MADEN

(معدن)

Sözlükte “bir yerde ikamet etmek, yerleşmek” anlamına gelen adn kökünden türemiş mekân ismi olan ma‘den (ma‘din) “bir şeyin kökünün bulunduğu yer, merkez, ocak” demektir. Örfî kullanımda ise yer altında bulunan ve topraktan ayrı olarak ekonomik değer taşıyan maddeleri veya böyle maddeler içeren yeri (maden ocağını / yatağını) ifade eder.

Madenler mülkiyet, işletme ve vergilendirme açısından tâbi olacağı hukukî statüyü belirlemek amacıyla fıkıh ilim dalında ele alınmış, genel prensiplerden ve uygulamadan edinilen tecrübelerden hareketle düzenleyici nitelikte bazı hüküm


ve öneriler getirilmiştir. Bunlarda şüphesiz fakihlerin gözlem ve tecrübe birikimleri kadar yer altı zenginliklerinin o günkü anlam ve öneminin günümüze nisbetle hayli farklı olmasının ve konunun özel hukuk prensipleri dahilinde çözümlenilebilir oluşunun da etkisi vardır. Öte yandan madenler tabii zenginlik oluşu, işletme teknolojisi, maden sanatları gibi açılardan da İslâm coğrafya ve medeniyetinin farklı alanlarına konu olmuştur.

Klasik dönem İslâm hukukçularının maden tanımları oldukça kapsamlıdır. Hanefî fakihlerinden Kâsânî madeni “Allah’ın arzı yaratırken onda halkettiği mal” (BedâǿiǾ, II, 65), İbnü’l-Hümâm kelimenin kök anlamıyla bağını vurgulayarak “Allah’ın arzı yaratırken onda terkip ettiği müstekar cüzler” (Fetĥu’l-ķadîr, II, 178) şeklinde tanımlar. Fukahadan bir kısmı, yer altında gömülü veya su altında batık olarak bulunan ve fıkıhta “rikâz” denilen, altın ve gümüş gibi kıymetli metallerden yapılmış eşya ve sikkelerden oluşan definelerin de maden statüsünde olduğunu ileri sürmüştür. Bunlar arasında Ebû Hanîfe, Süfyân es-Sevrî, Evzâî ve Ca‘fer es-Sâdık sayılabilir. Bu fakihlerin görüşlerini, rikâzın madenler gibi beşte bir vergiye tâbi olduğunu belirten hadise (el-Muvaŧŧaǿ, “Zekât”, 9; Buhârî, “Zekât”, 66; Müslim, “Ĥudûd”, 45-46) dayandırdıkları rivayet edilir. İmam Mâlik ve Şâfiî ise madenle rikâzı ayırır. İki grup arasındaki görüş ayrılığı vergilendirme oranlarının aynı veya farklı olması gerektiği görüşünden kaynaklanmaktadır. Fakihler, değerli taşların vergiye tâbi olmadığını beyan eden hadisten hareketle (Abdullah b. Yûsuf ez-Zeylaî, II, 382-383) bunların maden statüsünde kabul edilmeyeceğinde hemfikirdir.

Madenlerin mülkiyeti ve işletilmesiyle ilgili olarak Hz. Peygamber’den gelen rivayetlerden biri onun Me’rib tuzlasına dair uygulamasıdır. Rivayete göre Resûl-i Ekrem, Me’rib arazisini Ebyaz b. Hammâl el-Müzenî’ye iktâ etmiş, fakat Akra‘ b. Hâbis et-Temîmî’nin, “Yâ Resûlellah! Ona kendi kendini bir akarsu gibi yenileyen bir tuz madeni iktâ ettiniz” demesi üzerine iktâdan rücû etmiştir (İbn Mâce, “Rühûn”, 17; Ebû Dâvûd, “İmâre”, 36; Tirmizî, “Aĥkâm”, 39; Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, s. 358). Madenlerle ilgili ictihadlarda, Hz. Peygamber tarafından Kabeliye altın madenlerinin Bilâl b. Hâris’e iktâ edilmiş olması da delil olarak kullanılır (Ebû Dâvûd, “İmâre”, 36). Yine Resûl-i Ekrem’den su, otlak ve ateşin kamunun ortak malı olduğu, taşların zekâta tâbi bulunmadığı rivayetleri madenlerle ilgili ictihadların kaynağını oluşturur (Mâverdî, s. 178; Abdullah b. Yûsuf ez-Zeylaî, II, 282-283).

Fakihler, madenleri mülkiyet ve vergilendirme problemini çözmeye yardımcı olması için açık ve gizli madenler, sıvı ve katı madenler şeklinde bazı tasniflere tâbi tutarlar. Klasik fıkıh doktrininde açık madenler “yüzeyde veya yüzeye yakın, işletilmesi kolay, herkesin ihtiyaç duyduğu ve istifade edebileceği madenler” olarak tanımlanmıştır (Şâfiî, IV, 42; Mâverdî, s. 197; Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, s. 112; İbn Kudâme, VI, 156; M. Cevâd Mağniye, V, 55). Çağdaş İslâm iktisatçılarından Muhammed Bâkır es-Sadr açık madenleri yapısı itibariyle taş ve toprakla karışık halde bulunmayan, açığa çıkarılması için ayrıca izâbe ve tasfiye gibi ameliyelere gerek duyulmayan madenler olarak kabul eder (İslâm Ekonomi Doktrini, s. 465). Kaynakların çoğunda gizli madenler “özü ancak emek sarfedilerek bir ameliye ile elde edilebilen madenler” diye tanımlanmıştır. Mâverdî onu “yerin derinliklerinde bulunan ve çıkarılmak için hafriyat gerektiren madenler” olarak tarif eder (el-Aĥkâmü’s-sulŧâniyye, s. 197-198). Bunlara altın, gümüş, bakır, demir ve kurşun gibi madenler örnek gösterilmiştir.

Hanefî fakihleri madenleri sıvı ve katı olarak ikinci bir ayırıma tâbi tutmuşlardır. Petrol ve ziftin sıvı madenler kategorisine girdiğinde ittifak vardır. Civanın katı mı sıvı mı olduğu konusunda ihtilâf edilmiştir (Serahsî, II, 211; Kâsânî, II, 67; İbnü’l-Hümâm, II, 179, 185). Katı madenler de kendi içinde eritilebilen ve eritilemeyenler olmak üzere ayrıca tasnif edilmiştir. Eritilebilen katı madenler ısıya mâruz bırakıldığında eriyen ve cevheri ancak bu şekilde ayrıştırılabilen madenlerdir; demir, bakır, kurşun örneğinde olduğu gibi. Eritilemeyen katı madenler ise ısıya mâruz bırakılınca fiziksel ve kimyasal yapısı değişen, bu sebeple eritilmeye uygun olmayan madenlerdir. Elmas, yakut, zümrüt gibi kıymetli taşlarla mermer ve granit gibi sınaî değeri olan taşlar eritilemeyen madenlerdendir. Bu ayırım Hz. Peygamber’den, “Taşlar vergiye tâbi değildir” şeklinde rivayet edilen hadisle temellendirilmiştir (Abdullah b. Yûsuf ez-Zeylaî, II, 282-283).

a) Mülkiyeti ve İşletilmesi. Madenlerin mülkiyeti meselesi, madenlerin veya içinde maden bulunan arazilerin iktâı konusuyla bağlantılı bir husustur. İktâ, devletin tasarrufu altındaki arazinin mülkiyet veya menfaatini kişilere tahsis etmesi demek olup tabiat kaynakları üzerinde verimlilik için iş gücü paylaştırması yöntemlerinden biridir. Kendisine maden veya arazi iktâ edilen kişilerin madenin veya arazinin mülkiyetini değil sadece işletme hakkını, bir anlamda intifâ hakkını kazanmış olacağı Hulefâ-yi Râşidîn döneminden itibaren benimsenmiş bir görüştür. Kaynakların verdiği bilgiye göre Resûl-i Ekrem tarafından Bilâl b. Hâris’e iktâ edilen Kabeliye arazisinin ve altın madenlerinin işletilemeyen kısmını Hz. Ömer hilâfeti döneminde Bilâl’den geri alarak başkalarına iktâ etmiş ve Bilâl’in itirazını dinlememiştir (Ebû Yûsuf, s. 62; Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, s. 368; İbn Kudâme, VI, 165). Yine Hz. Ömer Resûlullah’ın iktâ ettiği, fakat zilyetlerince işletilemeyen arazileri alarak bunları ihya edenlere vermenin doğru olacağını, fakat Hz. Peygamber’e saygısından dolayı bunu yapmadığını belirtmiştir (Ebû Yûsuf, s. 61; Yahyâ b. Âdem, s. 86-87; Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, s. 366; diğer örnekler için bk. Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, s. 350-371; Heysemî, VI, 8). Fakihler, bu delillerden hareketle işletilemeyen madenlerin iktâ ile mülkiyetinin kazanılamayacağı sonucuna varmıştır.

Öte yandan fakihler madenlerde iktâın cevazını maden türüne göre de tartışır. Çoğunluk açık madenlerin iktâ edilemeyeceği fikrinde iken azınlık böyle bir ayırım yapmaksızın madenlerin iktâını kural olarak câiz görmez. Çoğunluk, görüşlerini Resûl-i Ekrem’in iktâ ettiği Me’rib arazisinde kendi kendini sürekli yenileyen bir tuz madeninin bulunduğu itirazı üzerine iktâı geri almış olmasına dayandırır. Devlet başkanı bu tür madenleri iktâ etmiş olsa bile bu iktâ hukukî bakımdan muteber sayılmaz (Mâverdî, s. 197-198; İbn Kudâme, VI, 156; İbn Âbidîn, VI, 434). Fukahanın açık madenlerin özel kişilere iktâ edilemeyeceği hükmü devletin bu madenlerden yararlanmayı önleyeceği veya onları denetlemeyeceği değil, sınırlı bir kesim ve bölge halkı yerine toplumun bütün fertlerinin yararlanmasına yol açacak bir işletme statüsü getirmesinin gerektiği anlamını taşır. Nitekim Hz. Peygamber Husayn b. Müşmit’e su iktâ etmiş, fakat bu sudan başkalarının yararlanmasına engel olmamasını tembih etmiştir (Kâsânî, VI, 194). Câhiliye döneminde, Resûl-i Ekrem zamanında ve daha sonraki devirlerde sözü edilen


Me’rib tuz yataklarından büyük şehirlere tuz nakliyatı yaparak geçinen bir tâcirler sınıfı mevcuttu (Cevâd Ali, VI, 522-523). Bu madenler rezerv olarak mülkiyete mevzu olmazsa da yataktan istihsal edildikten sonra özel mülk sayılır. Mülkiyetin sağladığı bütün haklar bu madenler üzerinde ancak bundan sonra kullanılabilir.

İster derinde bulunan, ister cevheri elde etmek için izâbe ve tasfiyeye gerek duyulan gizli madenler sahipsiz arazide dahi bulunsa iktâ veya imar edilmek suretiyle özel işletmelere bırakılabilir. Zira bu madenler istifade edilebilmek için üzerinde emek harcamayı gerektirir. İşletmeye açmamakla veya özel kişilerin işletmesine izin vermemekle toplumun menfaati korunmuş olmaz (İbn Kudâme, VI, 156; Lokkegaard, s. 51). Gizli madenlerin özel işletmeye bırakılabileceği hükmü onların arazinin bir cüzü olarak kabul edilmiş olmasıyla da alâkalıdır (İbn Kudâme, VI, 158).

Madenleri katı ve sıvı olarak tasnife tâbi tutan Hanefî fakihlerine göre sıvı madenler suya kıyas edilir ve sulara uygulanan statü aynen bu madenlere de uygulanır. Bu görüşe göre yüzeydeki sıvı madenler toplumun ortak malıdır; herkes bunlardan faydalanma hakkına sahiptir. Bu madenler ihya veya iktâ edilmek suretiyle mülkiyet altına alınamaz. Esasen kamu otoritesinin bu madenleri iktâ etme yetkisi de yoktur (Serahsî, II, 212). Diğer mezheplere göre derindeki sıvı madenlerden yararlanılabilmesi için hafriyat, izâbe ve rafine edilmeye gerek bulunduğundan bu madenler diğer gizli madenler kategorisinde kabul edilmiştir. Bu görüş açısından derindeki sıvı madenler özel işletmelere bırakılabilir. İmam Şâfiî’ye göre izâbe, tasfiye ve rafine edilmesi gereken yüzeydeki madenler bile özel kişilere iktâ edilebilir (Şâfiî, IV, 42-43).

İmam Şâfiî, iktâı câiz olmayan açık madenler işletilmesi için birtakım işlemlere ihtiyaç gösteriyorsa, meselâ kullanılabilir duruma getirilmesi için karışım halinde bulunduğu şeylerden tasfiye edilmesi gerekiyorsa, kamu otoritesinin genellikle açık madenler statüsüne giren bu evsaftaki madenleri uygun kişilere iktâ edebileceği görüşündedir (a.g.e., IV, 42-43). Zira sözü edilen madenler bu haliyle gizli madenlere benzemektedir. İktâ edilmiş olmaları toplumun istifadesini engellememekte, üstelik faydalanılamayan bir tabii servet işletilip fertlerin hizmetine sunulmaktadır.

Klasik dönem fakihlerinin çoğunluğu madenlerin bulunduğu araziye tâbi olduğu, ona sahip olanın madene de sahip olacağı görüşündedir. Bir şahsın mülkü olan arazide yer alan madenler arazinin cüzü sayılarak arazi sahibinin mülkü kabul edilmiştir (Kâsânî, VI, 194). Bu görüşe göre mülk arazideki madenler başkalarına iktâ edilemez. Bir maden yatağını içinde barındıran arazinin mâlikinin o madene de sahip olması ilke olarak kabul edilebilirse de o madenin işletilmesi toplum yararı için vazgeçilmez bir önem taşıyorsa arazi sahibinin sadece öncelikli işletme hakkına sahip olduğu, mâliki tarafından işletilmeyen madenlerin istimlâk edilerek veya tazminat ödenerek ya da elde edilen maden gelirinin belli bir oranı arazi sahibine verilerek mâlikin hukukunu koruyan bir yöntemle özel veya tüzel kişilerce işletilmesinin yolunun açılması gerektiği anlaşılmaktadır. Fakihler arasında azınlıktaki diğer bir görüşe göre ise maden araziye tâbi sayılmaz, arazi sahibi maden üzerinde mülkiyet iddia edemez (İbn Kudâme, VI, 158). Bu konuda bir ayırım yapan İmam Mâlik’e göre Arap yarımadası içinde bulunan madenler toprağın mülkiyetine tâbidir; arazinin sahibi aynı zamanda arazide mevcut madenlere de sahip olur. Vergisini ödemek şartıyla madeni işletme hakkı arazi sahibine aittir. Yarımada dışındaki madenler ise devlete aittir; bunları dilediği kimselere iktâ eder (Sahnûn, I, 288).

Klasik dönem fakihleri arasında cereyan eden, madenin toprağın mülkiyetine tâbi olup olmayacağı veya hangi şartlarda işletmeye açılacağı tartışmalarını, genelde küçük çaplı madenlerin iktâı ve işletilmesi çerçevesinde yapılmış tercihler ve düzenleyici hükümler olarak görmek, madenlerin millî ve milletlerarası ekonomik değer, hatta stratejik önem kazandığı günümüzde ise maden hukukunu yeni şartlar ışığında değerlendirmek gerekir. Petrol, kömür, bor, altın gibi maden yataklarının ve bunun gibi yer altı zenginliklerinin ülkelerin ekonomileri açısından taşıdığı önem, Kur’an’da servetin belli kesimlerin elinde toplanmasının kınanmış olmasıyla birlikte göz önüne alınırsa (el-Haşr 59/7) bu zenginliklerin kural olarak devlete ait olacağı görüşü ağırlık kazanır.

b) Vergilendirilmesi. Kur’an’da özel olarak madenlerle ilgili malî bir mükellefiyetten söz edilmez. Ancak Allah’ın insanlar için yerden çıkardığı şeylerin helâl olduğu bildirilmekte ve iyisinden Allah yolunda harcamada bulunulması emredilmektedir (el-Bakara 2/267). Hendek Gazvesi’nden önce, altın işletmeciliğiyle şöhret kazanmış olan Süleymoğulları altın madeninden vergi olarak bir miktar altın getirmişlerdir; Hz. Peygamber’in Bilâl b. Hâris’e iktâ ettiği Kabeliye altın madeninden de vergi alınmıştır (Ebû Dâvûd, “İmâre”, 35; Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, s. 423).

Hadislerde de madenlerden alınacak vergi oranı konusunda bir açıklık yoktur. Zührî, Ebû Hanîfe ve onun mezhebine mensup fakihler Resûl-i Ekrem’in “Rikâz beşte bir oranında vergiye tâbidir” hadisini (Buhârî, “Zekât”, 66, “Diyât”, 28-29; Müslim, “Ĥudûd”, 45-46) esas alarak madenlerden beşte bir oranında vergi alınması gerektiğini söylemişlerdir. Bu görüşe sahip olan fakihler rikâz kelimesinin hem define hem de madenlere şâmil bir isim olduğunu ileri sürmekte (Kâsânî, II, 67; İbnü’l-Hümâm, II, 179), görüşlerini ayrıca madenleri ganimete kıyas ederek güçlendirmeye çalışmaktadır (İbnü’l-Hümâm, II, 179; İbn Nüceym, II, 252). Vergi mükellefinin müslüman veya gayri müslim, kadın veya erkek, çocuk veya yetişkin olmasının önemi yoktur (Serahsî, II, 215-216). Zimmîler de müslümanlarla aynı oranda vergiye tâbi tutulur (İbnü’l-Hümâm, II, 180; İbn Nüceym, VIII, 239).

Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm madenlerin ganimet statüsünde olduğu kanaatindedir (el-Emvâl, s. 426-428). Hasan-ı Basrî, Evzâî ve Süfyân es-Sevrî gibi âlimler de bu görüşte olduğundan Arap yarımadasındaki madenler için kırkta bir, fethedilen topraklardaki madenlerden ise beşte bir oranında vergi alınması gerektiğini ileri sürerler (Bedreddin el-Aynî, IX, 100). Rivayete göre Hz. Ali madenleri rikâz olarak adlandırmıştır (Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, s. 425-426). Ca‘ferî fakihleri de madenlerin ganimet olduğu görüşünden hareketle bunların beşte bir oranında vergilendirilmesi gerektiğini, denizden çıkarılan bütün madenler ve inci gibi kıymetli şeylerin de beşte bir oranında vergiye tâbi olacağını ileri sürerler (İbn Bâbeveyh, II, 21; Ebû Ca‘fer et-Tûsî, IV, 121-124).

Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre madenler kırkta bir oranında zekâta tâbidir. Bu görüş sahipleri Rebîa b. Ebû Abdurrahman’dan nakledilen, Hz. Peygamber’in Bilâl b. Hâris’e iktâ ettiği Kabeliye altın madenlerinden kırkta bir vergi


alındığı rivayetini esas almışlardır (Yahyâ b. Âdem, s. 30; Sahnûn, I, 287; Kâsânî, II, 67; İbn Rüşd, I, 219). Bu görüşe katılmayan fakihlere göre ise kırkta bir vergilendirme rivayeti Resûl-i Ekrem’in emrini değil sadece bir uygulamayı haber vermektedir. Diğer bir ifadeyle Hz. Peygamber’in emrini içeren bir hadise dayanmayıp örfî bir uygulamayı bildiren bu rivayet bağlayıcı bir eser olarak görülmez. Ancak Mâlik bu uygulamayı “Medineliler’in ameli” olarak kabul etmekte ve bu rivayeti delil olarak almaktadır (Kurtubî, III, 325).

Madenlerde vergi oranı konusundaki delillerin kesinlik ifade etmemesi sebebiyle bir grup fakih vergi oranlarını takdirde serbestlik fikrine sahiptir. Buna göre büyük güçlüklerle az miktarda istihsal edilebilecek bir madenle az bir emekle bol miktarda istihsal edilebilecek bir madeni aynı oranda vergiye tâbi tutmak, Hz. Peygamber’in vergi tarhında ortaya koyduğu emekle verginin ters orantılı olması prensibine aykırı bir tutum olur. Nitekim Resûl-i Ekrem yağmur suyu ile sulanan arazi ürünlerinden onda bir, kuyu ve kanal sularıyla sulanan ürünlerden ise yirmide bir vergi alınmasını emretmiştir (Yahyâ b. Âdem, s. 112-113; Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, s. 576-578). İmam Mâlik’in kolayca istihsal edilen madenlerin beşte bir nisbetinde vergilendirilmesi görüşünde olduğu aktarılır (Sahnûn, I, 287-288; İbn Rüşd, I, 219). Ona göre kolayca istihsal edilen madenler rikâza benzer. Madenler için sabit bir vergi oranı belirlemekten ziyade istihsal güçlükleri dikkate alınarak kolay istihsal edilen madenlerden beşte bir, istihsali güç olan madenlerden kırkta bir oranında vergi alınması fikri fakihler arasında hayli taraftar bulmuştur (Mâverdî, s. 198; Şirbînî, I, 394). Sonraki dönem uygulamalarında vergi oranları emek, sermaye ve risk faktörleri esas alınarak tesbit edilmiştir (Ebû Yûsuf, s. 23-25, 38-49, 57-58; Yahyâ b. Âdem, s. 23; Mâverdî, s. 174).

Hububat vergisinin hasat günü ödenmesini emreden âyeti de (el-En‘âm 6/141) dikkate alan Ebû Hanîfe, Mâlik ve fukahanın büyük bir kısmı maden vergilerinin madenler peyderpey istihsal edildikçe cevherin ocaktan geçmesinden önce ödenmesi gerektiği görüşündedir. Ancak Mâlik, altın ve gümüş gibi izâbe ve tasfiyeye tâbi tutulması gereken madenlerin vergisinin bu işlemlerden sonra ödeneceğini, çünkü vergi miktarının ancak izâbe ve tasfiyeden sonra belli olacağını söyler (Sahnûn, I, 288). Hz. Peygamber’in altın madeninden getirilmiş, fakat işlenmemiş altını vergi olarak kabul etmediği belirtilmiştir (Abdürrezzâk es-San‘ânî, IV, 116; XI, 12).

Hangi maden türünün vergiye tâbi tutulacağı konusu da fakihler arasında tartışmalıdır. Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm madenlere rikâz nazarıyla bakılırsa hepsinin vergiye tâbi tutulması, eğer zekât nazarıyla bakılırsa ancak altın ve gümüş madenlerinden vergi alınması gerektiğine işaret eder (el-Emvâl, s. 428). Fukahadan bir kısmı sadece altın ve gümüş madenlerinin vergiye tâbi olması görüşünü ileri sürerken bir kısmı bütün madenlerden vergi alınması gerektiği kanaatini taşır. Ahmed b. Hanbel’e göre ise yerden çıkan ve değeri olan her şey, katı, sıvı, eritilebilen, eritilemeyen bütün madenler, yakut, zümrüt, elmas gibi kıymetli taşlar tamamıyla vergiye tâbidir (Nevevî, VI, 75-82). Ebû Hanîfe, suya kıyas ederek petrol ve zift gibi sıvı madenlerin vergiye tâbi olmadığı görüşündedir (Serahsî, II, 212). Ebû Yûsuf ve Saîd b. Cübeyr mücevherat olarak kullanılan kıymetli taşların vergiye tâbi olduğu kanaatindedir (Yahyâ b. Âdem, s. 30; Mâverdî, s. 198). İmam Şâfiî’den altın ve gümüş madenleri dışında diğer madenlerin vergiye tâbi olmadığı görüşü nakledilmekteyse de Şâfiî fukahası diğer madenlerin de vergiye tâbi olacağı görüşünü benimsemiştir (Yahyâ b. Âdem, s. 30; Şâfiî, IV, 42; Şirbînî, I, 394). Ca‘ferî fukahası da katı ve sıvı bütün madenlerin vergiye tâbi olacağını söyler (İbn Bâbeveyh, II, 21; Ebû Ca‘fer et-Tûsî, IV, 122).

Tarih ve Sanat. İslâm medeniyet tarihinde madenler kullanım alanlarının çeşitliliği ve genişliğinden dolayı müslüman devletlerin ve hânedanlıkların ekonomik ve teknolojik gelişmesiyle sanat ve kültür hayatında önemli bir yer tutmuştur. Bir taraftan ekonomik hayatın işleyişinde madenlere geniş ölçüde ihtiyaç duyulmuş, diğer taraftan maden işletmeleriyle teknolojilerin geliştirilmesi için çaba sarfedilmiştir. Madenlerin toplum hayatındaki rolü bununla da sınırlı kalmamış, üretilen madenler ev eşyasından süslemeye, alışverişten sanata kadar geniş bir alanda günlük hayatta kullanılan çeşitli tüketim mallarına dönüştürülerek uygarlık tarihi açısından belirgin etkiler bırakmıştır.

İslâm’ın klasik çağında ziynet eşyası olarak altın ve gümüş, dinar, dirhem ve diğer madenî paraların üretiminde altın, gümüş ve bakır madenleri yoğun bir şekilde kullanılıyor; askerî araçlar ve gereçler başta olmak üzere günlük hayat, ticaret ve sanat hayatı için gerekli üretimlerin yapılabilmesine imkân veren demir, kurşun, çinko gibi madenler o günkü İslâm coğrafyasının çeşitli bölgelerinden çıkartılıyordu. O dönemde meselâ Kızıldeniz’in batı ve doğu kıyıları ile Yukarı Nil havzasında, Ustrûşene çevresinde altın; Endülüs, Kuzey İran ve Orta Asya’da gümüş yataklarının bulunduğu; Endülüs, Batı Cezayir, Güney Hazar, Azerbaycan, Fars ve Mâverâünnehir’in bakır madeni; Belh, Yukarı Mezopotamya, Anadolu, Doğu Cezayir ve Endülüs’ün kurşun madeni yönünden ihtiyaca cevap veren bir zenginliğe sahip olduğu kaydedilir. Hem Endülüs hem Derbend, Musul, Fars, Horasan, Fergana, Kirman gibi Doğu İslâm dünyası zengin demir yataklarına sahipti (EI2 [İng.], V, 964-968). İstahrî, İbn Havkal, Bîrûnî, Şerîf el-İdrîsî, Tîfâşî, Zekeriyyâ b. Muhammed el-Kazvînî, Ebü’l-Fidâ gibi İslâm coğrafyacılarının eserleri maden yatakları ve madenlerin elde ediliş usulleri hakkında önemli bilgiler içerir (Alâ b. Hüseyin el-Beyhakī, neşredenin girişi, s. 12-18; M. Fethî Ivazullah, s. 61-80; EI² [İng.], V, 964-973). Öte yandan mimariden ev eşyasına, alet ve edevata, süsleme sanatına ve günlük kullanım araçlarına kadar maden sanatının İslâm toplumlarının kültür ve sanat hayatında işgal ettiği yeri ve taşıdığı önemi konu alan literatürün sayısı da azımsanmayacak ölçüdedir (L. A. Mayer, Islamic Metalworkers and Their Work, Geneva 1959; Muhammed Abdülazîz Merzûk, el-Fünûnü’z-zuħrufiyyetü’l-İslâmiyye fî Mıśr ķable’l-Fâŧımiyyîn, Kahire 1974; el-Fünûnü’z-zuħrufiyyetü’l-İslâmiyye fi’l-Ǿaśri’l-ǾOŝmânî, Kahire 1974; el-Fünûnü’z-zuħrufiyyetü’l-İslâmiyye fi’l-Maġrib ve’l-Endelüs, Beyrut, ts. [Dârü’s-sekāfe]); Geza Fehervari, Islamic Metalwork, London 1976; Ülker Enginsoy, İslâm Maden Sanatının Gelişmesi, İstanbul 1978).

BİBLİYOGRAFYA:

el-Muvaŧŧaǿ, “Zekât”, 9, “ǾUķūl”, 27; Buhârî, “Zekât”, 66, “Diyât”, 28-29; Müslim, “Ĥudûd”, 45-46; İbn Mâce, “Rühûn”, 17; Ebû Dâvûd, “İmâre”, 35-36, 40, “Diyât”, 27; Tirmizî, “Aĥkâm”, 39; Ebû Yûsuf, Kitâbü’l-Ħarâc, Kahire 1352, s. 23-25, 38-49, 57-58, 61-62, 95-97, 103, 110; Yahyâ b. Âdem, Kitâbü’l-Ħarâc (nşr. Ahmed b. Şâkir), Kahire 1384/1964, s. 23, 27-31, 43-47, 55-58, 73, 86-96, 112-113; Şâfiî, el-Üm, Kahire 1388/1968, IV, 42-46, 144; Abdürrezzâk es-San‘ânî, el-Muśannef (nşr. Habîbürrahman el-A‘zamî), Beyrut 1391/1972, IV, 116; XI, 12; Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, el-Emvâl,


Kahire 1396/1976, s. 347-381, 423, 425-432, 576-578, 684-685; Sahnûn, el-Müdevvene, I, 287-289; IV, 272-274; VI, 195; İbn Bâbeveyh, Men lâ yaĥđuruhü’l-faķīh, Tahran 1390, II, 21; III, 151; Mâverdî, el-Aĥkâmü’s-sulŧâniyye, Kahire 1387/1966, s. 174-198; Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, el-Aĥkâmü’s-sulŧâniyye, Kahire 1387/1966, s. 112, 127-128, 212-217, 221-222, 236; Ebû Ca‘fer et-Tûsî, Tehźîbü’l-aĥkâm (nşr. Seyyid Hasan el-Mûsevî el-Harsân), Tahran 1390, IV, 22, 121-124, 140; VII, 152; Serahsî, el-Mebsûŧ, II, 211-216; XIV, 42-43; XXX, 190; Kâsânî, BedâǿiǾ, Beyrut, ts., II, 65-68; VI, 193-195; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, I, 219, 266; İbn Kudâme, el-Muġnî, Beyrut, ts., IV, 201; VI, 156-165, 184; Kurtubî, el-CâmiǾ, III, 178, 321-328; VIII, 4-5; Nevevî, el-MecmûǾ, Kahire, ts., VI, 74-83; Abdullah b. Yûsuf ez-Zeylaî, Naśbü’r-râye, Beyrut 1973, II, 282-283; Heysemî, MecmaǾu’z-zevâǿid, VI, 8; Bedreddin el-Aynî, ǾUmdetü’l-ķārî, Beyrut, ts. (Dâru ihyâi’t-türasi’l-Arabî), I, 372; IX, 99-104; İbnü’l-Hümâm, Fetĥu’l-ķadîr (Kahire), II, 178-185; X, 3-4; Alâ b. Hüseyin el-Beyhakī, MaǾdinü’n-nevâdir fî maǾrifeti’l-cevâhir (nşr. M. Îsâ es-Sâlihiyye), Küveyt 1405/1985, neşredenin girişi, s. 12-18; İbn Nüceym, el-Baĥrü’r-râǿiķ, II, 53, 252-254; VIII, 239-240; Şirbînî, Muġni’l-muĥtâc, I, 394-395; II, 327, 373; Şevkânî, Neylü’l-evŧâr, IV, 166; V, 349; İbn Âbidîn, Reddü’l-muĥtâr (Kahire), VI, 434; Azîmâbâdî, ǾAvnü’l-maǾbûd, VIII, 311-316, 341-342; IX, 176, 370; Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbü’l-idâriyye, III, 73-75, 165-179; Ahmed Refik [Altınay], Osmanlı Devrinde Türkiye Madenleri, İstanbul 1931; F. Lokkegaard, Islamic Taxation in the Classic Period, Copenhagen 1950, s. 14-16, 51, 59; Abdülkerîm Zeydân, Aĥkâmü’z-zimmiyyîn ve’l-müsteǿmenîn, Bağdad 1963, s. 162; Salih Tuğ, İslâm Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, Ankara 1963, s. 29-30, 53, 60, 86; M. Cevâd Mağniye, Fıķhü’l-İmâm CaǾfer eś-Śâdıķ, Beyrut 1965, II, 113, 133; V, 55; Cevâd Ali, el-Mufaśśal, VI, 511-523; Muhammed Hamîdullah, el-Veŝâǿiķu’s-siyâsiyye, Beyrut 1389/1969, nr. 66, 181-182, 186, 222-224; a.mlf., “Ortaçağda Müslümanların Petrol Hakkında Bilgileri” (trc. İhsan Süreyya Sırma), Diyanet Gazetesi, VI/122, Ankara 1975, s. 7, 15; Selim A. Sıddîkî, İslâm Devletinde Mali Yapı (trc. Rasim Özdenören), İstanbul 1972, s. 30, 115-118, 132-133; M. A. Mennân, İslâm Ekonomisi (trc. Bahri Zengin - Tevfik Ömeroğlu), İstanbul 1976, s. 346, 387, 404-405; N. P. Aghnides, Mohammedan Theories of Finance, Lahore, ts., s. 393; M. Bâkır es-Sadr, İslâm Ekonomi Doktrini (trc. Mehmet Keskin - Sadettin Ergün), İstanbul 1978, s. 343-344, 360, 464-465, 476-477; M. Fethî Ivazullah, el-İnsân ve’ŝ-ŝervâtü’l-maǾdiniyye, Küveyt 1400/1980, s. 61-80; Hamza Aktan, İslâm’da Madenlerin Hukuki Statüsü, Erzurum 1986; Mahmûd el-Muzaffer, eŝ-Ŝervetü’l-maǾdiniyye ve ĥuķūķu’d-devle ve’l-ferd fîhâ, İskenderiye 1410/1990; Abdurrahman M. Abdülkādir, Temellükü’l-arâżî ve iķŧâǾu’l-meǾâdin, Kahire 1413/1993; E. Asthor, “MaǾdin (Economic Aspects)”, EI² (İng.), V, 964-967; A. Y. al-Hassan - D. R. Hill, “MaǾdin (Mining Technology)”, a.e., V, 967-973; R. Murphey, “MaǾdin (Mineral Exploitation in the Ottoman Empire)”, a.e., V, 973-985; Eva Bear, “MaǾdin (In Islamic Art)”, a.e., V, 985-993; “MaǾdin”, Mv.F, XVIII, 192-200.

Hamza Aktan