişiler tarafından Mısır, Kudüs, Suriye, Hicaz ve Yemen’de birçok medrese inşa edilmiştir (meselâ bk. Ahmed Çelebi, s. 116 vd.). Eyyûbîler döneminde sadece Dımaşk’ta doksandan fazla medresenin bulunduğu bildirilmektedir (Hasan Şümeysânî, s. 49).

Türkler’in Anadolu’ya gelişinden itibaren bu coğrafyada birçok medresenin yapıldığı görülmektedir. Anadolu Selçukluları Anadolu’da bir şehri fethettiklerinde ilk iş olarak orada cami, medrese, zâviye inşa ederek tüccarları, din adamlarını ve Türk nüfusu buralara yerleştirmişlerdir (Turan, Selçuklular Tarihi, s. 357). Dânişmendliler, Artukoğulları ve Anadolu Selçukluları’na ait medreselerin bir kısmı zamanla harap olmuştur. Bugün Dânişmendli Hükümdarı Nizâmeddin Yağıbasan’ın yaptırdığı medreselerden Niksar ve Tokat’takiler kısmen ayaktadır. Tokat’taki medrese Çukur Medrese adıyla anılır (Kuran, s. 11 vd.; DİA, VIII, 474, 476). Artuklular Diyarbekir, Mardin, Urfa ve Gaziantep’te medreseler inşa etmiştir (DİA, III, 418-419). Selçuklular da Sincanlı (Afyon), Ertokuş (Isparta, Atabey), Karatay, İnce Minare, Sırçalı, Şemseddin Altunaba veya İplikçi (Konya), Taş Medrese (Akşehir), Yûsuf b. Ya‘kūb (Çay), Karahisar, Hüseyin Gazi (Çorum, Alaca), Çifte Medrese, Afgûnu, Huand Hatun, Sirâceddin, Hacı Kılıç, Sâhibiye (Kayseri), Ümmühan Hatun (Eskişehir, Seyitgazi), Karatay, Ulucami, Atabey (Antalya), Süleyman Pervâne (Sinop), Burûciye, Gökmedrese (Sivas, Tokat) gibi medreseler inşa etmişlerdir (Kuran, s. 41 vd.). Sivas ve Erzurum Çifte Minare medreseleriyle Erzurum Yâkutiye ve Ahmediye, Kırşehir Caca Bey medreseleri İlhanlılar dönemine ait kısmen veya tamamen ayakta olan yapılardır (DİA, XXII, 106-107). Metin Sözen, Selçuklular ve Beylikler devrinde Anadolu’da yaptırılan ve önemli bir kısmı halen ayakta duran 139 medreseden bahsetmektedir (ayrıca bk. a.g.e., III, 128-130).

İran’da özellikle Selçuklular döneminde kurulan medreseler VII. (XIII.) yüzyılda Moğol saldırılarından büyük zarar gördü. Ancak İlhanlılar devrinde ülkede istikrarı sağlayan Gāzân Han medreseleri yeniden canlandırdı. Gāzân Han’ın Tebriz’de yaptırdığı Gāzâniyye külliyesinde Hanefî ve Şâfiî medreseleri de yer almaktaydı. Ondan sonra gelen birçok devlet adamı İran’ın çeşitli şehirlerinde medreseler inşa etti. Sultâniye şehrinde Vezir Reşîdüddin Fazlullah-ı Hemedânî medrese ve hankahı da kapsayan bir külliye yaptırdı. Olcaytu’nun veziri Tâceddin Ali Şah Gîlânî’nin Tebriz’de bina ettirdiği cami müştemilâtında medrese ve zâviye de bulunuyordu. İlhanlılar’ın sonunda mahallî emirliklere ayrılan İran’da her emîrin bölgesinde medrese kurduğu anlaşılmaktadır. Bunlardan Deylem Atabegleri’nin kontrolünde olan Yezd’de ulemâdan Rükneddin Muhammed b. Nizâm el-Hüseynî tarafından yaptırılan Rükniyye Medresesi dönemin en yüksek seviyedeki eğitim kurumuydu. Yezd’de bulunan diğer medreseler şehrin Moğol saldırılarından uzak kalması sebebiyle birkaç asır faaliyetlerini sürdürebildiler.

Timurlular devrinde İran’da kurulan medreselerin başında Horasan bölgesindekiler gelmektedir. Meşhed’de Timur’un emîrlerinden Gıyâseddin Yûsuf Hâce’nin 843 (1439-40) yılında inşa ettirdiği Dûder Medresesi, Gevher Şad’ın hizmetinde bulunan Perîzad Hanım’ın yaptırdığı medrese ve İbrâhim b. Şâhruh’un Şîraz’da kurduğu medrese bunlar arasında zikredilebilir. Timurlular döneminde Yezd’de açılan Hâfıziyye Medresesi de önemlidir.

XVI. yüzyıl başlarında İran’da Şiîliğin devlet desteğiyle güçlenmesinden sonra o zamana kadar düzenli eğitim kurumlarına sahip olmayan Şiîler yeni bir usule göre medreselerini kurmaya başladılar. Safevîler’le birlikte sayıları hızla artan Şiî medreselerinin yanında Sünnî medreselerinde de canlanma gözlendi. Ancak devlet tarafından desteklenen Şiî medreseleri daha fazla gelişme imkânı buldu. Safevîler zamanında İsfahan’da medrese sayısı elli yediye, Tebriz’de kırk yediye ulaştı. Medreselerin idarî ve malî işlerinin yönetimi, “mollabaşı” unvanıyla en büyük âlimler arasından seçilen bir kişinin sorumluluğuna verilmişti. Bu dönemde İsfahan’da Molla Abdullah, Çehâr Bâğ, Abbâsî (Nâsırî), Âkā Kâfûr, Meryem Bîgüm, Süleymaniyye ve Şefîiyye; Meşhed’de Nevvâb, Hayrat Han, Sâlihiyye ve Mirza Ca‘fer; Şîraz’da Hâşimiyye, Hakîm, Mukīmiyye, Han, İmâmiyye, Şerîfiyye ve Eymâniyye; Tebriz’de Tâlibiyye, Sâdıkıyye; Kum’da Feyziyye ve Mü’miniyye medreseleri başta olmak üzere birçok medrese kuruldu. Safevîler devrinde başlayan güçlü Şiî öğretim geleneği diğer ülkelerdeki Şiî ulemâyı buraya yöneltti.

Kaçarlar döneminde Safevî geleneği takip edilerek ülkenin her tarafında medreseler açıldı. Bu hânedan zamanında medreselerin en önemlileri başşehir Tahran’da kuruldu. 1860’larda Tahran’da medrese sayısı otuz beşe ulaşmıştı. Şehrin en büyük okulu olan Sipehsâlâr Medresesi’ne kurucusu Mirza Hüseyin Han Sipehsâlâr bir kütüphane ekledi. Başşehirdeki diğer bir medrese, Feth Ali Şah tarafından başlangıçta hastahane olarak açılıp daha sonra medreseye dönüştürülen dârüşşifâdır. Asfiye ve Sadr Tahran’da Kaçarlar devrinde kurulan diğer medreselerdir. İsfahan’daki Sadr Bâzâr da önemlidir. Kaçarlar’ın son dönemiyle birlikte modernleşmenin etkisi eğitim kurumlarına da yansıdı. Batılı mânada ilk üniversite olarak 1851 yılında dârülfünunun açılmasıyla klasik medreseler daha çok dinî ağırlıklı bir öğretimin merkezi haline geldi. Dârülfünun, yönetiminde Şiî ulemânın bulunmadığı ilk eğitim kurumuydu. Yeni yaptırılan medreselerde âlimlerin etkinliğinden çok modern eğitimin ağırlığı görülmeye başlandı. Bu durum ulemânın yeni medreselere karşı tavır almasına sebep oldu. Tebriz’de 1897’de Rüşdiye Medresesi’nin açılışını şehrin din âlimleri hoş karşılamadı. Meşrutiyet döneminde yeni medreselerin kurulmasına devam edildi. Meşhed’deki Süleyman Han Medresesi bunlardan biridir. 1921’de İran’da Kum şehrinin en önemli dinî merkez olarak ortaya çıkması buradaki medreselerin önemini arttırdı. Feyziyye, Han, Hüccetiyye ve Rızâviyye gibi eski medreselerin yanında Dârütteblîğ (1965), Gülpâyigânî (1965) ve İmam Emîrü’l-mü’minîn medreseleri İran’ın din eğitimini üstlenen merkezler haline geldi.

İran’da medreselerin malî ihtiyaçları vakıflar tarafından karşılanıyordu. Özellikle bu kaynak XX. yüzyılda dinî eğitim yapan medreseler için ulemâya iyi bir güç sağlamıştır. 1979’da rejim değişikliğinin ardından İran’da geleneksel medrese sisteminde yenilikler yapıldı. Kum’da devrimden sonra, daha fazla kız öğrencinin kabul edildiği yeni medreseler açıldı. Bunlardan Mekteb-i Zehrâ en önemlisidir. Medreselere bağlı kütüphaneler de zenginleştirildi. Klasik medrese eğitimi Arapça, mantık, kelâm ve fıkıh kitaplarının okunup tartışılması şeklinde gerçekleştirilirdi. Şiî medreselerinde aklî ve naklî ilimlere dair mezhebî ağırlıklı geleneksel kitaplar okutulmaktaydı (geniş bilgi için bk. Seyyed Hossain Nasr, III, 56-73).

Yemen’de ilk medreseler Eyyûbîler zamanında Muizzüddin İsmâil b. Tuğtegin tarafından kuruldu. Taiz’de babası Seyfülislâm Tuğtegin’e nisbetle el-Medresetü’s-Seyfiyye’yi yaptıran Muizzüddin


594 (1198) yılında Zebîd’de el-Medresetü’l-Muizziyye’yi (Medresetü’l-Mîleyn) inşa ettirdi. Eyyûbîler’den sonra özellikle Resûlîler Yemen’de birçok medrese kurdular. Eyyûbîler’den itibaren Yemen’de 193 medresenin yaptırıldığı kaydedilmektedir (İsmâil b. Ali el-Ekva‘, s. 437-445). Selâhaddîn-i Eyyûbî döneminde Aden valisi 579’da (1183) Mekke’de bir Hanefî medresesi, ertesi yıl bir Şâfiî medresesi inşa ettirdi. Tâhirîler ve Osmanlılar zamanında da Yemen’de medreseler kuruldu.

İfrîkıye ve Mağrib’de de birçok medresenin açıldığı görülmektedir. Tunus’ta Hafsîler’e ait en eski medrese XIII. yüzyılda tesis edilen Şemmâiyye ve Muarradiyye’dir. Mağrib’deki ilk medrese, Merînî Hükümdarı Ebû Yûsuf Ya‘kūb b. Abdülhak tarafından 684’te (1285) Fas’ta yaptırılan Saffârîn’dir. Merînîler’den sonra da Fas, Tilimsân ve diğer şehirlerde medreseler inşa edilmiştir. Eğitimin genellikle camilerde yapıldığı Endülüs’te Nasrîler’den Ebü’l-Haccâc Yûsuf b. İsmâil’in 750 (1349) yılında Gırnata’da bir medrese açtığı bilinmektedir.

Medreseler varlıklarını sultanların, nüfuzlu devlet adamlarının ve zenginlerin himayesinde kurulan vakıfların gelirleriyle sürdürmüştür. Nizâmiye medreselerinin yönetimi Nizâmülmülk ve çocuklarının elindeydi. Medreseye kitaplar, arazi ve dükkânlar vakfedilmişti (İbnü’l-Cevzî, VIII, 256). Vakfiyeler medreselerdeki görevliler ve öğrenciler hakkında önemli bilgiler içermektedir. Konya’da İplikçi (Altun-aba) Medresesi’nin 598 (1202) tarihli vakfiyesine göre burada müderris, muîd, imam, müezzin, ferrâş (hademe) gibi görevliler ve başlangıç, orta ve ileri seviyede olmak üzere üç tür öğrenci grubu bulunmaktaydı. Şemseddin Altun-aba, medresenin masraflarının karşılanması için yakınlarındaki bir han, hana bitişik on sekiz dükkân, ayrıca şehrin çeşitli yerlerinde otuz kadar dükkân bağışlamış, Konya civar köylerinden de arazi vakfetmiştir. Bu gelirlerden müderrise 800, muîde 240, medrese camisinde namaz kıldıran imama 200, müezzine 100, ferrâşa 60 dinar yıllık ücret ödenmekte, ayrıca ileri seviyede bir öğrenciye ayda 15, orta seviyedekine 10 ve ilk seviyedekine 5 dinar verilmekte, medreseye kitap alımı için her yıl 100 dinar ayrılmaktaydı. Vakfiyede beş yıl sonunda başarılı olamayan öğrencinin medreseden ihraç edilmesi, kütüphaneden dışarıya çıkarılan kitap başına iade edilmek üzere bir paranın hâfız-ı kütübe bırakılması, müderris ve imamın mutlaka Hanefî mezhebinden olması şart koşulmuştur (Turan, TTK Belleten, XI/42 [1947], s. 202-203). Öğrencilerin ileri seviyede olanlarına müntehî, orta seviyede bulunanlarına mutavassıt, yeni başlayanlarına mübtedî deniyordu.

Medrese görevlilerinin sayısı kurumun büyüklüğüne ve okutulan derslere göre değişmekteydi. 631’de (1233-34) tamamlanan Bağdat’taki Müstansıriyye Medresesi’nde dört Sünnî mezhepten birer müderris vardı. Burada altmış iki fakih, dört muîd, bir şeyhü’l-hadîs, iki kāri, on müstemi‘, bir şeyhü’t-tıb, on kadar da tıp öğrenimi gören öğrenci bulunuyordu. Bünyesinde yetim çocuklar için bir mektebin yer aldığı medrese halifenin yanı sıra emîr, vezir, kadı, fakih, sûfî ve şairlerin de katıldığı büyük bir törenle açılmış, halife müderris, fukaha ve muîdlere hil‘at vermişti (İbn Kesîr, XIII, 150).

İbn Tolun’un naklettiğine göre Memlükler dönemi medreselerinde görevlilerin durumu ve görevleri şöyleydi: Hadis hocalarına muhaddis, şeyhü’l-hadîs ve şeyhü’r-rivâye deniyordu. Muhaddis bölgesindeki hadis şeyhlerini, onların doğum ve ölüm tarihlerini ve ilmî durumlarını bilirdi. Şeyhü’r-rivâye muhaddislerin rivayet ettiği hadislerin lafızlarını tashih ederdi. Hâfızlar Kur’an’ı ezberleyenlerin derslerini takiple görevliydi. Müfessir Kur’an âyetlerini açıklar, müderris talebeye ders anlatır, muîd müderrise yardımcı olurdu. Müfîd ders çalışmaları esnasında öğrencilere yardım eder, müntehî tartışılan konularda araştırma yapardı. Kâtibü’l-gaybe talebelerin devam durumunu izlerdi. Zâbitü’l-esmâ öğrencilerin kaydıyla ve onların derse ilgisini takiple görevliydi. Muallimü’l-küttâb küçük çocuklara İslâmiyet’in esaslarını öğretir, kās (kıssa anlatan) halka ibretli olay ve sözler nakleder, kāriü’l-kerâsî de kās gibi bir görev yapardı. Vâiz halka şiirler ve güzel sözlerle zühd, tevekkül gibi konular hakkında vaaz verirdi (İbn Tolun, s. 35-45; Ahmed Hâlid Cîde, s. 340-341).

Fıkıh ağırlıklı medreselerde müderris geçici olarak medreseden ayrıldığında nâibü’l-müderris ona vekâlet ederdi. Nitekim Gazzâlî Dımaşk’a gitmek üzere Bağdat’tan çıktığı zaman kendisine kardeşi Ahmed el-Gazzâlî vekillik yapmıştır. Fıkıh medreselerinde ayrıca reis, müftü, kadı, şahid, mütesaddir, müfîd gibi görevliler bulunurdu. Hadisle ilgili bölümlerde yardımcıya müstemlî, dil hocalarına nahvî denirdi. Kıraat hocaları da hadis hocaları gibi şeyh (şeyhü’l-kırâa) olarak adlandırılırdı. Ribât, zâviye ve hankahlarda ders verenlere şeyh denirdi. Medreselerde ayrıca nâsih, verrâk, musahhih, muarrid gibi yazı ile ve yazı malzemesinin sağlanmasıyla ilgili görevliler de bulunurdu.

Fıkıh eğitimi veren medreselerde genellikle bir mezhebin usul ve fürûu okutulurdu. Bununla birlikte iki veya daha fazla mezhebin görüşlerinin öğretildiği müesseseler de vardı. Makrîzî’nin kaydettiğine göre Kahire medreselerinin on dördü Şâfiî, dördü Mâlikî, onu Hanefî, üçü Şâfiî-Mâlikî, altısı Şâfiî-Hanefî, biri Mâlikî-Hanefî, dördü ise dört Sünnî mezhebin fıkhı üzerine eğitim yapıyordu. Ayrıca mezhebi belirtilmeyen iki dârülhadîs ve yirmi beş kadar medrese vardı (el-Ħıŧaŧ, II, 362 vd.). Memlükler döneminde Dımaşk’ta yirmi Hanefî, otuz altı Şâfiî, üç Mâlikî ve beş Hanbelî medresesinin bulunduğu tesbit edilmektedir (Ahmed Hâlid Cîde, s. 136-159). Nuaymî, ed-Dâris fî târîħi’l-medâris adlı eserinde V-X. (XI-XVI.) yüzyıllar arasında Dımaşk’ta altmış üç Şâfiî, elli iki Hanefî, dört Mâlikî, on bir Hanbelî ve üç tıp medresesinden bahseder. Medreselerde değişik görüş sahipleri arasında tartışmalar çıktığı, bu tartışmaların bazan çatışmaya dönüştüğü, 469’da (1076-77) Hanbelîler’le Eş‘arîler, bir yıl sonra da Hanbelîler’le Nizâmiyye fukahası arasında bu tür olayların yaşandığı belirtilmektedir (İbn Kesîr, XII, 123, 125).

Öğrencilerin tahsil müddetiyle ilgili genel bir kural bulunmamaktadır. Medrese eğitimini başarıyla tamamlayanlara icâzet verilir, belli bir süreden sonra kendisinde kabiliyet görülmeyen öğrenci uzaklaştırılırdı. Dersler umumiyetle ez-berleme, tekrar, tefakkuh, müzakere ve imlâ metotlarıyla öğrenilmeye çalışılırdı. Kur’an derslerinde kırâat-i seb‘a okunurdu. Hadis derslerinde cerh ve ta‘dîl bilgisi, ricâl ilmi gibi konular da görülürdü. Sonraları her ilim dalında yazılmış en ünlü eserler ders kitabı olarak okutulmuş, bu eserler talebe tarafından ezberlenmiştir.

Büyük medreselerde dinî ilimlerin yanı sıra tıp, riyâziye ve hey’et gibi ilimler de okutulmaktaydı. Müstansıriyye Medresesi bünyesinde bir dârüttıb vardı. Derslerin müfredatı hocaya göre değişmekteydi. Aynı hoca bazan Arap dili, edebiyat, şiir, hitabet, hadis, fıkıh, ahkâm, kelâm, mantık, geometri, ensab, siyer gibi konularda bilgi sahibi olabilmekteydi (Makdisi, The Rise of Colleges, s. 82). Medreselerde okutulan aklî ilimler Batı dünyasında


büyük etki yapmış, hıristiyan din adamları ile diğer bazı kimseler buralardan aldıkları bilgileri memleketlerine taşımışlardır. Bu sayede İbn Rüşd’ün düşünceleri müslüman Doğu’dan çok hıristiyan Batı’yı etkilemiş ve burada doğan Averroisme (İbn Rüşdcülük) cereyanı kilise tahakkümünün ve skolastik anlayışın sarsılmasında önemli rol oynamıştır. İspanyollar Mürsiye’yi (Murcia) zaptettikleri zaman kral dönemin âlimlerinden Muhammed b. Ahmed el-Mürsî’yi hizmetine alarak adına bir medrese inşa ettirmiş, Mürsî burada müslüman, hıristiyan ve yahudilere mantık, hendese, tıp, felsefe ve mûsiki dersleri vermiştir (İbn Hacer, III, 375).

Medrese gibi görev yapan zâviye, hankah, ribât vb. müesseseler de vardır. Kahire’deki Şeyhû Hankahı’nda dört mezhep fıkhı, hadis, kıraat ve tasavvuf okutuluyordu. Bazı hankahlarda ise bir mezhebin öğretildiği belirtilmektedir (Makrîzî, II, 292, 421). Dımaşk’ta Emeviyye Camii’nde sekiz zâviye bulunmaktaydı; bunlardan ikisi Şâfiî, biri Hanbelî, üçü Hanefî, biri Mâlikîler’e aitti, diğeri ise Gazzâlî’ye nisbetle Gazzâliyye (Şeyhiyye) olarak anılıyordu. Yine Mısır’da Amr b. Âs Camii’nin sekiz zâviyesi vardı.

İçinde Allah’ın kitabının okunduğu yerler olduğundan medreseler mescid telâkki edilmiş, Hz. Peygamber’in bir hadisinde geçen ifadeyle (Müslim, “Źikr ve’d-duǾâǿ”, 38) “Allah’ın evlerinden bir ev” sayılmıştır (Nevevî, XVII, 22; Azîmâbâdî, IV, 230). Zekât, sadaka gibi insan için tasarruf edilmesi gereken malların medrese, hankah vb. kurumlara harcanması câiz görülmemiş (İbn Receb, s. 103), ancak buradaki öğrencilere verilebileceği söylenmiştir. Medreselerin yapılacağı arazilerin sahiplerinin rızası ile alınıp istimlâk bedellerinin ödenmesi şart koşulmuştur. Ebû İshak eş-Şîrâzî’nin kendisi için inşa edilen Bağdat Nizâmiyesi’nin açıldığı gün ilk dersi vermek üzere giderken bir gencin kendisine medresenin gasbedilmiş arazi üzerine kurulduğunu söylediği, bunun üzerine Ebû İshak’ın o gün orada ders vermediği, ancak uzun çabalardan sonra ikna edilebildiği bildirilmektedir (İbn Kesîr, XII, 101-102).

BİBLİYOGRAFYA:

İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, II, 113; Müsned, II, 451; VI, 11; Buhârî, “Cizye”, 6, “İǾtiśâm”, 18; Müslim, “Źikr ve’d-duǾâǿ”, 38; İbnü’l-Cevzî, el-Muntažam, VIII, 256; IX, 66; İbn Nukta, et-Taķyîd li-maǾrifeti ruvâti’s-sünen ve’l-mesânîd (nşr. Kemâl Yûsuf el-Hût), Beyrut 1408/1988, I, 230; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, bk. İndeks; Nevevî, Şerĥu Müslim, XVII, 22; Zekeriyyâ el-Kazvînî, Âŝârü’l-bilâd (nşr. F. Wüstenfeld), Beyrut 1960, s. 412; Zehebî, AǾlâmü’n-nübelâǿ, XVI, 540; XVII, 170, 257; XIX, 96; Sübkî, Ŧabaķāt, III, 149; IV, 313-314; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye (nşr. Ali M. Muavvaz v.dğr.), Beyrut 1407/1987, XI, 333; XII, 101-102, 123, 125; XIII, 150; XVII, 215, 219; Ali b. Muhammed el-Huzâî, Taħrîcü’d-delâlâti’s-semǾiyye (nşr. Ahmed M. Ebû Selâme), Kahire 1401/1980, s. 80; İbn Receb, CâmiǾu’l-Ǿulûm, Beyrut 1408, s. 103; Makrîzî, el-Ħıŧaŧ, II, 292, 362 vd., 421; İbn Hacer, ed-Dürerü’l-kâmine, III, 375; Nuaymî, ed-Dâris fî târîħi’l-medâris (nşr. Ca‘fer el-Hasenî), Kahire 1988, I, 99 vd., 331 vd., 407, 447, 607, 648, ayrıca bk. tür.yer.; II, tür.yer.; İbn Tolun, Naķdü’ŧ-ŧâlib li-zeġali’l-menâśıb (nşr. M. Ahmed Dehmân - Hâlid M. Dehmân), Beyrut 1992, s. 35-45; Îrânşehr, Tahran 1343 hş./1963, I, 718-744; Aptullah Kuran, Anadolu Medreseleri, Ankara 1969, I, 1 vd., 11 vd., 41 vd.; Metin Sözen, Anadolu Medreseleri, İstanbul 1970-72, I-II; Nâcî Ma‘rûf, Medâris ķable’n-Nižâmiyye, Bağdad 1973, s. 67-68, tür.yer.; a.mlf., ǾUlemâǿü’n-Nižâmiyyât ve’l - medârisü’l - meşriķi’l - İslâmî, Bağdad 1393/1973; Ahmed Çelebi, İslâm’da Eğitim-Öğretim Tarihi (trc. Ali Yardım), İstanbul, ts. (Damla Yayınevi), s. 108 vd.; C. Zeydân, İslâm Medeniyeti Tarihi (trc. Zeki Megâmiz), İstanbul 1978, III, 408 vd.; Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, İstanbul 1980, s. 331-332, 334, 335, 357, 433, 471, 472; a.mlf., “Selçuklu Devri Vakfiyeleri I: Şemseddin Altun-Aba Vakfiyesi ve Hayatı”, TTK Belleten, XI/42 (1947), s. 202-203; G. Makdisi, The Rise of Colleges, Edinburgh 1981, s. 20, 21, 24, 27, 30, 80 vd., 82, 86, 153 vd., 164-165, 188 vd., 210, 216; a.mlf., “RuǾâtü’l-Ǿilm” (trc. İhsan Abbas), el-Ebĥâŝ, XIV/4, Beyrut 1961, s. 481 vd.; J. Pedersen - [G. Makdisi], “Madrasa”, EI² (İng.), V, 1123-1134; J. Pedersen, “Some Aspects of the History of the Madrasa”, IC, III (1929), s. 525-537; a.mlf., “Mescid”, İA, VIII, 50-70; Abdülcelîl Hasan Abdülmehdî, el-Medâris fî Beyti’l-Maķdis, Amman 1981, I, tür.yer.; Ramazan Şeşen, Salâhaddîn Devrinde Eyyûbîler Devleti, İstanbul 1983, s. 254-262; Hasan Şümeysânî, Medârisü Dımaşķ fi’l-Ǿaśri’l-Eyyûbî, Beyrut 1403/1983, s. 49; Hüseyin Sultânzâde, Târîħ-i Medâris-i Îrân, Tahran 1364 hş.; Saîd İsmâil Ali, MeǾâhidü’t-terbiyyeti’l-İslâmiyye, Kahire 1986, s. 303-386; İsmâil b. Ali el-Ekva‘, el-Medârisü’l-İslâmiyye fi’l-Yemen, Beyrut 1986, s. 10-15, 437-445, ayrıca bk. tür.yer.; Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbü’l-idâriyye (Özel), I, 138; İsmail Yiğit, Siyasî-Dinî-Kültürel İslâm Tarihi: Memlûkler, İstanbul 1991, VII, 245 vd.; Abdülazîm Ramazan, Târîħu’l-medâris fî Mıśri’l-İslâmiyye, Kahire 1992; Azîmâbâdî, ǾAvnü’l-maǾbûd, Beyrut 1415, IV, 230; Seyyed Hossain Nasr, “The Traditional Texts Used in the Persian Madrasahs”, Encyclopaedic Survey of Islamic Culture (ed. Mohamed Taher), New Delhi 1997, III, 56-73; Ahmed Hâlid Cîde, el-Medâris ve nižâmü’t-taǾlîm fî bilâdi’ş-Şâm fi’l-Ǿaśri’l-Memlûkî, Beyrut 1422/2001, s. 136-159, 340-341; Roy Mottahedeh, Peygamberin Hırkası (trc. Ruşen Süzer), İstanbul 2003, s. 73, 75, 76, 77, 80, 221, 222; a.mlf., “Traditional Shi’ite Education in Qum”, Harvard Middle Eastern and Islamic Review, II/1, Harvard 1995, s. 89-98; A. L. Tibawi, “Muslim Education in the Golden Age of the Caliphate”, IC, XXVIII/2 (1954), s. 418-438; Müderris Tabâtabâî, “Medâris-i Ķadîm-i Ķum”, Vaĥîd, IX/99, Tahran 1392/1972, s. 1767-1772; Emel Esin, “Böri Tigin Tamgaç Buğra Kara Hakan İbrahim’in (H. 444-60/1052-68) Semerkand’da Yaptırdığı Âbideler”, STY, VIII (1978), s. 37-55; Altan Çetin, “İrfan Ordusunun Temelleri Türkler’de Medreseler (Karahanlı, Selçuklu ve Beylikler Devri Medreseleri)”, Dinî Araştırmalar, II/5, Ankara 1999, s. 177-201; Mehmet İpşirli, “Anadolu”, DİA, III, 128-130; Ara Altun, “Artuklular”, a.e., III, 418-419; Mahmut Kaya, “Beytülhikme”, a.e., VI, 89; M. Baha Tanman, “Dânişmendliler”, a.e., VIII, 474, 476; Nebi Bozkurt, “Dârülhadis”, a.e., VIII, 528; A. Engin Beksaç - Ahmet Vefa Çobanoğlu, “İlhanlılar”, a.e., XXII, 106-107.

Nebi Bozkurt




Osmanlı Dönemi. İslâm eğitim sisteminin temel kurumu olan medrese Osmanlılar döneminde fizikî şartları, mimari özellikleri, programı ve temsil ettiği zihniyetle önemli gelişmeler göstermiştir. Medrese bu dönemde sıbyan mektebinden sonra orta, lise, yüksek okul ve üniversite eğitimine tekabül eden, İslâmî kimliği sebebiyle sadece müslümanların devam ettiği bir eğitim kurumu özelliği taşır.

Osmanlı Beyliği’nde ilk medrese olarak Orhan Gazi’nin 1331’de kurduğu, İznik Orhaniyesi adını da taşıyan İznik Medresesi gösterilir (Âşıkpaşazâde, s. 119; Neşrî, I, 63). Bu medreseye önce Mısır’da yetişmiş, eserleriyle tanınmış âlim Dâvûd-i Kayserî, ardından Tâceddin-i Kürdî, Alâeddin Ali Esved müderris olarak tayin edildi. 1326’da Bursa’nın fethinden kısa bir süre sonra Orhan Gazi, manastırdan çevrildiği için Manastır Medresesi olarak da bilinen Orhan Gazi Medresesi’ni kurarak vakıflar tahsis etti. I. Murad, Yıldırım Bayezid, Çelebi Mehmed, II. Murad ve bunların devlet ricâlinin yaptırdığı yirmi bir medrese ile Bursa cazip bir ilim merkezi oldu. Bursa’daki ilim ve medrese hayatı önemini kaybetmemekle birlikte 1361’de Edirne’nin fethiyle medrese tarihinde yeni bir safha açıldı. Burada Çelebi Mehmed devrinde iki, II. Murad döneminde dokuz yeni medrese tesis edildi. Özellikle II. Murad’ın Dârülhadis Medresesi, Sahn-ı Semân medreseleri yapılıncaya kadar (1463-1470) en yüksek Osmanlı medresesi kabul edilmiştir. Kuruluş yıllarından itibaren 1326-1451 devresinde seksen dört medresenin yapıldığı tesbit edilmektedir. Bunlardan on biri Orhan Bey, sekizi I. Murad, yirmisi I. Bayezid, yedisi I. Mehmed, otuz yedisi II. Murad zamanında kurulmuş, bir medrese de fetret döneminde inşa edilmiştir. Bunun


elli üçü Anadolu’da, yirmi dokuzu Rumeli’de ve ikisi Kudüs’te idi (İhsanoğlu, LXVI/247 [2002], s. 897).

Fâtih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethiyle başlayan yeni dönem, Osmanlı ilim hayatı ve medrese teşkilâtı için önemli adımların atıldığı devreyi oluşturur. 857’de (1453) fetihten sonra İstanbul’da eğitim faaliyetleri Zeyrek kiliseleri ve Ayasofya’daki bazı keşiş odalarında yapıldı. 863’te (1459) Eyüp Medresesi hizmete açıldı. 875 (1470) yılında tamamlanan Fâtih Külliyesi içerisinde sekiz medreseden oluşan Sahn-ı Semân (sekiz avlu) ve bunların bir sıra gerisinde yer alan sekiz Tetimme Medresesi tesis edildi. Bu medreseler konumu, fizikî ve mimari özellikleri, sağlanan maddî imkânlar ve bilhassa müfredat programı ile bir yüksek öğretim ve araştırma kurumu özelliği kazandı.

II. Bayezid biri Amasya’da (1481-1486), diğeri Edirne’de (1484-1488), üçüncüsü de İstanbul’da (1501-1505) kendi adıyla anılan semtte inşa ettirdiği üç önemli külliye içerisinde medreseler kurdu. İstanbul’daki medresesinde müderrislik görevini şeyhülislâmlara şart koştu. Bu görev dönemin şeyhülislâmı Zenbilli Ali Efendi ile başladıysa da şeyhülislâmların yoğun işleri sebebiyle fiilen ders vermeleri mümkün olmayınca bir vekil vasıtasıyla yürütülmesi yoluna gidildi (bk. DERS VEKÂLETİ). Sahn-ı Semân’dan bir asır sonra inşa edilen Süleymaniye Külliyesi (1551-1557) özellikle medrese-i evvel, sânî, sâlis ve râbi‘ isimleriyle dört medrese, bir tıp medresesi ve dârüşşifâ ile dârülhadisten oluşuyordu ve Osmanlı Devleti’nde eğitimde varılan en yüksek noktayı temsil ediyordu. Önce Sahn-ı Semân ile, ardından Süleymaniye medreseleriyle Osmanlı medrese sistemi dereceler, dersler, gelir kaynakları ve yönetim bakımından önemli gelişmeler kaydetti. Bundan sonra da devletin her vesile ile yeni medreseler teşkilini teşvik ettiği görülür. 1086’daki (1675) sünnet düğününde tamamen boşalmış olan Galata Sarayı ve İbrâhim Paşa Sarayı’nın medrese haline getirilerek buralara müderrisler tayin edildiği bilinmektedir (Defterdar Sarı Mehmed Paşa, s. 68).

Osmanlılar’da yeni fethedilen yerleşim birimlerine medrese inşası da yerleşmiş bir âdetti. Osmanlı idaresine giren yerlerde medrese teşkili sadece eğitim amacına değil İslâm dini ve kültürünün yaygınlaşmasına, devlet, aydın ve halk uzlaşmasının teminine ve yönetimin toplumlara benimsetilmesine de yardımcı oluyordu. Özellikle Balkan şehirlerinde medreselerin kurulmasına önem verildi. Osmanlı dönemi boyunca Bulgaristan’da 142 medrese, 273 mektep, Yunanistan’da 182 medrese, 315 mektep, eski Yugoslavya’da 223 medrese, 1134 mektep ve Arnavutluk’ta yirmi sekiz medrese, 121 mektep olmak üzere toplam 575 medrese ve 1843 mektebin yapıldığı tesbit edilmiştir (Ayverdi, I-IV, tür.yer.).

Fetihten XX. yüzyıl başlarına kadar İstanbul’da da yüzlerce medresenin kurulduğu, XVII. yüzyıl ortalarında sadece sur içi kesiminde 122 medresenin bulunduğu bilinmektedir. Hezarfen Hüseyin Çelebi 1086’da (1675) İstanbul’da 126 medresenin mevcut olduğunu belirtir. 1869’da düzenlenen bir listeye göre şehirde faal medrese sayısı 166’dır. Yine İstanbul’da XX. yüzyıl başlarında 185 medrese tesbit edilmişti, bunlardan 2000 yılına ulaşmış olanların sayısı harap olanlar da dahil olmak üzere sadece doksan kadardır (Kütükoğlu, s. IX-XIV, s. 4). Bu rakama kazasker rûznâmçelerinde rastlanan yüzlerce dersiye dahil değildir. Bilindiği kadarıyla dersiye müstakil bir medrese olmayıp cami, medrese, dergâh gibi mekânlarda belirli dersin, özellikleri vakfiyede belirlenmiş bir âlim tarafından verilmesiydi. Bunun için muayyen bir gelir tahsisi gerekmekteydi.

İstanbul medreselerinin büyük çoğunluğu sur içindeydi, özellikle de Fatih-Çarşamba arası büyük medrese yoğunluğuna sahipti. Buna uygun olarak burada oldukça seviyeli ilmî bir muhit oluşmuştu. Medreseler Anadolu’da da yaygındı. Meselâ XIX. yüzyılda Kayseri’de yirmi iki, İzmir’de otuz üç medrese vardı. En ücra köylerde bile medreselerin bulunduğuna dair kayıtlara rastlanır. Anadolu vilâyeti medreseleriyle müderrislerini gösteren 934 (1528) tarihli bir listede 150 medresenin adı sayılmıştır. Onu boş olan bu medreselerde görev yapan 140 müderrisin kaydı mevcuttur. Bazı yabancı seyyahlar da Anadolu şehirlerindeki medreselerden övgüyle söz ederler. Amasya’ya gelen Perrot, 1861’de buradaki medreseyi ve eğitim hayatını gördüğünde Amasya’yı Anadolu’nun Oxford’u diye nitelemişti (Souvenirs d’un voyage en Asie mineure, s. 453).

Dersler, Konular ve Medrese Dereceleri. Medrese programında yer alan konular ve dersleri aklî ve naklî, dinî ve din dışı ilimler, doğrudan ve dolaylı olarak programda okutulanlar olmak üzere sınıflandırılabilir. Medresede okutulan dersler esas itibariyle cüz’iyyat denilen hesap, hendese, hey’et ve hikmet dersleri; alet ilimleri (ulûm-ı âliye) kabul edilen belâgat (meânî, bedî‘, beyân), mantık, kelâm, Arap sarf ve nahvi, dil ve edebiyatı dersleri; ulûm-ı âliye denilen tefsir, hadis ve fıkıh derslerinden oluşmaktaydı. Derslerde belirli kitaplar takip edilirdi. Bu kitapların hemen tamamı Arapça idi, ancak eğitim dili Türkçe, eğitim metodu ise genelde takrir tarzındaydı. Müderris İslâm dünyasının Gazzâlî, Ebû Hafs en-Nesefî, Adududdîn el-Îcî, Sa‘deddin et-Teftâzânî, Seyyid Şerîf el-Cürcânî, Kādî Beyzâvî, Zemahşerî ve Râzî gibi üstatlarının klasik metinler haline gelmiş olan Arapça


kitaplarını takrir eder, tartışmalar, soru-cevaplar Türkçe olurdu.

Medrese ders kitapları İslâm dünyasında meşhur olan, üzerlerine pek çok şerh ve hâşiyenin yazıldığı kitaplardı. Bunlar genellikle Osmanlı öncesi dönemde yazılmış eserler olmakla birlikte içlerinde Molla Fenârî’nin Fuśûśü’l-bedâyiǾi, Molla Hüsrev’in Dürerü’l-ĥükkâm ve Ġurerü’l-aĥkâm’ı, ayrıca Mirķātü’l-vüśûl ile bunun şerhi Mirǿâtü’l-uśûl’ü, Molla Gürânî’nin Ġāyetü’l-emânî ve Ebüssuûd Efendi’nin İrşâdü’l-Ǿaķli’s-selîm adlı tefsiri, Birgivî’nin nahivden ǾAvâmil ve İžhârü’l-esrâr’ı, İbrâhim b. Muhammed el-Halebî’nin Mülteķa’l-ebĥur’u gibi Osmanlı âlimleri tarafından yazılanları da vardı. Osmanlı âlimlerinin önceki eserlere yazdıkları şerh ve hâşiyeler de ders kitabı veya yardımcı kitap olarak medreselerde takip edilirdi. XV-XVI. yüzyıllarda Osmanlı medreselerinde okutulan otuz üç kitaptan on üçünün İran’da, onunun Mısır’da, yedisinin Mâverâünnehir, Hârizmşah ve Fergana’da, üçünün Anadolu ve Horasan’da yetişen müellifler tarafından yazıldığı anlaşılmaktadır.

XVII-XVIII. yüzyıllarda medreselerde işlenen konular ve derslerle ilgili nesir ve nazım halinde müfredat programlarının yazıldığı bilinmektedir. Bunlar arasında İshak Tokadî’nin Manzûme-i Tertîb-i Ulûm’u, Saçaklızâde Mehmed Mar‘aşî’nin çok kapsamlı ve sistemli Arapça Tertîbü’l-Ǿulûm’u, Müderris Ali Uşşâkī’nin Kasîde fi’l-kütübi’l-meşhûre fi’l-ulûm’u, bir heyet tarafından hazırlanan Kevâkib-i Seb‘a ve Erzurumlu İbrâhim Hakkı’nın Tertîbü’l-ulûm adlı eserleri sayılabilir. Kevâkib-i Seb‘a, 1728-1741 yılları arasında İstanbul’da Fransız büyükelçisi olan Marquis de Villeneuve’ün hükümeti adına medrese eğitimi ve mahiyeti hakkında bilgi istemesi üzerine Reîsülküttâb Mustafa Efendi’nin başkanlığında bir heyet tarafından yazılmıştı. Bu eserde Osmanlı medreselerinde sınıfın değil dersin geçildiği, her dersin başlangıç (iktisâr), orta (iktisad) ve ileri (istiksâ) seviyelerinde ele alınıp her ders için en az üç kitabın takip edildiği, talebenin ders hazırlaması, dersin işleniş tarzı, hoca-talebe münasebetleri hakkında bilgiler yer almaktadır. Ayrıca XVI. yüzyıl başlarında Taşköprizâde, XVII. yüzyılda Kâtib Çelebi, daha sonra Şeyhüislâm Seyyid Feyzullah Efendi, Bursalı İsmâil Hakkı, Abdullah Ahıskavî ve XIX. yüzyılda Cevdet Paşa medrese programlarıyla ilgili önemli bilgiler vermişlerdir.

Taşköprizâde’nin, 1525-1545 yıllarındaki müderrisliği sırasında en aşağı medreseden 60 akçeli en yüksek medreseye kadar çeşitli medreselerde kelâmdan Ĥâşiyetü’t-Tecrîd ve Şerĥu’l-Mevâķıf’ı, fıkıhtan Şerĥ-i Ferâǿiż’i, Sadrüşşerîa’nın Şerĥu’l-Viķâye’sini ve el-Hidâye’yi, usûl-i fıkıhtan et-Tavżîĥ ve et-Telvîĥ’i, hadisten Meśâbiĥu’s-sünne ve Meşâriķu’l-envâri’n-nebeviyye’yi, Buhârî’yi, tefsirden Beyzâvî’nin Envârü’t-tenzîl’ini, belâgattan el-Muŧavvel ve Şerĥ-i Miftâĥ’ı okuttuğu belirtilir (Mecdî, s. 525-526).

XV ve XVI. yüzyıllarda felsefî konular ve matematik, mühendislik, tıp gibi teknik konular Osmanlı medrese programında yer almakta ve okutulmakta iken felsefî ve teknik konuların zamanla neden ve nasıl gerilediği meselesi en çok durulan bir husustur. Taşköprizâde, daha 1540’larda medresede tartışmalı kelâm ve matematik bahislerinin ulemâ arasında önemini yitirmesinden, ilim seviyesinin düşmesinden yakınmaktadır. Kadızâdeliler ve Sivâsîzâdeliler arasındaki yersiz tartışmalara bizzat şahit olan Kâtib Çelebi muhtemelen bunun da tesiriyle artık seviyeli, faydalı kelâm ve felsefe tartışmalarının yerini lüzumsuz zıtlaşma ve inatlaşmaların aldığını belirtmiştir. Kâtib Çelebi, medreselerde matematik derslerinin de eskisi gibi okutulmadığına temas ederek fıkhî meseleler için matematik ve hesap derslerinin önemini vurgulamaktadır.

Medrese programında tarih, coğrafya, Türk edebiyatı ve Fars edebiyatı yer almadığı halde Osmanlı medreselerinden yetişen, daha sonra yıllarca müderrislik yapan birçok âlimin tarih kitapları yazdığı, bunların içinde divan sahibi şairlerin olduğu bilinmektedir. Medrese programında doğrudan bulunmayan tarih ve coğrafyaya medresede çeşitli ders kitaplarının ve konuların okunması sırasında ihtiyaç duyulduğu, bu sebeple medrese muhitinde yazılan veya tercüme edilen birçok tarih ve coğrafya eserinin olduğu dikkati çeker.

Osmanlı devlet teşkilâtına dair anonim bir eser olan Hırzü’l-mülûk’e göre (s. 195) medreseye devam eden bir talebe önce bir miktar sarf ve nahivle diğer başlangıç derslerini (muhtasarât) ayrıca mantık, kelâm ve meânî okur, İstanbul’a gelince Hâşiye-i Tecrîd medreselerinin her birinde üçer dörder ay kalarak her müderristen beş altı ders görüp dört beş yıl zarfında Semâniye medreselerine ulaşır, orada bir yıl kadar durur, ardından padişah medreselerine girer, birçok âlimden yararlanarak yirmi beş-otuz yaşlarında mülâzım olup medreseye veya kadılığa tâlip olurdu. Hezarfen Hüseyin Efendi’nin Telhîsü’l-beyân’ında ise medresede ders usulü muteber kitapların yerleşmiş geleneğe göre sırayla okunması, müderristen hangi konu ve kitaplar nereye kadar okunduysa elindeki temessüke düzenli işlenmesi, başka bir müderrisin temessüksüz talebeyi kabul etmemesi, her


ilimde aşağıdan yukarıya doğru gerekli kitapların sırayla okunması şeklinde özetlenmiştir.

Osmanlı medreselerinde dereceleri göstermek üzere birbirinden ayrı gibi görünen, aslında birbiriyle bağlantılı olan üç ayrı usulün kullanıldığı bilinmektedir. Bunlar Hâşiye-i Tecrîd, Hâşiye-i Miftâh, Hâşiye-i Telvîh medreseleri şeklinde kitap adlarına; yirmili, otuzlu, kırklı, ellili, altmışlı şeklinde müderrise ödenen günlük ücretlere ve nihayet hâriç, dâhil, Sahn, altmışlı, Süleymaniye, dârülhadis şeklinde medreselerin statüsüne göre yapılmış derecelendirmelerdir. Kelâmla ilgili Ĥâşiyetü’t-Tecrîd adlı kitabın okutulduğu Tecrid medreselerinde müderrise günlük 20-25 akçe arasında ücret ayrılmıştı. Bu medreselere bundan dolayı yirmili de deniyordu. Belâgata dair Miftâĥu’l-Ǿulûm’un okutulduğu Miftah medreseleri 30-35 akçelikti. Kırklı medreseler bunların bir üst kısmını oluşturuyordu. Bunun üzerinde hâriç ellili medreseler vardı ve müderrise ayrılan tahsisat 50 akçeydi. Hâriç elliliyi dâhil ellili denilenler izliyordu. XVI. yüzyıldan sonra devlet erkânının yaptırdığı medreselerin statüsü dahil kategorisindeydi. Sahn-ı Semân medreseleri de 50 akçe ücretli müderrislere veriliyordu. Ayasofya Medresesi altmış akçelik olup buna altmışlı deniyordu. XVI. yüzyılda Süleymaniye medreseleriyle bu tasnif sistemi değişip genişledi. XVIII. yüzyıldan itibaren giderek iki hâriç, iki dâhil, iki Sahn, iki altmışlı, üç Süleymaniye ve bir dârülhadis olmak üzere ibtidâ-i hâric, hareket-i hâric; ibtidâ-i dâhil, hareket-i dâhil; mûsıle-i Sahn, Sahn-ı Semân; ibtidâ-i altmışlı, hareket-i altmışlı; mûsıle-i Süleymâniyye, hâmise-i Süleymâniyye, Süleymaniye, dârülhadîs-i Süleymaniyye dereceleri oluştu (Cevdet, I, 108-117). Bu sistem Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar devam etti.

Osmanlı medrese sisteminde özellikle XVI. yüzyıl ortalarından itibaren kendi içinde çeşitli hareketlilikler yaşanmıştır. Medrese-kadılık-müftülük görevlerine ait derecelerin birbirine uyumu sağlanarak genelde müderrislikten kadılığa, bazan da kadılıktan müderrisliğe geçişin olduğu görülmektedir. Medrese derecelerinin zaman zaman değiştiği de dikkati çeker. Meselâ 955’te (1548) İstanbul Şehzade Medresesi elli akçelik iken altmış akçeliye yükselmiş, 979’da (1571) Selçuk Sultan müderrisliği elli akçelikten kırk akçeliye düşürülmüş, 1032’de (1623) hâriç seviyesinde olan Mehmed Paşa Medresesi dâhil derecesine çıkarılmış, dâhil derecesinde olan Soğukkuyu (Pîrî Paşa) Medresesi hâriç derecesine indirilmiştir. Eyüp’te Zal Mahmud Paşa (Şah Sultan) Medresesi 1028’de (1619), İstanbul’da Koca Sinan Paşa Dârülhadisi 1031’de (1622), Bursa Hudâvendigâr Medresesi 1062’de (1652) altmışlıya yükseltilmiştir. Kayseri Huand Hatun Medresesi 957’de (1550) 30 akçelik iken daha sonra kırklı ve 1062’de (1652) ellili derecesine ulaşmıştı. Medrese derecelerindeki bu değişiklikler genellikle müderrislerin kıdem durumlarıyla ilgili olup bir süre sonra medrese eski derecesine dönmektedir.

Esas itibariyle medrese bir vakıf kurumu olduğundan işleyişi, malî kaynakları, bunların kullanılması ve denetlenmesi tamamıyla vakıf kuralları içinde yapılırdı. Ancak konu toplum eğitimini ilgilendirdiği için devletin daima sıkı bir denetimi vardı. Bütün medreseler önceleri kazaskere bağlı iken XVI. yüzyıl sonlarından itibaren yüksek dereceliler şeyhülislâma verilmiş, diğerleri kazaskerlerde kalmıştı. XIX. yüzyılda teşkilât meşihat makamına devredilmiştir. Her bir medresenin yönetimi genellikle müderrisin sorumluluğunda idi. Talebenin gördüğü derslerin deftere kaydını da müderris yapardı. Geliri ve kapasitesi küçük olan medreselerde ayrı bir mütevelli olmayıp bu görevi de müderris yerine getirmekteydi. Talebenin çalışmasını, medresedeki inzibatı ve gündelik hayatı müderris takip ederdi. Vakıfların ve bunun içerisinde medreselerin nezareti farklı yetkililerin uhdesindeydi. Meselâ külliye olarak Fâtih sadrazamların, Beyazıt şeyhülislâmların, diğer bazı külliyeler ise Dârüssaâde ağalarının nezâretinde bulunurdu. Ayrıca kadılar derslerin şartlara uygun yapılıp yapılmadığını, yolsuzluk vb. konuları bazan şikâyet üzerine, bazan re’sen teftiş ederdi. Nitekim XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren medrese talebelerinin giderek artan taşkınlıkları, müderrislerin derslerini ve diğer görevlerini gereği gibi yerine getirmemeleri üzerine devlet başta kadılar olmak üzere bütün ilgililere hükümler göndermekte idi (Akdağ, XI/1-4 [1950], s. 361-387).

Medrese eğitiminin temel unsurunu müderrisler oluştururdu. Osmanlı sisteminde talebelerin hangi medresede okuduğu değil hangi hocalardan ders aldığı önemliydi. Özellikle icâzetnâmelerde hoca silsilesine vurgu yapılırdı. Genel olarak Fahreddin er-Râzî ekolünün medrese eğitim sisteminde büyük etkisi olmuş, Molla Fenârî, Molla Yegân, Hızır Bey ve sonraki ulemâ ile bu ekol sürdürülmüştür. İlk Osmanlı medreselerinde ders veren müderrislerin çoğu İslâm dünyasının tanınmış ilim merkezlerinde yetişmişler, sonradan gelerek ders vermek üzere istihdam edilmişlerdir. Tarihî kayıtlara göre Molla Yegân hacda tanıştığı genç âlim Molla Gürânî’yi Edirne’ye davet etmiş, II. Murad çok beğenip takdir ettiği Gürânî’ye Bursa Yıldırım ve Kaplıca medreselerini vermiş, ardından şehzadesine (II. Mehmed) hoca olmasını istemiştir. Kuruluş asırlarında İslâm dünyasının çeşitli merkezlerinde tahsil görüp Osmanlı ülkesine dönenlerin sayısı da oldukça fazladır. XIV-XVI. yüzyıllarda Anadolu’dan İslâm ülkelerine giden âlimlerden ellisinin İran’da, yirmi yedisinin Mısır’da, onunun Mâverâünnehir’de, dokuzunun Suriye ve ikisinin Irak’ta öğrenim gördüğü tesbit edilmiştir (Lekesiz, s. 27-28).

Medrese Müştemilâtı ve Gündelik Hayat. Medreseler genellikle tek katlı, bir avlu etrafında bir dershane ile talebe odalarından oluşan kâgir binalardır. Dershane, müderris odası ve dânişmend hücreleri hemen her medresede bulunmaktadır. Medreselerde ayrıca bir mescid yer almaz, genellikle bir mihrap yeri olan dershanelerde vakit namazları kılınırdı.

Medreselerin eğitim ve ilmî faaliyetlerini sürdürmesinde önemli bir unsur da buralarda mevcut vakıf kütüphaneleriydi. Bazı medreselerde ise kütüphane odası olmayıp vakıf kitaplar dershanenin dolaplarında istifadeye sunulurdu. Sahn medreselerinin dördünde de kütüphane bulunduğu, ancak buradaki kitapların daha Fâtih Sultan Mehmed’in sağlığında veya II. Bayezid devrinde cami kütüphanesine


nakledildiği bilinmektedir. Mahmud Paşa, İstanbul ve Hasköy’deki medreselerinde birer kütüphane kurmuştu. XVI. yüzyılın ikinci ve üçüncü çeyreğinde yaptırılan medreselerin çoğunda artık kütüphanenin medreseyi tamamlayıcı bir unsur olarak düşünüldüğü görülmektedir. XVII ve XVIII. yüzyıllarda çeşitli hizmetlerde bulunan ümerâ ve ulemâ, Anadolu ve Rumeli’nin muhtelif şehir ve kasabalarında medrese kütüphaneleri oluşturdular. XVII. yüzyıl sonlarında Köprülü ailesinden Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Çarşıkapı’da ve aynı aileden Amcazâde Hüseyin Paşa Saraçhane’deki külliyeleri içerisinde birer medrese kütüphanesi teşkil ettiler. Şeyhülislâm Feyzullah Efendi’nin de Fatih’teki medresesi içinde zengin bir kütüphanesi vardı. 1150 (1737) sayımında burada 1965 kitap mevcuttu (Erünsal, s. 28, 64-66, 106-110).

Büyükçe bir oda hacminde ve genellikle kubbe ile örtülü olan dershane zemini hasır veya kilimle kaplanırdı. Öğrenciler minderler üzerine oturur, müderris büyükçe bir rahle önünde oturduğu yerden ders anlatırdı. Süleymaniye ve Fâtih medreselerinin her birinde merkezî konumda birer dershane bulunmaktadır. Genelde ise her medresede bir dershane mevcuttur. Medrese avlusunda çoğunlukla bir kuyu, müstakil suyu olan medreselerde ortada bir şadırvan veya bir köşede sebil yer alırdı. Bunun dışında çamaşırhane, gusülhane, abdesthane için ayrılmış mekânlar vardı. Koca Sinan Paşa’nın İstanbul Divanyolu’ndaki Mimar Sinan eseri olan medresesi on altı hücresi, dershanesi, ortada şadırvan ve kuyusu, helâsı, yol tarafındaki hazîresi, sebili ve Koca Sinan Paşa’nın türbesiyle XVI. yüzyıl medrese tipine bir örnek teşkil eder.

Medrese hayatının belirli ve sade bir özelliği vardı. Medreselerde haftanın beş günü ders verilir, salı ve cuma günleri tatil olurdu. Molla Fenârî talebenin ders kitaplarını, özellikle o sırada eserleri meşhur olan Teftâzânî’nin kitaplarını istinsah edebilmeleri için pazartesiyi de ekleyerek tatil günlerini üçe çıkarmıştı (Mecdî, s. 51). Hoca Sâdeddin Efendi kendi zamanında bu usulün devam ettiğini belirtir (Tâcü’t-tevârîh, II, 414). Bununla birlikte iki gün tatil İslâm dünyasında köklü bir gelenekti.

Medresede dersler sabah ve ikindi namazı sonrası olmak üzere iki devre olurdu. Ancak icâzete esas olan dersler sabah dersleriydi. Hücre denilen medrese odaları genellikle icâzet alma seviyesine gelmiş kıdemli, yetenekli, dânişmend denilen öğrencilere verilirdi. Medreselerde okuyan talebe mevcudu bugünün okullarında olduğu gibi çok değildi. Meselâ XVI. yüzyılda Bursa’daki elli medreseden otuz üçünde her birinde beş-yirmi iki arasında olmak üzere toplam 363 hücre bulunmakta, bunlarda 348 talebe kalmaktaydı (Hızlı, Osmanlı Klasik Döneminde Bursa Medreseleri, s. 159). Normal olarak medreselerde on-on beş oda bulunurdu.

1792 yılında Fâtih medreselerinin Sahn ve Tetimme kısımlarında toplam 445 kişi mevcuttu. Bunların onu müderris, kırk beşi mülâzım, üçü muîd, 198’i molla, 181’i refik, sekizi çömezdi. Yirmi bir kişi de o sırada taşradaydı (Kütükoğlu, s. 178). Bu tarihte Süleymaniye medreselerinde toplam 131 hücrede on bir müderris, iki bevvâb ve bir nâib dışında 223 kişi oturmakta olup bunların 128’i hücre sahibi talebe, doksan ikisi refik ve çömezdi. Üç kişi de geçici olarak kalıyordu (a.g.e., s. 125). Aynı tarihte İstanbul’daki medrese odalarında kalan 2947 talebeden 1193’ünün tek başına, 1097’sinin ikişer kişi, 403 talebenin üçer kişi, altmış dokuz kişinin ise dört beş kişi olarak bir odayı paylaştığı tesbit edilmiştir. Medrese hücreleri aslında bir talebe için olmakla beraber zaruretler sebebiyle bazı hücrelerde muhtemelen geçici olarak üç dört talebenin kaldığını sayımlar göstermektedir. XVIII. yüzyıl sonunda Edirne’deki on yedi medresede toplam 224, XIX. yüzyılda Kayseri’deki yirmi iki medresede 593 talebenin ders gördüğü bilinmektedir (Cihan, V, 177-178).

Birçok medresede yer darlığı yüzünden oda sahibi olan mollanın rızası ile “refik” denilen ikinci bir talebe bulunurdu. Ayrıca kıdemli talebenin yemeğini pişirmek, mangalını yakmak, odasını temizlemek, çamaşırını yıkamak, suyunu getirmek üzere “çömez” veya “sarf mollası” adı verilen genç bir talebe de aynı odada kalırdı. Bu hizmetleri karşılığında dânişmend ona derslerinde yardımcı olur, çalışmalarını kontrol eder, pişen yemekten de yedirirdi. Aslında medresede hocaya ve talebeye, diğer personele medresenin bağlı olduğu imaretten genellikle yemek ve yiyecek dağıtılıyordu. Fakat XVIII ve XIX. yüzyıllarda vakıf gelirlerinin azalması veya ortadan kalkması yüzünden birçok medresede yemek çıkmamış ve sadece fodula (bir çeşit ekmek) verilmiştir. Bazılarında bu imkân bile kalmamıştır. İlim taliplerine destek verilmesi bir gelenek olduğundan medrese civarındaki evlerden ve konaklardan da öğrencilere yiyecek maddeleri gönderilirdi, ayrıca ihtiyaçları olan kışlık odun ve giyecek yardımı yapılırdı. Medrese talebesiyle toplum arasında yüzyıllar boyunca gelenek halini almış bir ortak anlayış oluşmuştu.

İhtiyaç sahibi talebeler, üç aylarda ve özellikle ramazanlarda medresenin tatil olmasından faydalanıp kasaba ve köylere dağılırlar, buralarda imam-hatiplik, vâizlik yaparak elde ettikleri parayla geçinmeye çalışırlardı. “Cerre çıkma” denilen bu uygulama medrese talebelerinin halkı tanımasına, onlarla bütünleşmesine de yardımcı olurdu.

Medrese talebesi arasında zaman zaman zorbalık ve ahlâk dışı işler yapanlar olurdu. Daha XVI. yüzyıldan itibaren devletin resmî kayıtlarına intikal eden şikâyetler dikkat çekicidir. Özellikle suhte / softa denilen medrese talebelerinin isyanı XVI. yüzyılın ikinci yarısına damgasını vurmuştur. Taşra medreselerinde sayıları çok artan talebeler gruplar oluşturarak çeşitli eşkıyalık hareketlerine karışmışlar, yüzyılın sonlarına doğru âdeta bütün Osmanlı Devleti’ni sarsan Celâlî isyanlarının öncüleri olmuşlardır (Akdağ, XI/1-4 [1950], s. 361-387). Sadece taşra medreseleri değil İstanbul’daki büyük medreselerde de talebelerin zaman zaman devleti müdahaleye zorlayacak problemlere yol açtıkları dikkati çekmektedir. Osmanlı kroniklerine intikal eden bu türden birçok olayın mevcut olduğu belirtilmelidir. Bilhassa öğrencilerin “kemerbaşı” denilen bir nevi temsilci seçtikleri ve bunların seçiminde bazan sert bir mücadelenin yaşandığı görülmektedir. 1201’de (1787) seçim için toplanan talebeler


arasında kavga çıkmış, birçok talebe yaralanmış, şeyhülislâm dairesi kavgaya karışanları yakalayıp ele başılarını sürgüne yollamıştı (Taylesanîzâde Hâfız Abdullah Efendi Tarihi, s. 184). Ayrıca Tetimme medreselerinde bazı kapıların geceleyin kapanmaması sebebiyle dışarı çıkıp uygunsuz işlere karışan talebelerden şikâyet edildiğine ve kefilsiz talebenin medresede barındırılmaması istendiğine dair kayıtlara rastlanır (Ahmed Refik, s. 50). Medreselerde şikâyetler üzerine teftişler yapıldığı gibi belirli aralıklarla mûtat teftişlerin gerçekleştirildiği, kefilsiz olan veya şehirde ahlâk ve âdâba aykırı harekette bulunanların cezalandırıldığı bilinmektedir. 1792 yılında bu amaçla medreselerde umumi bir teftiş ve sayım yapılmıştır. Bu gibi hallerde dışarıdan İstanbul’a gelmiş olan kimselerin kefile bağlanması, kefili olmayanların geldikleri yerlere geri gönderilmesi esastı (Kütükoğlu, s. 26).

Osmanlı Devleti’nde medrese kuruluştan XIX. yüzyıla kadar ilmî ve fikrî hayatta etkili, devlet ve toplumu belirli seviyelerde yönlendiren bir kurumdu. Şer‘î ve hukukî mevzuatın tedvini, idarî ve askerî müesseseler yanında vakıf sistemi gibi toplumsal kurumların teşkili ve benimsenmesinde, devletin zorlandığı yerlerde çözümler üretilmesinde sistemin temel bir unsuru olarak faaliyet göstermişti. Osmanlı dünya görüşü ve zihniyetinin oluşmasında, devlet-halk, devlet-asker ilişkilerinde dengeli ve uzlaştırıcı ortamın sağlanmasında, dinî ilimler başta olmak üzere tarih, coğrafya ve edebî sahalardaki eserlerin telifinde, her alandaki tercüme eserlerin özellikle II. Murad ve III. Ahmed dönemlerinde heyetler halinde yapılan tercüme faaliyetlerinde, devlet kanunnâmeleri ve birçok arazi kanunnâmesinin, büyük vakfiyelerin hukuk ve örf ile uyum içerisinde hazırlanmasında, XIX. yüzyıl öncesinde ve sonrasında girişilen ıslahat faaliyetlerinde, değişik dinî ve ırkî zümreleri kucaklayan anlayışın oluşmasında ulemânın ve medrese eğitiminin önemli rolü olduğu söylenebilir. Bununla beraber başlangıçta dinamizm kaynağı olan medrese zamanla hantal duruma gelerek es-nekliğini kaybetmiş, daha da önemlisi kendini yenileyecek zihniyet gelişim ve dönüşümünü sağlayamamıştır.

İçeride ve özellikle dışarıda çok hızlı ve çok defa da aleyhte gelişmelerle sarsılan Osmanlı Devleti alternatif olabilecek çözüm arayışları içerisine girmişse de medrese sistemi kendini yenileyememiştir. XVIII. yüzyılın ikinci yarısında Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun ve Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun’un kurulmasıyla daha önce önemli ölçüde bünyesinde barındırdığı teknik eğitimden mahrum kalmış, XIX. yüzyılın birinci yarısında tıphânenin teşkiliyle tıp tahsilinden, Avrupaî mekteplerin, ardından mülkiyenin kurulup devlet imkânlarıyla donatılması sonucu da önemli ölçüde fikrî ve idarî alandan uzak kalmıştır. 1826’da Evkāf-ı Hümâyun Nezâreti teşkil edilip bütün vakıf gelirleri devlet hazinesine alınınca medrese ve ulemânın malî imkânları daralmış, nizâmiye mahkemelerinin teşkili ve daha sonra hukuk mektebinin ortaya çıkmasıyla büyük ölçüde yargı alanından uzaklaştırılmış, sadece din hizmetleri ifa eden bir konuma gelmiştir.

XIX. yüzyılda II. Mahmud ve II. Abdülhamid dönemlerinde eğitim konusunda ıslahat ve yenilikler yapılırken en çok ıslaha muhtaç olan medrese ihmal edildi. Bu tutum muhtemelen medresenin ve temsil ettiği zihniyetin ıslahının çok zor, hatta mümkün olmadığı kanaatine dayanmaktaydı. II. Abdülhamid’den sonra İttihatçılar devrinde Şeyhülislâm Mûsâ Kâzım ve Mustafa Hayri efendiler zamanında ciddi olarak medrese ıslahı yapılmak istendi. Islâh-ı Medâris Komisyonu oluşturulup çeşitli nizamnâmeler hazırlandı. Geleneksel yapısından tamamen farklı, mektep tarzında yeni program dârü’l-hilâfe medreselerinde uygulanmaya başlandı. Ayrıca Medresetü’l-kudât, Medresetü’l-eimme ve’l-hutabâ (1913), Medresetü’l-vâizîn (1913), Medresetü’l-mütehassısîn (1914), Medresetü’l-hattâtîn (1914), Medresetü’l-irşâd (Medresetü’l-eimme ve’l-hutabâ ile Medresetü’l-vâizîn’in birleştirilmesiyle, 1919) kuruldu. Ancak I. Dünya Savaşı ve arkasından imparatorluğun tasfiyesi sebebiyle bu okullar uzun süreli olmadı. XX. yüzyılın başlarından itibaren Beyânülhak, Sırât-ı Müstakîm ve Sebîlürreşâd gibi devrin muhafazakâr mecmualarında medreseyi değerlendiren, çözüm önerileri ileri süren makaleler yazıldı. Medreseler, 3 Mart 1340 (1924) tarihli Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu ile Maarif Vekâleti’ne devredildi ve kanunun neşrinden on üç gün sonra bütün medreseler kapatıldı.

BİBLİYOGRAFYA:

BA, A.DVN, nr. 829, 852; BA, HH, nr. 52166, A 55088; BA, Cevdet-Zabtiye, nr. 3453; BA, Cevdet-Maarif, nr. 2173; BA, KK, nr. 6534; BA, İE-Vakıf, nr. 2042; BA, İE-Tevcihat, nr. 492; Fatih’in Teşkilât Kanunnâmesi (nşr. Abdülkadir Özcan, TD, sy. 33 [1982] içinde), s. 39; Âşıkpaşazâde, Târih (Atsız), s. 119; Neşrî, Cihannümâ (Unat), I, 63; Hırzü’l-mülûk (haz. Yaşar Yücel, Osmanlı Devlet Teşkilâtına Dair Kaynaklar içinde), Ankara 1988, s. 195; Mecdî, Şakāik Tercümesi, s. 51, 525-526; Hezârfen Hüseyin Efendi, Telhîsü’l-beyân fî Kavânîn-i Âl-i Osmân (haz. Sevim İlgürel), Ankara 1998, s. 204; Hoca Sâdeddin, Tâcü’t-tevârîh, İstanbul 1280, II, 414; Kâtib Çelebi, Mîzânü’l-hak fî ihtiyâri’l-ehak (nşr. Orhan Şaik Gökyay), İstanbul 1980, s. 17-21; Defterder Sarı Mehmed Paşa, Zübde-i Vekāyiat (nşr. Abdülkadir Özcan), Ankara 1995, s. 68; G. Perrot, Souvenirs d’un voyage en Asie mineure, Paris 1864, s. 453; Taylesanîzâde Hâfız Abdullah Efendi Tarihi: İstanbul’un Uzun Dört Yılı (haz. Feridun M. Emecen), İstanbul 2003, s. 74, 95-97, 112-114, 184; Cevdet, Târih, I, 108-117; Lutfî, Târih, VIII, 124; Ahmed Refik [Altınay], Onuncu Asr-ı Hicrîde İstanbul Hayatı, İstanbul 1917, s. 50; Uzunçarşılı, İlmiye Teşkilâtı, tür.yer.; Cahid Baltacı, XV-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1976; Ayverdi, Avrupa’da Osmanlı Mimârî Eserleri I-IV, tür.yer.; Mustafa Bilge, İlk Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1984; Erünsal, Türk Kütüphaneleri Tarihi II, s. 3, 28, 64-66, 106-110; Hulusi Lekesiz, Osmanlı İlmi Zihniyetinde Değişme (yüksek lisans tezi, 1989), Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, tür.yer.; Abdülaziz Bey, Osmanlı Âdet, Merasim ve Tabirleri (nşr. Kazım Arısan - Duygu Arısan Günay), İstanbul 1995, I, 76-81; Cevat İzgi, Osmanlı Medreselerinde İlim, İstanbul 1997, I-II; A. Popoviç, “Les medrese dans les Balkans: Des premièrs innovations du milieu du XIXe siècle á nos jours”, Madrasa: La transmission du savoir dans le monde musulman (ed. N. Grandin - M. Gaborieau), Paris 1997, s. 279-288; Mefail Hızlı, Mahkeme Sicillerine Göre Osmanlı Klasik Dönemi Bursa Medreselerinde Eğitim-Öğretim, Bursa 1997; a.mlf., Osmanlı Klasik Döneminde Bursa Medreseleri, İstanbul 1998; Yekta Demiralp, Erken Dönem Osmanlı Medreseleri (1300-1500), Ankara 1999; Fahri Unan, “Osmanlılarda Medrese Eğitimi”, Osmanlı, Ankara 1999, V, 149-160; Ahmet Cihan, “Osmanlı Medreselerinde Sosyal Hayat”, a.e., V, 176-186; Mübahat S. Kütükoğlu, XX. Asra Erişen İstanbul Medreseleri, Ankara 2000; Ömer Özyılmaz, Osmanlı Medreselerinin Eğitim Programları,


Ankara 2001, s. 21-46; Mustafa Akdağ, “Türkiye Tarihinde İçtimaî Buhranlar Serisinden: Medreseli İsyanları”, İFM, XI/1-4 (1950), s. 361-387; Turan Gökçe, “934 (1528) Tarihli Bir Deftere Göre Anadolu Vilayeti Medreseleri ve Müderrisleri”, TİD, sy. 11 (1996), s. 163-175; Zeki Salih Zengin, “II. Meşrutiyet Döneminde Osmanlılar’da Medreselerin Islahı Çalışmaları”, Diyanet İlmî Dergi, XXXIV/2, Ankara 1998, s. 43-52; Ekmeleddin İhsanoğlu, “Osmanlı Medrese Tarihçiliğinin İlk Safhası (1916-1965)”, TTK Belleten, LXIV/240 (2001), s. 541-582; a.mlf., “Osmanlı Medrese Geleneğinin Doğuşu”, a.e., LXVI/247 (2002), s. 849-904.

Mehmet İpşirli




Hint Alt Kıtasında Medrese. Bu bölgede eğitim kurumlarına medresenin yanı sıra câmia, dârülulûm, dersgâh, dâr, mekteb, kalıc gibi adlar da verilmiştir. Genellikle küçük eğitim kurumlarına medrese, farklı ilim dallarında eğitim veren büyük kurumlara câmia ve dârülulûm denilmekte, dersgâh ise daha küçük medreseler için kullanılmaktadır.

Hint alt kıtasındaki medreselerin tarihi dört döneme ayrılarak incelenebilir. Birinci dönem ilk fetihlerden Gazneliler’in bölgeye hâkim olmasına kadar geçen süreyi (711-986), ikinci dönem Gazneliler’den başlayıp XIX. yüzyılın ortalarına kadar olan çok geniş bir zaman dilimini, üçüncü dönem bölgenin İngiliz yönetiminde bulunduğu 1858-1947 yılları arasını, son dönem de 1947’den günümüze kadar devam eden zamanı kapsar.

İslâmiyet’in Hindistan’a girişiyle birlikte İslâm toplumunun Suffe tarzı eğitim metodu buralara taşındı. Camilerde kurulan ders halkalarında bir yandan genç nesillere dinî ilimler okutulurken bir yandan da başka dinlere mensup yerli halka İslâmiyet öğretiliyordu. Bu devirde ilimler daha tam olarak ayrılmadığı için eğitimin merkezinde hadis bulunmaktaydı. Diğer taraftan yerli halk İslâm’ı öğrenirken Araplar da burada karşılaştıkları matematik ve diğer bilimlere dair eserleri Arapça’ya çevirerek bilimsel alt yapıyı kurmuşlardır (tercüme faaliyetleri için bk. Aziz Ahmed, Hindistan’da İslâm Kültürü Çalışmaları, s. 153-157). Bu dönemde bölgede müstakil medreselerin varlığından söz etmek mümkün değildir.

İkinci dönemin başlangıcını oluşturan Gazneliler devrinde Sultan Mesud zamanında Lahor’a gelen hadis ve tefsir âlimi Şeyh Muhammed İsmâil Lâhûrî vefatına (448/1056) kadar burada ders vermiş ve öğrenci yetiştirmiştir. Tasavvuf klasiklerinden Keşfü’l-maĥcûb’un yazarı Hücvîrî, Sultan Mesud’un saltanatının son yıllarında Lahor’a gelmiş ve burada vefat etmiştir. Bölgenin en büyük tarikatı olan Çiştiyye de bu dönemde yapılanmıştır. Gurlular, bölgede Gazneliler zamanında başlayan düzenli medrese eğitimini yaygınlaştırarak daha sistemli hale getirdiler. 1192 yılında Ecmîr’i fetheden Muizzüddin Gûrî’nin burada yaptırdığı medreseler haklarında kesin bilgi bulunan en eski eğitim kurumlarıdır. Muhammed Bahtiyâr Halacî de Bengal ve Bihâr’ı fethedip buralarda çok sayıda medrese inşa ettirmiştir.

Delhi Sultanlığı’nın temellerini atan Kutbüddin Aybeg medreselerin yaygınlaşmasına önem verdi. Vali Nâsırüddin Kabâce’nin Mültan’da yaptırdığı Kubbetü’l-İslâm adlı medresede Çiştî şeyhi Ferîdüddin Mes‘ûd (Genc-i Şeker) fıkıh okudu. Delhi ve Bedâûn’daki Medrese-i Muizzî’ler, Şemseddin İltutmış tarafından Gurlu Hükümdarı Muizzüddin Muhammed’in hâtırasına yaptırıldı. Ayrıca Fîrûzî (1227) ve Nâsıriyye (Delhi 1237) medreseleri yine Şemseddin İltutmış’ın yaptırdığı diğer önemli eğitim kurumlarıdır. Meşâriķu’l-envâri’n-nebeviyye müellifi Radıyyüddin es-Sâgānî bu devirde yetişen meşhur bir hadis âlimidir. Delhi Sultanı I. Nâsırüddin Mahmud Şah zamanında Calender’de içinde bayram namazlarının da kılındığı büyük bir medrese yaptırıldı. XIII. yüzyılın ikinci yarısında Türkistan, Horasan ve Bağdat çevresinde Moğollar’dan kaçan âlimlerin Hindistan’a sığınmasının ardından din eğitiminde büyük mesafeler alındı. Aynı gelişme tıp, mimari ve sanat alanlarında da görüldü. Delhi Halacîleri döneminde (1290-1321) elli beş kadar âlimin bölgedeki medreselerde hocalık yaptığı bilinmektedir. Bu devirde yaşayan Çiştî şeyhi Nizâmeddin Evliyâ dinî ilimlerin öğretilmesini teşvik etmekteydi. Onun, müridleri için Kur’an tercümesi ve fıkıh dersi de ihtiva eden bir yıllık eğitim müfredatı hazırlattığından söz edilmektedir. Bu dönemde Delhi ilim ve eğitimde Kahire, Şam ve İsfahan ayarında bir şehir haline geldi.

Tuğluklular’dan Fîrûz Şah, 1352 yılında Delhi’de kendi adıyla anılan dönemin en büyük medresesini inşa ettirdi. Medresenin giderleri için devlet bütçesinden ödenek ayıran Fîrûz Şah’ın otuz civarında medrese ve mescid yaptırdığı kaydedilmektedir. Bu devirde bazı Sanskritçe eserler Farsça’ya çevrilmiştir. XIV. yüzyıl sonunda Timur’un Hindistan’da yaptığı tahribat sırasında medreseler ve diğer dinî yapılar da büyük zarar gördü. Lûdîler zamanında (1451-1526) Behlûl-i Lûdî, Timur’un tahribatının etkilerini ortadan kaldırmak için çaba sarfetti. Yeni kurulan Agra şehrinde açılan medreselerde Fars dili eğitimine önem verildi. Celâleddin ed-Devvânî ile Sehâvî’ye talebelik yapan Seyyid Refîuddin Şîrâzî’nin gayretleriyle medreseler tekrar revaç buldu. İskender-i Lûdî döneminde eğitim ve ilimde şöhret yapmış olan Şeyh Abdullah ve Şeyh Azîzullah adlı iki kardeşin medresedeki derslerine sultan da katılmaktaydı. Seyyidler devrinde de (1414-1451) medrese geleneği aynı şekilde devam etti. Bîbî Racey Begüm’ün 1456 yılında Jaunpûr’da kendi adına inşa ettirdiği medrese dönemin önemli eserlerindendir.

Güney Hindistan’da hüküm süren Behmenîler devrinde (1347-1527) Gülberge, Bîder, Kandehar, İliçpûr ve Devletâbâd şehirlerinde çok sayıda medrese açıldı ve düzenli bir eğitim sistemi kuruldu. Başvezir Mahmûd-ı Gâvân’ın Bîder’de yaptırdığı medresenin kalıntıları günümüze ulaşmıştır. Daha sonra Âdilşâhîler Bîcâpûr’da, Nizamşâhîler Ahmednagar’da, Kutubşâhîler Gûlkünde’de (Golkonda) ve Mahmud Halacî Mâlvâ’da medreseler inşa etti.

Gucerât bölgesi 1408-1584 yılları arasında bir ilim merkezi haline geldi. Başta Ahmedâbâd şehri olmak üzere bölgede kurulan medreselerde birçok ilim adamı yetişti. Ali el-Müttakī el-Hindî, Muhammed Tâhir el-Fettenî, Kutbüddin el-Mekkî en-Nehrevâlî gibi Sehâvî ve İbn Hacer’e talebelik yapan ilim adamları bu medreselerde müderrislik yaptılar.

Bâbürlüler devrinde eğitim ve öğretim daha sistemli bir hale geldi, müderrislere ve talebelere maaş bağlandı. Hümâyun Şah zamanında Delhi’de büyük bir medrese kurulup müderris Şeyh Hüseyin’in yönetimine verildi. Ekber Şah, yayımladığı bir fermanla ilim ve sanatın öğrenilmesi ve yayılması için çaba sarfedilmesini istedi. Bu yıllarda İran’ı terkederek Hindistan’a gelen çok sayıda âlim medreselerin güçlenmesinde önemli rol oynadı. Şeyh Zeynüddin Hânî 1534’te Agra’da bir medrese yaptırdı. Maham Anaga Begüm, 1561 yılında Delhi’de Eskikale’nin yanında Hayrü’l-menâzil adıyla bir medrese inşa ettirdi. Bâbürlüler döneminde mescidmedrese birlikteliğine önem verildi. Yeni yapılan mescidlerin her tarafında inşa edilen küçük odacıklar müderris ve talebelerin ikametine ayrıldı. Delhi’deki Mescid-i Fetihpûrî ve


Mescid-i Ekberâbâdî bunun en belirgin örnekleridir. Cihangir zamanı meşhur hadis âlimi Abdülhak ed-Dihlevî’nin yetiştiği dönemdir. Hadis ilminin yeniden canlanmasında büyük payı olan Cihangir, çıkardığı bir fermanla vâris bırakmadan ölen zenginlerin mallarının medrese ve hankahlara harcanmak üzere devlete intikal ettirilmesini sağladı. Siyâlkût şehrinde masrafı Şah Cihan’ın vakfettiği köylerin gelirleriyle karşılanan Abdülhakîm es-Siyâlkûtî’nin medresesi döneminin en meşhur eğitim kurumudur. Delhi’deki Cami-Mescid civarında yapılan 1060 (1650) tarihli Dârü’l-bekā adlı medrese de önemli yapılardandır. Bu devirde Evrengzîb Şah’ın dayısı Emîrülümerâ Şâeste Han’ın Dakka’da deniz kenarında inşa ettirdiği medrese ve cami XIX. yüzyılın ilk yarısına kadar gelmiş, daha sonra harap olmuştur.

Bâbürlü hükümdarları arasında âlimleri en fazla himaye eden Evrengzîb zamanında Delhi’de kurulan Rahîmiyye Medresesi, Şah Veliyyullah ed-Dihlevî’nin babası Şah Abdürrahîm’in idaresinde büyük başarı gösterdi ve XIX. yüzyılın sonlarına kadar ilim merkezi olarak önemli hizmetler gördü. Şah Veliyyullah, oğulları Abdülazîz, Refîuddin, Abdülkādir ve torunları ile daha birçok meşhur âlim burada okudu, ders verip talebe yetiştirdi. Hint alt kıtasında oluşan fikir ekollerinin büyük bir kısmı kendilerini bu medresenin temsil ettiği düşünceye nisbet eder. Evrengzîb’in Leknev’de bağışladığı arsa üzerine Molla Kutbüddin’in 1693 yılında kurduğu Dârülulûm-i Firengî Mahal’in (Medrese-i Nizâmiyye) başta gelen özelliği, Kutbüddin’in oğlu Molla Nizâmeddin Sihâlvî tarafından hazırlanan ve “ders-i Nizâmî” diye anılan müfredatının üç asır kadar başarı ile uygulanmış olmasıdır. Bu müfredat başka medreseler tarafından da benimsenmiş ve küçük değişikliklerle günümüze kadar devam etmiştir. Dârülulûm-i Firengî Mahal maddî kaynak sıkıntısı sebebiyle 1980’li yıllarda kapandı (bk. FİRENGÎ MAHAL). Evrengzîb’den sonra da Hindistan’da yeni medreseler açıldı. Emîr Gāzîüddin Han Fîrûz Ceng’in Delhi’de yaptırdığı Medrese-i Gāzîüddin Han ve yanındaki mescid bunlar arasında zikredilebilir. Bu medrese, İngilizler’ce 1825 yılında Delhi AngloOriental College (Delhi College) adıyla yeniden eğitime başladı. Bölgenin önemli fikir ve hareket adamları kolejin İslâm eğitimi veren bölümünden (Oriental Department) mezun olmuştur. Râmpûr’da Nevvâb Feyzullah Han tarafından 1774’te kurulan Medrese-i Âliye, Kalküta’da 1780 yılında açılan Medrese-i Âliye ve Nâsırüddin Muhammed Şah’ın Şah Veliyyullah ed-Dihlevî’ye tahsis ettiği medreseler de önemlidir. Sonuncusu 1857 savaşında büyük zarar görmüş ve sonradan tamamen ortadan kalkmıştır. Şahcihanpûr, Râmpûr, Bihâr ve Madras’ta yıllarca müderrislik yapan Molla Abdülalî Bahrülulûm el-Leknevî, özellikle Bengal ve Madras bölgelerinde ilmî faaliyetlerin güçlenmesine önemli katkı sağladı. Leknev’de Mevlânâ Fazl-ı İmâm Hayrâbâdî tarafından kurulan Medrese-i Hayrâbâdî, Şah Abdülazîz ed-Dihlevî’nin eğitim halkalarına katılmış olan oğlu Mevlânâ Fazl-ı Hak Hayrâbâdî ile şöhrete kavuştu.

Bâbürlüler’in sonlarında başta Delhi olmak üzere Pencap bölgesindeki bazı şehirleri yakıp yıkan (1739) Nâdir Şah Afşar,


Hindistan’dan ayrılırken imparatorluk kütüphanesini de beraberinde İran’a götürdü. Ayrıca Maratalar, Catlar, Sihler ve İngilizler’in saldırılarıyla müslüman şehirlerindeki medrese ve camiler büyük zarar gördü. Müslüman eğitim sistemine yönelen en yıkıcı darbe İngilizler’in Bâbürlü Devleti’ne son verdiği 1858’den sonra yaşandı. Geleneksel medrese eğitimi Batı tarzı yapılanma içerisine sokulmak istendi, medreselerin yerine kolejler alternatif olarak getirildi. Bu dönemde müslümanlar arasında fikrî arka planı bulunan ilk medrese yapılanması Diyûbend kasabasında gerçekleştirildi. Mevlânâ Muhammed Kāsım Nânevtevî’nin etrafında toplanan bir grup âlim ve talebe 15 Muharrem 1283’te (30 Mayıs 1866) Uttar Pradeş eyaletinin Sehârenpûr vilâyetine bağlı Diyûbend kasabasında kurdukları medrese, yeni bölümlerinin açılması ve bir üniversite görünümü kazanmasının ardından Dârülulûm-i Diyûbend adını aldı ve eğitimin yanında araştırmaya da önem vermeye başladı.

1866-1900 yılları arasında Dârülulûm-i Diyûbend’e bağlı kırka yakın yeni medrese kuruldu. Bunlar arasında Medrese-i Sehârenpûr (Kasım 1866; daha sonra adı Mezâhirü’l-ulûm oldu), Medresetü’l-gurebâ Kāsımü’l-ulûm (Muradâbâd, 1878’de adı Câmia Kāsımiyye olarak değiştirildi), Câmia İslâmiyye Arabiyye (Amroha 1880), Câmia Reşîdiyye (Raypûr 1895), Medrese-i Emîniyye (Delhi 1897), Câmia Arabiyye Ta‘lîmüddin (Dubhel 1908) ve Hayrü’l-medâris (Calender 1931) özellikle önemlidir (ayrıca bk. DÂRÜLULÛM). Bugün Diyûbendî nisbesiyle anılan kişiler tarafından kurulan medreselerin sayısı binlerle ifade edilmektedir.

Rahîmiyye Medresesi’nde yetişen Hindistan ehl-i hadîs ekolünün kurucusu Nezîr Hüseyin Dihlevî, sonradan ehl-i hadîs ekolünün üniversitesi diye anılan ve Medrese-i Miyân Sâhib olarak tanınan müesseseyi Delhi’de açtı. Bu ekolün önemli isimlerinden Abdullah Gaznevî ve Gaznevî ailesi medrese geleneğini canlı tuttu. Amritsar’daki Medrese-i Gazneviyye’nin adı 1901’de Dârülulûm-i Takviyetü’l-İslâm olarak değiştirildi. Abdülgafûr Gaznevî tarafından 1919 yılında Amritsar’da kurulan Medrese-i Selefiyye Gazneviyye onun vefatından sonra Dârülulûm-i Takviyetü’l-İslâm’a katıldı. Muhammed İbrâhim Âravî’nin Âra’da (Bihâr) tesis ettiği Medrese-i Ahmediyye (1880), günümüzde doksan kadar küçük medresenin bağlı bulunduğu bir kurum olarak faaliyetlerine Dârülulûm-i Ahmediyye Selefiyye adıyla Derbhanga’da devam etmektedir. Ehl-i hadîs düşüncesinin etkin olduğu Câmia Arabiyye Dârüsselâm pek çok bölüm ve birimiyle bir üniversite görünümündedir. Delhi’deki Dârülhadîs-i Rahmâniyye 1947’de bütün bina, emlâk ve kütüphanesiyle Câmia Milliyye İslâmiyye’ye katılmıştır (ehl-i hadîs medreseleri için bk. Ebû Yahyâ İmam Han Nevşehrevî, s. 108-188; M. Eslem Seyf, s. 482-515).

Nedvetü’l-ulemâ hareketinin eğitim kurumu olan Dârülulûm-i Nedvetü’l-ulemâ hareketin merkezinin Leknev’e taşınmasından iki ay sonra açıldı (2 Kasım 1898). Geleneksel ve modern yaklaşımlar arasında bir çizginin benimsendiği medresede ders-i Nizâmî biraz değiştirilerek uygulanmakta ve İngilizce zorunlu ders olarak okutulmaktadır. Kurulduğu dönemlerde önemli toplumsal ve dinî görevler üstlenerek farklı ekolleri bir araya getirmeyi başaran bu medresenin Hindistan’ın birçok yerinde şubeleri açıldı, onun programına göre eğitim yapan medrese ve okullar kuruldu. Şiblî Nu‘mânî ve arkadaşları tarafından 1914 yılında A‘zamgarh’ta açılan Dârülmusannifîn Şiblî Akademi araştırma ve yayın faaliyetleri açısından önemli bir kuruluştur (bk. NEDVETÜ’l-ULEMÂ). Dârülulûm-i Nedvetü’l-ulemâ çizgisinde yer alan Medresetü’l-ıslâh 1906’da tesis edilen Encümen-i Islâhu’l-müslimîn tarafından 1908’de Medrese-i Islâhu’l-müslimîn adıyla A‘zamgarh’a bağlı Sarâyımîr’de eğitime başladı. Halen faaliyet gösteren medresede tefsir, hadis ve Arap dili çalışmalarına ağırlık verilmektedir (bk. MEDRESETÜ’l-ISLÂH).

Klasik tarzdaki medreselerden biri de Haydarâbâd’da 1874 yılında kurulan Câmia Nizâmiyye’dir. İlkokuldan başlayarak doktoraya kadar farklı seviyelerde eğitim veren medresenin çeşitli ihtisas birimleri vardır. Muhammed Hamîdullah zengin bir kütüphanesi bulunan bu kurumda yetişmiştir. Patna’daki Medrese-i İslâmiyye, Şemsü’l-Hüdâ düzenli bir yapılanmaya ve ders müfredatına sahiptir. 1922’de Madrasa Examination Board tarafından oluşturulan bu medresenin programı pek çok medreseye uygulanmıştır. Medresede ilkokuldan lisans sonuna kadar eğitim verilmektedir.

Ahmed Rızâ Han Birelvî’nin düşünceleri etrafında şekillenen Birelvî ekolünün (Cemâat-i Ehl-i sünnet) ilk medresesi 1904 yılında Ray Bireli’de kurulan Dârülulûm-i Manzarü’l-İslâm’dır. Bazı eski medreseler de sonradan bu ekole bağlanmıştır. Lahor’daki Dârülulûm-i Nu‘mâniyye, Bedâûn’daki Medrese-i Şemsü’l-ulûm, Patna’daki Medrese-i Hanefiyye, Muradâbâd’daki Câmia Naîmiyye, Lahor’daki Dârülulûm-i Hizbü’l-ahnâf, Ray Bireli’deki Dârülulûm-i Mazharü’l-İslâm ve Nagpûr’daki Câmia Arabiyye İslâmiyye Birelvî ekolünün diğer medreseleridir.

Bu dönemde başta Leknev ve Bombay şehirlerinde olmak üzere Şiîler’in de


çeşitli medreseleri vardı. 1890’da Seyyid Nâzım tarafından Leknev’de kurulan Câmia Nâzımiyye’de İsnâaşerî Şiîliği’ni benimseyen ailelerin çocuklarına ilkokuldan lisans üstüne kadar eğitim verilmektedir. 1892’de açılan Sultânü’l-medâris de benzer bir eğitim programına sahiptir. Leknev’deki Medresetü’l-vâizîn, Vârânasi’deki (Benâres) Câmia İmâmiyye, Mîrat’taki Câmia Mansabiyye diğer Şiî medreseleridir. Müsta‘lî İsmâilîler’den olan Dâvûdî Bohrâ cemaatinin kırk üçüncü dâîsi Abd-i Ali Seyfeddin’in 1813 yılında Sûret’te kurduğu el-Câmiatü’s-Seyfiyye bir eğitim ve araştırma kurumudur.

1947’den sonra Pakistan’da medreseler kendi hallerinde bırakılmış, Hindistan’da ise getirilen üniversite eğitim sistemi sebebiyle medreseler üzerinde dolaylı kısıtlamalar söz konusu olmuştur. Medrese mezunlarını sadece müslümanlar tarafından kurulan Hemderd (Hamdard), Aligarh, Osmâniye ve Câmia Milliyye İslâmiyye gibi üniversitelerin kabul etmesi başka bir engel olarak ortaya çıkmaktadır. Günümüzde Dârülulûm-i Diyûbend ve bağlı bazı medreseler, Dârülulûm-i Nedvetü’l-ulemâ, Medresetü’l-ıslâh, Birelvî ekolünün bir kısım medreseleri, ehl-i hadîs ekolüne bağlı Câmia Selefiyye ve diğer medreseler faaliyetlerini sürdürmektedir. Modernleşmeye ve ülke şartlarına bağlı olarak yeni bölümlerin açıldığı bu medreselere ek dersler konulup kolej statüsüne yakın bir şekil kazandırılmıştır (Hindistan’daki medreseler için bk. UDMİ, XX, 190-193).

Pakistan’da 1947 yılından sonra medrese sayısında hızlı bir artış gözlenmektedir. Geleneksel medrese ekolleri, Doğu Pakistan’ın Bengladeş adıyla bağımsızlığını ilân ettiği 1971 yılına kadar burada da yapılanmış, bu tarihten itibaren Pakistan’a ağırlık vermiştir. 1780’de Kalküta’da kurulan Medrese-i Âliye’nin 1947’den sonra Dakka’ya intikal etmesi Bengladeş eğitim tarihi açısından önemlidir. Pakistan’da ilkokuldan üniversiteye kadar modern tarzda eğitim kurumları oluşturulmasına rağmen medreseler önemini yitirmemiş, medrese eğitimi devletin eğitim sistemi içerisine alınmış ve üniversitelerle iş birliği yapmaları sağlanmıştır. Ziyâülhak döneminde medrese diplomalarının belli imtihanlardan geçmek şartıyla üniversite dengi sayılması benimsenmiştir. Pakistan’da bulunan medreselerin sayısı 1962’de 700 olarak tesbit edilmişken (Haque, XIV/4 [1975], s. 292) 1984 yılında 1800’ü geçmiştir. Cami ve tekkelerde verilen eğitim bunun dışındadır. Fıkıh ve özellikle Hanefî fıkhı ehl-i hadîs ekolününkiler hariç bütün medreselerin temel dersidir.

Lahor’da 1947’den sonra kurulan Câmia Eşrefiyye, Câmia Medeniyye ve Câmia Naîmiyye medreselerinde ihtisas çalışmaları da yapılmaktadır. Medrese-i Kāsımü’l-ulûm, Medrese-i Hizbü’l-ahnâf ve Dârülulûm-i Takviyetü’l-İslâm’da normal medrese müfredatı yanında Kur’an tercümesi ve tefsirine ayrı bir önem verilmektedir. XIX. yüzyılın sonunda Lahor’da açılan Câmia Nu‘mâniyye günümüzde eski canlılığını kaybetmiştir. Gucranvâlâ’daki Medrese-i Arabiyye, Medrese-i Selefiyye, Medrese-i Eşrefü’l-ulûm ve Medrese-i Nusretü’l-ulûm bölgenin büyük medreselerindendir. Faysalâbâd’da da Medrese-i İşâatü’l-ulûm, Câmia-i Selefiyye ve Dârülulûm-i Mamun Kancen adlı medreseler bulunmaktadır. Mültan’daki yeni medreseler içerisinde her birinde 2000’i aşkın öğrenciye eğitim verilen Medrese-i Kāsımü’l-ulûm, Medrese-i Envârü’l-ulûm, Hayrü’l-medâris ve Medrese-i Bâbü’l-ulûm önemli kuruluşlardır. Bahâvelpûr’daki Medrese-i Abbâsiyye (Câmia-i İslâmiyye) köklü bir tarihe sahiptir. Serhad bölgesinde 150 civarında medrese faaliyette olup bunların arasında Peşâver’deki Dârülulûm-i Serhad, Dârülulûm-i Câmia Eşrefiyye, Akora Hatak’taki Dârülulûm-i Hakāniyye, Merdân’daki Dârülulûm-i İslâmiyye Arabiyye, Hezara’daki Medrese-i Osmâniyye ve Benûn’daki Medrese-i Âliye Mi‘râcü’l-ulûm ilk sıralarda yer almaktadır. Âzad Keşmir’de de yirmiye yakın medrese bulunmaktadır. Sind eyaletinin merkezi olan Karaçi’de çeşitli fikir ekollerine ait çok sayıda büyük medrese mevcuttur. Diyûbendî ekolünün medreselerinden 1952 yılında kurulan Dârülulûm-i Karaçi içerisinde ilkokuldan yüksek ihtisasa, hastahaneden kültürel ve sportif faaliyetlerin yapıldığı mekânlara kadar pek çok bölüm ve birim mevcuttur. Diğer büyük medrese, 1955 yılında kurulan ve Câmia-i Ulûm-i İslâmiyye adıyla da anılan Medrese-i Arabiyye İslâmiyye’dir. Bunlardan başka Dârülulûm-i Emcediyye (Karaçi), Rüknü’l-İslâm Câmia-i Müceddidiyye (Haydarâbâd-Sind) ve Câmia-i Arabiyye Riyâzü’l-ulûm (HaydarâbâdSind) bu eyalette 1947’den sonra açılan medreselerden birkaçıdır. Belûcistan eyaletinde ise çeşitli fikir ekollerine ve cemaatlere ait elli civarında medrese bulunmaktadır.

Medreseler genellikle müderrisler, talebeler ve medresenin idarî işlerini yürüten görevlilerden oluşur. Bu basit yapılanma medreselerin büyüklüğüne ve eğitim merhalelerine göre genişleyebilir. Meselâ Dârülulûm-i Diyûbend’de serperest-i a‘lâ (rektör), muhtemim (sekreter), sadr-ı müderrisîn (müdür, başmüderris, dekan), müderris ve müftü gibi görevliler vardır.

Medrese eğitimi bölgede Gazneliler, ardından Gurlular tarafından sistemli hale getirilmiş, gelir gideri, kapasitesi ve hedefleriyle belli bir müessese yapılanması sağlanmıştır. Sayılarının artmaya başladığı XII. yüzyıldan XV. yüzyılın başlarına kadar üniversite ayarındaki üst düzey medreselerde nahiv, fıkıh, usûl-i fıkıh, tefsir, tasavvuf, hadis, edebiyat, mantık ve kelâmdan oluşan dokuz ilim dalına ait toplam yirmi kitap okunmaktaydı. Hindistan’da geliştirilen “nisab” veya “nisâb-ı ta‘lîm” adlı program günümüze kadar gelmiştir. Şeyh Abdullah ve Şeyh Azîzullah kardeşler, Gūrîler döneminde müfredata mantık ve felsefe gibi aklî ilimlerle yeni telif edilen bazı kitapları eklemişlerdir. Ayrıca yukarıdaki dokuz ilme belâgat da ilâve edilmiş, toplam on ilimde okunan kitap sayısı yirmi sekize yükselmiştir (Ebü’l-Hasenât en-Nedvî, s. 82-85). Müfredatın üçüncü dönemi, Mîr Fethullah Şîrâzî’nin Ekber Şah zamanında Hindistan’a geldiği tarih olan 991’de (1583) başlar. Felsefe ve aklî ilimlerin altın çağı kabul edilen bu devirde tıp, astronomi ve kimyaya önem verildi. Bu dersleri okutmaları için yabancı ilim adamları çağırıldı (Haque, XIV/4 [1975], s. 278). Ekber Şah’ın emriyle medreselerde başlangıç seviyesinde eğitim gören öğrencilerin okuyacağı ilimler belirlendi; ahlâk, aritmetik, ziraat, geometri, astronomi, ev işleri, yönetim kuralları, tıp, mantık, tabii ilimler, dinî ilimler ve tarih ilimlerinin yanında temel


Sanskritçe kaynaklar da programa konuldu (Keay, s. 121-122). Üst düzey medreselerde ise daha önce on olan ders sayısı on ikiye çıkarıldı; edebiyat müfredat dışı kalırken felsefe, hey’ethesap ve tıp zorunlu müfredata eklendi. Śaĥîĥ-i Buħârî ilk defa bu sırada müfredata alındı (Ebü’l-Hasenât en-Nedvî, s. 86-87). Dördüncü dönemde adı öne çıkan iki âlim Şah Veliyyullah ed-Dihlevî ve Molla Nizâmeddin Sihâlvî olmuştur. Molla Nizâmeddin’in ortaya koyduğu ders-i Nizâmî programında mantık, felsefe, hesap ve astronomiye büyük önem verildi. Ders sayısı azaltılmakla birlikte okunacak kitap sayısı arttırıldı. Hadiste üç olan kitap bire düşürülürken tasavvuf ve tıp programdan kaldırıldı. Kelâm ve usûl-i fıkıh ikişer kitaptan dörder kitaba çıkarıldı (a.g.e., s. 87-88). Buna göre toplam on bir ilimde kırk üç kitap programda yerini aldı. XVIII. yüzyılın ikinci çeyreğinde şekillenen ders-i Nizâmî müfredatın esası korunarak günümüzde de uygulanmaktadır. Müfredatın ana yapısı dil ve aklî ilimler temeline oturtulmuş, tefsir, hadis ve fıkıh gibi ilimlerden örnekler alınmıştır. Ancak müfredatta Hindistan’ın dinî ilim geleneğine damgasını vuran tasavvuf ve ahlâka dair bir kitabın bulunmaması çok eleştirilmiş ve bu programın Molla Nizâmeddin gibi bir sûfîye mal edilemeyeceği ileri sürülmüştür (Şeyh Muhammed İkrâm, Rûd-i Kevŝer, s. 606). Şah Veliyyullah ise programın ağırlık noktasına sarf, nahiv ve mantıkla birlikte hadis ve Kur’an ilimlerini koymaya çalışmıştır. Şiblî Nu‘mânî de ders-i Nizâmî’yi eleştirenlerdendir. 1791’de müfredatta değişiklik yapılarak fizik, fıkıh, astronomi, aritmetik, mantık, belâgat ve nahiv zorunlu ders yapılmıştı. Bölgenin İngiliz etkisine girmesinden sonra imtihan sistemi getirilmiş (1820), ardından müfredata İngilizce dersi konulmuş (1826) ve Farsça resmî dil olmaktan çıkarılmıştı (1835).

1857 bağımsızlık savaşından sonra açılan medreseler yeni arayışlara girdiler. 1866’da Diyûbend Medresesi’nin kurulmasıyla yeni bir müfredat dönemi başlamış oldu. Bu müfredatta toplam on beş ilim ve altmış sekiz kitap yer alıyordu. Dârülulûm-i Diyûbend’de açılan yeni birimlere bağlı olarak müfredata eklemeler yapıldı. Modern Hindistan tarihi, şehircilik, coğrafya, zooloji, botanik, iktisat, bilgisayar gibi dersler günümüz müfredatına konuldu. Pakistan ve Hindistan’daki medreselerde fikir ekollerine göre bazı değişiklikler olmakla birlikte bu son müfredat uygulanmaktadır. Yeni dönemde medreselerde bu program yedi sekiz yılda tamamlanmakta ve “kütüb-i müntehiyâne” adı verilen kitapları okuyan talebe fâzıl (lisans) diploması ile mezun olmaktadır. 1959’da medreselerin birbirine program bakımından uyum sağlaması amacıyla Vifâku’l-medârisi’l-Arabiyye kurulmuş ve 171 medrese bu oluşuma katılmıştır. Medrese mezunları, bazı sınavlardan geçmek şartıyla Pakistan’da özellikle Pencap Üniversitesi’nden denklik belgesi alma hakkına sahiptir.

Medreselerin Hint alt kıtasının İslâmlaşması ve dinî ilimlerin gelişmesinde önemli katkıları olmuştur. Özellikle Şah Veliyyullah bölgede hem hadis hem Kur’an araştırmalarında yeni bir çığır açmıştır. 1857’den sonra kurulan medreselerde hadis ilmi daha yoğun bir biçimde araştırma konusu yapılmış ve bu hususta yüzlerce eser yazılmıştır. Bölgede Kur’an eğitimi yaygın olmakla birlikte 1857’ye kadar tefsir ilminde öne çıkanların sayısı oldukça azdır. Kur’an tercümesi ve tefsir çalışmaları özellikle XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren artmıştır. Hanefî fıkhının en önemli merkezlerinden sayılan Hindistan’da Gazneliler’den itibaren Hanefî kitapları müfredatta sürekli olarak yer almıştır. Bu sebeple sonraki dönemlerde medreselerde yetişenler müstakil fıkıh kitapları ve fetva mecmuaları hazırlamışlardır. Bu zenginlik tasavvuf alanında daha da fazladır. Hücvîrî’nin Keşfü’l-maĥcûb’u ile başlayan tasavvufî eserler şeyhlerin sohbetlerinin derlendiği mecmualarla devam etmiştir. Medreseler özellikle bölgede Arap dili ve edebiyatının gelişmesinde etkili olmuştur. Kelâm, mantık, matematik ve diğer alanlarda da zengin bir literatür meydana getirilmiştir. Medreselerde yetişen din, ilim ve fikir adamları ülke yönetimi ve siyasetle de ilgilenmişler, İngiliz hâkimiyetinden sonra bağımsızlık hareketinde medrese hocaları ve öğrencileri genellikle ön saflarda yer almışlar, Pakistan ve Hindistan devletlerinin kurulmasının ardından devletin yapılanması ve yönetiminde söz sahibi olmuşlardır. Medreseler zaman zaman dünyadaki gelişmelerin dışında kalmakla eleştirilmiştir (eleştiriler için bk. Abdülgafûr, XVI/3 [1978], s. 22-35). Bir başka eleştiri de kız öğrencilere çok az yer verilmiş olmasıdır. Gazneliler’den itibaren bu yolda bazı tedbirler alınmış ve kızlar için medreseler açılmışsa da bunlar yeterli olmamıştır (Jaffar, s. 187-198; M. Takī Osmânî, Nažra Ǿâbira, s. 36, 45, 46).

BİBLİYOGRAFYA:

Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, et-Tefhîmâtü’l-ilâhiyye, Haydarâbâd 1967, II, 288-298; F. E. Keay, Indian Education in Ancient and Later Times, London 1938, s. 114-115, 121-122, 136; Abdülhak, Merĥûm Dihlî Kâlic, Delhi 1945; Şiblî Nu‘mânî, Maķālât (nşr. Seyyid Süleyman Nedvî - Mes‘ûd Ali Nedvî), A‘zamgarh 1375/1955, III, 1-144; Asaf A. A. Fyzee, “Islamic Studies in India”, Les mélanges Louis Massignon, Damascus 1957, II, 207; Rahmân Ali, Teźkire-i ǾUlemâǿey Hind (trc. M. Eyyûb Kādirî), Karaçi 1961, s. 411-412; Ebû Yahyâ İmâm Han Nevşehrevî, Hindustân meyn Ehl-i Ĥadîŝ ki Ǿİlmî Ħidmât (nşr. M. Hanîf Yezdânî), Sahival 1391/1971, s. 108-188; S. M. Jaffar, Education in Muslim India, Delhi 1972, s. 38-39, 50-58, 72-73, 120-127, 140, 187-198; Nezr Ahmed, Câǿize-i Medâris-i ǾArabiyye-i Maġribî Pâkistân, Lahor 1972, II/1, s. 15-367; II/2, s. 370-376, 382, 473-579; Aziz Ahmad, “Activism of the Ulama in Pakistan”, Scholars, Saints and Sufis (ed. N. R. Keddie), London 1972, s. 257-272; a.mlf., Hindistan’da İslâm Kültürü Çalışmaları (trc. Latif Boyacı), İstanbul 1995, s. 33, 153-157; M. Rızâ Ensârî, Bânî-yi Ders-i Nižâmî, Aligarh 1973; Ishtiaq Husain Qureshi, Ulema in Politics, Karachi 1974; Ziyaud-Din A. Desai, Centres of Islamic Learning in India, New Delhi 1978; M. Takī Osmânî, Nažra Ǿâbira ĥavle’t-taǾlîmi’l-İslâmî fî Bâkistân, Karaçi 1399/1979, s. 26, 29, 36, 45, 46, 54-56; a.mlf., Hemârâ TaǾlîmî Nižâm, Karaçi 1410/1990, s. 27, 69-83, 87-106, 129-132; M. Yûsuf Bennûrî, CâmiǾatü Diyûbend el-İslâmiyye fî đavǾi’l-maķālâti’l-Bennûriyye (nşr. M. Habîbullah Muhtâr), Karaçi 1410/1980, s. 30-62, 73-84; Bahtiyâr Hüseyin Sıddîkī, Berr-i Śaġīr Pâk u Hind key Ķadîm ǾArabî Medâris kâ Nižâm-ı TaǾlîm, Lahor 1982, s. 1-2, 11-29; Ebü’l-Hasenât en-Nedvî, Hindustân ki Ķadîm İslâmî Dersgâheyn, Lahor 1989, s. 13-14, 16-18, 22, 28, 29, 31, 35-36, 41-43, 50, 52-53, 56-57, 82-90; K. Kaur, Madrasa Education in India: A Study of its Past and Present, Chandigarh 1990, s. 19-25, 33-35, 38, 44-75, 109; Şeyh Muhammed İkrâm, Âb-ı Kevŝer, Lahor 1992, s. 19-53, 74-82, 115-117, 415-420; a.mlf., Rûd-i Kevŝer, Lahor 1992, s. 606, 607; A. A. Powell, Muslims and Missionaries in Pre-Mutiny India, Richmond-Surrey 1993, s. 65-71, 79-80, 195-203; M. Eslem Seyf, Taĥrîk-i Ehl-i Ĥadîŝ Târîħ key Âǿîney meyn, Faysalâbâd 1994, s. 331-350, 482-515; Halid Zaferullah Daudi, Pakistan ve Hindistan’da Şâh Velîyullah ed-Dehlevî’den Günümüze Kadar Hadis Çalışmaları, İstanbul 1995; Abdülhamit Birışık, Hind Alt Kıtası Düşünce ve Tefsir Ekolleri, İstanbul 2001, tür.yer.; a.mlf., “Hindistan”, DİA, XVIII, 95-100; Jamia Hamdard Prospectus, New Delhi 2003, s. 20-21; Menâzır Ahsen Geylânî, Pâk u Hind meyn Müselmânân kâ Nižâm-ı TaǾlîm u Terbiyet, Lahor, ts. (Mektebe-i Rahmâniye), tür.yer.; Seyyid Mahbûb Rizvî, Mükemmel Târîħ-i Dârü’l-Ǿulûm-i Diyûbend, Karaçi, ts. (Mîr Muhammed Kütübhâne-i Merkez-i İlm ü Edeb), I-II; a.mlf., Dârü’l-Ǿulûm-i Diyûbend ki TaǾlîmî Ħuśûśiyyet, Diyûbend, ts.; Ziyaul-Hasan Faruqi, The Deoband School and the Demand for Pakistan, Lahor, ts. (Progressive Books), s. 27-42; Allah Bukhsh, The Ahle Sunnat Movement in British India (1880-1921), Lahore, ts., s. 41-47, 319; Emîn Ahsen Islâhî,


“Pâkistân meyn Dînî TaǾlîm kâ Ĥâl u Müstaķbel”, Mîŝâķ, X/9, Lahor 1964, s. 6-11; Ziaul Haque, “Muslim Religious Education in Indo-Pakistan”, IS, XIV/4 (1975), s. 278, 280, 283-289, 292; Abdülgafûr, “Dînî Medâris”, Fikr o Nažar, XVI/3, İslâmâbâd 1978, s. 22-35; Syed Shabhuddin, “Reorganisation of Madrasah Education”, Islam and the Modern Age, XI/1, New Delhi 1980, s. 89-98; M. İshak Sıddîkī, “Pâkistân key Dînî Medâris aôr Ĥükûmet”, Beyyinât, XXXVIII/3, Karaçi 1981, s. 35-38; Mazhar Muîn, “Pâkistânî Nižâm-ı TaǾlîm meyn ǾArabî kâ İrtiķā”, Mecelle-i Taĥķīķ Pencâb Yüniversiti, IX/1-4, Lahor 1987, s. 55-80; S. Jamal Malik, “Islamisation in Pakistan (1977-1985): The Ulama and Their Paces of Learning”, IS, XXVIII/1 (1989), s. 8-23; Sayyid A. S. Pirzada, “The Role of Deobandi Ulama in Pakistan’s Politics: 1947-1956”, South Asian Studies, VII/2, Lahore 1990, s. 64-81; Tariq Rahman, “The Teaching of Arabic to the Muslims of South Asia”, IS, XXXIX/3 (2000), s. 399-443; Iqbal Hussain, “From Traditional Roots to Nationalism-A History of the Farangi Mahal Family”, IC, LXXIV/3 (2000), s. 1-32; Nezîr Hüseyin, “Medâris”, UDMİ, XX, 180-193; Makbûl Beg Bedahşânî, “Hind [Ta‘lîm]”, a.e., XXIII, 190; Erdoğan Merçil, “Gazneliler”, DİA, XIII, 483; Ara Altun, “Gazneliler”, a.e., XIII, 485; K. A. Nizami, “Hindistan”, a.e., XVIII, 89-91.

Abdülhamit Birışık




MİMARİ. İslâm dünyasında gelenekçi yöntemlerle idare edilen eğitim kurumları olan medreseler X. yüzyılda Irak’ta ortaya çıkmakla birlikte kurumsallaşmalarının XI. yüzyılın ilk yarısında Horasan ve Mâverâünnehir’de Gazneli, Karahanlı ve Büyük Selçuklu siyasî çevrelerinde gerçekleştiği bilinmektedir. Özellikle Vezir Nizâmülmülk’ün yaptırdığı Nizâmiye medreseleri bunların kapsam ve düzen bakımından teşkilâtlandırılmasında önemli rol oynamıştır.

İlk medrese binalarının kuruluş ve işleyişi hakkında fazla bilgi bulunmamakla beraber bunlar, Selçuklular’dan itibaren başta sultanlar olmak üzere önemli kişilerce kamu yararına vakıf eserler olarak tesis edilmiştir. Günümüze ulaşmış en eski medrese yapıları eş zamanlı olarak Gazneli, Karahanlı ve Selçuklu çevrelerinde görülür. Karahanlılar’a ait Semerkant’taki İbrâhim Tamgaç Han Medresesi ile (458/1066) Selçuklular’ın Nîşâbur, İsfahan, Merv, Bağdat, Hargird ve Rey gibi şehirlerde kurdukları medreselerden bugüne kadar gelen son ikisi, medrese mimarisinde tipik dört eyvanlı şemanın uygulandığını göstermektedir. Bu şemada dörtgen planlı avlunun her kenarında birer eyvan, bunların yanları ile köşelerinde müderris ve talebelerin barındığı hücreler yer almakta, biri giriş kısmına ayrılan eyvanlar derslik olarak kullanılmakta, kıble yönünde bulunan eyvan ise mihrap ilâvesiyle mescide dönüştürülmektedir. Sonraki örneklerde görülen helâ, hamam gibi birimlerle dershane ve hücre duvarlarına açılmış niş ve ocak gibi unsurların bu yapılarda da bulunduğu söylenebilir.

Horasan’ın sivil mimari örnekleriyle paralellik gösteren bu şema, İslâmiyet’in ilk yıllarında eğitimin sürdürüldüğü hocanın evinden hareketle geliştirilmiş olmalıdır. Öte yandan dönemin ev tasarımlarının sadece kapalı avlulu medreselere örnek olabileceğini ileri süren Aptullah Kuran dört eyvanlı şemanın kökenini Budist manastırlarına dayandırmaktadır. Ancak her amaca uygulanabilmesiyle son derece fonksiyonel olan bu şema Asya, Anadolu, Suriye, Mısır ve Kuzey Afrika gibi farklı coğrafyalarda değişik uygulamalarla değerlendirilmiş ve karakteristik medrese şeması ortaya konulmuştur.

Zengîler devrinde inşa edilen Busrâ’daki Gümüştegin (530/1136), Şam’daki Nûriyye (567/1172), Halep’teki Şâdbahtiyye (589/1193) medreseleri ve Nûriyye Dârülhadis Medresesi ile dârüşşifâ olarak faaliyet gösteren Nûriyye Bîmâristanı’nda (549/1154) genel hatlarıyla eyvanlı avlulu şema bulunmaktadır. Mütevazi ölçülerdeki bu yapıların sonraki dönemlerde Anadolu ve Mısır’da gelişecek medrese mimarisinin çıkış noktası olduğu anlaşılmaktadır. Zira Anadolu’daki ilk medrese yapıları olan Dânişmendliler’e ait, XII. yüzyılın ortalarından kalan Tokat ve Niksar’daki Yağıbasan medreselerinde Gümüştegin Medresesi’nin kapalı avlulu modeli kullanılmıştır. Zengîler’e bağlanan güçlü etkileri barındıran Artuklular’ın açık avlulu Diyarbekir Zencîriye ve Mesûdiye medreseleri çift katlı tasarımları ile dikkati çeker. XII. yüzyılın sonlarında Muvahhidler döneminden itibaren Kuzey Afrika’da da gelişen medrese mimarisinde ise bölgeye özgü yerel üslûpların belirleyici olduğu görülmektedir (bk. MAĞRİB [Sanat]).

Öte yandan kitâbelerinden dört Sünnî mezhebin faaliyet gösterdiği bir fıkıh medresesi olarak tesis edildiği anlaşılan Mesûdiye Medresesi, Anadolu’da benzeri bulunmayan bir uygulamaya sahiptir. Abbâsî Halifesi Müstansır-Billâh’ın yaptırdığı Bağdat’taki Müstansıriyye Medresesi’nde (631/1234) âbidevî bir örnekle karşımıza çıkan bu uygulama daha çok Mısır’da görülür. Şiî Fâtımî hânedanının yıkılmasından sonra Sünnî Memlükler zamanında inşa edilen Kahire’deki Zâhiriyye (662/1264) ve Nâsıriyye (703/1304) medreselerinde bu anlayış hâkimdir. Zengî mimarisinin etkilerini taşıyan yapılarda her biri bir mezhebe tahsis edilen dört eyvanlı şema, Sultan Hasan Medresesi’nde (764/1363) her mezhebin eyvanların kolları arasındaki, kendi avluları olan bağımsız ünitelere yerleştirildiği düzende en olgun şekline bürünür. Âbidevî taçkapısı ve minareleriyle Orta Asya etkisini de barındıran yapı, mescid olarak kullanılan ana eyvanın önüne yerleştirilen türbeyle birlikte külliye haline gelmiştir.

Medrese mimarisinde diğer bir gelişim de Anadolu’da görülmektedir. Eyvan sayıları değişik olmakla birlikte revaklı, avlulu planda zenginleşen tasarımlarla karşılaşılır. Mescid, türbe gibi birimlerle ön cephelere katılan çeşme ve minare gibi unsurlar yanında zengin süsleme programları ile yapılar ilgi çekici olmuştur.

Anadolu medreseleri avlularının açık ve kapalı olmasına göre sınıflandırılır. Aydınlıklı bir kubbeyle örtülen kapalı avlulu model Isparta’daki Ertokuş (1224), Konya’daki Karatay ile (1251) İnce Minareli (1265) ve Kırşehir’deki Caca Bey (1273) medreselerinde sergilediği plan ve tasarım zenginliği ve sahip olduğu anıtsal niteliklerle Selçuklu döneminde gelişimini tamamlar. Germiyanoğulları’na ait rasathâne olarak tasarlanan Kütahya’daki Vâcidiye (1314), Osmanlılar’a ait Bursa’daki Lala Şâhin Paşa (1339) ve Gümüşhacıköy yakınındaki Hacı Halil Paşa (1415) medreseleri bu tipin Selçuklu sonrası örnekleridir.

Açık avlulu olarak tanımlanan medreselerde ise plan ve cephe tasarımlarındaki gelişim önemlidir. Konya’daki Sırçalı Medrese (1242), Akşehir’deki Taşmedrese (1250) ve Sivas’taki Burûciye Medresesi’nde (1272) giderek simetrikleşen plan kurguları, XIII. yüzyılın son çeyreğinde


Sivas’taki Gökmedrese ve Çifte Minareli Medrese ile Erzurum’daki Çifte Minareli Medrese’de en olgun şekline ulaşır. Son üç yapıda cephe tasarımına katılan çifte minareler dikkat çekmektedir. Aynı anlayış, Timurlu başşehri Semerkant’taki Bîbî Hanım (1404) ve Uluğ Bey (1417-1420) medreseleri gibi görkemli örneklerde uygulanışları ile Orta Asya medrese mimarisinin karakteristiğini ortaya koymuştur.

Tek avlu şemasını aşma yönünde yerel bir girişim gibi görünen XIV. yüzyıl sonlarından Mardin Îsâ Bey Medresesi’nin iki avlulu şeması bir kenara bırakılacak olursa Erzurum’daki Yâkutiye Medresesi (710/1310), Ermenek’teki Tolmedrese (740/1339-40), Niğde’deki Akmedrese (812-1409-10) gibi yapılarla açık avlulu tasarımların Selçuklu sonrasında da hâkim model olduğu görülür. Gotik etkiler içeren Peçin’deki Ahmed Gazi Medresesi’nde (777/1375-76) ana eyvan kubbeli yapılmış ve türbe olarak düzenlenmiştir. Ana eyvanın kubbeli bir birim olarak ele alınması ileride yerini kubbeli dershaneye bırakmasıyla sonuçlanır. Bu özellik Osmanlılar’da gerçekleşmiş, XIV. yüzyılda İznik’teki Süleyman Paşa Medresesi ile başlayıp XV. yüzyılda ağırlık kazanarak bütün medrese mimarisine hâkim olmuştur.

Anadolu ve Mısır medreselerinde dikkati çeken bir başka gelişim bu yapıların türbe, çeşme, sebil gibi unsurlarla birleşen küçük ölçekli külliyeler halinde değerlendirilmesidir. Öncelikle Zengîler’de avlunun merkezine yerleştirilen havuzlarla kendini gösteren su yapıları Anadolu ve Mısır’da çeşme, sebil, şadırvan gibi elemanlarla zenginleşir. Ancak Anadolu’da medreseler, cami ve mescid gibi yapılarla oluşturdukları kompleksler bakımından daha çeşitli uygulama alanı bulur. XII. yüzyılın başlarında Artukoğulları’nın Mardin’deki Emînüddin Külliyesi’nden başka ortak avluyu paylaşan cami ve medrese uygulamasının ilk örneği Dânişmendli dönemine ait Kayseri’deki Kölük Camii ve Medresesi’nde görülür. Aynı yerdeki Hacı Kılıç Camii ve Medresesi’nde (1249) yeniden ve başarıyla ele alınan model, Balat İlyas Bey Camii ve Medresesi’nde (1404) uygulanmasının ardından XVI. yüzyılda Mimar Sinan’ın elinde gelişimini tamamlayacaktır. Ayrıca Divriği Ulucamii (625/1228), Kayseri’deki Huand Hatun Külliyesi (635/1238) gibi örneklerde medreselerin külliye programına ayrı yapılar olarak katıldığı görülür. Aynı modeli Selçuklu sonrasına taşıyan Manisa Ulucamii ve Medresesi 780 (1378-79), içte birbirine açılan kapıya sahip olmakla birlikte önceki örnekler gibi dışa açılan bağımsız kapılara sahiptir. Dönemin en ilgi çekici inşa denemesi ise zâviyeli olarak tasarlanan caminin üst katında bulunan medresesiyle Bursa’daki Hudâvendigâr Külliyesi’dir. Anadolu’da bir benzeri daha bulunmayan bu örnekte dönemin cami ve medrese mimarisine hâkim olan plan şemaları üst üste konularak eşsiz bir tasarım anlayışı içinde birleştirilmiştir.

Dârüttıb medresesi olarak faaliyet gösteren yapılarla bir arada tasarlandıkları için medreselerle aynı yapısal özellikleri taşıyan dârüşşifâlarda da benzer gelişim çizgisi bulunmaktadır. Şam’da Nûriyye Bîmâristanı ile başlayan dört eyvanlı, açık avlulu model, Kahire’deki Kalavun Bîmâristanı’nda (683/1284-85) dört eyvanlı avlunun çevresine yerleştirilen dârüşşifâ ve dârüttıb medresesinde aynı avluyu paylaşan çifte medrese modeline dönüşür. Anadolu’da bu model Kayseri’deki Gevher Nesibe Dârüşşifâsı (602/1205-1206), bitişiğindeki Sultan Gıyâseddin Keyhusrev Dârüttıb Medresesi ve Sivas’taki Keykâvus Dârüşşifâsı’nda olduğu gibi birbiriyle ilişkili, ancak iki ayrı bina halinde tasarlanan çifte medrese şeklinde görülmektedir. Gotik özellikler taşıyan görkemli taçkapısıyla dikkati çeken Mengücüklüler’e ait Divriği’deki Turan Melek Dârüşşifâsı’nda ise (625/1228) kapalı avlulu model çift katlı olarak uygulanmıştır. Selçuklu sonrasından Amasya Dârüşşifâsı iki işlevi barındıran açık avlulu bir yapıdır.

XV. yüzyılda özellikle sultanların inşa ettirdiği büyük medrese yapılarında revaklı, açık avlulu modelin simetrik plan kurguları içinde değerlendirildiği görülür. Bursa’daki Yıldırım (801/1399), Yeşil (822/1419) ve Murâdiye (829/1426) medreselerinde revaklı avlunun üç kenarına hücreler yerleştirilmiş, dördüncü kenarı da kubbeli dershaneye ayrılmıştır. Bu plan şeması İstanbul’da Fâtih medreselerinde de görülür. XV. yüzyıla ait Dâvud Paşa ve Koca Mustafa Paşa ile Amasya ve Edirne’deki II. Bayezid medreselerinde ise giriş yönünde hücreler yer almamıştır. Duvarları ikili pencere dizileriyle hareketlendirilen Osmanlı medreselerinde bazan son derece yalın tasarımlara sahip taçkapının bulunduğu cephelerle diğer duvarlar arasında bir farklılık görülmez.

Edirne’deki Saatli Medrese’de (851/1447) yer alan, kubbeli dershaneyle eş büyüklükteki yazlık dershane özellikle iklim koşullarına bağlı değişik bir uygulamadır. Şamlı bir mimar tarafından yapıldığı için farklı olarak dört eyvanlı kare bir avluya sahip olan Merzifon’daki Çelebi Sultan Mehmed Medresesi (1414-1417) eyvanların arkasına yerleştirilen kubbeli dershaneleriyle dikkati çeker (bk. MEHMED I MEDRESESİ). Amasya’daki Kapı Ağası Medresesi (1489), sonraki yüzyılın ortasında Sinan’ın Cağaloğlu’nda Rüstem Paşa adına yaptığı medresede yeniden ele alacağı sekizgen planıyla ayrı bir yere sahiptir.


XVI. yüzyılda plan ve tasarımların zenginleştiği görülür. Mimarbaşılığı esnasında özellikle sultanlar için yaptığı medreselerde belirlenmiş plan ve tasarımların dışına pek çıkmayan Mimar Sinan, Süleymaniye Külliyesi’nde, Fâtih Külliyesi’nde uygulanan düzeni işlerken Sinan Paşa, Kara Ahmed Paşa, Mihrimah Sultan ve Sokullu Mehmed Paşa külliyelerinde aynı avluyu paylaşan camimedrese modelini en olgun şekline kavuşturur. Ancak Mimar Sinan’ın medrese mimarisine katkısı daha mütevazi ölçekli inşa faaliyetlerinde görülür. Yapıların birbirleri ve çevreleriyle olan ilişkilerine yoğunlaşan Sinan, külliye şemasına ya da sıkışık şehir içi dokusunun zorlayıcı topografyasına yerleştirmek zorunda kaldığı medreselerde bu şemanın dışına çıkarak yerleşme düzeni ve plan şemalarında değişikliklere gitmiş, medreseyi en sağlıklı konuma taşıyacağı değişik düzenlemeler ve tipolojik çözümler üzerinde durmuştur. Sinan’ın Edirne’deki Selimiye Külliyesi’nde medreselerin cami tarafına hücre yerleştirmesi, Süleymaniye Dârülhadis Medresesi’nde tek kanatlı bir planlamaya yönelerek medreselerle cami arasındaki görsel ilişkileri araştıran, Üsküdar’daki Şemsi Paşa Külliyesi’nde ise “L” şeklinde plan kullanarak manzara faktörünü değerlendiren tutumu, plan ve tasarımdaki farklılıkla birlikte tipolojik açıdan da medrese mimarisini zenginleştirmiştir. Bu bakımdan Süleymaniye Külliyesi’nde kuzeydeki medreseleri yamaca oturtmak için uyguladığı kademeli yerleşim düzeni, Kadırga’daki Sokullu Külliyesi’nde cami ile aynı avluyu paylaşan medresenin derslik kısmı altına aldığı girişle ortaya koyduğu yapısal çözüm, Üsküdar’daki Atik Vâlide Sultan Külliyesi’nde medresenin derslik kısmını sokağı aşan kemerler üzerine oturtarak sağladığı çevresel uyum, onun mimari dehasının medrese yapılarındaki yansımaları olarak zikredilmesi gereken ayrıntılardır.

Eyüp’teki Sokullu Külliyesi’nde (976/1568-69) sergilediği tutum ise XVII. yüzyılda uygulanacak olan medrese merkezli külliye şemasının ilk örneğidir. Burada dershanenin önüne bâninin türbesini yerleştiren Sinan, Anadolu Selçuklu ve Memlük medreselerinde vurgulanan temayı yeniden ele almıştır. Koca Sinan Paşa, Gazanfer Ağa, Kuyucu Murad Paşa ve Ekmekçizâde Ahmed Paşa medreseleri gibi binalarda yapıların topografyaya göre şekillenmesi yanında elverdiği ölçüde tekrarlanan dershane-türbe ilişkisine sebilin de dahil edildiği görülür. XVII. yüzyılın sonlarında aynı modelin farklı düzenlerde uygulandığı Köprülü Mehmed Paşa, Kara Mustafa Paşa ve Amcazâde Hüseyin Paşa medreseleri, hücrelerden bağımsız olarak tasarlanan sekizgen planlı dershaneleriyle yeni bir farklılığa işaret eder. Bu farklılık Damad İbrâhim Paşa, Ahmediye ve Hacı Beşir Ağa külliyeleri gibi örneklerle XVIII. yüzyılda da devam eder.

Pozitif bilimlere artan ilgi neticesinde Batı eğitimi anlayışına göre tesis edilen yeni okulların faaliyete geçtiği XIX. yüzyılda dinî eğitime olan ilgi giderek azalmaya başlayınca yeni medrese inşası da azalır. Bu açıdan Karagümrük’teki Râkım Efendi ve Fetva Emini medreseleri geleneksel şemaların uygulandığı son yapılardır. Medrese eğitimini modernleştirme çabalarının ürünü olan ve ulusal mimarlık akımının özelliklerini taşıyan Medresetü’l-kudât binası ile (1913) çağdaş yapı teknolojilerinin kullanıldığı son örneğini veren medrese mimarisi, Tevhîd-i Tedrîsat’tan önce devrini kapatır (İstanbul medreseleri için ayrıca bk. DİA, XXIII, 256-258).

BİBLİYOGRAFYA:

K. A. C. Creswell, The Muslim Architecture of Egypt, Oxford 1952-59, I-II, tür.yer.; Aptullah Kuran, Anadolu Medreseleri, Ankara 1969, I; a.mlf., Mimar Sinan, İstanbul 1986, tür.yer.; Metin Sözen, Anadolu Medreseleri, İstanbul 1970-72, I-II; a.mlf., Türk Mimarisinin Gelişimi ve Mimar Sinan, İstanbul 1975, tür.yer.; Zeynep Nayır, Osmanlı Mimarlığında Sultan Ahmet Külliyesi ve Sonrası (1609-1690), İstanbul 1975, tür.yer.; Mustafa Cezar, Anadolu Öncesi Türklerde Şehir ve Mimarlık, İstanbul 1977, tür.yer.; Ara Altun, Anadolu’da Artuklu Devri Türk Mimarisinin Gelişmesi, İstanbul 1978, tür.yer.; Oktay Aslanapa, Türk Sanatı, İstanbul 1984, I-II, tür.yer.; Gönül Cantay, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı Darüşşifaları, Ankara 1992, tür.yer.; R. Hillenbrand, Islamic Architecture: Form, Function and Meaning, Edinburgh 1994, s. 173-251; Yekta Demiralp, Erken Dönem Osmanlı Medreseleri (1300-1500), Ankara 1999; Mübahat S. Kütükoğlu, XX. Asra Erişen İstanbul Medreseleri, Ankara 2000; M. Cavid Baysun, “Mescid”, İA, VIII, tür.yer.; Semavi Eyice, “Mescid”, a.e., VIII, 112-118; J. Pedersen - [G. Makdisi], “Madrasa”, EI² (İng.), V, 1123-1134; Munibur Rahman, “Madrasa”, a.e., V, 1134-1136; R. Hillenbrand, “Madrasa”, a.e., V, 1136-1154; Arslan Terzioğlu, “Bîmâristan”, DİA, VI, 163-178; M. Baha Tanman, “Dârülhadis”, a.e., VIII, 533; “İstanbul”, a.e., XXIII, 256-258; Zeynep Ahunbay, “Medreseler”, DBİst.A, V, 320-326.

İsmail Orman