KÖLE

Türkçe’de köleden başka kul, bende, halayık, esir ve “kadın köle” anlamında câriye, odalık; Farsça’da bende, gulâm, kadın köle için kenîz; Arapça’da abd, rakik, memlûk, kınn, gulâm, rakabe, vasîf, milkü’l-yemîn ve kadın köleler için memlûke, vasîfe, câriye, eme ve gurre kelimeleri kullanılmıştır. Belirli dönemlerde memlükün daha ziyade beyaz, abdin ise zenci köleler için kullanıldığına rastlanmaktadır. İspanya’da siyah köleler için hâdim kelimesi tercih edilmiştir.

Köle iman ve namaz, oruç gibi malî yönü bulunmayan şahsî nitelikteki dinî mükellefiyetler açısından hür insandan farksızken hukukî, sosyal ve iktisadî bakımlardan farklıdır. Her şeyden önce o hukukî işlemlere konu olması bakımından “mal” kabul edilir; hür insanlardan farklı bir statüde edâ (fiil) ehliyetinden tamamen, vücûb (hak) ehliyetinden kısmen mahrum tutulur. Kölenin klasik İslâm hukuku kaynaklarında genellikle “velâyet, şehâdet ve kazâdan hükmen (hukuken) âciz ve mülkiyet hakkından mahrum olan kimse” şeklinde tarif edilmesi köleliğin esasında bir ehliyet ârızası olduğunu ifade eder.

İslâmiyet’ten Önce Kölelik. Köleliğin tarihi çok eskilere uzanmaktadır. Eski Mısır’da ve Yakındoğu’da kölelerin çok kalabalık bir yekün teşkil ettiği bilinmektedir. Bu dönemde savaş esiri kölelerin yanı sıra komşu kabile ve kavimlerden kaçırılan insanlar, babaları veya diğer yakınları tarafından köle olarak satılan çocuklarla borçlarına yahut işlemiş oldukları suçlara karşılık köle statüsüne geçirilen kişiler de büyük bir sayıya ulaşmaktadır.

Tevrat’ta kölelikle ilgili olarak dönemin anlayış ve uygulamasını yansıtan bazı pasajlar vardır. Hz. Nûh’un üç oğlundan Hâm’ın işlediği günah sebebiyle oğlu Ken‘ân’ın Hâm’ın kardeşleri Sâm ve Yâfes’e kul olarak cezalandırıldığından bahsedilir (Tekvîn, 9/20-29). Tevrat’ın ifadelerine göre kişinin borcuna mukabil kendisini köle olarak satması mümkündür (Levililer, 25/39). Ayrıca alacaklılar, borçlarını ödemeden ölen kimsenin başka malı yoksa çocuklarını köle olarak alabilirler (II. Krallar, 4/1-7). Bir kimsenin kendi öz kızını satabilmesi de mümkündür (Çıkış, 21/7). Hz. Yûsuf’la ilgili pasajlardan o dönemde yakalanan hırsızın, malını çaldığı kimsenin kölesi haline getirildiği anlaşılmaktadır (Tekvîn, 44/10; aynı olay için bk. Kur’ân-ı Kerîm, Yûsuf 12/75). Tevrat’ta köle âzadıyla ilgili bir hüküm yoktur. Sadece bir yerde, ağır borca girmiş bir yahudinin borçlarını ödemek maksadıyla kendi kendini satmasından ve onun altı hizmet yılından sonra yedinci yılda serbest olacağından bahsedilmektedir (Çıkış, 21/2-6). Efendisi tarafından gözünün kör edilmesi veya dişinin kırılması halinde de köle hürriyete hak kazanır (Çıkış, 21/26). İncil’de de kölelerin âzat edilmesine dair bir hüküm yer almaz. Gerek Katolik kilisesi gerekse diğer kiliseler köleliği bir vâkıa olarak kabul etmişler ve hıristiyanların kendi dindaşı köleler edinmesinde bir sakınca görmemişlerdir. Hatta Saint Thomas d’Aquino’ya göre kölelik Hz. Âdem’in ilk günahının kaçınılmaz bir sonucudur. Ancak Hıristiyanlığın zamanla Avrupa’da kölelere daha yumuşak davranılması konusunda köle sahipleri üzerinde olumlu etki yaptığı bir gerçektir. Fakat aynı etki Amerikan uygulamasında görülmez.

Eski Yunan ve Roma’da kölelik yaygındı. Aksi düşüncede olanların mevcudiyetine rağmen dönemin filozoflarının hâkim anlayışına göre kölelik devlet ve aile gibi temel beşerî kurumlardan biridir. Aristo, birçok ırkın hürriyet için gerekli ruh yüceliğine sahip olmadığı kanaatindedir. Bu bakımdan kölelik sadece efendi açısından değil, kendi başına elde edemeyeceği bir yaşama tarzına bu yolla ulaşan köle için de hayırlı bir şeydir. Gerçi uygulamada bazan hür ruhlu insanlar da köleleştirilmekte ve köle ruhlu insanlar hür olabilmektedir; fakat bu ârızî durumlara rağmen kölelik tabii ve güzel bir müessesedir. Roma hukukunda Ius Gentium’a göre kölelerin hiçbir değeri yoktu; başlangıçta âzat edilmeleri de yasaklanmıştı. Daha sonra sınırlı bazı imkânlar getirildi. Öte yandan Roma hukukunda hür bir Romalı köle durumuna sokulamazken sonraları kendini satan, arkasından da hür bir Romalı olduğunu ispat ederek serbest kalan kişileri cezalandırmak maksadıyla


yirmi beş yaşını aşan böyle kimselerin hileli satışlarının muteber olacağı ve böylelerinin artık köle olarak kalacağı hususunda bir Senatus Colsultum kararı çıkarıldı. Eski Yunan ve Roma’da köleliğin başlıca kaynaklarını savaş esirleri, korsanlık vb. yollarla kaçırılan veya yabancı (barbar) ülkelerden getirilen insanlarla kölelerden doğan çocuklar teşkil ediyordu. Bunların yanı sıra önceleri borçlunun borcuna karşılık alacaklısına köle olma kuralı hâkimdi. Ayrıca ebeveyni tarafından terkedilmiş çocukların kendilerini büyütüp besleyenlerin kölesi olduğu veya fakir anne babaların çocuklarını köle olarak sattığı dönemlere de rastlanır. Sonraları köleliğin bu tâli kaynakları yasaklanmıştır. Bu dönemlerde kölelerin hayat şartlarının son derece elverişsiz olduğu ve bu durumun zaman zaman büyük sosyal çalkantılara (Spartacus isyanı gibi) sebep olduğu bilinmektedir. Roma hukukunda belirli bir dönem köleler arasında evlilik yoktu, bunun yerine serbest cinsî hayat yaşamalarına göz yumuluyordu. Ayrıca köle efendisinin keyfine ve sınırsız hâkimiyetine tâbi idi. Âzat edilen köleler de cemiyette aslen hür olanlardan farklı bir sosyal ve hukukî statüye sahipti.

İslâmiyet’in ortaya çıktığı sıralarda Arap yarımadasında ve Mekke’de de kölelik yaygındı; köleler, hürlerle arası kesin çizgilerle ayrılmış alt bir sosyal sınıf oluşturuyordu. Efendinin kölesi üzerindeki mülkiyet hakkı, üçüncü şahıslardan gelecek haksız fiillere karşı sınırlı bir güvence sağlasa da efendiye kölesi üzerinde mutlak tasarruf yetkisi veriyordu. Efendinin câriyesini fuhşa zorlayarak bu yolla para kazanabilmesi, bir ahlâkî sapkınlık olmasının yanında bu yetkinin ve kölelerin insan sayılmamasının da ürünüydü.

Borcunu ödeyemeyen borçlu kendisini, geçim sıkıntısı içindeki baba çocuğunu köle olarak satabilse de Câhiliye’de köleliğin asıl kaynağını savaş esirleri teşkil ediyordu; köle bir anneden doğanlar da köle sayılıyordu (Cevâd Ali, V, 573-574). Taberî, Doğu Arabistan’da Rebîa kabilesi dışındaki kabilelerin ele geçirdikleri esirleri köleleştirdiklerini nakletmektedir (Târîħ, I, 227). Bu kölelerin büyük çoğunluğunu Afrikalı siyahîler teşkil ediyordu; nitekim Hz. Peygamber’in müezzini Bilâl-i Habeşî de bunlardan biriydi. Menşeleri kesin olarak bilinmeyen bu köleler, ya ele geçirenler tarafından satılmış ve el değiştire değiştire Mekke’ye kadar getirilmiş bazı esirler yahut kuraklık ve kıtlık gibi sebeplerle aileleri tarafından satılmış çocuklar ya da yurtlarından kaçırılmış ve köle olarak satılmış kimselerdi. Arap yarımadasında siyahî kölelerin dışında diğer ülkelerden getirilmiş kölelere de rastlanmaktaydı. Belâzürî’nin kaydettiğine göre İkrime b. Ebû Cehil’in karısı Ümmü Hakîm’in ve Hâris b. Kelede es-Sekafî’nin köleleri Rum menşeliydi (Ensâb, I, 357, 367). Aynı şekilde Ezrak b. Ukbe es-Sekafî ve Suheyb b. Sinân da Rum menşeli idiler. Selmân-ı Fârisî İranlı idi; kaçırılarak yahudilere satılmış ve İslâmiyet’e girmek üzere Medine’ye kadar gelmişti. Medine’de hürriyetini elde edebilmesi için Hz. Peygamber kendisine nakdî yardımda bulunmuştur (İbn Hişâm, I, 214-222). Bu devirde Arap kölelere de rastlanmaktadır. Resûl-i Ekrem’in âzat ettiği kölesi Zeyd b. Hârise bunlardan biridir.

İslâm Döneminde Kölelik. İslâmiyet köleliği (rık), eski medeniyetlerde ve çağdaşı güçlü devletlerde yerleşmiş ve tabii kabul edilmiş bir konumda bulduğundan onu tek taraflı ve kesin bir kararla kaldırma yönüne gitmeyip zaman içinde ortadan kalkmasına imkân verecek bir zemin oluşturma yolunu seçti. Bunun başlıca üç sebebi olduğu söylenebilir:

1. Köleliğin en önemli ve devamlı kaynağını savaş esirleri teşkil eder. Savaş esirlerinin tasfiyesi konusunda takip edilen belli başlı yolların birincisi onların öldürülmesidir. Her devirde çok sık başvurulan ve günümüzde de uygulanmasından vazgeçilmeyen bu yol, vicdanları daima rahatsız ettiği gibi galiplere intikam hislerinin tatmininden başka bir fayda da sağlamamıştır. İkincisi, savaş esirlerinin kurtuluş akçesi (fidye-i necât) veya esir mübâdelesi yoluyla serbest bırakılmasıdır. Fakat mağlûbun kurtuluş akçesi veremediği yahut mübâdele edecek esire sahip olmadığı veya galibin, mağlûp tarafı askerî bakımdan kuvvetlendirme sonucunu doğuracak olan böyle bir yola yanaşmadığı durumlarda bu çözüm şekli de tıkanmaktadır. Savaş esirlerinin karşılıksız olarak serbest bırakılması ise son derece insanî bir hareket olmakla birlikte özellikle geçmiş dönemlerde çok az uygulanmıştır. Esirleri tasfiye etmenin üçüncü yolu onları hür insanlardan ayrı bir statüyle muhafaza etmek, yani köle olarak kullanmaktır. Şu halde savaş esirlerinin karşılıklı veya karşılıksız serbest bırakılması mümkün olmadığı zaman geriye iki yoldan biri kalmaktadır: Öldürülmek veya köle olarak yaşamak. Buna göre kölelik ölümün alternatifi olarak ortaya çıkar. Nitekim köleliğin yasaklanmış olduğu günümüzde savaş esirlerinin serbest bırakılmadığı durumlarda onları bekleyen âkıbet, çok defa tek tek veya toplama kamplarında topluca öldürülmekten ibaret olmuştur. Savaş esirlerine yapılacak muameleyle ilgili bugün uluslararası hukukta geliştirilen esaslar (bk. ESİR) uygulamaya her zaman aynı ölçüde yansımamaktadır. İslâmiyet bundan dolayı köleliği tamamen kaldırmamış, uygulamada genellikle ölümün alternatifi olduğu için onun kapısını aralık bırakmıştır. Bununla birlikte İslâm hukukunda savaş esirlerinin mutlaka köle statüsüne geçirilmesine dair bir kural yoktur; şartlara göre karşılıklı veya karşılıksız serbest bırakılabilirler. İslâm dinine göre insan için aslolan esaret değil hürriyettir (İbn Kudâme, el-Muġnî, VI, 112).

2. Ele geçirilecek savaş esirlerinden köle olarak faydalanılacağını bilmek savaş esnasında gereksiz kan dökme işini belirli ölçüde önlemekte, ayrıca bu durum savaşın sona ermesinden sonraki esir katliamına da mani olmaktadır. Çünkü galip askerin bu sırada esir öldürmesi hissesine düşecek ganimet payını azaltmaktan başka bir sonuç doğurmaz.

3. Köleliği tek taraflı bir kararla kaldırmanın o dönemde müslüman toplumun aleyhine bir durum ortaya çıkaracağı açıktır. Zira gayri müslim devletler köleliği uygulayıp ele geçirdikleri müslüman esirleri devamlı köleleştirirken İslâm devletinin elindeki esirleri serbest bırakması onun zayıflaması neticesini doğuracaktır. İslâmiyet bu sebeplerle köleliği ortadan kaldırmamış, ancak getirmiş olduğu çeşitli tedbirlerle kaynaklarını en aza indirme, mevcut köleleri tedrîcî bir surette azaltma, köle oldukları süre içinde insanca muamele edilmesini sağlama ve sonunda onları hür olarak yeniden insanlığa kazandırma yolunda başarılı adımlar atmıştır.

İslâm dini her şeyden önce köleliği yalnız savaş esirlerine münhasır kılmış, diğer kaynaklara izin vermemiştir. Bunun yanında Allah rızâsına kavuşmak isteyen müslümanların samimiyetle benimsedikleri gönüllü köle âzat etme alışkanlığını yerleştirmek, ayrıca bazı günahların kefâreti olarak köle âzadını şart koşmak suretiyle köleler için hürriyete kavuşma yollarını çoğaltmıştır (el-Mâide 5/89; el-Mücâdile 58/3). Yalnız İslâm hukukunda görülen bir uygulama olarak da devlet, gelirlerinin belirli bir bölümünü köle âzadına


tahsis etmiştir (et-Tevbe 9/60). Bu arada İslâmiyet kölelere birçok noktada hürlere yakın bir hukukî statü vermiş ve bunu sosyal hayatta uygulamaya koyarak onlara hürriyetlerine kavuşuncaya kadar insanca yaşama imkânı sağlamıştır. Köle ve câriyelerle evlenmenin teşvik edilmesi (el-Bakara 2/221; en-Nisâ 4/25), kölelere karşı kötü muamelenin yasaklanıp onlara iyi davranmanın dinî ve hukukî bir sorumluluk haline getirilmesi (en-Nisâ 4/36; Müsned, I, 78; IV, 35-36; Buhârî, “Îmân”, 22; Müslim, “Eymân”, 29-42) bunun örnekleridir. Bunların ne ölçüde ileri ve insanî bir anlayışı yansıttığını anlamak için İslâm toplumundaki kölelerle diğer toplumlarda -özellikle yakın zamana kadar Amerikan toplumunda- yer alan kölelerin yaşayışlarının karşılaştırılması yeterli olacaktır.

Hukuk Bakımından Köle. Gerek Kur’an ve Sünnet’te yer alan şer‘î ahkâm, gerekse İslâm’ın ilk yüzyıllarındaki uygulama etrafında oluşan hukukî tefekkürü ve bunun normatif bir ilme dönüşümünü yansıtan klasik fıkıh literatürü, tedvin edildiği dönemin diğer sosyal olguları gibi kölelik konusunu da sosyal bir gerçeklik olarak ele almış, İslâmiyet’in köleliği ortadan kaldırma yönündeki köklü adımlarını da ihmal etmeksizin kölelerin tâbi olduğu hukukî ahkâmı ayrıntılı biçimde belirlemeye çalışmıştır. Köleliğin kaynağı, kölelerin tâbi olduğu hukukî statü, hak ve görevleri, köleliği sona erdiren sebepler, kaçan köleye ilişkin hükümler gibi konularda fıkıh mezheplerince geliştirilen kural, tedbir ve çözüm önerilerini böyle anlamak gerekir.

A) Köleliğin Kaynağı. İslâm hukukunda esas itibariyle köleliğin tek kaynağı savaştır. Savaş esirlerinin kaderi İslâm devletinin alacağı karara bağlıdır; bunlar karşılıksız olarak veya fidye mukabilinde salıverilirler (Muhammed 47/4), düşman elinde bulunan müslüman esirlerle değiştirilir yahut köle statüsüne geçirilirler. Bu durumda kölelerin beşte biri devlet hazinesinin payı olarak ayrılır, beşte dördü de muharipler arasında taksim edilir. Köle statüsüne geçirilen esirlerin gayri müslim olması şarttır; savaş esirleri arasında bulunan müslümanlar köle yapılamaz. Bu hüküm, İslâm devletine karşı isyan eden ve ele geçirilen âsiler için de geçerlidir; bu gruba giren esirlerin er veya geç serbest bırakılması gerekir. Esir olduktan veya köle statüsüne geçirildikten sonra İslâmiyet’i kabul etmek köleliğe engel değildir. Savaş esiri Araplar’ın köleliğe geçirilip geçirilemeyeceği konusu tartışmalıdır. Hz. Peygamber’in Huneyn Gazvesi es-nasında vermiş olduğu, “Araplar üzerinde kölelik yoktur” hükmü (Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, s. 133-134; Serahsî, el-Mebsûŧ, X, 40; Şerĥu Siyeri’l-kebîr, II, 265) İslâm hukukçularının karşısına birçok mesele çıkarmaktadır. Zira bizzat Resûl-i Ekrem’in savaş esiri Araplar’ı köle statüsüne geçirdiğine dair örnekler vardır. İbn Hişâm’ın naklettiğine göre Hz. Peygamber, 5 (627) yılında Benî Mustaliķ Gazvesi’nde ele geçirilen kadın ve çocukları köle olarak müslüman askerlere dağıtmıştır (es-Sîre, II, 294). Aynı dönemde konuyla ilgili başka örneklere de rastlanmaktadır (a.g.e., II, 621; Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, s. 120; Belâzürî, I, 382). Ebû Ubeyd, Fezâre kabilesine karşı düzenlenen bir seferden bahsederken aralarında kadınların da bulunduğu bir grup hakkında bilgi vermekte ve bu seferin kumandanı Hz. Ebû Bekir’in bunları köle statüsüne geçirdiğini ve askerler arasında ganimet olarak dağıttığını söylemektedir (Kitâbü’l-Emvâl, s. 120-121). Ebû Bekir, Resûl-i Ekrem’in Araplar üzerinde kölelik olamayacağı hükmünü Huneyn Gazvesi’ne mahsus özel bir hüküm olarak yorumlamış, halifeliği sırasında da ridde savaşlarında elde edilen Arap esirleri köle statüsüne geçirmekte tereddüt etmemiştir. Hz. Ömer ise bu hükmü genel bir hüküm olarak kabul etmiş ve Ebû Bekir’in köleleştirdiği esirleri kendi halifeliği zamanında serbest bırakmıştır (a.g.e., s. 133-134).

Köleliğin ikinci kaynağı bir köleden doğmuş olmaktır. Bu ise birinci kaynağın tabii bir sonucudur. İslâm hukukunda köle esas itibariyle annenin statüsüne tâbidir. Hür bir baba ile köle bir anneden doğan çocuk köledir ve bu kölenin mülkiyeti annenin efendisine aittir. Bunun istisnası efendi ile onun câriyesinden doğan çocuk olup bu çocuk hürdür. Köle baba ile hür anneden doğan çocuk genel kurala uygun olarak hürdür. İslâm hukukunda köleliğin bu iki kaynak dışında başka bir kaynağı yoktur.

B) Kölenin Hukukî Statüsü. İslâm hukukunda köle mülkiyete, hukukî işlemlere konu olması bakımından “eşya” (mütekavvim mal) olarak kabul edilmişse de hukukun diğer dalları bakımından köle eşya değil “şahıs”tır. Fakat bazı noktalarda tam, bazılarında sınırlı ehliyetli, bazı bakımlardan da ehliyetsiz, her hâlükârda hür kimselerden farklı bir statüde kendine özgü (sui generis) hukukî bir varlıktır. Bundan dolayı kölenin hukukî statüsünün sağlıklı bir şekilde tesbit edilebilmesi için onun hukukun çeşitli dalları bakımından ayrı ayrı ele alınıp incelenmesi gerekir.

1. İbadet ve dinî mükellefiyetler bakımından. Müslüman köle, malî yönü bulunmayan ferdî nitelikteki ibadet ve dinî mükellefiyetler açısından esas itibariyle hür kimse gibidir. Ancak köle mal varlığına sahip olamadığı için zekâttan ve hacdan muaftır. Fıtır sadakası efendisi tarafından verilir. Aslî görevleri ve konumu sebebiyle cuma ve bayram namazlarına katılmakla ve cihadla mükellef değildir. Câriyelerin örtünme konusundaki sorumlulukları da hür kadınlara nisbetle farklıdır.

2. Özel hukuk bakımından. Köle mülkiyete, hukukî işlemlere konu olması açısından eşya gibidir; alınıp satılabilir, hibe edilebilir, kiralanabilir, miras ve vasiyete, müstakil veya müşterek mülkiyete konu olabilir. Kölenin ehliyeti hususunda mezhepler arasında görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Umumiyetle kabul edildiğine göre kölenin eksik bir vücûb ehliyeti vardır. Mülkiyet hakkına sahip olmadığı için mal edinemez, kazandıkları efendisinindir. Dolayısıyla köleye karşı yapılan haksız fiillerden doğacak tazminat da efendisine aittir. Buna karşılık kölenin bir kısım borçlara ehil olduğu kabul edilmektedir. Meselâ onun borç ikrarı geçerlidir; fakat bu borç şahsî bir borçtur; zimmette kalır, ancak köle âzat edildikten sonra istenebilir. Bu yüzden kölenin nâkıs bir zimmete sahip bulunduğu kabul edilmektedir. Aynı şekilde köle, işlemiş olduğu haksız fiillerin zararlarına karşı bizâtihi kendi şahsının mülkiyetiyle sınırlı şekilde sorumludur; efendisi kölenin verdiği zararları tazmin etmezse kölenin bu maksatla satılmasına veya mülkiyetinin zarar görene devredilmesine katlanmak zorundadır.

Hukukî işlemlerde bulunması için efendisi tarafından kendisine izin verilen köleye “ehliyeti genişletilmiş kimse” anlamında “me’zun” denir. Bu izin Hanefîler’e ve Mâlikîler’e göre geneldir, kayıt altına alınamaz. Şâfiîler’e ve Hanbelîler’e göre ise genel olması şart değildir, sınırlı olabilir. Me’zun kölenin hukukî işlem ehliyetine mi yoksa yetkisine mi sahip olduğu konusunda da Hanefîler ve Şâfiîler arasında görüş ayrılığı vardır. Hanefîler’e göre bu kölenin hukukî işlem ehliyeti vardır. Borçlara kendisi ehildir; efendisi bunlara muhatap değildir, dolayısıyla borçlarını kazancından öder. Kazancı kâfi gelmiyorsa bu borçlara karşı kendi şahsının mülkiyetiyle


sorumludur. Efendisi borçlarını üstlenmezse köle satılarak bunlar ödenir. Sahip olduğu ehliyetin tabii sonucu olarak haklara ehil ve kazandıklarına da mâlik olması lâzım gelirken mülkiyet hakkı bulunmadığı için bunlar efendisine kalır. Şâfiîler’e göre ise me’zun kölenin hukukî işlem ehliyeti değil yetkisi vardır, yani o bir vekil gibidir. Hukukî işlemlerinden doğan hak ve borçlar kendisi için değil efendisi için sabit olur. Dolayısıyla kazandıkları efendisine ait olduğu gibi borçları da ona aittir ve me’zun köle borçları karşılığında satılamaz.

Köle sahibi verdiği izni her zaman geri alabilir. İzin gayri lâzım (rücûu kābil) bir tasarruftur ve bu yönüyle mükâtebe anlaşmasından farklıdır. Çünkü köle sahibi mükâtebe anlaşmasından dönemez. Kendisiyle belirli bir bedel karşılığında hürriyet anlaşması yapılan mükâteb köle tam vücûb ehliyetini hâiz olduğu için mülkiyet hakkına sahiptir ve edâ ehliyeti bakımından diğer kölelerden farklıdır. Belirlenen bedeli efendisine tam olarak ödemeden hür bir insan sayılmazsa da kendi namına ve hesabına hukukî işlemler yapabilir. Dolayısıyla vücûb ehliyetinin yanında esas itibariyle edâ ehliyetine de sahiptir.

İslâm aile hukukunda köle evlenme ehliyeti yönünden eksik ehliyetli kabul edilmiştir. Erkek veya kadın köle ancak efendisinin rızâsıyla evlenebilir. Özellikle erkek kölede efendinin izninin aranması, evliliğin erkek köle için doğuracağı malî mükellefiyetlerin neticede efendiye zarar vermesi ihtimalinden dolayıdır. Zira kölenin mehir borcuna onun şahsının mülkiyeti muhatap olmakta ve belirli durumlarda bu borç için satılabilmektedir. Bu ise efendinin mal varlığında bir eksilmeye yol açacaktır. Bu yüzden kölenin evlenmesinde efendinin rızâsı aranmıştır. Ayrıca efendinin kölesi üzerinde zorlayıcı velâyet (velâyet-i icbâr) hakkı da bulunmaktadır; onu rızâsını almadan evlendirebilir. Ancak bu konuda mezhepler arasında farklı görüşler vardır. Efendisi tarafından bu şekilde evlendirilen köle hürriyetine kavuştuğu zaman dilerse bu evliliği feshetme hakkına sahiptir. Buna “hıyârü’l-ıtk” (âzat edilme muhayyerliği) denilmektedir (bk. NİKÂH). Kölelerin evlenmesi konusunda birbirinden farklı şu üç durum söz konusudur: a) Erkek hür, kadın köle olabilir. Hür kimse kendi câriyesi olmamak şartıyla köle bir kadınla evlenebilir (el-Bakara 2/221). Bu durumda câriyenin efendisinden izin almak ve eşe de mâkul bir mehir ödemek gerekir. b) Erkek köle, kadın hür olabilir. Hür kadın kendi rızâsıyla köle ile evlenebilir (el-Bakara 2/221). Yalnız bunun feshi kabil olmayan (lâzım) bir evlilik olabilmesi için kadının ailesinin buna denklik (kefâet) noktasından itiraz etmemiş olması gerekir. Böyle bir evlilikten doğan çocuklar hürdür. Koca satın alınma, hibe, miras vb. yollarla karısının mülkiyetine girerse nikâh feshedilir. Zira nikâhla mülkiyet aynı kimsede birleşemez. Bu durumda kocanın âzat edilmesi ve nikâhın yenilenmesi gerekir. c) Erkek de kadın da köle olabilir. Bunların aynı veya farklı efendilerin köleleri olması önemli değildir. Böyle bir nikâh efendilerin izniyle geçerlidir. Doğan çocuklar annenin efendisine aittir. Evlilik konusunda köle için birtakım sınırlamalar daha vardır. Hanefîler, Şâfiîler ve Hanbelîler’e göre erkek köle ister hür ister köle olsun yalnız iki kadınla evlenebilir. İmam Mâlik ise bu konuda köleyi hür gibi kabul etmiş ve onun da dört kadınla evlenebileceğini söylemiştir. Ayrıca erkek kölenin kendi çocuğu üzerinde velâyet, kadın kölenin de çoğunluğa göre hidâne hakkı yoktur.

Köle talâk konusunda tam ehliyetli olup karısını boşayabilmek için efendisinin rızâsına muhtaç değildir. Fakat hürlerden farklı olarak karısını iki talâkla boşayabilir, üçüncü bir talâk hakkı yoktur; yani iki talâkla köle koca ile karısı arasında tam ayrılık (beynûnet-i kübrâ) meydana gelir. Belirli şartlar gerçekleşmeden tekrar evlenemezler. Üç mezhep bu konuda kocanın statüsünü dikkate alırken Hanefîler kadının statüsünü göz önünde bulundururlar; onlara göre kadın köle ise kocanın iki talâk hakkı vardır. Hanefîler’de kocanın hür veya köle olmasının önemi yoktur (bk. TALÂK). Kocaları ölen yahut kocaları tarafından boşanan kadın kölelerin beklemeleri gerekli olan iddet de hür kadınlara nisbetle farklıdır. Bunlar esas itibariyle hür kadınların bekledikleri müddetin yarısı kadar beklerler. Ancak bazı özel durumlarda bu süreyi aşabildikleri gibi iddetin doğumla sona erdiği hallerde de hür kadınlarla aralarında fark yoktur. Kölelik mirasa engeldir. Bu sebeple köle lehinde miras veya vasiyet hakkı sabit olmaz. Bu durum, kölenin mülkiyet hakkına sahip bulunmamasının ve elde ettiği mal varlığının efendisine intikal edecek olmasının tabii bir sonucudur.

3. Ceza hukuku bakımından. Haddi gerektiren suçlarda genel prensip kölenin hür kimseye verilen cezanın yarısı ile cezalandırılmasıdır. Kölelik, lehte birtakım haklara sahip olunmaması veya hür kimselere nisbetle bunların eksik olması neticesini doğurduğu gibi aleyhte birtakım sonuçların ve cezaların hürlere nisbetle eksik tahakkuk etmesine de yol açmaktadır. Bu tür cezayı azaltıcı bir düzenlemenin kölelik tarihinde sadece İslâm hukukuna has olduğu belirtilmelidir. Buna göre had grubuna giren ve yarıya indirilmesi mümkün olan suçlarda köle yarı ceza ile cezalandırılır. Meselâ zinada köleye muhsan olmayan (hiç evlenmemiş) hür kimselere verilen cezanın (en-Nûr 24/2) yarısı verilir (en-Nisâ 4/25). Köle evli de olsa hür olmadığı için muhsan kabul edilmez. Bu sebeple zina eden köleye recm cezası uygulanmaz. Bazı hukukçular buna sürgün cezasının da ilâve edilmesini gerekli görürler. Kazf suçunda da köleye hür kimseye verilen cezanın yarısı tatbik edilir (en-Nûr 24/4). Hırsızlık ve irtidad suçlarında ise cezanın yarıya indirilmesi mümkün olmadığından hür kimselere verilen ceza aynen uygulanır.

Kısası gerektiren suçlara gelince, kasten adam öldürmelerde bu suçu işleyen köle hür insan veya köle karşılığında kısas edilir. Hanefîler’e göre bir köleyi öldüren hür kimse de kısas cezasıyla cezalandırılır. Diğer mezhepler, aralarında eşitlik olmadığı için bu durumda hürlerin kısas edilmeyeceği görüşündedir. Yaralamalarda Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîler’e göre hür kişi köle mukabilinde kısas olunmaz. Hanefîler bu hususta öldürmeden farklı bir görüşe sahiptir. Onlara göre de taraflardan birinin veya her ikisinin köle olması halinde kısasa gidilmez.

Diyetin gerekli olduğu durumlarda kölenin sahibi muhayyerdir; dilerse diyeti öder, dilerse köleyi diyete hak kazanan kimseye terkeder. Buna karşılık kölenin öldürülmesi veya yaralanması durumunda bir diyet ödenmesi gerekiyorsa bu kölenin sahibine ödenir; her iki durumda da devletin diyete ilâve bir ta‘zîr cezası verme hakkı daima saklıdır. Kölenin diyeti bu durumda hür kimseler için belirlenen miktar değil kölenin rayiç değeridir. Ancak Hanefîler’e göre bu rayiç değer hür kimsenin diyetini aşamaz, hatta ondan az olmalıdır. Şâfiîler’e göre ise böyle bir sınırlama söz konusu değildir.

C) Kölenin Hak ve Görevleri. Hür kimseye kıyasla hukuken farklı bir statüde bulunmasına rağmen netice itibariyle köle de bir insandır. Çeşitli âyet ve hadislerde


kölelere insanca muamele edilmesi ısrarla tavsiye edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de insanların iyilik yapmaları gereken kimseler sayılırken anne baba ve yakın akraba ile birlikte köleler de zikredilmiştir (en-Nisâ 4/36). Hadis mecmualarında da bu konuda birçok emir ve tavsiye yer almaktadır: “Onlara ‘kölem’ demeyiniz; ‘oğlum’, ‘kızım’ diye hitap ediniz”; “Âdem’in nesli olarak köleler de sizin kardeşlerinizdir. Onların sizin hizmetinizde bulunmuş olmasını mümkün kılan Allah’tır. Unutmayınız ki Allah sizi onların hizmetine tâbi kılmış olabilirdi; o halde onlara iyi davranın. Şunu da düşünün ki Allah’ın sizin üzerinizde sahip olduğu hak ve kudret sizin köleler üzerinde sahip olduğunuzdan daha fazladır” (köleyle ilgili hadisler için bk. Miftâĥu künûzi’s-sünne, “Ǿabîd”, “Ǿıtķ” md.leri).

İslâm toplumunda kölelerin hak ve görevleri bu genel anlayış çerçevesi içinde tesbit edilmiştir. Kölenin nafakası efendisine aittir. Hadisler, bu konuda efendinin kölesini ailenin diğer fertlerinden ayırmamasını öğütlemektedir. Efendinin üzerine düşeni yapmaması ve alınan tedbirlerin de yetersiz kalması halinde kölenin ondan alınarak başkasına satılabileceği hukukçuların önemli bir kısmı tarafından kabul edilmiştir. Buna karşılık efendi de kölesini uygun işlerde çalıştırabilir. Ayrıca efendinin köle üzerinde mâkul bir terbiye yetkisi de vardır. Ancak Hz. Peygamber’in, kölelerin işleyeceği kusurların -günde yetmiş defa da olsa- affedilmesini tavsiye eden hadisine rağmen onları cezalandırmak gerekiyorsa aşırılığa gidilmesine izin verilmez. İslâm devletinde muhtesibin görevlerinden biri de kölelere yapılan muameleyi, sahip oldukları nafaka vb. hakların verilip verilmediğini kontrol etmektir. Mâlikî hukukçuları bu konuda daha da ileri giderek kölesine karşı onu sakatlayacak veya bedenine zarar verecek ölçüde kötü muamelede bulunan efendiye ceza olarak kölenin âzat edilmesi esasını getirmektedir. Köle başkalarının haksız fiil ve tecavüzlerine karşı da korunmuştur. Köleye karşı yapılan haksız fiil ve tecavüzler mutlaka cezalandırılır. Hür kimseye göre farklı cezalar verildiği durumlarda bile bu cezalar tecavüzü önleyecek sertlikte ve ağırlıktadır. Hanefî hukukçularının köleye karşılık hürlerin de kısas yoluyla öldürülmesini kabul etmeleri, kölenin insan olma özelliğinin hukukî statüsünün hürlere nisbetle daha aşağı bir konumda olmasına ağır bastığını göstermektedir.

Kölenin hür insanlar gibi evlenip yuva sahibi olması, bu yoldan çeşitli insanî ihtiyaçlarını gidermesi hakkıdır; bu haktan mahrum edilmesi İslâm’da hoş karşılanmamıştır. Câriyesiyle, evlilikte olduğu gibi sürekli bir cinsel ilişki bağı (istifrâş) kurmayacak olan efendinin onu köle veya hür bir kimseyle evlendirmesi gerekir. Kur’an’da, “İçinizden bekârları, köleleriniz ve câriyelerinizden sâlih olanları evlendiriniz. Eğer onlar yoksul iseler Allah onları lutfu ile yoksulluktan kurtaracaktır. Allah alîmdir, genişlik verendir” buyurulmuş (en-Nûr 24/32), hür kimselerin köle ve câriyelerle evlenmeleri de teşvik edilmiştir: “İman etmemiş müşrik kadınlarla evlenmeyiniz. Muhakkak ki mümin bir köle kadın, sizin hoşlandığınız da olsa müşrik bir hür kadından daha hayırlıdır. Kızlarınızı müşrik erkeklerle evlendirmeyiniz. Şüphe yok ki mümin bir erkek köle, hoşunuza da gitse müşrik ve hür bir erkekten daha hayırlıdır” (el-Bakara 2/221; ayrıca bk. en-Nisâ 4/25). Kölelerin kölelerle ve özellikle hürlerle evlenebilmeleri ve bu birlikteliğe normal bir evliliğin bütün sonuçlarının bağlanmış olması kölelik hukukunda önemli bir aşamadır. Amerikan toplumunda kölelik bütünüyle ortadan kaldırılıncaya kadar kölelerin evliliklerine herhangi bir hukukî sonuç bağlanmaması ve belirli dönemlerde kölelerle hürlerin evlenmesinin yasaklanması (Jacobs, s. 37, 266; Kolchin, s. 122) bu aşamanın önemini daha belirgin biçimde ortaya koymaktadır.

Kölelerin evlenmesinin tabii bazı sonuçları vardır. Köle bir kadından doğan çocuk eğer efendisinin çocuğu değilse köledir ve kadının efendisine aittir. Bu çocuk köleleri yedi yaşından önce annelerinden ayırmak yasaklanmıştır: “Kim bir anneyi çocuğundan ayırırsa Allah da onu kıyamet günü sevdiklerinden ayırır” (Müsned, V, 413; câriyenin çocuğundan ayrılmasını yasaklayan diğer bir hadis için bk. Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 123). Akraba kölelerin de birbirinden uzaklaştırılmaması Resûlullah tarafından ayrıca tavsiye edilmiştir. Zaman zaman bu gibi vak‘alarda devletin devreye girdiği ve köle ailelerin parçalanmasına engel olmak için bunları bizzat satın alıp âzat ettiğine de rastlanmaktadır (Osmanlılar’da bu tür satın alma ve âzat edilmeye dair dikkate değer iki örnek için bk. Toledano, s. 160-161; Erdem, s. 53). Köleliğin yaygın olarak uygulandığı diğer toplumlarda özellikle küçük çocukların annelerinden ayrılarak satılması ve efendilerin sırf bu maksatla kölelerinin çocuk doğurmasını teşvik etmesi ortaya çok ciddi problemler çıkarmıştır (örnek olarak bk. Jacobs, s. 16, 36, 76).

Efendinin câriyesini istifrâş etmesi onun hakkı, kölenin de vazifesi olarak kabul edilmiştir. Bunu yasaklayan bir anlayışın köleliğin kabul edilip uygulandığı bir sistemde çözüm üretmediği ve fiilen geçerliliğe sahip olmadığı dikkate alınmalıdır. Evli veya özellikle bekâr bir kimse tarafından satın alınan ve onunla aynı evde yaşamasına izin verilen câriyenin efendisinin cinsî isteklerine karşı direnebileceğini ve bu hususta konulacak bir yasağın hukuk sistemi tarafından etkili bir tarzda kontrol edilebileceğini düşünmek fazla gerçekçi değildir. Köleliğin yaygın biçimde uygulandığı bütün toplumlarda bu tür bir ilişki biçimi sürekli var olmuştur. Diğer toplumlarda ise bu ilişkiden doğan çocuklarla babaları arasında bir nesep bağı kurulmamış ve çocuklar köle olmaya devam etmiştir. Bazan da Amerikan örneğinde görüldüğü üzere câriyelerin çocuklarının babalarını belirlemeye yönelik beyanları suç sayılmıştır (a.g.e., s. 13, 189). İslâmiyet bu vâkıayı kabul ederek efendinin belirli şartlarda câriyesinden bu yolla faydalanmasına izin vermiş, fakat bundan yine köle lehine bazı sonuçlar çıkararak istifrâşı köleliği azaltma yollarından biri haline getirmiştir. Efendi ancak bekâr ve Ehl-i kitap olan câriyesini belli esaslar dahilinde istifrâş edebilir. Efendinin câriyesiyle cinsî ilişkide bulunabilmesi için hamile olmadığının anlaşılması (istibrâ), hamile ise çocuğunu doğurması şarttır. Efendinin câriyesinin evlenmesine izin vermesi onu istifrâş hakkından vazgeçmesi anlamına gelmektedir. Aynı nikâh altında birleştirilmesi mümkün olmayan iki câriyeyi -iki kız kardeş gibi- aynı zamanda istifrâş etmek câiz değildir. Efendisinden çocuk doğuran câriye (ümmüveled) hürriyetini garanti etmiş olur ve câriye olarak kaldığı sürece diğer kölelerden hukuken ve fiilen farklı bir statüde bulunur. Bu câriye artık satılamaz, hibe vb. hukukî muamelelere konu olamaz. Efendisinin ölümünden sonra da başka bir işleme gerek kalmadan hürriyetini kazanır.

D) Köleliğin Sona Ermesi. Kölelik esasında âzat yoluyla sona ererse de İslâmiyet, köleliği azaltmak ve belirli bir devrede eritmek maksadıyla birtakım sona eriş yolları daha kabul etmiştir. Kölenin âzat edilmesi İslâm hukuk literatüründe “ıtk, tahrîr, fek” gibi tabirlerle ifade edilmiştir.


Mevlâ (çoğulu mevâlî) kelimesi de hem “âzat eden efendi” hem “âzat edilen köle” anlamındadır.

1. Gönüllü âzat. İslâmiyet müminlerin köle âzat etmelerini daima teşvik etmiş, bunu Allah’a bir yakınlaşma vesilesi saymıştır: “İyilik yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmekten ibaret değildir. Asıl iyilik Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere inanan, Allah sevgisiyle yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere veren ve köle ile esirleri kurtarma uğrunda malını harcayanın ... yaptığı iyiliktir” (el-Bakara 2/177); “Fakat insan zor yola yönelmedi. Bu zor yolun ne olduğunu bilir misin? O köle âzat etmektir ...” (el-Beled 90/11-13). Bu âyetlerin yanı sıra Hz. Peygamber’in de köle âzadıyla ilgili çeşitli hadisleri vardır: “Kim müslüman bir köleyi âzat ederse o kölenin her organına karşılık Allah da onun bir organını cehennemden âzat eder” (Buhârî, “Keffârât”, 6; Müslim, “ǾItķ”, 23; Ebû Dâvûd, “ǾItâķ”, 13; Tirmizî, “Nüźûr”, 14). Resûlullah’ın birçok kölesi vardı, fakat bunların hepsini âzat etmiştir. Vefat ettiğinde eli altında bir tek köle dahi kalmamıştı; sadece ümmüveled statüsündeki câriyesi Mâriye bulunuyordu. Ayrıca Hz. Peygamber, çok sayıda köleye sahip kimseler nezdinde bunların âzat edilmesi için müdahalelerde bulunmuştur. Resûl-i Ekrem, Cerîr b. Abdullah aracılığıyla Yemen Hükümdarı Zülkelâ‘ el-Himyerî’ye bir mektup göndermiş, o da bunun üzerine eli altındaki 4000 köleyi âzat etmişti (İbn Düreyd, s. 308; İbnü’l-Esîr, II, 176-177; İbn Hacer, I, 492-493; Abdülkādir el-Bağdâdî, I, 357). Resûlullah ayrıca güneş ve ay tutulmaları sırasında köle âzat etmeyi tavsiye etmiştir (Buhârî, “Küsûf”, 11).

Kölelerin hiçbir karşılık beklenmeksizin gönüllü olarak âzat edilmesi bu ilk örnekler doğrultusunda bütün İslâm tarihi boyunca devam etmiştir. Osmanlılar’da genellikle yedi yıllık bir kölelikten sonra efendilerinin kölelerini âzat etmeleri oldukça yerleşmiş bir uygulamaydı (Erdem, s. 155-156). Hatta zaman zaman bu kadar süre efendilerine hizmet etmiş kölelerin hürriyetlerine kavuşmak için çeşitli hukukî ve idarî imkânları kullandıkları görülmektedir. 1837’de Hariciye Nâzırı Ahmed Hulûsi Paşa’nın kölesi Ethem’in II. Mahmud’a başvurması buna örnek gösterilebilir. Adı geçen köle, nâzırın ölmesi üzerine oğlunun kendisini satmak istediğini, halbuki yedi sekiz yıldır köle olarak hizmet ettiğini söyleyerek padişahtan âzat edilmesini talep etmiştir. Yapılan araştırmada sadece üç buçuk yıl köle olarak hizmet ettiği anlaşılınca âzat edilmemişse de olay, bu uygulamanın ne kadar yaygın olduğunu ve köleler tarafından âdeta bir hak gibi kabul edildiğini göstermesi bakımından dikkat çekicidir (a.g.e., s. 158-159). 1851’de de Ferhat isimli bir köle benzer bir âzat edilme talebiyle padişaha başvurmuş, Deâvî Nezâreti tarafından durumu incelendiğinde on beş yıl kadar efendisine hizmet ettiği halde âzat edilmediği anlaşılınca devlet tarafından satın alınarak âzat edilmiştir (a.g.e., s. 159). Hatta kaçan kölelerin geçmiş hizmetleri yedi yılı aşmışsa kaçmaları bu sebeple mâzur görülmekte, yakalandıklarında âzat edilmeleri yönünde dikkate değer bir sosyal baskı oluşmakta ve bir yolla âzat edilmeleri sağlanmaktaydı (ilgili bir örnek için a.g.e., s. 162). Burada dikkat edilen nokta kölenin hizmet yıllarının değerini karşılayıp karşılamadığıdır. Karşıladığı halde efendisi tarafından âzat edilmemesi dinî-ahlâkî açıdan doğru bulunmamaktaydı. Bu şekilde kölelerini âzat edenler genellikle belli bir tarihten itibaren bunu mahkeme defterlerine de kaydettirmişlerdir; böylece kölenin eline bir âzatlık belgesi (ıtknâme) verilmiştir. Osmanlı şer‘iyye sicillerinde bu şekilde gönüllü âzat kayıtlarının birçok örneğine rastlanmaktadır. Bursa’da XV-XVII. yüzyıllara ait bulunan on sekiz şer‘iyye sicil defterine kayıtlı 221 köle âzadından 153’ünün (% 69) gönüllü âzat şeklinde olması dikkat çekicidir. Bir başka nokta da bu şekilde âzat edilenlerden on üç tanesinin eski dinî inançlarını muhafaza eden kimseler olmasıdır (Çetin, X/1 [2001], s. 7). Köle âzadı dönüşü kabil olmayan (lâzım) bir işlemdir. Köle âzadı efendinin tek taraflı irade beyanıyla tamam olur; ayrıca kölenin kabulüne ihtiyaç yoktur. Kölenin belirli organlarını âzat şeklinde ifade edilen kısmî âzat da tam âzadın hukukî sonuçlarını doğurur.

2. Kefâret borcu olarak âzat. Sadece İslâm hukukuna has olan bu âzat türünde belirli suç ve günahları işleyenler kefâret olarak köle âzat ederler. Bu âzat şekli başlıca şu üç sebepten dolayı olur: a) Hatâen öldürme. Hata ile bir müslümanı öldüren kimse ölenin yakınlarına belirli bir diyet ödemek zorunda olduğu gibi bu günaha kefâret olarak bir de köle âzat etmek mecburiyetindedir (en-Nisâ 4/92). b) Yemini bozma. Yeminini yerine getirmeyen kimse kefâret olarak ya on fakiri doyuracak veya giydirecek ya da bir köleyi âzat edecektir. Bunlara gücü yetmiyorsa üç gün oruç tutacaktır (el-Mâide 5/89). c) Zıhâr. Karısının belli organlarını kendileriyle evlenmesi ebediyen haram olan yakınlarından birine benzeterek zıhâr yapan kimse, karısıyla normal evlilik hayatına devam etmeden önce kefâret olarak bir köle âzat etmek zorundadır. Buna imkân bulamıyorsa iki ay kesintisiz oruç tutacak, bu da mümkün değilse altmış fakiri doyuracaktır (el-Mücâdile 58/3-4). Bu fiillerin hiçbirinin aslında doğrudan veya dolaylı olarak köle ve kölelikle ilişkisi bulunmayıp bu vesile ile mevcut kölelerin belli bir süreç içinde eritilmesi amaçlanmaktadır.

3. Mükâtebe yoluyla âzat. İslâm hukuku bir diğer âzat yolu olarak köle ile efendisinin belli bir bedel karşılığında hürriyete kavuşma anlaşması yapmasını kabul etmiştir. Mükâtebe denilen bu anlaşmayla köle efendisine belli bir bedel ödemeyi taahhüt etmekte ve sonuçta hürriyetini kazanmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm köleleriyle bu tür anlaşma yapmayı efendilerine tavsiye etmektedir (en-Nûr 24/33). Kölenin mükâtebe talebinde bulunması halinde efendinin bunu kabul etmeye mecbur olup olmadığı hususu hukukçular arasında tartışmalı bir konudur. Hz. Ömer’in uygulamasını örnek alan hukukçular, özellikle kölenin müslüman olması durumunda bunun bir mecburiyet olduğunu, efendi ile kölenin ödenecek bedel konusunda anlaşmaya varamamaları halinde uygun bedelin mahkeme tarafından tesbit edilmesinin gerektiğini ileri sürerler. Bu görüşü kabul etmeyen hukukçulara göre ise bu tür bir anlaşma ancak köle sahibinin rızâsıyla gerçekleşir.

Mükâtebe anlaşması mutlak âzat gibi rücûu kābil olmayan bir hukukî işlemdir; köle sahibi, kölenin rızâsı bulunmaksızın tek taraflı olarak anlaşmayı bozamaz ve bu sonucu doğuracak dolaylı bir işlem yapamaz; anlaşmada mükâteb bakımından şartları ağırlaştırıcı değişiklikte bulunamaz. Buna göre mükâteb köle satış ve hibe gibi yollarla başkasına devredilemez. Hukukçuların çoğu bu görüştedir. Mükâteb köle kendi hesabına çalışma hakkına sahiptir; bu bakımdan esas itibariyle vücûb ve edâ ehliyetini kazanmış olmaktadır. Bu devrede köle efendisine hizmet etmek zorunda değildir; efendi mükâteb câriyesini istifrâş edemez. Mükâtebe anlaşmasında bedel olarak para veya mal tesbit edilebileceği gibi efendi hesabına belirli bir süre çalışma mecburiyeti de konulabilir. İstanbul’un fethinden sonra ele


geçirilen Rum esirlerin İstanbul surlarını tamir karşılığında hürriyetlerini kazanmaları bunun tipik bir örneğidir. XV. yüzyılda Bursa’da yapılan mükâtebe anlaşmalarında, muayyen bir paranın veya üç ile yedi yıl arasında değişen bir süre efendi hesabına çalışmanın ya da o bölgenin şartlarına göre belirli bir miktar kumaşı dokumanın bedel olarak tesbit edildiği görülmektedir (İnalcık, s. 29; Sahillioğlu, s. 76-80). Bu tür bir anlaşmanın hem belli bir süre sonra hürriyetini kazanacağı için kölenin, hem de kaçmayı düşünmeyen, düzenli ve gayretli çalışan bir kimseye sahip olduğu için efendinin işine geldiği ve özellikle endüstrinin yaygın bulunduğu Bursa gibi bölgelerde uygulandığı görülmektedir. Efendinin mükâtebe şartlarına uymaması halinde köle durumu mahkemeye intikal ettirme hakkına sahiptir (örnek için bk. Seng, XXXIX/2 [1996], s. 142).

4. Mecburi veya kanunî âzat. Bu tür âzatta ne efendinin rızâsı ne de efendi ile köle arasında bir anlaşma söz konusudur; bu âzadın kaynağı doğrudan İslâm hukukudur. İslâm hukuku bazı durumlarda kölenin mecburen, herhangi bir işleme gerek kalmaksızın hürriyetine kavuşma esasını getirmiştir. Burada birbirinden farklı şu durumlar söz konusudur: a) Bir kimse, aralarında evlenme yasağı olacak kadar yakın akrabalığı bulunan bir kölenin mülkiyetini satın alma, miras, bağış, vasiyet gibi yollardan biriyle elde ederse o köle derhal hürriyetini kazanır. Hanefîler’in kabul etmiş olduğu bu akrabalık sınırını Şâfiîler daha dar tutmuştur. Onlara göre köle ile efendi arasında evliliğe engel olacak bir akrabalık ilişkisi değil usulfürû ilişkisi varsa mecburi âzatlık söz konusudur. Mâlikîler buna kardeş olmayı da ilâve etmiştir. b) Müslümanlarla savaş halinde bulunan bir ülkeden İslâm ülkesine sığınan köle daha önce Müslümanlığı kabul etmişse sığındığı anda hürriyetine kavuşur. İbn Hişâm’ın naklettiğine göre Hayber Gazvesi sırasında yahudilere ait bir köle İslâm ordugâhına sığınarak bu şekilde hürriyetine kavuşmuştur (es-Sîre, II, 344-345). Ayrıca Tâif kuşatması esnasında kırkı aşkın (Vâkıdî’nin rivayetine göre on dokuz) kölenin bu hükümden faydalanarak hürriyetine kavuştuğu nakledilmektedir (Belâzürî, I, 490). c) Birden fazla sahibi bulunan köle bu sahiplerden biri tarafından âzat edilirse veya tek sahipli köle kısmen âzat edilirse bu durumda köle tamamen âzat edilmiş sayılır. Ancak bazı hukukçulara göre kısmen âzat edilen köle âzat edilmeyen payın bedelini efendisine ödemekle mükelleftir. Bu durumda olan köleye “müstes‘â” (çalışması istenen köle) denir ve devlet bütçesinden ona yardım edilir.

5. Ölüme bağlı âzat (tedbîr). Bir kimse kölesini kendisinin ölümünden sonra hürriyetine kavuşmak üzere âzat edebilir. Bu muameleye “tedbîr”, böyle köleye de “müdebber” denilmektedir. Ancak ölüme bağlı âzat bazı yönlerden vasiyet hükmünde olduğu için kölenin değeri terekenin üçte birini aşıyorsa ayrıca mirasçıların da rızâsı gereklidir. Mirasçıların razı olmadığı durumlarda ise köle yine hürriyetine kavuşur; fakat üçte biri aşan kısmı onlara ödemek mecburiyetindedir. Tedbîr yoluyla âzat da normal âzat gibi rücûu kābil olmayan bir işlemdir ve bu yönüyle her zaman kendisinden dönüşün mümkün olduğu vasiyetten ayrılır. Hatta Hanefîler’e göre efendi müdebber kölesini herhangi bir hukukî muameleyle başkasına devredemez. Zira bu da netice itibariyle tedbîrden dönme sonucunu doğurmaktadır. Mükâtebin aksine müdebber köle önceden olduğu gibi efendisine hizmet etmekle mükelleftir. Efendi müdebber câriyeyi istifrâş edebilir. Dilerse bir başkasıyla evlendirebilir; bu durumda doğan çocuklar da müdebber statüsündedir.

6. Ümmüveled olma. Efendisinden bir çocuk doğuran câriye, onun ölümünden sonra başka bir muameleye gerek olmaksızın hürriyetini elde eder. Bu durumdaki câriyenin hürriyetini kazanması İslâm hukukunun bir gereği olup köle sahibinin ölüme bağlı bir tasarrufu sayılmadığından câriyenin değerinin terekenin üçte birini aşmaması şeklindeki vasiyetle ilgili sınırlama burada geçerli değildir. Hz. Peygamber’in câriyesi Mâriye, İbrâhim’i dünyaya getirmesi üzerine ümmüveled statüsüne geçirilmiş ve bu olay müslümanlara örnek teşkil etmiştir. İslâm ülkelerinde ümmüveled haline gelerek hürriyetine kavuşan birçok câriyenin bulunması, bu usulün kölelerin azaltılması bakımından geçerli bir yol olduğunu göstermektedir. Böyle bir câriyeden doğan çocuk hür sayılır, onunla baba arasında normal bir nesep bağı kurulur ve her bakımdan normal evlilikten doğan çocukların statüsüne sahip olur.

7. Devlet tarafından âzat. Kur’ân-ı Kerîm, kölelerin âzat edilip bu müessesenin tedrîcen ortadan kaldırılması konusunda devlete vazife yükleyen ve bununla ilgili hüküm ve prensipler getiren tek ilâhî kitaptır. Kur’an devlet gelirlerinin belirli bir kısmını köle âzadına tahsis etmiştir. “Sadakalar (zekâtlar) yalnızca fakirlere ... ve boyunduruk altında bulunan kimselerin (kölelerin) âzat edilmesine sarfolunacaktır” meâlindeki âyet (et-Tevbe 9/60) zekâtın sarf yerlerinden birini kölelerin kurtarılması için belirlemiştir. İmam Şâfiî’ye göre zekât gelirleri buna müstahak olan gruplara eşit olarak dağıtılmalıdır. Bu durumda zekât gelirlerinin sekizde biri köleliğin ortadan kaldırılması yolunda harcanacaktır. Diğer hukukçulara göre ise zekât gelirlerinin dağıtımında böyle kesin suretle belirlenmiş bir oran söz konusu değildir. Şartlara uygun olarak ayrılacak miktarı devlet başkanı veya ilgili kurumlar tayin eder. Belirlenen miktar mükâteb kölelere yardım olarak verilebileceği gibi başka statüdeki kölelerin satın alınıp âzat edilmesinde de kullanılabilir. Ayrıca İslâm ülkesinden geçmekte olan bir gayri müslimin yanındaki müslüman köle de İslâm devleti tarafından satın alınıp âzat edilir. Savaş esiri olup henüz kölelik statüsüne geçirilmeyen müslüman esirlerin fidyeleri de bu kaynaktan karşılanabilir. Bütün bu âzat ediş şekillerinin yaygın biçimde uygulanışı, İslâm toplumunda köleliğin sürekli bir statü olmayıp geçici bir durum olarak algılandığını göstermektedir. Köle ile efendisi arasındaki hukuki ilişki âzat işlemiyle tamamen kesilmiş olmamaktadır. Âzatlı köle asabe ve ashâb-ı ferâiz grubundan bir mirasçı bırakmadan ölürse geriye bıraktığı mallar diğer mirasçı gruplarına veya son mirasçı sıfatıyla devlete kalmayıp âzat eden efendisine kalmaktadır (bk. VELÂ).

İslâm Tarihinde Köleler. İslâm tarihinde kölelerin varlığına belirli oranda hep rastlanmıştır. İslâmiyet’in yayılma döneminde oldukça sık vuku bulan savaşlar büyük bir köle mevcudunun ortaya çıkmasına yol açmıştır. Daha sonraki dönemlerde bu ölçüde hızlı yayılmanın olmayışı ve savaş yoluyla kölelik kaynağının beslenemeyişi, öte yandan mevcut kölelerin çeşitli âzat usulleriyle yavaş yavaş eritilmesi, köle sayısının İslâm toplumlarında genelde çok kabarık olmaması sonucunu doğurmuşsa da kölelik bütünüyle ortadan kalkmamıştır. Bunda Afrika, Kafkasya, Rusya ve başlangıçta belirli bir dönemde Türkistan’dan yapılan köle ithalinin önemli rolü vardır. İslâm dünyasının çeşitli bölgelerinde kurulan köle pazarları bu trafiğin düzenli işlemesinde rol oynamıştır. Yine bu durum, ticarî ve iktisadî hayatta belirli bir ağırlığı olan köle tâcirlerinin ortaya


çıkmasına yol açmıştır. Özellikle Akdeniz havzasında yapılagelen köle ticaretinde yahudiler, Venedikliler ve Cenevizliler önemli bir yer işgal etmişlerdir. Bu pazarda savaşlarda esir alınanlar, yabancı ülkelere yapılan akınlarda ele geçirilenler, korsanların baskınlarında yakalananlar veya bazı tâbi devletlerin İslâm devletlerine aynî vergi olarak gönderdikleri köleler satılmaktaydı.

Ancak İslâm dünyasına getirilen ve pazarlarda satılan bu insanların gerçekten köle statüsünde oldukları tartışmalıdır. Ele geçiriliş biçimlerinin doğuracağı sakıncalar bir yana, gerek Afrika’dan kaçırılan zencilerin gerek Kafkasya’dan getirilen Çerkez ve Gürcüler’in bir kısmının aslında müslüman olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla bunların sonradan köleleştirilmesi mümkün değildir. Osmanlı Devleti’ne getirilen bir kısım Çerkez kölelerin aileleri yahut bizzat kendileri tarafından Osmanlı saray ve konaklarında parlak bir gelecek ümidiyle ve İslâm hukukuna aykırı bir tarzda köle olarak satıldıkları da bilinmektedir. Bundan dolayı son devirde yaşayan bazı İslâm hukukçuları bu sakıncaya dikkat çekmekte ve özellikle bu tür câriyelerle istifrâş söz konusu ise bundan önce nikâh kıyılması gerektiğine işaret etmektedir (Mahmud Esad, s. 128). Uygulamada bu tip nikâhlara da rastlanmaktadır (örnek olarak bk. İstanbul Şer‘iyye Sicilleri, Bab Mahkemesi, 489 nolu defter, s. 119, Rebîülevvel 1293 [Nisan 1876] tarihli nikâh). Klasik uygulamada yer almayan bu tür evliliğe “nikâh-ı tenezzühî” (şüpheli durumdan / zina endişesinden arınma nikâhı) denilmektedir.

Köle mevcuduna İslâm dünyasında hemen hemen sadece şehirlerde rastlanır ve istihdam alanları kadın veya erkek olmalarına göre farklılık gösterir. Kadın köleler için daha ziyade ait olduğu evin hanımına hizmetçi, halayık olarak yardım etmek, dokumacılık gibi kadınların çalışmasına elverişli olan alanlarda dokuma işçisi olarak çalışmak, saraylarda ve zenginlerin konaklarında câriye olarak istihdam edilmek bunların başında gelir. Abbâsîler’den itibaren halife ve hükümdar saraylarında câriyelerin ağırlıklı bir yeri olmuş, özellikle halife adayını veya şehzadeyi doğuran câriyelerin itibarı ve etki alanı genişlemiştir. Abbâsî halifelerinin belirli bir kısmının ve Osmanlı padişahlarının belli bir dönemden sonra tamamına yakınının annesi câriye veya âzatlı câriyedir. Erkek köleler ise efendisine mesleğinde yardımcı olmak, onun adına ticaret yapmak, bazı saray ve konakların korunmasında ve hâricî hizmetlerde rol almak, askerlik, çobanlık vb. alanlarda işçilik yapmak gibi görevleri üstlenmişlerdir. Saraylarda kadınların bulunduğu bölümde görevli kölelerin hadım edilmiş olanlardan seçilmesine özen gösterildiği gibi diğer saray hizmetlerinde de kölelerden ağırlıklı olarak yararlanılmıştır.

Amerika kıtasında rastlanan, kölelerin çalıştığı büyük çiftlik işletmeleri İslâm dünyasında görülmez. Abbâsîler devrinde bu yöndeki bir teşebbüs büyük bir köle isyanına sebep olmuştur. Osmanlılar’da Orhan Gazi zamanında başlayan, bazı savaş esiri kölelerin “ortakçı kulları” adıyla belirli çiftliklerde çalıştırılması işi çok sınırlı tutulmuş istisnaî bir uygulamadır. Avrupa’da geniş bir uygulama alanı bulan toprağa bağlı kölelik veya yarı kölelik de (servage) İslâm ülkelerinde esas itibariyle tatbik edilmemiştir.

Askerlik erkek kölelerin hizmet alanlarının başında gelir. Köle askerlerin İslâm devletlerinde istihdamı Emevîler’in ilk yıllarına kadar uzanır. Ubeydullah b. Ziyâd’ın Buhara seferinden dönerken beraberinde 2000 okçudan oluşan bir Türk birliğini getirdiği, Horasan Valisi Kuteybe b. Müslim’in emrinde üç ayrı mevâlî birliğinin bulunduğu bilinmektedir. Sonraki dönemlerde Arap kökenli askerlerin diğer idarî alanlara yönelmesi köle askerlere duyulan ihtiyacı arttırmış ve bu sebeple oluşturulmaya başlanan köle ve âzatlı askerî birlikler diğer İslâm ülkelerinde de yaygınlaşmıştır. Abbâsîler’de özellikle Türk kökenli köle askerlerin kullanılmaya başlanması Halife Mansûr dönemine kadar çıkmaktaysa da bunların yoğun biçimde kullanımı Me’mûn döneminde başlar. Köle askerlere ihtiyaç duyulmasında halifelerin Arap ve İran kökenli askerlere güven duymamasının da rolü olmuş, böyle durumlarda Türk asıllı köle ve âzatlı kölelerden bilhassa hükümdarların korunması için yararlanılmıştır (gılmân-ı hâssa). Halife Me’mûn’un kardeşi Mu‘tasım-Billâh’ın hilâfet mensuplarını korumaları için Semerkant’ta 3000 esir Türk’ten oluşan bir özel muhafız birliği kurması bunun dikkate değer bir örneğidir. Sonraları Abbâsî ordusu içinde bu köle veya âzatlı köle askerler çok önemli bir potansiyel oluşturmuştur. Diğer İslâm devletlerinden Tolunoğulları, İhşîdîler, Sâmânîler, Eyyûbîler, Memlükler, Gazneliler, Selçuklular ve Endülüs Emevîleri’nde de ordunun daima büyük bir kısmını köle askerler meydana getirmiştir. Ahmed b. Tolun’un ordusunda 24.000 Türk ve 42.000 zenci gulâm bulunduğuna dair bilgi, oldukça erken dönemlerden itibaren köle ve âzatlı kölelerin İslâm orduları içindeki ağırlıklı konumunu göstermesi bakımından dikkat çekicidir (ayrıca bk. GULÂM). Bu devletlerin bazılarının kurucuları dahi menşeleri itibariyle köle idiler. Türk veya Çerkez asıllı köle yahut âzatlı köleler tarafından kurulan ve bunların ismini taşıyan Memlük Devleti bunun tipik örneğidir. Memlükler için Kafkas bölgesinden sürekli bir köle akışının temini son derece önemliydi. Memlük yöneticileri bunun için gerekli önlemleri almaya özen göstermişler, Bizanslılar ve Cenevizliler’le bu akışın sürekli olmasını sağlayıcı iş birliğine gitmişlerdir. Nitekim 1281’de Memlük Hükümdarı Kalavun, Bizans İmparatoru VIII. Mikhail Palaiologos ile, Güney Rusya’dan köle getirecek Memlük görevlilerine Boğazlar’dan geçiş imkânı sağlanmasına yönelik bir anlaşma yapmıştır. Bu şekilde askerî alanda ve hükümdarın yakınında önemli roller üstlenen köle ve âzatlı köleler, yükselme hususunda zaman zaman hür kimselerden daha fazla şansa sahip olmuşlar ve devletin diğer idarî kademelerinde de önemli mevkilere gelmişlerdir. Memlükler’de ve Hindistan Delhi Sultanlığı’nda olduğu gibi devletin en üst kademesindekiler de dahil askerî ve sivil idarecilerin ve ordunun köle veya âzatlı kölelerden meydana gelmesi İslâm ülkelerine has orijinal bir uygulamadır.

Osmanlılar’da da yeniçerilerin nüvesini savaş esirlerinden ayrılan beşte bir hisse (pençik) teşkil etmekteydi. Bu kaynağın ihtiyacı karşılayamaması üzerine gayri müslim tebaadan belirli esaslar dahilinde devşirilen çocuklar ve gençler Acemi Ocağı’na alınıp eğitildikten sonra Yeniçeri Ocağı’na geçirilmiştir. Ayrıca pençiklerin ve devşirmelerin kabiliyetlileri Enderun’da eğitilerek saray hizmetine alınmıştır. Bunların pek çoğunun en üst kademelere, hatta sadrazamlığa kadar yükseldiği görülmüştür. Ancak devşirme yoluyla toplanan askerlerin bu yöndeki bazı iddialara rağmen hukuken köle statüsünde olmadığını belirtmek gerekir. Devşirmelere “padişah kulu” denmiş olması böyle bir yanlış anlaşılmanın sebebini teşkil etmiş olmalıdır. İslâm ülkelerinde zimmî olarak yaşayan gayri müslimler köle değildir ve zimmet akdini bütünüyle ihlâl eden bir davranışı görülmedikçe bu statüden çıkarılamazlar (Ebüssuûd Efendi’nin ilgili bir fetvası için bk. Düzdağ, s. 101). Devşirmeler mecburi askerlik hizmetine


tâbi tutulan hür gayri müslimlerdir. Bundan dolayı hukukî ehliyet bakımından köle statüsünde bulunan yeniçerilerden (pençik oğlanı) farklıdırlar (bk. DEVŞİRME). Nitekim pençik oğlanlarının öldüklerinde ellerinde bulunan eşyaları doğrudan devlet hazinesine intikal ettiği halde devşirmeler mallarını dilediklerine bırakabilirlerdi.

İslâm tarihi boyunca toplumun çeşitli katmanlarında yer alan kölelere çağdaşı uygulamalara nisbetle iyi muamele yapıldığını söylemek gerekir. Kölelere insanca muamele yapılmasına yönelik gerek Kur’ân-ı Kerîm’de gerekse Sünnet’te yer alan ve bunlara dayalı olarak geliştirilen teorik esaslar Hz. Peygamber’in uygulamalarında somut bir örnek bulmuştur. Onun kölesi Zeyd’e karşı yapmış olduğu muamele müslümanlar tarafından her zaman hatırlanmış ve örnek alınmıştır. Zeyd b. Hârise, Kelb kabilesi reisinin oğluydu. Düşman kabilelerden biri tarafından kaçırılıp köle olarak satılmış, el değiştirerek Hz. Hatice’ye kadar gelmiş, o da Zeyd’i Resûl-i Ekrem’in emrine tahsis etmişti. Zeyd’in annesi ve babası oğullarının Mekke’de bulunduğunu öğrenince Hz. Peygamber’e gelerek onu geri vermek için ne kadar fidye istediğini sordular. Resûl-i Ekrem bunun için para ödemelerine gerek olmadığını, Zeyd’in istediği takdirde onlarla birlikte gidebileceğini söyledi. Ancak Zeyd, Hz. Peygamber’in yanında kalmayı tercih etmiştir. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem onu âzat etmiş, fakat yanından ayırmamıştır (İbn Hişâm, I, 247-248).

İslâm cemiyetlerinde kölelere yapılan muamele ve onların sosyal hayatta ulaştıkları mevki ile çağdaşı diğer toplumlarda ve özellikle kaldırılması öncesinde Amerika’da kölelere yapılan muameleyi karşılaştırmak, İslâmiyet’in kölelere sağladığı hakların uygulamaya yansıyan şekliyle bile ne ölçüde insanî olduğunu ortaya koymaktadır. C. Snouck Hurgronje bu konuda şöyle demektedir: “Avrupalılar, İslâm’da esaret (kölelik) hakkında Amerika ile Şark’taki şartları birbirine karıştırmaktan dolayı hatalı hükümler vermişlerdir. Bundan dolayı İngilizler’in esir ticaretini men için koydukları nizamlar hakkındaki sitayişler pek yerinde değildir. Afrika kabileleri hayat ve hürriyetin kıymetini anladıkları gün esir ticareti nihayet bulacaktır. Bugünkü şartlar içinde onlar için esir (köle) olmak bir saadettir. Denemek için, kendilerine benimle birlikte yurtlarına dönmelerini teklif ettiğim esirlerin (kölelerin) hemen hepsi bu teklifimi, ancak kendilerini tekrar Mekke’ye getirmem şartı ile kabul ediyorlardı. Bu esirler (köleler) umumiyetle sahiplerinin aileleri içine giriyorlar, birkaç sene hizmetten sonra da hür insanlar gibi cemiyet içine kabul ediliyorlardı; hatta bu esaret (kölelik) sayesinde adam sırasına geçtiklerine inanmış bulunuyorlardı” (Über meine Reise nach Mekka, Berlin 1887, s. 150 ve devamından naklen bk. İA, I, 113). Gerçekten daha ziyade Afrika gibi geri kalmış bölgelerden getirtilen köleler kısa sürede eğitiliyor ve cemiyete kazandırılıyordu. Bu yönüyle İslâm cemiyeti köleler için bir nevi eğitim ve kültür ocağı olmuştur denebilir. İslâm tarihinde köle menşeli birçok âlimin mevcudiyeti de bu görüşü doğrulamaktadır. Kızılhaç’ın kurucusu İsviçreli Henry Dunant, 1860’larda Tunus cemiyetini tanıdıktan sonra müslümanlardaki köleliğin Amerikan cemiyetindeki köleliğe kıyasla çok yumuşak olduğunu özellikle belirtmektedir (EI2 [İng.], I, 36). Ignatius Mouradgea d’Ohsson da Osmanlı Devleti’ndeki müşahedelerine dayanarak kölelerine müslümanlardan daha iyi davranan bir milletin mevcut olmadığını ifade etmektedir (Tableau générale, IV/1, s. 381).

Yine Hurgronje, Mekke’de kölelerin hayat şartları hakkında şu tesbitleri yapmaktadır: “Bu esirlerin (kölelerin) umumiyetle hayat şartları ağır değildir; yemekleri boldur ... Hizmetçi köleler hemen daima yirmi yaşlarında âzat edilirler. Bunun bir sebebi de vazifelerinin onları hür ve câriye kadınlarla her gün temasa getirmesidir. Hal ve vakti yerinde olan köle sahibi, mümkün olduğu takdirde, sadık hizmetkârını evbark sahibi etmek mecburiyetini hisseder; bir esirin (kölenin) âzat edilmesi haddi zatında sevaplı bir iş telakki edilir. Âzattan sonra aile bağı da eskisi gibi kuvvetli kalır. Velhâsıl müslüman esirin (kölenin) vaziyeti Avrupalı hizmetçi ve işçininkinden ancak şekilce farklıdır” (İA, I, 113 vd.). Doughty’nin İslâm ülkelerindeki kölelerle ilgili tesbitleri de bundan farklı değildir (C. M. Doughty, Travels in Arabia Deserta, I, 553-555’ten naklen bk. İA, I, 114). Ayrıca şunu da eklemek gerekir ki İslâm toplumunda yaşayan kölelerin önemli bir bölümü sonradan efendilerinin dinini kabul etmiş olmakla birlikte bunlara din değiştirmeleri yönünde bir baskı yapılmamıştır. Dinî bakımdan yanlış bir telkine mâruz kalmamaları düşüncesiyle uygulamada müslüman olmuş kölelerin gayri müslim efendiler elinde kalmasına izin verilmemiş, bunların müslümanlara satılması zorunlu hale getirilmiştir. Bu uygulama zaman zaman gayri müslimlerin hiç köle edinememeleri veya bunun için ilâve vergi ödemeleri şekline de girmiştir. XV ve XVI. yüzyıl Osmanlı uygulamasında bunun örnekleri vardır (bununla ilgili iki hüküm için bk. Ahmed Refik, Hicrî On Birinci Asırda İstanbul Hayatı, s. 25-26; Hicrî On İkinci Asırda İstanbul Hayatı, s. 50-51; yine konuyla ilgili Ebüssuûd Efendi’nin bir fetvası için ayrıca bk. Düzdağ, s. 94).

Belirli bir süre İslâm toplumunda köle olarak bulunan kimseler âzat edildikten sonra toplumun hemen her katmanında etkin bir şekilde yer almış ve doğuştan hür kimselerden ayırt edilmemiştir. Daha köle iken yapılabilen, özellikle âzat edildikten sonra yoğunluk kazanan karma evlilikler, İslâm dininin ırkçılığa karşı olan anlayış ve uygulaması, âzatlı kölelere yönelik bir ayırımcılığın İslâm toplumlarında yerleşmesini önlemiştir.

Köleliğin Kaldırılması. Köleliğin XVIII. yüzyılın sonlarından itibaren kaldırılma aşamasına girdiği görülmektedir. Bunda insan hakları alanında meydana gelen olumlu gelişmelerin, uluslararası hukuk alanında sürekli barış fikrinin yerleşmesinin rolü olduğu kadar sanayi devriminden sonra kölelerin tarım işletmelerinde, sanayi işçiliğinde ve toplumun diğer hizmet alanlarında pahalıya mal olan bir iş gücü haline gelmesinin de rolü olsa gerektir. Kölelik Fransa’da 1789 devriminden sonra, İngiltere’de 1807 yılında yasaklanmış, fakat Avrupa’da bütünüyle tasfiyesi XIX. yüzyılın sonlarına kadar sürmüştür. Amerika Birleşik Devletleri’nde ise kölelik, ancak köleliğe karşı olan Kuzey devletlerinin galip geldiği iç savaş (1861-1864) sonrasında yasaklanmıştır. 1950’de imzalanan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve tamamlayıcı protokollerinde garanti edilen haklar arasında köle halinde bulundurulmama hakkı da vardır.

Osmanlı Devleti’nde köleliğin yasaklanması yolundaki ilk teşebbüs 1847’de İstanbul köle pazarının kapatılmasıyla başlar. Pazarın kapatılması köle alım satımını bütünüyle önlemediyse de buna bir darbe vurduğu inkâr edilemez. Bunu 1857’de Hicaz bölgesi hariç zenci köle ticaretinin yasaklanması izledi. Osmanlı Devleti 1890’da zenci esirlerin ticaretini yasaklayan Brüksel Sözleşmesi’ni imzaladı. Daha çok Kafkasya bölgesinden yapılmakta olan beyaz köle ticaretinin yasaklanması ise


II. Meşrutiyet’ten sonra gerçekleşti (1909). İran’da kölelik 1906 anayasasıyla yasaklandı. Diğer İslâm ülkelerinde köleliğin bütünüyle ortadan kaldırılışı XX. yüzyılın ortalarına kadar tamamlandı.

BİBLİYOGRAFYA:

Miftâĥu künûzi’s-sünne, “Ǿabîd”, “Ǿıtķ” md.leri: Müsned, I, 78; IV, 35-36; V, 413; Buhârî, “Îmân”, 22, “Keffârât”, 6, “Küsûf”, 11; Müslim, “ǾItķ”, 23, “Eymân”, 29-42; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 123, “ǾItâķ”, 13; Tirmizî, “Nüźûr”, 14; Şâfiî, el-Üm, I-VII; İbn Hişâm, es-Sîre2, I, 214-222, 247-248; II, 294, 344-345, 621; Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, Kitâbü’l-Emvâl (nşr. M. Halîl Herrâs), Kahire 1401/1981, s. 120-121, 133-134; Belâzürî, Ensâb, I, 357-367, 382, 490; Taberî, Târîħ, Kahire 1939, I, 227; Tahâvî, Şerĥu MeǾâni’l-âŝâr, I-IV; İbn Düreyd, Kitâbü’l-İştiķāķ (nşr. F. Wüstenfeld), Göttingen 1854, s. 308; Serahsî, el-Mebsûŧ, X, 40; a.mlf., Şerĥu Siyeri’l-kebîr, Haydarâbâd 1335-36, II, 265; Gazzâlî, İĥyâǿ (Beyrut), II, 219-221; Süheylî, er-Ravżü’l-ünüf, I, 164; Kâsânî, BedâǿiǾ, I-VII; Burhâneddin el-Mergīnânî, el-Hidâye, İstanbul 1290, I-II; İbn Kudâme, el-Muġnî, Kahire 1389/1969, VI, 112; ayrıca bk. tür.yer.; a.mlf., el-MuķniǾ, Kahire 1322, I-II; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ġābe, II, 176-177; İbn Hacer, el-İśâbe, I, 492-493; Abdülkādir el-Bağdâdî, Ħizânetü’l-edeb, Beyrut, ts., I, 357; Ahmed Refik [Altınay], Hicrî On Birinci Asırda İstanbul Hayatı (1000-1100), İstanbul 1988, s. 25-26; a.mlf., Hicrî On İkinci Asırda İstanbul Hayatı (1100-1200), İstanbul 1988, s. 50-51; D’Ohsson, Tableau général, IV/1, s. 381; Mahmud Esad, Kitâb-ı Nikâh ve Talâk, İstanbul 1326, s. 128; Muhammed Hamîdullah, el-Veŝâǿiķu’s-siyâsiyye, Kahire 1941; D. B. Davis, The Problem of Slavery in Western Culture, New York 1966, tür.yer.; Cevâd Ali, el-Mufaśśal, V, 570-575; Çağatay Uluçay, Harem II, Ankara 1971, s. 10-37; Halil İnalcık, “Servile Labor in the Ottoman Empire”, The Mutual Effects Between the Islamic and Judeo-Christian World, New York 1979, s. 25-52; D. Pipes, Slave Soldiers and Islam, New Haven-London 1981; E. R. Toledano, The Ottoman Slave Trade and its Suppression: 1840-1890, Princeton 1982; M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhulislâm Ebussuud Efendi Fetvaları Işığında 16. Asır Türk Hayatı, İstanbul 1983, s. 92, 94, 101; H. A. Jacobs, Incidents in the Life of a Slave Girl, Cambridge 1987, tür.yer.; Ch. Verlinden, “Slavery, Slave Trade”, Dictionary of the Middle Ages (ed. R. Strayer), New York 1989, XI, 334-340; B. Lewis, Race and Slavery in the Middle East, New York 1990; İzzet Sak, Şer’îye Sicillerine Göre Sosyal ve Ekonomik Hayatta Köleler: 17 ve 18. Yüzyıllar (doktora tezi, 1992), SÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; P. Kolchin, American Slavery: 1619-1877, New York 1993, tür.yer.; Y. Hakan Erdem, Slavery in the Ottoman Empire and its Demise: 1800-1909, London 1996; Nihat Engin, Osmanlı Devletinde Kölelik, İstanbul 1998; K. Fleet, European and Islamic Trade in the Early Ottoman State, Cambridge 1999, s. 37-58; Jr. Speros Vryonis, “Selçuklu Gulamı ve Osmanlı Devşirmesi” (trc. Mehmet Öz), Söğüt’ten İstanbul’a (der. Oktay Özel - Mehmet Öz), İstanbul 2000, s. 517-554; Gümeç Karamuk, “Devşirmelerin Hukuki Durumları Üzerine”, a.e., s. 555-572; Ömer Lütfi Barkan, “XV. ve XVI. Asırlarda Osmanlı İmparatorluğu’nda Toprak İşçiliğinin Organizasyonu Şekilleri, Kulluklar ve Ortakçı Kullar”, İFM, I/1 (1939), s. 29-74; I/2 (1940), s. 198-245; S. D. Goitein, “Slaves and Slavegirls in the Cairo Geniza Records”, Arabica, IX/1, Leiden 1962, s. 1-20; Halil Sahillioğlu, “Onbeşinci Yüzyılın Sonu ile Onaltıncı Yüzyılın Başında Bursa’da Kölelerin Sosyal ve Ekonomik Hayattaki Yeri”, Gel.D, 1979-1980 Özel Sayısı (1981), s. 76-80; A. W. Fisher, “The Sale of Slaves in the Ottoman Empire: Markets and State Taxes on Slave Sales, Some Preliminary Considerations”, Boğaziçi Üniversitesi Dergisi, VI, İstanbul 1978, s. 149-174; Y. J. Seng, “Fugitives and Factotums: Slaves in Early Sixteenth Century Istanbul”, JESHO, XXXIX/2 (1996), s. 136-169; Ahmed Nazmi, “The Functions of the White Slaves in the Social Life of the Abbasid Caliphate”, RO, LI/2 (1998), s. 90-103; Osman Çetin, “Slavery and Conversion of the Slaves to Islam in the Ottoman Society, According to the Canonical Registers of Bursa Between XVth and XVIIIth Centuries”, UÜ İlâhiyat Fakültesi Dergisi, X/1, Bursa 2001, s. 1-8; Th. W. Juynboll, “Abid”, İA, I, 110-114; R. Brunschvig, “ǾAbd”, EI² (İng.), I, 24-40; Ezekiel N. Gordon, “Slavery”, EBr., XX, 628-644; “Rıķķ”, Mv.F, XXIII, 11-93.

M. Akif Aydın - Muhammed Hamîdullah




Osmanlılar’da Kölelik. Osmanlılar’da kelime olarak esir ve köle arasında belirleyici bir ayırım bulunmaz, hür olmayan kimseler her iki kavramla da anılır. Kölelik daha sonra savaş esiri olmaksızın Afrika’dan, Kafkaslar’dan ve Kuzey steplerinden getirilip esir pazarlarında satılan kimseleri niteleyen bir kavram haline de gelmiştir.

İslâmiyet’ten önceki Türk devletlerinde savaş esirlerinin evlerde uşak, hizmetçi, işçi ve çoban olarak çalıştırıldığına dair bilgiler mevcuttur. İslâm dininin kabulünden sonra Türk sosyal hayatında kölelik müessesesi yeni bir statüye kavuşmuştur. Karahanlı, Gazneli ve Selçuklu sultanlarının hizmetinde özel olarak yetiştirilmiş köleler bulunurdu. Bu Türk devletlerinde ve özellikle Selçuklular’da ordunun önemli bir kısmını kökenleri Abbâsîler’e uzanan gulâmlar teşkil ederdi. Genellikle fethedilen yerlerden, bazan da ülke içinden sağlanan gulâmların bir başka kaynağı da köle ticaretiydi. Sahipleri tarafından yetiştirilen bu gulâmlar çeşitli devlet hizmetlerinde istihdam edilirdi. Büyük Selçuklular’ın ardından Anadolu Selçukluları’nda, kendileri köle olup hükümdarlığa yükselen Memlükler’de esirlikten köle statüsüne geçmiş askerlerin kullanıldığı bilinmektedir. Anadolu Selçukluları’nda kapıkulu askerinin kaynağı savaş esiri veya Rum, Rus, Gürcü gibi milletlerden satın alınan kölelerdi. Bunların içinde saraya alınanlar arasında Mübârizüddin Ertokuş, Celâleddin Karatay, Emîr Şemseddin Hasoğuz, Seyfeddin Torumtay gibi değerli devlet adamları yetişmiştir.

Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında esirlik müessesesinin işletilmediği, fethedilen yerlerdeki gayri müslim halkın hür insanlar gibi hayatlarını sürdürdükleri, isteyenlerin Bursa, İstanbul vb. büyük şehirlere gidebildikleri anlaşılmaktadır. Osman Bey’in esir aldığı Yarhisar beyinin kızına câriye muamelesi yapmayıp oğlu Orhan’a nikâhlaması bu uygulamanın tipik bir örneğidir. Aynı şekilde İmralı adasına adını veren Kara Ali Bey de bu adadaki papazın kızıyla evlenmişti.

Orhan Bey zamanında (1324-1360) Bursa ve İznik’in fethinden sonra buralardan hiç esir alınmamış, isteyenlerin bu şehirlerden ayrılabilecekleri bildirilmişse de halkın pek çoğu evini barkını terketmemiştir. Dul kalan kadınların kendilerine ve çocuklarına bakacak kimseleri olmadığından söz etmeleri üzerine Orhan Bey askerlerinden isteyenlerin bu kadınları nikâhla alabileceklerini, bunlarla evlenenlerin İznik’te muhafız olarak kalacaklarını belirterek bu evliliği teşvik etmiştir.

Osmanlı Devleti’nde ilk esirler I. Murad devrinde Rumeli fetihleri sırasında alınmaya başlanmış ve uzunca bir süre esirlik müessesesinin yegâne kaynağı savaşlar olmuştur. Onun saltanatı döneminde Bursa Kadısı Çandarlı Kara Halil Efendi’nin tavsiyesi üzerine devletin asker ihtiyacını karşılamak üzere pençik kanunu yürürlüğe girmiştir. Buna göre savaş esirlerinden askerliğe elverişli olanların beşte biri asker yapılmıştır. Devletin hissesine düşen esirlerin bir kısmı ise yine esaret altındaki müslümanlarla takas edilmiştir. I. Murad zamanında (1360-1389) kurulan Yeniçeri Ocağı’nın çekirdeğini bu esirler oluşturmuştur. Diğer esirler savaş ganimeti olarak gaziler arasında taksim edilir, onlar bunları ya kendi hizmetlerinde kullanır veya satarlardı. Böylece işlemeye başlayan esirlik müessesesi yapılan fetihlerle sınırların genişlemesine paralel olarak gelişmiş, esirler sosyal hayatın önemli bir unsuru olmuştur.

Savaşlar ve akınlar sırasında ele geçirilen esirlere iyi davranılır, karınları doyurulur, başları tıraş edilir, kendilerine yeni el-biseler giydirilirdi. “Dil” denilen bu esirlerin bazısı casus olarak kullanılır, bunlardan ülkeleri ve orduları hakkında bilgi


alınırdı. Müslüman olanlar ayrı statüye tâbi tutulur, çeşitli hizmetlerde istihdam edilir, kesinlikle takas işleminde kullanılmazdı. Fidye vererek kurtulmak isteyen esirlere engel olunmazdı. Ancak zulmüyle kötü ün salmış olanlara bu hak tanınmaz, bunlar ya öldürülür ya da kürek mahkûmu olurlardı. Kafileler halinde şehir merkezine getirilen esirler halka teşhir edilirdi. Niğbolu muharebesinde esir düşen Fransız asilzadelerini Gelibolu üzerinden Bursa’ya ve Mihalıç’a götüren Yıldırım Bayezid onlara gayet iyi davranmış, avlanmalarına bile müsaade etmişti. Bu esirlerden birçoğu fidye karşılığı bir süre sonra serbest bırakılmıştır.

Pençik kanunu gereğince savaş esirlerinden faydalanılmaya devam edilirken Ankara Savaşı sonunda yavaşlayan fetihler sebebiyle azalan esir sayısı asker ihtiyacını karşılamaya yetmeyince Çelebi Mehmed zamanından (1403-1421) itibaren ülke içindeki gayri müslim halkın erkek çocuklarının asker yapılmasına başlanmıştır. II. Murad döneminde (1421-1451) çıkarılan devşirme kanununa göre toplanan bu çocukların bir kısmı devletin idarî kademelerinde istihdam için Enderun’a alınmıştır.

İstanbul’un fethinin ardından başlayan askerî seferler sayesinde esir sayısında yeniden artış olmuştur. II. Mehmed fethettiği İstanbul ve civarını iskân için savaş esirlerinden de yararlanmıştır. Belgelerde “ortakçı kullar” şeklinde geçen bu esirler Haslar kazasındaki köylerde toprak işçisi olarak kullanılmıştır. Bursa, Biga, Edirne, Konya bölgelerindeki köylerde, Batı Anadolu ve Rumeli’nin bazı vezir vakıflarına ait yerleşme yerlerindeki ziraat alanlarında istihdam edilen ortakçı kulların hukukî statüsü Batı’daki kölelik anlayışından farklıydı. Gerçek kölelikle hür köylülük arasında bir zümre olan ortakçı kullar XVI. yüzyılda reâyâ sınıfına dahil edilmiştir (Barkan, Türkiye’de Toprak Meselesi, s. 575 vd.).

Savaş esirlerinin giderek azalması köle ticaretinin artmasına sebep olmuştur. XIX. yüzyıl başlarına kadar bütün dünyada serbest olan köle ticareti Osmanlılar’da belli kurallar içinde yapılırdı. Sadece müslümanlar tarafından yapılmasına izin verilen kök ticaretinin en önemli merkezleri başta İstanbul olmak üzere Asya’da Bağdat, Şam, Erzurum, Konya, Medine, Halep, Afrika’da Kahire, Avrupa’da ise Belgrad ve Sofya idi. Bu ticarette özellikle Afrikalı köleler başta geliyordu. Öteden beri Kızıldeniz ticaret yolunda çeşitli değerli mallar yanında zenci köle ticareti de yapılırdı. Bu esirlerin kaynağı ise Sudan ve Habeşistan’dı. Putperest Habeş kabilelerinden, özellikle Galla bölgesinden ve Dârfûr’un güneyindeki halklardan toplanan zenci köleler Hindistan, Mısır ve Arabistan taraflarına sevkedilirdi. Kuzey Afrika devletleriyle İran, Anadolu, Arap yarımadası ve Asya’daki diğer İslâm devletlerinin köle ihtiyacı da Habeşistan’dan sağlanırdı. Dârfûr kervanıyla deniz ve kara yoluyla yapılan ticaret sayesinde Circe’ye her yıl 5-6000 köle getirilirdi. Bunların beşte dördü altı-otuz yaşları arasında olup çoğunu on-on beş yaş grubu kadın ve kızlar teşkil ederdi. Köle tüccarları Circe sancak beyine her köle veya deve için gümrük vergisi öderdi. Bunun esir başına 4, deve başına 2 altın olduğu, sancak beyinin mübâşirine de köle başına 9, deve başına 4 para verildiği anlaşılmaktadır (Orhonlu, s. 101). Daha sonra Kahire’ye getirilen kölelerden sekiz-on yaşlarındaki erkek çocuklar kısırlaştırılırdı. Kervan sahipleri Kahire’de her köle veya deve başına yine belli oranlarda vergi öderdi. Kölelerin bir kısmı burada ortalama 35 altına satılırdı. Osmanlı tüccarları tarafından satın alınan köleler İstanbul’a götürülürdü. Osmanlı sarayına alınan zenci kölelerin eğitilerek çeşitli harem hizmetlerinde kullanıldığı, birçoğunun Dârüssaâde (kızlar) ağalığına kadar yükseldiği bilinmektedir.

Kırım hanları, XVII. yüzyıl sonlarına kadar Çerkez beylerinden vergi karşılığı her yıl köle alırlar ve bunları İstanbul’a sevkederlerdi. Ancak bu yüzyıldan itibaren Kafkas kavimlerinin müslüman olması bu uygulamanın yapılmasında anlaşmazlığa yol açmış, hatta Kaplan Giray Han 1708’de Çerkez beylerinin üzerine bir sefer düzenlemişti. Rus Çarlığı’nın güçlenip Kafkasya’ya el atması beyaz köle piyasasında fiyatların artmasına yol açmış, buna bağlı olarak zenci ticaretinde büyük artış olmuştur. Bunun üzerine Sadrazam Şehid Ali Paşa, zenci ticareti artışının durdurularak İstanbul’a sevkedilen zenci kölelerin hadım edilmesini yasaklamıştır. Garp ocaklarından toplanan esirler genellikle Rodos, İstanköy ve Eğriboz pazarlarında el değiştirerek İstanbul’a intikal ederdi. XVI-XVII. yüzyıllarda yapılan akınlar ve fetihler sonucunda Orta Avrupa ile Lehistan’dan İstanbul’a bol miktarda esir gelmiştir. Bunlardan saraya girme şansını elde eden kadın esirler padişah zevceliğine, hatta vâlide sultanlığa kadar yükselebilirlerdi.

İstanbul’daki ilk esir pazarı Haseki semtindeydi. XVI. yüzyılda şehrin ticaret merkezi olan Bedesten civarına kayan esir alım satımı, XVII. yüzyıl başlarından itibaren Kapalı Çarşı ile Nuruosmaniye civarında bulunan Tavukpazarı’ndaki Esir Hanı’nda yapılmaya başlanmıştır. Aynı yüzyıl ortalarında yanan, ardından tamir gören ve XVIII. yüzyıl sonlarına kadar varlığını koruyan, fakat günümüze hiçbir izi kalmayan Esir Hanı iki katlı, tek kapılı ve 300 odalı bir yapıydı. Her biri bir esir tâcirine ait bu odalarda tutulan esirler, hanın ortasındaki meydanda açık arttırma usulü veya özel pazarlıkla satılırdı. Esir Hanı, bizzat esircilerin ifadesiyle “ibâdullahın haremi” olup müslümanların kutsal aile yuvasıyla eşdeğerde sayıldığından gayri müslimler yanında müslümanların ayak takımının bile giremediği bir yerdi.

XVIII. yüzyıl sonlarında İstanbul’a gelen Fransız seyyahı Olivier’nin gözlemlerine göre Osmanlı sarayına girmeleri için bizzat ana babaları tarafından satılan Gürcü ve Çerkez kızları çocuk yaşlarda esir pazarına getirilirdi. Burada arz-talep kuralına göre belirlenen fiyatlar 1790’larda 500-1000 kuruş arasında değişirdi. Satış sırasında kadın köleler kesinlikle çıplak gösterilmez, alıcı adına vücutları hakkında sadece yaşlı bir kadın bilgi sahibi olabilir, hiçbir gayri müslim esir pazarına giremezdi. Esir tâcirleri arasında, satılacak kızları gayri müslim birinin görmesi halinde onlara değerinden kaybettireceği şeklinde garip bir inanış vardı (Türkiye Seyahatnamesi, s. 86).

Toptan köle ticaretiyle uğraşanlara esir tüccarı, bu işi küçük çapta yapan erkek veya kadınlara ise esirci denirdi. Esir tâcirleri ellerindeki esirlerin iyi para etmesi için onların yemesine, içmesine, giyim kuşamlarına dikkat eder, yetenekli olanlara müzik, dans ve çeşitli el sanatları öğretirlerdi. İslâm dininin emirleri gereği bazı istisnalar dışında sahiplerince esirlere iyi davranılırdı. Kadın esirler genellikle aile içi hizmetlerde kullanılır, kendilerine çeşitli meslekler öğretilir, çok defa evlendirilir veya âzat edilirlerdi.

Esirci olmanın ve esir ticaretinin sıkı kuralları vardı. Esirciler ve yamak denilen yardımcılarının evli ve güvenilir kimseler olmasına özen gösterilirdi. Geceleri Esir Hanı’nda kimse kalmaz, satılık esirler esircilerin evlerinde, konaklarında geceler, sabahleyin tekrar esir pazarına götürülürlerdi. İstanbul dışından köle satmaya gelenlerin satamadıkları köleler kötü kişilerin eline düşmemesi için esirci


tüccarı tarafından satın alınır, böylece bunların fuhşa sürüklenmesi önlenirdi. Ellerindeki köleleri aşırı derecede dövenlerle kusurlu veya hastalıklı köleleri pazarlayanlar şiddetle cezalandırılırdı. Aşırı dövülen ve yaralanan bir köle efendisini mahkemeye verebilirdi.

Köle ticaretinin denetimi ve yürütülmesi belli ücret karşılığında devletçe iltizama verilirdi. XVII. yüzyılda İstanbul’daki Esirhâne Eminliği’nin iltizam bedelinin yılda 100 kese akçe olduğu anlaşılmaktadır. Diğer esnaf kuruluşları gibi esircilerin de bir loncası vardı. İstanbul Esirhâne Eminliği’ne bağlı görevliler arasında bir kethüdâ ile esircilerin kendi içlerinden seçtikleri bir şeyh, yiğitbaşı, çavuş ve dellâllar vardı. Ünlü bestekâr Itrî Efendi bir süre esirciler kethüdâlığı yapmıştı. Esir Hanı’nın demir kapısının dibindeki odada bulunan emin alınıp satılan gulâm ve câriyelerden belli oranlarda vergi tahsil ederdi. Evliya Çelebi, XVII. yüzyılda İstanbul’daki esirci mevcudunun 2000 kişi olduğunu belirtmektedir (Seyahatnâme, I, 563-564). Ölen veya köle ticaretini bırakan esircinin kadrosu kefaletle bir başkasına verilirdi. 1640 tarihli narh defterinde esirciler hakkında bilgi mevcuttur. Suistimale pek müsait olan bu işi kontrol altına almak için sayıları 100’ü geçen erkek ve kadın esircilerden 60 kadarına ikametgâh adresleriyle isim isim zikredilerek satış yetkisi verilmiş, böylece elinde izin beratı olmayanların köle ticareti yapmasının önüne geçilmek istenmiştir. Zaman zaman müslüman kadın ve kızlarını yabancı elçilere ve zengin gayri müslimlere peşkeş çeken bazı kadın esircilerle görevini kötüye kullanan erkek esircilerin bu tür fesatlarını önlemek için isimleri kayıtlı esirciler ve dellâllar zincirleme olarak birbirine kefil yapılmış, içlerinden biri uygunsuz iş yaparsa hepsinin sorumlu tutulacağı belirtilmiştir. Bu arada kölenin alım bedelinin onda biri kadar kârla satışa sunulması da kararlaştırılmıştır (Kütükoğlu, s. 255-258).

1826 tarihinde II. Mahmud tarafından Esirhâne Eminliği kaldırılarak esirci es-nafının denetimi ihtisab ağalığına devredilmiştir. Aynı yıl çıkarılan İhtisab Ağalığı Nizamnâmesi’nde köle ticareti ve kölelikle ilgili hükümler de yer almaktadır. Buna göre esir pazarında esircilerin odalarında bekçi olarak görev yapan kişiler tesbit edilecek ve kefalete bağlanacak, ihtisab ağası güvenilir bir adamını esir pazarında bulundurarak esir ticaretindeki suistimallere engel olacak, hastalanan esirlerin tedavisi efendisi tarafından yaptırılacak, hür birini köle diye satanlar sürgün cezasına çarptırılacaktı.

İstanbul’da esir ticaretinin yapıldığı Esir Pazarı, Sultan Abdülmecid’in emriyle 1847’de kapatılmışsa da (Lutfî, VIII, 133-134) bazı esirciler bu işi kendi evlerinde, bazıları da Fâtih Camii civarı ile Tophane semtinde kaçak olarak sürdürmüşlerdir. Bunun üzerine 1857 yılı başlarında Sultan Abdülmecid Mısır, Trablusgarp ve Bağdat valilerine gönderdiği emirle zenci ticaretini kesin olarak yasaklamış, bu işi yapanların cezalandırılacağını belirtmiştir (Düstur, Birinci tertip, IV, 368). 1876 Kānûn-ı Esâsîsi’nde yasaklanan köle ticaretinin kaldırılmasıyla ilgili olarak 1891’de (a.g.e., Mütemmim, s. 132) ve nihayet Sultan Reşad zamanında bir kanun çıkarılmıştır (a.g.e., İkinci tertip, I, 831-832). Bu yasaklamalara rağmen köle ticareti az da olsa imparatorluğun sonuna kadar devam etmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

Bursa Şer’iyye Sicilleri, A-145, 1a; BA, Cevdet-Zaptiye, nr. 239, 282, 410, 465, 768, 807, 1133, 1492; BA, Cevdet-Adliye, nr. 178, 649, 801, 1538, 1880, 2595, 3382, 4764, 5693; BA, Cevdet-Bahriye, nr. 704, 714; BA, MD, nr. 6, s. 168, 195, 311, 663, 740, 1082, 1085, 1317, 1457; BA, İbnülemin-Hatt-ı Hümâyun, nr. 447; Nizâmülmülk, Siyâsetnâme (Bayburtlugil), s. 109, 149 vd., 180, 397; Gazavât-ı Sultân Murâd b. Mehemmed Hân (nşr. Halil İnalcık - Mevlûd Oğuz), Ankara 1978, s. 67-69; Âşıkpaşazâde, Târih (Atsız), s. 16, 21, 22, 45, 46, 59, 60, 128, 133-134; Edirneli Oruç Beğ, Oruç Beğ Tarihi (nşr. Atsız), İstanbul 1972, s. 41-43; Neşrî, Cihannümâ (Unat), I, 158, 196 vd.; II, 616, 626; Selânikî, Târih (İpşirli), I, 5, 290, 330; II, 507, 509, 534, 563, 787, 833; Evliya Çelebi, Seyahatnâme, I, 563-564; Naîmâ, Târih, V, 258; Ahmed Resmî, Hamîletü’l-küberâ, TSMK, Emanet Hazinesi, nr. 1403, tür.yer.; D’Ohsson, Tableau général, VI, 2 vd.; Olivier, Türkiye Seyahatnamesi: 1790 Yıllarında Türkiye ve İstanbul (trc. Oğuz Gökmen), Ankara 1977, s. 83 vd.; Düstur, Birinci tertip, İstanbul 1296, IV, 368; Mütemmim, s. 132; İkinci tertip, İstanbul 1329, I, 831-832; Lutfî, Târih, VIII, 133-134; Ahmed Refik [Altınay], Hicrî On Birinci Asırda İstanbul Hayatı (1000-1100), İstanbul 1988, s. 54-55; a.mlf., Hicrî On İkinci Asırda İstanbul Hayatı (1100-1200), İstanbul 1988, s. 50-51; a.mlf., On Altıncı Asırda İstanbul Hayatı (1553-1591), İstanbul 1988, s. 43-44; Hikmet Turhan Dağlıoğlu, Onaltıncı Asırda Bursa, Bursa 1940, s. 23-24; Barkan, Kanunlar, s. 32, 38, 48, 84, 88 vd., 137, 147, 162, 164, 183, 188, 223, 312, 317, 319, 339, 371, 394, 400; a.mlf., Türkiye’de Toprak Meselesi, İstanbul 1980, s. 575-716; a.mlf., “Edirne Askerî Kassâmına Ait Tereke Defterleri (1545-1659)”, TTK Belgeler, III/5-6 (1966), tür.yer.; Uzunçarşılı, Kapukulu Ocakları, I, 6 vd.; a.mlf., Osmanlı Tarihi, I, 107, 121-122, 166, 419-420; S. Takáts, Macaristan Türk Âleminden Çizgiler (trc. Sadrettin Karatay), İstanbul 1970, s. 58-60, 71-72, 91-92, 105-106, 164-167, 199-201, 206-214; Çağatay Uluçay, Harem II, Ankara 1971, tür.yer.; Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğu’nun Güney Siyaseti: Habeş Eyaleti, İstanbul 1974, s. 3, 43, 74, 100-102, 138; Mübahat S. Kütükoğlu, Osmanlılarda Narh Müessesesi ve 1640 Tarihli Narh Defteri, İstanbul 1983, s. 255-258; Mehmet Altay Köymen, Alp Arslan ve Zamanı, Ankara 1983, II, 225 vd., 321 vd.; Halil Sahillioğlu, “Onbeşinci Yüzyıl Sonunda Bursa’da Dokumacı Köleler”, Atatürk Konferansları VIII: 1975-1976, Ankara 1983, s. 218-227; a.mlf., “Onbeşinci Yüzyılın Sonu İle Onaltıncı Yüzyılın Başında Bursa’da Kölelerin Sosyal ve Ekonomik Hayattaki Yeri”, Gel.D, 1979-1980, Özel Sayısı (1981), s. 68-69, 76-80, 110-111; R. Mantran, 17. Yüzyılın İkinci Yarısında İstanbul (trc. Mehmet Ali Kılıçbay - Enver Özcan), Ankara 1986, II, 111-113; A. H. Lybyer, Kanuni Sultan Süleyman Devrinde Osmanlı İmparatorluğu’nun Yönetimi (trc. Seçkin Cılızoğlu), İstanbul 1987, s. 54, 74, 80 vd.; Ziya Kazıcı, Osmanlılarda İhtisab Müessesesi, İstanbul 1987, s. 119 vd.; K. Tebly, Dersaadette Avusturya Sefirleri (trc. Selçuk Ünlü), Ankara 1988, s. 196-197, 265-268; Osman Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar, Ankara 1988, s. 183-184; Nihat Engin, Osmanlı Devletinde Kölelik (doktora tezi, 1992), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; Bülent Tahiroğlu, “Osmanlı İmparatorluğunda Kölelik”, İÜ Hukuk Fakültesi Mecmuası, XLV-XLVII/1-4, İstanbul 1982, s. 649 vd.; W. Buch, “XIV-XV. Yüzyılda Kudüse Giden Alman Hacılarının Türkiye İzlenimleri” (trc. Yüksel Baypınar), TTK Belleten, XLVI/183 (1983), s. 525-526; İzzet Sak, “Konya’da Köleler (XVI. Yüzyıl Sonu-XVII. Yüzyıl)”, Osm.Ar., IX (1989), 159-197; Pakalın, I, 552-555; II, 300-302; H. İnalcık, “Җћulām”, EI² (İng.), II, 1085-1091; Reşat Ekrem Koçu, “Esir, Esirciler, Esirciler Kethüdası, Esirhane Eminliği, Esir Hanı, Esir Pazarı”, İst.A., X, 5269-5278.

Nihat Engin