MANTÛK

(المنطوق)

Sözde zikri geçen ve ifade edilen mâna anlamında usûl-i fıkıh terimi.

Sözlükte “konuşmak, söylemek” mânasındaki nutk kökünden ism-i mef‘ûl olan mantûk “konuşulan, söylenen, sözde belirtilmiş olan” anlamına gelir. Usûl-i fıkıh terimi olarak “sözün söylendiği alanda delâlet ettiği mâna” şeklinde tarif edilmiş ve bu mânanın zikredilen lafzın hükmü ve bir hali niteliğinde olduğu belirtilmiştir. Bu hükmün söylenip söylenmemesi önemli değildir. Sözü edilen mânaya konuşma (nutk) yoluyla ulaşıldığı için mantûk adı verilmiştir. Meselâ, “Onlardan (ana baba) biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa kendilerine ‘öf’ bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle” âyetinin (el-İsrâ 17/23) bizzat lafzından açık bir şekilde ana babaya karşı “öf” demenin haram olduğu anlaşılmaktadır. Söz konusu âyetten çıkarılan bu mânaya mantûk, böyle bir çıkarımda bulunmaya da “mantûkun delâleti” adı verilir. Seyfeddin el-Âmidî, iktizânın delâletinde saklı hükümler sözün söylendiği alanda bizzat lafızdan anlaşıldığı halde bunlardan hiçbirine lafzın mantûku denemeyeceğini belirterek mantûkun yukarıda verilen tanımının doğru olmayacağını ileri sürer ve kendisi mantûku “sözün söylendiği alanda delâletinden kesin olarak anlaşılan mâna” şeklinde tanımlar (el-İĥkâm fî uśûli’l-aĥkâm, III, 62). Ancak Âmidî’nin aksine diğer tanım sahipleri iktizânın delâletini gayri sarih mantûk kapsamı içinde görmektedir (aş. bk.).

İslâm hukukçuları, İslâm’ın temel kaynakları olan Kur’an ve Sünnet’i yorumlama faaliyetleri sırasında söz konusu naslarda iki tür anlam (delâlet) bulunduğuna dikkat çekmişlerdir. Bunlardan birincisi nasların açıkça ifade ettiği anlamlar (mantûk), ikincisi naslarda açıkça belirtilmemekle birlikte onlardan anlaşılan mânalardır (mefhum). Şevkânî’nin de işaret ettiği gibi lafızlar, kendilerinden çıkarılan anlamların birer kalıbı niteliğinde


olduğundan (İrşâdü’l-fuĥûl, s. 178) onlardan bazan açıkça ve doğrudan doğruya bir anlam elde edilir; bazan da çeşitli çıkarımlar yoluyla bir mânaya ulaşılır. Özellikle usulcüler, nasların yorumlanması sürecinde elde edilen bu iki anlamın gerek bağlayıcılık / delâlet derecelerini tesbit etmek gerekse bu anlamlara ulaşabilmek için takip edilmesi gereken yöntemleri belirlemek amacıyla geniş metodolojik tartışmalar yapmışlardır. Fıkıh usulü tarihinde, genellikle Hanefî usul âlimlerinin geliştirdiği ve bu sebeple Hanefî veya fukaha metodu adı verilen yöntemde lafızlar kullanıldıkları mânaya delâletinin şekli, yani mânanın doğrudan veya dolaylı bir yolla ifade edilmesi açısından ibare, işaret, delâlet ve iktizâ olmak üzere dört kısımda incelenmiştir. Mütekellimîn metodunu benimseyen usulcülerin çoğunluğunu oluşturan bilginler tarafından ise lafızların hükümlere delâletleri konusu “mantûkun delâleti” ve “mefhûmun delâleti” ana başlıkları altında ele alınmıştır (bk. DELÂLET). Abdülazîz el-Buhârî’nin belirttiğine göre Hanefîler’in ibare, işaret ve iktizâ adını verdiği delâlet türlerini Şâfiî usulcüleri mantûkun delâleti kabilinden saymaktadır (Keşfü’l-esrâr, II, 253).

İslâm hukuk usulünün genel sistematiği içinde mantûk, lafzın kullanıldığı kalıp ve cümleden açıkça ve doğrudan doğruya anlaşılan bir mâna olması itibariyle yorum merdiveninin birinci basamağını teşkil eder. Bu sebeple anlamların en açık ve kuvvetlisi olup mâna konusunda asıl niteliğindedir ve mefhumdan önce gelir. Mantûkun diğer anlamlar içerisindeki bu öncelik ve kuvveti sebebiyle onun nitelik ve niceliklerinin tesbit edilmesi metodolojik açıdan daha da önemli hale gelmiştir. Lafzın söylendiği alandaki mânasının (mantûk) şer‘î (hukukî) bir mâna ifade edebilmesi için bazan kullanıldığı cümle içerisinde birtakım takdirlerde bulunmak gerekebilir. Bu sebeple usulcüler mantûku (mantûkun delâletini) sarih ve gayri sarih olmak üzere iki kısma ayırmışlardır.

1. Sarih Mantûk. Lafzın kendisi için vazolunduğu mânaya mutabakat veya tazammun yoluyla delâletidir. Burada sadece lafzın bir dildeki sözlük anlamını bilmekle başka bir şeyin aracılığına gerek duyulmaksızın yalnız okumak, söylemek veya işitmekle doğrudan anlamına ulaşılmaktadır. Bir lafzın kendisi için vazolunduğu mânayı tam olarak ifade eder biçimde kullanılmasına mutabakat (delâletü’l-mutâbaka), mânanın bir kısmını ifade etmek üzere kullanılmasına tazammun (delâletü’t-tazammun) adı verilir. Meselâ “insan” kelimesinin bilinen varlık anlamında kullanılması mutabakat delâleti, “canlı” veya “konuşan” anlamında kullanılması bir tazammun delâletidir. Sarih mantûk Hanefî usul terminolojisinde “bizzat lafzın sîgasının gösterdiği anlam” demek olan ibarenin delâletiyle paralellik gösterir. Nas ve zâhir lafızların delâletleri de sarih mantûk kapsamında değerlendirilir. Mantûk, ifade ettiği mânadan başka bir mânaya yorumlanma ihtimali bulunmazsa “nas”, yoruma açık ve başkasına ihtimali bulunmakla birlikte bu ihtimal tercihe şayan değilse “zâhir” ve tercihe şayan olmayan mânaya bir delilden dolayı yorumlanmışsa “müevvel” adını alır (Süyûtî, II, 740; Şevkânî, s. 178). Yorum metodolojilerini mantûk-mefhum ayırımı üzerine kuran mütekellimîn metoduna mensup usulcülere göre, sevkedildikleri mânaya açıkça delâlet eden ve kendisinden çıkarılan hükümde sözün asıl söyleniş sebebini teşkil eden nas lafızlarla kendisi duyulunca mânası derhal anlaşılan ve mânasının anlaşılması herhangi bir düşünmeye ve başka bir delile ihtiyaç duymayacak kadar açık olan zâhir lafızların anlamlarıyla aksine bir delil bulunmadıkça amel etmek gerekir. Meselâ, “Allah alışverişi helâl, ribâyı haram kılmıştır” âyeti (el-Bakara 2/275) nas yoluyla, alım satımla ribânın aynı şeyler olmayıp birbirinden farklı kabul edilmesi gerektiğini ve zâhiriyle de alım satımın helâl, ribânın haram olduğunu göstermektedir.

2. Gayri Sarih Mantûk. Lafzın kendisi için vazolunmadığı, ancak iltizam yoluyla kendisine delâlet ettiği anlamdır. İltizam, lafza şer‘î (hukukî) bir anlam verebilmek için hâricî bir unsura ihtiyaç duyulması halidir. Böyle hâricî bir unsurun yardımıyla elde edilen mânaya delâletü’l-iltizâm denir. İltizam yoluyla söz konusu mânanın anlaşılması sürecinde zihin lafzın anlamından onu gerekli kılan hâricî unsura doğru bir geçiş yapar. Eğer bu zihinsel geçiş yapılmazsa söz konusu mânaya ulaşmak mümkün olmaz (Seyfeddin el-Âmidî, I, 17). Muhtemelen bu sebeple Teftâzânî, mefhumla gayri sarih mantûk arasındaki farkın tartışılabilir olduğunu ileri sürer (Ĥâşiye Ǿalâ śerĥi Muħtaśari’l-Müntehâ, II, 171). Mütekellimîn metodunu benimseyen usulcüler gayri sarih mantûku ve delâletini iktizâ, ima ve işaretin delâletleri olmak üzere üç kısımda incelemişlerdir. Ancak Seyfeddin el-Âmidî, metnin delâletlerini manzumun delâleti ve manzum olmayanın delâleti kısımlarına ayırdıktan sonra sayılan üç kısma (iktizâ, ima ve işaret) mantûkun mukabili olan mefhumu da ekleyerek hepsine birlikte manzum olmayanın delâleti içinde yer verir (el-İĥkâm fî uśûli’l-aĥkâm, III, 60-62).

a) İktizânın Delâleti. Sözde kastedilen ve sözün akıl veya din açısından doğru bir anlam ifade edebilmesi kendisinin var sayılmasına bağlı olan ek ifadedir. Burada sözü söyleyenin kastettiği anlamın doğru bir şekilde kavranabilmesi için böyle bir takdire ihtiyaç bulunmakta ve dolayısıyla mantûk olanın doğru anlaşılabilmesi mantûk olmayan bir ifadenin mantûk olarak kabul edilmesine bağlı olmaktadır. Bir nassın hüküm ifade etmesi için metinde böyle bir ilâvenin var sayılması bir zorunluluksa bu var sayma olmadan nasla amel imkânı bulunmaz. Takdiri gerekli kılan bu nassa “muktezî”, takdir edilen mânaya ise “muktezâ” denir. Meselâ Hz. Peygamber’in, “Ümmetimden hata, unutma ve zorlandıkları söz ve fiilleri kaldırılmıştır” hadisinin (İbn Mâce, “Ŧalâķ”, 16) zâhirinden ümmette hata, unutma ve ikrahtan hiçbirisinin bulunmadığı anlaşılmaktadır. Halbuki bu durum ümmetin birçok hata ve unutkanlığa düştüğü gerçeğine aykırıdır. Bu takdirde söz konusu hadisin doğru anlaşılabilmesi ve vâkıaya aykırı düşmemesi için, cümlede “günah” vb. bir kelimenin bulunduğunun var sayılması (takdir) gerekir. Bu takdir sonucunda hadis, “Ümmetimden hata, unutma ve zorlandıkları söz ve fiillerin günahı kaldırılmıştır” şeklinde anlaşılır. Burada sözün günah kelimesine delâletine iktizânın delâleti adı verilir.

b) İmanın Delâleti. Bu tür delâlette akıl veya din açısından sözün doğru olarak anlaşılması kendisine bağlı olmasa da söz, söyleyenin maksadına dahil olan bir hükümle (vasıf) bir arada bulunmakta ve bu hüküm vb.nin ta‘lîl ifade etmek üzere orada bulunmaması anlamsız olacağından açıkça belirtilmese bile ondan bu ta‘lîl anlaşılmakta ve ona delâlet etmektedir. Buna “tenbîh” adı da verilir. Meselâ Hz. Peygamber döneminde bir hadise meydana geldiğinde durum Resûl-i Ekrem’e intikal ettirilince hemen arkasından bir hüküm vermiş olsa bu hal ima yoluyla meydana gelen olayın verilen hükmün illeti olduğunu gösterir. Nitekim bir bedevî, Resûlullah’a gelip ramazanda gündüzün bilerek eşiyle cinsî münasebette bulunduğunu söyleyince Resûl-i Ekrem bir köle âzat etmesini istemiştir ki


(Buhârî, “Śavm”, 30-31) bu ifade cinsî münasebetin köle âzat etmenin illeti olduğunu gösterir. Zira böyle bir durumda Peygamber’in verdiği cevap, “Cinsî münasebette bulunursan kefâret öde” şeklinde algılanmaktadır.

c) İşaretin Delâleti. Lafzın, sevkedilişinin aslî veya ikinci derecede (tâbi‘) gayesini teşkil etmemekle birlikte yine de dil ve mantık kuralları çerçevesinde lafızdan dolaylı olarak çıkarılabilen ve sözün şer‘î yönden doğru anlaşılması kendisine bağlı olmayan bir mânaya delâlet etmesidir. Meselâ Kur’ân-ı Kerîm’de çocuğun babaya nisbet edilmesinden hareketle (el-Bakara 2/233) doktrinde çocuğun nafakasının sadece babaya ait olacağı, babanın muhtaç olması halinde karşılıksız olarak çocuğunun malı üzerinde kendi mülkü gibi tasarrufta bulunacağı gibi hükümler, âyet bizzat bunları ifade etmek üzere sevkedilmediği halde âyetin işaretinin delâleti yoluyla çıkarılmıştır. Burada nas, ibaresiyle mânaya delâlet etmemekle birlikte iltizam yoluyla bu mânayı göstermektedir. Ebü’l-Usr el-Pezdevî ve Şemsüleimme es-Serahsî, işaretle sabit olan hükmün nassın ibaresiyle sabit olan hüküm gibi olduğunu söylemiş (Kenzü’l-vüśûl, II, 252; el-Uśûl, I, 254), Abdülazîz el-Buhârî de işaretin delâletinin bağlayıcılık bakımından ibarenin delâletine denk bulunduğunu ifade etmiştir (Keşfü’l-esrâr, II, 210).

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü’l-ǾArab, “nŧķ” md.; Tehânevî, Keşşâf, II, 1420-1421; Buhârî, “Śavm”, 30-31; İbn Mâce, “Ŧalâķ”, 16; Pezdevî, Kenzü’l-vüśûl, İstanbul 1310, I, 30, 46-47, 68; II, 34, 210-211, 235-239, 252; Şemsüleimme es-Serahsî, el-Uśûl (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgānî), Beyrut 1393/1973, I, 124, 236-254; Alâeddin es-Semerkandî, Mîzânü’l-uśûl (nşr. M. Zeki Abdülber), Katar 1404/1984, s. 349-350, 397, 401-405; Seyfeddin el-Âmidî, el-İĥkâm fî uśûli’l-aĥkâm, Kahire 1387/1968, I, 16-17; II, 119, 229-231, 305; III, 60-62, 67; İbnü’l-Hâcib, Muħtaśarü’l-Müntehâ, Bulak 1317, II, 171-185, 234-235; Abdülazîz el-Buhârî, Keşfü’l-esrâr, İstanbul 1310, II, 43, 210, 253; İtkānî, et-Tebyîn (nşr. Sâbir Nasr Mustafa Osman), Küveyt 1420/1999, I, 325-328; Teftâzânî, Ĥâşiye Ǿalâ şerĥi Muħtaśari’l-Müntehâ li’bni’l-Ĥâcib, Bulak 1317, II, 171-172; Süyûtî, el-İtķān (Bugā), II, 740-741; Şevkânî, İrşâdü’l-fuĥûl, Beyrut, ts. (Dârü’l-ma‘rife), s. 131-132, 178, 182-183; Muhammed Vefâ, Delâletü’l-ħiŧâbi’ş-şerǾî Ǿale’l-ĥükm: el-Manŧûķ ve’l-mefhûm, Kahire 1404/1984, s. 4-7; Refîk el-Acem, MevsûǾatü muśŧalaĥâti uśûli’l-fıķh Ǿinde’l-müslimîn, Beyrut 1988, II, 1580-1582; Zekiyüddin Şa‘bân, İslâm Hukuk İlminin Esasları (trc. İbrahim Kâfi Dönmez), Ankara 1990, s. 333-344; Ferhat Koca, İslâm Hukuk Metodolojisinde Tahsis, İstanbul 1996, s. 85-89, 142-144.

Ferhat Koca