KADI

(القاضي)

Hukukî uyuşmazlıkları ve davaları karara bağlamak üzere devletçe tayin edilen görevli, hâkim.

Arapça’da kazâ (kadâ) kökünden ism-i fâil olan kādî, fıkıh terimi olarak insanlar arasında meydana gelen çekişme ve davaları şer‘î hükümlere göre çözümlemek için yetkili makamca tayin edilen kişiyi ifade eder (Mecelle, md. 1785). Kadıların tayin, terfi ve azilleriyle yetkili kimseye “kādılkudât” veya “kādılcemâa”, kadı tarafından yargılama yapmak üzere görevlendirilen kişiye de “halife, nâib” yahut “vekil” adı verilir.

Kur’ân-ı Kerîm’de kadı kelimesi bir yerde (Tâhâ 20/72) “hükmünü, sözünü geçiren” mânasında sözlük anlamıyla, hâkim kelimesinin çoğulu olan hükkâm da yine bir yerde (el-Bakara 2/188) “uhdesinde yargı yetkisi de bulunan yöneticiler” mânasında kullanılmıştır. Hadislerde hem hâkim hem kadı kelimesi çok sayıda zikredilmiş, hâkimle, kamu adına görev yaparak idarî, malî, kazâî vb. hususlarda yönetme ve karar verme yetkisine sahip yöneticilerle naslardan hüküm çıkarabilme gücüne sahip âlimler, kadı kelimesiyle de görev unvanı kadı olsun veya olmasın insanlar arasında meydana gelen davalara bakıp karara bağlayan kimseler kastedilmiştir.

Fıkıh literatüründe “hükmetmek, hüküm vermek, idare etmek, yargılamak, iyileştirmek amacıyla engel olmak” anlamındaki hüküm kelimesinin ism-i fâili olan hâkim tekil olarak kullanıldığında bununla halife, sultan, hükümdar unvanlarıyla bilinen devlet başkanı, hükkâm şeklinde çoğul olarak kullanıldığında ise yine halife ile vali, kumandan gibi kamu adına görev yapan ve alanlarıyla ilgili konularda hüküm verme ve uygulama gücüne sahip bulunan üst yöneticiler kastedilir. Bununla birlikte hüküm kelimesinin sözlük anlamıyla bağlantı kurularak kadıya da -zalimin zulmüne engel olup hakkı sahibine iade ettiği için- hâkim denildiği ve “edebü’l-kādî” türü eserlerde az da olsa kadı yerine hâkim kelimesinin kullanıldığı görülür. Mecelle’de ise ilgili bölüm başlığı “kazâ” olmasına rağmen kadı yerine hâkim kelimesinin kullanılması tercih edilmiştir. İslâm ülkelerinde Dîvân-ı Mezâlim, hisbe ve şurta kurumları belirli yetkilerle yargılama faaliyetinde bulunmakla birlikte bunlardan hiçbirinin yöneticisine kadı veya hâkim unvanı verilmemiş, mezâlim yöneticisi “vâli’l-mezâlim, sâhibü’l-mezâlim”; hisbe görevlisi “muhtesib, vâli’l-hisbe”; şurta yöneticisi “vâli’ş-şurta, vâli’l-harb, vâli’l-ahdâs” gibi adlarla anılmıştır.

Tarihî Gelişim. Kur’an’da geçmiş peygamberlerin hayat hikâyeleri anlatılırken doğrudan veya dolaylı olarak onların yargı işleriyle görevlendirildiklerine de temas edilir (el-Mâide 5/44; Sâd 38/26). Câhiliye devrinde hakemler ve kabile ileri gelenleri eliyle yürütülen, re’ye, örf ve âdete dayalı şifahî yargılama usulü İslâm döneminde ıslah edilerek belli esaslara bağlanmış ve kamu görevi haline getirilmiştir. Kur’an’da adalete sıkça vurgu yapılarak bir taraftan fertlerin birbirlerinin haklarına saygı göstermeleri istenirken diğer taraftan insanlar arasında meydana gelecek davaların çözüme kavuşturulması, hakların sahiplerine iade edilmesi ve suçluların cezalandırılmasının gereği üzerinde durulmuştur. Kur’an’da bu mesajın bir parçası olarak Hz. Peygamber’in yargı işleriyle de görevlendirildiği açık bir şekilde beyan edilmiş (en-Nisâ 4/65, 105; el-Mâide 5/48), Resûl-i Ekrem de İslâm’da ilk kadı sıfatıyla insanlar arasında meydana gelen birçok hukukî çekişmeyi karara bağlamış (Müslim, “Aķżıye”, 4; Ebû Dâvûd, “Aķżıye”, 7; Tirmizî, “Aĥkâm”, 2) ve onun yargı kararları ayrı bir literatür oluşturacak bir yeküne ulaşmıştır. Hz. Peygamber’in İslâm toplumunun genişlemesine ve görülecek davaların sayısındaki artışa paralel olarak Hz. Ömer, Amr b. Âs, Ukbe b. Âmir, Huzeyfe b. Yemân gibi sahâbîlere Medine’de yargı yetkisi verdiği, bazılarını cezaların infazına memur ettiği, Hicaz bölgesinde ve Güney Arabistan’da yeni fethedilen şehir ve bölgelere idarî işleri tedvir etmek üzere valiler tayin ettiği ve onlara yargı görevi de verdiği bilinmektedir. Meselâ Muâz b. Cebel (Cened), Ali b. Ebû Tâlib (Yemen), Osman b. Ebü’l-Âs (Tâif), Muhâcir b. Ebû Ümeyye (San‘a), Ziyâd b. Lebîd (Hadramut), Alâ b. Hadramî (Bahreyn) ve Attâb b. Esîd’i (Mekke) Medine dışına kadı veya vali unvanıyla göndermiş, ayrıca Ma‘kıl b. Yesâr’ı Yemen’de kendi kavmi içinde, Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı da Necran hıristiyanları arasında meydana gelen davalara bakmakla görevlendirmiştir.

Devletin teşkilâtlanmasında önemli yapısal değişikliklerin olduğu Hz. Ömer devrinde ülkenin fetihlerle genişleyip idarî ve kazâî işlerin çoğalmasının ardından başta Medine olmak üzere Mısır, Irak ve Suriye bölgelerindeki şehirlere ayrıca kadılar tayin edildi. Medine’de halife, vilâyetlerde valiler sınır ve cinayet davalarına bakarken kadılar sadece medenî davalarla ta‘zir cezası gerektiren davalara bakmakla yetkili kılındılar. Bu dönemde kadıların faaliyeti bir yönüyle fetvaya benzediği için onlara müftü adı da verilmekteydi (Vekî‘, I, 288). Bu uygulama Hz. Osman ve Ali’nin hilâfetleri döneminde de sürdürüldü.


Emevî Devleti’nin ilk halifesi Muâviye’nin, başşehir Dımaşk’ta hukuken sahip olduğu yargı yetkisini tayin ettiği kadıya devretmesini ve yargı işleriyle hiç meşgul olmamasını taşrada valilerin yargı yetkilerini tayin ettikleri kadılara devretmeleri takip etti. Tayin edilen bu kadılar medenî ve cezâî davaların tamamına, halife ve valiler ise sadece mezâlim mahkemelerine intikal eden davalara bakmaktaydı. Emevîler devrinde kadılara ayrıca idarî, malî ve eğitimle ilgili görevlerle yetim ve vakıf mallarını koruma görevleri de verildi.

Abbâsîler’in ilk dönemlerinde halifeler bizzat kadıların tayin ve azliyle meşgul olmuşlarsa da şehirlerin yerleşim alanları genişleyip nüfusları artınca büyük şehirlere birden fazla kadı tayinine ihtiyaç duyuldu ve ülke çapında kadıların sayısı arttı. Bunun üzerine Hârûnürreşîd, önce şehirlere tayin edilecek kadıların seçiminde kendisine yardımcı olması için Hanefî mezhebinin meşhur hukukçusu Ebû Yûsuf’u kādılkudât olarak tayin etti. Kādılkudâtların daha sonra kadıların tayin, terfi ve azli konusundaki yetkileri tedrîcî biçimde arttı (bk. KĀDILKUDÂT). Abbâsîler’in orta dönemlerinden itibaren mezheplerin teşekkülüyle eş zamanlı olarak bölge ve şehirlere orada yaşayanların amelî mezhebi dikkate alınıp kadıların tayin edilmesi ve bunların mezhep disiplini içinde yargılama yapması yargı birliğinin sağlanması açısından önemli bir gelişmedir. Ayrıca bu dönemde geniş bölgelere tayin edilen kadılara vekil, halife, nâib adıyla yardımcı kadı tayin etme yetkisi de tanındı.

İlk devirlerde kadı ve müftü ayırımı çok açık olmasa da ileri dönemlerde kadı ve müftü İslâm toplumunun dinî ve içtimaî hayatının şekillenmesinde çok önemli rollere sahip iki ayrı şahsiyeti temsil eder. Özellikle kadılar üstlendikleri diğer ek görevler sebebiyle bölgenin üst yöneticilerinden olup başlangıçtan itibaren idarî yapılanma ve siyasî gelişmelerde etkin bir role sahip oldular (Bligh-Abramski, XXXV/1 [1992], s. 40-71).

Yargılama hukuku alanında ilk dönemlerden itibaren yazılan müstakil eserler ve klasik fıkıh literatürünün bu konuya ayrılmış bölümleri, anahatlarıyla Abbâsîler devri yargı hukukunu ve o zamana kadar oluşan fıkhî birikimi yansıtmakla birlikte geniş bir coğrafyaya yayılan canlı uygulama örneklerinden beslendiği ve bunların çeşitliliğini de içinde barındırdığı için ilâve ve farklı uygulamalara da kapı aralayan bir üslûp ve içerik taşır. Bunun için de kadılarda aranan nitelikler, kadıların tayin, terfi ve azillerinde uygulanan esaslar, görev, yetki ve sorumlulukları gibi konularda fıkıh literatüründe yer alan bilgiler, İslâm toplumlarının bu alandaki tarihî tecrübesini ve hukukî tefekkürünü de temsil eden ve daha çok eğitici ve tanıtıcı rolü ağır basan bir hüviyete sahiptir.

Kadılarda Aranan Nitelikler. Adalet, dinî literatürde üzerine en çok vurgu yapılan temel kavramlardan biri olduğu, toplumun barış ve huzur içinde yaşamasının da ön şartı olarak görüldüğü için onun gerçekleşmesinde büyük rolü bulunan kadılık kutsal bir meslek sayılmış, bu göreve getirilecek kimselerde aranan niteliklere de bunun için ayrı bir önem verilmiştir. Fakihlerin bu konuda ileri sürdüğü görüşler, toplumda mümkün olduğu ölçüde en vasıflı kimselerin bu görevi üstlenmesini temine yöneliktir. Kur’an’da emanetin ve sorumlulukların ehliyetli ve liyakatli kimselere tevdi edilip insanlar arasında adaletle hüküm verilmesi üzerinde ısrarla durulur (en-Nisâ 4/58; el-Mâide 5/42-50, 95; Sâd 38/26). Hz. Peygamber, kamu görevlerinin ehil kimselere verilmesi ilkesine atfettiği önemin bir parçası olarak yargı görevini üstlenecek sahâbîlerin buna uygun meziyetlere sahip olmasını istemiş, bu kişileri, hüküm verirken elinden gelen çabayı sarfetmesi halinde tıpkı müctehid gibi yanılsa bile yine ecir alacağını bildirerek göreve teşvik etmiş, yeterli şartları haiz olmayanların görev taleplerini de geri çevirmiştir (Ebû Dâvûd, “Aķżıye”, 2-3; Nesâî, “Âdâbü’l-ķuđât”, 4). Kadılık görevini üstlenmenin “bıçaksız boğazlanma”, yani ateşten gömlek giymek olduğuna işaret eden hadislerin yanı sıra bir hadiste bu görevin mânevî sorumluluğunu belirtmek üzere şöyle denilmiştir: “Kadılar üç kısımdır. Bir kısmı cennette, iki kısmı ateştedir. Cennette olanlar hakkı bilip onunla hükmedenlerdir. Hakkı bildiği halde hükmünde zulmeden kimse ise ateştedir. İnsanlar arasında bilgisizce hükmeden kimse de ateştedir” (İbn Mâce, “Aĥkâm”, 2-3; Ebû Dâvûd, “Aķżıye”, 1-3). Bu sebeple ilk dönemlerde ilim ve irfanıyla tanınmış bazı kişiler, kendilerine teklif edilen kadılık görevini mânevî sorumluluğunun büyük olması sebebiyle kabul etmemiştir (Vekî‘, I, 19-29; İbn Ebü’d-Dem, I, 262-270).

Fakihler, kadılık nitelik ve şartlarından başlıcalarını sıralarken hukukî işlemde bulunmak için gerekli diğer şartlara ilâve olarak kadı tayin edilecek kimselerin derin hukuk bilgisine, vücut bütünlüğüne, sosyal ilişkilerin gereklerini, halkın ihtiyaçlarını, örf ve âdetlerini kavramaya elverişli kültüre, dış etkilere karşı koyacak derecede ahlâk, karakter ve seciyeye sahip olmaları, dinî emir ve yasaklara aykırı davranışlarda bulunmamaları gerektiğini ifade ederler. Mecelle’de kadının özellikleri sıralanırken onun hakîm, fehîm, müstakîm, emîn, mekîn, metîn olması, fıkıh meselelerine ve yargılama usulüne vâkıf ve davaları onlara uygulayarak sonuçlandırmaya muktedir bulunması şartı aranmış, böylece kadılığın bilgi, sanat ve yüksek bir karakter işi olduğu belirtilmiştir (md. 1792-1794). Gayri müslimlerin müslümanlara kadı tayininin câiz görülmeyişi, hem kadının şer‘î ahkâmı uygulayacak olması hem de kadılığın üst düzey kamu görevi oluşuyla açıklanır.

Bu hususta dikkate değer bir tartışma kadınların kadı tayin edilip edilemeyeceği konusudur. Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî fakihleri bu meselede olumsuz görüşe sahipken İbn Cerîr et-Taberî ve Hasan-ı Basrî gibi bazı âlimler yargıyı fetva vermeye benzeterek kadınların da hukuk ve ceza davalarına bakmak üzere kadı olarak tayin edilebileceği görüşünü savunmuş, Hanefîler ve İbn Hazm, orta bir yol tutup kadınların sadece şahitliklerinin kabul edildiği hukuk davalarına bakmak üzere kadı tayin edilebileceklerini ifade etmiştir (el-Muĥallâ, X, 631; Kâsânî, VII, 3). Karşı görüşte olanlar, erkeklerin yöneticilik konumunu hatırlatan âyetleri (en-Nisâ 4/34) ve işlerin kadınlara tevdi edilmesini kınayan amaç ve yorumu tartışmalı hadisi (Buhârî, “Meġāzî”, 82, “Fiten”, 18; Nesâî, “Âdâbü’l-ķuđât”, 8) delil getirirlerse de daha çok kendi dönemlerine kadarki uygulamayı ve toplumsal telakkiyi esas almaktadırlar. Mâverdî bu konuda icmâ bulunduğunu söylerken bu uygulama birliğini kastetmiş olmalıdır (el-Aĥkâmü’s-sulŧâniyye, 83; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, III, 1457).

Kadı olarak tayin edilecek kimsenin derin hukuk bilgisine sahip bulunması üzerinde görüş birliği varsa da müctehid seviyesinde âlim olması şartı fakihler arasında tartışmalıdır. Hz. Peygamber’den itibaren Abbâsîler’in ilk dönemlerine kadar kadılar müctehidler arasından seçiliyordu. Onlar da naslardan hüküm çıkararak, nasların bulunmadığı konularda ictihad ederek davaları karara bağlıyordu. İctihadlarında tamamıyla serbest idiler. İlk dönem Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî hukukçuları,


özellikle yargı alanındaki bu uygulamadan hareketle müctehidlik şartlarını taşımayan kişilerin herhangi bir görüşe ve mezhebe göre davaları karara bağlamak üzere kadı tayin edilemeyeceğini söylemişlerdir. Hanefîler’le bazı Mâlikî ve Zeydiyye fakihleri ise her zaman ve her yerde ictihad şartlarını taşıyan kişileri bulmakta güçlük çekileceğini, dolayısıyla ictihad derecesine ulaşmamış fakihlerin de herhangi bir mezhebin görüşlerini veya herhangi bir müctehidin belirli bir görüşünü uygulamak üzere kadı tayin edilebileceğini savunurlar. Sonraki devirlerde yaşayan fakihlerin hemen hemen tamamı Hanefîler’in bu görüşüne katılmıştır.

Tayini. İslâm toplumlarının siyaset geleneğinde yargı hilâfete dahil görevlerden biri kabul edildiğinden kadı tayini yetkisi siyasi otoriteyi temsil eden devlet başkanına aittir ve kadı onun vekili sayılır. Klasik kaynaklarda kadı tayin işlemi devlet başkanıyla kadı arasında yapılan bir akid olarak görülüp tayin işleminin gerçekleşmesi ve tarafların yükümlülükleri bu çerçevede ele alınır (Mâverdî, Edebü’l-ķāđî, I, 174-184; İbn Ebü’d-Dem, I, 296-303). Halife kadıları bizzat tayin edebileceği gibi bu husustaki yetkisini başkalarına da devredebilir. Nitekim Hulefâ-yi Râşidîn döneminden itibaren valilere, Hârûnürreşîd’den itibaren de kādılkudâtlara bu konuda yetki verildiği ve bazı kadılara yardımcı kadı tayin etme yetkisi tanındığı bilinmektedir.

Kadı tayini sözlü ve yazılı olabilirdi. Kaynaklarda, ilk dönemlerden itibaren halifelerin tayin ettikleri kadılara nerede görev yapacağına, hangi işlere bakacağına ve hangi usule göre hüküm vereceğine dair tavsiye mahiyetinde birer mektup (ahd, menşur, risâle) yazdıkları ve bu mektupların yargı bölgesi halkına düzenlenen bir merasimle okunduğu nakledilmektedir (İbn Kudâme, X, 40-42; Mâverdî, Edebü’l-ķāđî, I, 191-194).

Göreve tayin ve görevin icrası vekâlet akdi kapsamında düşünüldüğünden gerek tayin makamı gerekse kadı için tayin süresi bağlayıcı görülmez. Kadıların görevlerine son verilmesi tayinindeki usulle olur. Fakihler, azle yetkili makamın bu yetkisini mâkul ölçüler içerisinde ve maslahat prensibine uygun olarak kullanması gerektiğine, teftiş yapılmadan ve geçerli bir sebep olmadan kadının görevine son verilemeyeceğine işaretle yetinirler. Azil sebepleri olarak da kadının adalet vasfını kaybettirecek haram bir fiil veya cezayı gerektiren bir suç işlemesi, görevini kötüye kullanması, sağlık açısından görevini sürdüremez duruma gelmesi gibi hususlar zikredilir (Şirbînî, IV, 380-381). Şâfiîler ve Iraklı Hanefîler dahil fakihlerin bir grubu, rüşvet almak gibi bir suç işleyen kadının adalet vasfını kaybedeceğini ve ayrıca azle gerek kalmadan görevinin kendiliğinden sona ereceğini savunurken Hanefîler’den ikinci bir grup görevinin yetkili makam tarafından azledilince sona ereceği görüşündedir (Cessâs, IV, 85-87; Kâsânî, VII, 16-17). Ebû Yûsuf’a atfedilen bir görüş, yargı hizmetlerinin aksaması söz konusu olduğunda azledilen kadının yerine yeni tayin edilen kadı gelip göreve başlayıncaya kadar görevinde kalması yönündedir (Lisânüddin İbnü’ş-Şıhne, s. 223; el-Fetâva’l-Hindiyye, III, 317). Fıkıh âlimleri, kadıları kendilerini tayin eden kişilerin vekili saymakla birlikte onların tayin eden merci ve kişiler adına değil kamu adına görev yaptıklarını, dolayısıyla görevlerinin kendilerini tayin edenlerin vefatı veya görevden ayrılmaları ile son bulmayacağını belirtmişlerdir.

Bir kamu hizmeti olan yargı işine zaman ayırıp bu görevi ifa ettikleri için kadılara çalışmalarına karşılık devlet bütçesinden maaş ödenir (Kâsânî, VII, 13-14). Maaşlar tesbit edilirken hayat şartları ve sosyal mevkileri göz önünde bulundurulur. Hz. Peygamber’in kamu hizmetlerinde çalıştırılacak kimselerin ev, evlenme, hizmetçi, binek gibi temel ihtiyaçlarının karşılanacağını, beytülmâlden başka sebeplerle alınacak masrafın kusur ve hırsızlık teşkil edeceğini bildiren hadisi (Ebû Dâvûd, “İmâre”, 10) kadıların ücret ve maaşlarının tesbitine de ışık tutmaktadır. Resûl-i Ekrem, Attâb b. Esîd’i Mekke’ye valikadı olarak gönderdiğinde ona yılda 400 dirhem (yahut 40 ukiyye = 1600 dirhem) maaş vermiş, Hulefâ-yi Râşidîn de tayin ettikleri kadılara sosyal konumlarını dikkate alarak yüksek miktarda maaş takdir etmişlerdir. Kaynaklarda çeşitli tarihlerde görev yapmış kadıların maaşlarına ait bilgiler verilmektedir (Atar, s. 118-120).

Görev ve Yetkileri. Kadıların asıl görevi insanlar arasında meydana gelen hukukî ihtilâfları sonuçlandırmak, hukuka aykırı davranışların cezasını hükme bağlamak, verdikleri hüküm ve cezaları icra ve infaz etmektir. Ancak İslâm tarihinde kadılara dinî (imam-hatiplik gibi), malî, idarî, eğitim öğretim vb. kazâî olmayan görevlerin tevdi edildiği de olmuştur. İslâm hukukunun klasik doktrinindeki yerleşik anlayışa göre kadı ile halife arasında vekâlet ilişkisi vardır. Bunun için de halife, yargılama yapmak ve davaları hükme bağlamak hususunda kendisinin vekili olan kadının görev ve yetkisini yer, zaman, konu ve diğer yönlerden sınırlandırabilir. Klasik dönem fakihleri, kendi devirlerine kadarki uygulamayı da esas alarak görevine sınırlandırma konulmamış bir kadının görevlerini davalara bakıp onları hükme bağlamak, hakları sahiplerine iade etmek, yetimlerin, akıl hastalarının, hacir altına alınanların mallarında tasarrufta bulunmak, vakıflara nezaret etmek, vasiyetleri yerine getirmek, velileri bulunmayan yetim kızları denkleriyle evlendirmek, had cezalarını infaz etmek, şehrin asayiş ve emniyetini sağlamak, belediye ile ilgili görevleri ifa etmek, şahitleri ve maiyetinde görev yapan memurları denetlemek şeklinde sıralamışlardır.

Yargı görev ve yetkisi sınırlandırılan kadı buna uygun şekilde görev ifa eder. Meselâ belli bir bölgede veya belli tür davalara bakmak üzere tayin edilen kadının görev alanı bununla sınırlıdır. Belirli bir süre için tayin edilen kadının görevi bu sürenin dolmasıyla sona erer. Hatta Ebû Hanîfe, kadılık görevinin kişiyi ilim öğrenmekten alıkoyacağını düşünerek bir kimseye bir yıldan fazla süreyle kadılık verilmesini doğru bulmaz. Uygulamada, kadıların bölgelerindeki insanlarla dostluk kurarak yargı otoritesini zayıflatmamaları için iki veya üç yıl süreyi geçmemek üzere tayin edildiklerine de rastlanır (Abdülhay el-Kettânî, I, 269; Tâhir b. Âşûr, s. 198).

Kadılar, kendilerine tevdi edilen görevleri titizlikle yerine getirmekle ve davaları dikkatli bir şekilde inceleyip mâkul bir sürede sonuçlandırmakla yükümlüdür. Hz. Ömer, Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’ye gönderdiği mektupta hakkını iddia eden kişiye delilini ikame edecek bir sürenin verilmesini, bu süre içinde delilini getiremeyen veya getirmeyenin aleyhine hüküm vermesini isteyerek hem tarafların ispat ve savunma hakkının korunmasını hem de adaletin kısa zamanda tecelli ettirilmesini istemiştir (Mâverdî, el-Aĥkâmü’s-sulŧâniyye, s. 91). Emevî Halifesi Ömer b. Abdülazîz’in kadılık göreviyle tayin ettiği Meymûn b. Mihrân’a verdiği şu tâlimat literatürde davranış modeli olarak kaydedilir: “Sinirli ve sıkıntılı iken davayı karara bağlama, taraflara karşı yumuşak davran. Dava ile ilgili gerekli araştırmayı yapmadan ve dava konusunu iyice anlayıp dinlemeden hüküm vermenin bir faydasının bulunmadığını, hakkı sahibine


teslim etmedikçe davayı karara bağlamanın bir mâna ifade etmediğini, âdil davranmadıkça hüküm vermenin ve o hükmü icra etmenin bir hayır getirmeyeceğini bilmelisin” (Sadrüşşehîd, II, 7-8).

Yargılama esnasında kadıların tam bir tarafsızlık içinde olmaları, davacı ve davalıların menfaatlerini eşit bir şekilde gözetmeleri gerekir (Mecelle, md. 1799). Kur’an’da şahitlik örneğinde, kişilerin en yakınları ve sevdikleri aleyhine de olsa adaletten sapmamaları emredilmektedir (en-Nisâ 4/135). Hz. Peygamber de, “Sizden biriniz yargı görevini üstlenince oturtmak, bakmak, işaret etmek hususlarında taraflara eşit muamele yapsın. Sesini iki hasımdan sadece birine karşı yükseltmesin” (Dârekutnî, IV, 205) diyerek yargılamanın tarafsızlığı ve verilen kararın adaletli olması kadar davada tarafların yargı organına güvenlerinin korunmasının da önemli olduğuna işaret etmiştir. Literatürde kadıların duruşma esnasında alışveriş, şakalaşma gibi yargı makamının saygınlığı ile bağdaşmayacak davranışlarda bulunamayacağı, taraflardan hiçbirinin hediyesini kabul edemeyeceği ve ziyafetlerine gidemeyeceği vurgulanırken, hatta kadının giyim ve kuşamından hal ve davranışlarına kadar birçok ayrıntıya temas edilirken benzeri amaçlar güdülmüştür. Kadıların usul ve fürû, yakın akraba, iş ortağı, vekil, müvekkil, eş, hasım gibi tarafsız kalamayacağından endişe edilen şahısların davalarına bakamaması da böyle bir düşüncenin ürünüdür.

Kadı yargılamayı eşitlik ve tarafsızlık, aksi ispat edilinceye kadar kişilerin borçsuz ve suçsuz olacağı ilkesine bağlı kalarak yürütür, tarafların delillerini değerlendirir, gerektiğinde bilirkişilerin görüşünü alır. Kadının kendisine sunulan delillere ve zâhire göre hüküm vermesi yargılamanın kanunîliğini, açıklık ve güven içinde geçmesini sağlar. Bu kazâî adaletin ölçüsü olup diyânî adalet kararın vâkıaya mutabık olmasıyla gerçekleşir. Kadının hükmünün helâli haram, haramı helâl yapmayacağının belirtilmesi de bunu ifade eder. Ayrıca kadının vicdanî kanaati de önemlidir. Bunun için birinci derecede bağlayıcı delille ispat edilmiş olsa bile kadının şahsî bilgisine aykırı hüküm vermesi câiz görülmez. Bütün bunlardan sonra kadı bir karara varır ve gerekçesiyle birlikte hükmü taraflara açıklar. Kur’an’da ve hadislerde sıkça vurgulanan adaletle hükmetme emriyle de adaleti mutlak olarak sağlama değil yargılamada âzami titizliğin ve tarafsızlığın gözetilmesi kastedilir.

Denetimi ve Sorumlulukları. Yargının bağımsız olması, hiçbir makam veya kişinin yargıya müdahale etmemesi, kadıların da bağlı oldukları hukukî esaslara ve vicdanî kanaatlerine göre hüküm vermesi esastır. Öte yandan kadıların yanılması, görevi ihmal etmesi veya suistimalde bulunması, kadılık mesleğiyle bağdaşmayacak işler yapması muhtemel olduğundan denetlenmeleri de gerekir. Bunun için kaynaklarda, ilk dönemlerden itibaren kadıların tâbi tutulduğu idarî ve adlî denetimin çeşitli örnekleri yer aldığı gibi fakihler de haklarında şikâyet olsun olmasın bütün kadılar üzerinde devlet başkanı ve kādılkudâtların denetim hakkının bulunduğunu belirtmişlerdir. Kadılar hakkında hangi tür şikâyet ve itirazların dikkate alınacağına ve denetimin nasıl yapılacağına dair getirilmeye çalışılan ölçüler de onların denetimin gerekliliğiyle yargı bağımsızlığının korunması ilkeleri arasında denge kurma ve kadının onurunu zedelememe gayretinden kaynaklanr (İbn Ferhûn, I, 61-64; Alâeddin et-Trablusî, s. 32-33).

Kadı görevini ifa ederken kasıt, kusur ve ihmal olmaksızın taraflardan birine verdiği zarardan sorumlu değildir. Böyle bir durumda zarar beytülmâlden ödenir. Ancak kasıtlı ve kusurlu davranması sebebiyle verdiği zararı kadı kendi malından ödemek zorundadır (Kâsânî, VII, 16). Meselâ delilleri yeterince incelemeden birinin ölümüne karar vermesi halinde ölenin diyetini karşılar. Kasıtlı davranarak birinin ölümüne karar veren kadıya Hanefîler diyeti, bir kısım Mâlikî ve Şâfiî fakihleri kısası gerekli görür. Kadılar cezayı gerektiren bir suç işlediklerinde diğer kimseler gibi cezalandırılır.

BİBLİYOGRAFYA:

Buhârî, “Meġāzî”, 82, “Fiten”, 18; Müslim, “Aķżıye”, 4; İbn Mâce, “Aĥkâm”, 2-3; Ebû Dâvûd, “Aķżıye”, 1-3, 7, “İmâre”, 10; Tirmizî, “Aĥkâm”, 2; Nesâî, “Âdâbü’l-ķuđât”, 4, 8; Dârekutnî, es-Sünen, Kahire 1386/1966, IV, 205; Kindî, el-Vülât ve’l-ķuđât (Guest), tür.yer.; Vekî‘, Aħbârü’l-ķuđât, I-III, tür.yer.; Cessâs, Aĥkâmü’l-Ķurǿân (Kamhâvî), IV, 85-87; Mâverdî, el-Aĥkâmü’s-sulŧâniyye, Beyrut 1405/1985, s. 83-96; a.mlf., Edebü’l-ķāđî (nşr. Muhyî Hilâl es-Serhân), Bağdad 1391/1971, I, 117-273; İbn Hazm, el-Muĥallâ, Kahire 1390/1970, X, 631; Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, el-Aĥkâmü’s-sulŧâniyye, Kahire 1386/1966, s. 60-73; Sadrüşşehîd, Şerĥu Edebi’l-ķāđî (nşr. Muhyî Hilâl es-Serhân), Bağdad 1397-98/1977-78, I-IV, tür.yer.; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, Aĥkâmü’l-Ķurǿân (nşr. Ali M. el-Bicâvî), Kahire 1394/1974, III, 1457; Kâsânî, BedâǿiǾ, VII, 2-17; İbn Kudâme, el-Muġnî, Kahire 1389/1969, X, 32-98; İbn Teymiyye, es-Siyâsetü’ş-şerǾiyye, Kahire 1952, s. 13-14; İbn Ebü’d-Dem, Kitâbü Edebi’l-ķażâǿ (nşr. Muhyî Hilâl es-Serhân), Bağdad 1404/1984, I, 247-439; Burhâneddin İbn Ferhûn, Tebśıratü’l-ĥükkâm, Kahire 1301, I, 9-69, 76-98; Alâeddin et-Trablusî, MuǾînü’l-ĥükkâm, Kahire 1393/1973, s. 7-53; Şirbînî, Muġni’l-muĥtâc, IV, 371-375, 380-381; Şemseddin er-Remlî, Nihâyetü’l-muĥtâc, Kahire 1386/1967, VIII, 235-267; Muhammed b. Abdullah el-Haraşî, Şerĥu Muħtaśarı Ħalîl, Beyrut, ts. (Dâru Sâdır), VII, 146-147; Lisânüddin İbnü’ş-Şıhne, Lisânü’l-ĥükkâm, Kahire 1393/1973, s. 218-226; el-Fetâva’l-Hindiyye, III, 317; İbn Âbidîn, Reddü’l-muĥtâr (Kahire), V, 351-427; Mecelle, md. 1784-1814; Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbü’l-idâriyye, I, 269; Bilmen, Kamus2, VIII, 204-252; M. Tâhir b. Âşûr, Maķāśıdü’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye, Tunus 1985, s. 198; Fâruk Abdülalîm Mürsî, el-Ķażâǿ fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye, Cidde 1405/1985; Muhammed Abdurrahman el-Bekr, es-Sulŧatü’l-ķażâǿiyye ve şaħsiyyetü’l-ķāđî, Kahire 1408/1988; İsmâil İbrâhim el-Bedevî, Nižâmü’l-ķażâǿ fi’l-İslâm, Küveyt 1410/1989; Fahrettin Atar, İslâm Adliye Teşkilâtı, Ankara 1999, s. 99-122; Irit Bligh-Abramski, “The Judiciary (Qādīs) as a Governmental-Administrative Tool in Early Islam”, JESHO, XXXV/1 (1992), s. 40-71; A. Kevin Reinhart, “Transcendence and Social Practice: Muftıs and Qadıs as Religious Interpreters”, AIsl., XXVII (1993), s. 5-28; E. Tyan, “Ķāđī”, EI² (İng.), IV, 373-374.

Fahrettin Atar




Osmanlı Devleti’nde Kadı. Osmanlı Devleti’nde beylik döneminden beri fethedilen yerlere hukuku temsilen bir kadının, idareyi temsilen bir subaşının tayini yerleşmiş bir gelenekti. Osmanlı kadısı İslâm devletleri içinde özgün bir yeri olan adliye ve mülkiye görevlisidir. Memuriyeti, kendinden önceki İslâmî asırlardaki meslektaşlarına göre daha geniş yetkilerle donatılmıştır. Ayrıca tahsili, mesleğe geçişi ve terfii itibariyle de gelişmiş bir hiyerarşiye ve kurallar bütününe tâbidir. İlmiye sınıfına mensup olan Osmanlı kadısı son İslâm devletinin geniş ve renkli coğrafyasındaki temsilcisi, bu dünyayı baştan sona en iyi tanıyan memur tipidir ve bu devletin hukukçular sınıfını şahsında temsil eden meslek adamıdır. Mesleğe giriş, terfi, tayin yerlerindeki çeşitlilik sebebiyle bütün devlet görevlileri içinde kazâ silkine girenlerin hem Osmanlı devlet işlerinin malî, idarî, askerî kompartımanlarını hem de Anadolu, Rumeli coğrafyasının birçok noktasını tanımaları kaçınılmazdı. Ne yazık ki Osmanlı kadılarından günümüze ulaşan şahsî hâtıra, mütalaa ve gözlem gibi malzeme hemen yok denecek kadar azdır.

Osmanlı kadısının mülkî, beledî, malî, askerî ve adlî sahaları kapsayan görevleri göz önüne alınırsa onun kadar geniş bir görev alanı bulunan bir başka memur olmadığı gibi memuriyet kompartımanı ve


şahsiyeti onun kadar çeşitli olanı da yoktur denebilir. İlmiye sınıfındandır, şer‘î hukuk adamıdır, ancak mülkî erkân içindedir. Bütün yönetici zümre gibi askerî sınıfın bir üyesidir (vergiden muaf yönetici imtiyaz ve yetkileri vardır), fakat bir yerde yönettiği müslüman halkın dahi merkezî devlet karşısında sözcüsü odur. Şer‘î hukuku uygulamakla vazifeli olması sebebiyle merkezî hükümet memuru olduğu kadar ahalinin de devlet karşısındaki temsilcisi ve sözcüsü durumundaydı. Meselâ pazar yerinin değiştirilmesi, bazı derbendci muafiyetinin talebi ve gereği gibi durumlarda halk adına merkeze bu talebi arzederdi. Gayri müslim ahalinin yaşayışına dahli yoksa da o zümrenin de hukukunu gözetmek ve malî yükümlülüklerini yerine getirip getirmediklerine dikkat etmek zorundadır.

Kadılara siyaset cezası uygulanamazdı. Adaletnâmelerden birinde, kadılardan görevlerini doğruluk ve adaletle yerine getirmeyenlerin “dibekte dövülüp helâk edileceği” gibi, muhtemelen Cengiz yasasındaki asil sınıfın kanının akıtılmayacağı prensibine dayanan bir garip ceza tehdidi sadece bir an‘ane olarak yer almaktadır (İnalcık, TTK Belgeler, II/3-4 [1965], s. 106). IV. Murad’ın Bağdat Seferi sırasında İznik kadısını yollar temizlenmediği için idam etmesi protesto edilen bir eylemdi ve Kanûnî Sultan Süleyman’ın Kızıl Yenicesi kadısını menzil parasını çalması yüzünden astırması dışında (Feridun Bey, I, 567) bu kuralın ihlâline de pek rastlanmaz (Uzunçarşılı, I, 107). Bir diğer husus da XV-XVII. yüzyılın kadısının XVIII. yüzyılda yaşanan değişime uyum sağlamasıdır. XIX. yüzyılda ise daha farklı bir kadı tipi ortaya çıkmıştır. XX. yüzyılın başında kadılar Osmanlı Devleti’nin adliye sistemi içinde yine farklı bir yer işgal etmektedir. Bunun için de müessesenin tarihî evrimi son derece ilgi çekicidir.

Tarihî Gelişim. Kaynakların verdiği bilgiler daha Sultan Orhan zamanında kadıların eğitimi için ilk medresenin kurulduğunu gösterir. Fakat Osmanlı devlet ve toplum sisteminde tedrîs, kazâ ve iftâ mesleklerinin ayırımı, derecelenmesi ve rütbelerin muadeletinin asıl şekillenişi Fâtih Sultan Mehmed devrinde olmuştur. Bu dönemde de henüz başşehir müftüsü ne şeyhülislâm unvanını taşır ne de ilmiyenin reisidir. İlmiyenin reisleri Rumeli ve Anadolu kazaskerleridir. Kanûnî Sultan Süleyman döneminde Ebüssuûd Efendi -gerek halefleri ve gerek seleflerinin intiba ve itibarı dolayısıyla- başşehir müftüsü diye anılmış, ilmiyenin reisi sayılmış ve kazaskerler onun ardında kalmıştır. Ancak kadıların tayin, terfi mercii her zaman için bu iki kazaskerin dairesi olmuştur. Özellikle müderrislerin yüksek sınıfı gibi kadıların da yüksek yevmiyeli ve molla unvanlı sancak kadıları (mevleviyet pâyeli) “eşrâf-ı kudât” diye anılır oldu ve bunlar arasında muadelet vardı.

Eldeki en eski şer‘iyye sicilleri (Bursa Şer‘iyye Sicilleri) XV. yüzyılın ikinci yarısına kadar uzandığından Osmanlı idaresinin ilk bir buçuk asrında kadılar ve mahkeme faaliyeti hakkında birinci derecede kaynaklardan bilgi edinme imkânı yoktur. İlk kadıların İznik, Bursa ve Edirne gibi merkezlere tayin edildiği, yeni fethedilen yerlere ikinci ve üçüncü derecede kadıların gönderildiği vekāyi‘nâmelerden öğrenilmektedir. Vekāyi‘nâmeler, Yıldırım Bayezid zamanında Vezîriâzam Çandarlı Ali Paşa’nın mârifetiyle kazâ silkinin ve kadı hiyerarşisinin bir nizama bağlandığını nakleder (a.g.e., s. 84). Devletin gerçek anlamda kurucusu olan Fâtih Sultan Mehmed kanunnâmesinde kadıların alacağı harçları belirtmiş, hiyerarşiyi kurmuş, tedrîs, kazâ ve iftâ arasındaki muadeleti tesbit etmiştir. Meselâ onun Sahn-ı Semân medreselerini kurmasıyla kadı olmak için gereken tahsil derecesi disiplin altına alınmış, 500 akçe yevmiyeli mevleviyet pâyeli kadılar Sahn-ı Semân müderrisliğine muadil tutulmuştur.

Bu devirde kadının meslekî eğitiminde kurumlaşma ve hiyerarşisinin yerleşmesi açısından en önemli olay Sahn-ı Semân diye bilinen Fâtih medreselerinin teşekkülüdür. Böylece XVl. yüzyılda Süleymaniye medreseleri kuruluncaya kadar bu yüksek eğitim kurumu kadılık mesleğine girecek gençlerin tahsil görüp icâzet aldıkları yer olmuştur. Özellikle XVl. yüzyıl sonunda, Anadolu ve Rumeli’de “kenar medrese” tabir edilen taşra medreselerinden icâzet veya tezkire alanların -eğer eskiden o medreseye verilmiş böyle bir imtiyaz yoksa- başvuru ve adaylığının söz konusu olamayacağı karara bağlanmıştır (İnalcık,Turcica, XX [1988], s. 257). Süleymaniye medreselerini bitiren bir kişi (dânişmend), kazaskerliğe müracaattan sonra bir nevi stajyerlik olan mülâzemet için önemli sancaklara mevleviyet pâyeli kadılar yanına gönderilir ve mülâzemet devri (üç beş yıl) sonunda İstanbul’a gelirdi. XVIII. yüzyılda daha da uzatılan bu bekleme döneminin ardından imtihanı verenler en alt kademedeki kazalardan birine tayin edilerek mesleğe başlarlardı.

Kadıların tayini mutlaka padişah beratı ile olur, ilmiye mensuplarının tayin, yol ve nakil işlemlerini Anadolu ve Rumeli kazaskerlerinin daireleri yapardı; bunun için de kadının mesleğe intisabında bu dairelerden birini seçmesi gerekirdi. Dairelerde işlemler rûznâme denilen deftere kaydedilir ve artık kadıların meslekteki terfii ve özlük işleri bu büroda yürütülürdü. Pek azı literatürde kullanılan bu defterlerin (a.g.e., XX [1988], s. 251-275) geniş ölçüde incelenip tasnifi yoluyla kadı biyografileri elde edilebilir. Eğer bir kadının tayini bu deftere işlenmemişse elindeki berat hükümsüzdür ve iptali gerekir (Ergenç, XVI. Yüzyılda Ankara ve Konya, s. 81-84). Aynı şekilde beratsız göreve gelen kadının tayin işlemi butlân ile mâlûldür ve “beratsız fuzulî mahkeme kurmak”


diye tarif edilir. Bu aynı zamanda kadının beratında belirtilen kazâ dairesi dışında bir bölgede miras taksim etmek, teftişe çıkmak gibi işlemlerde bulunmasını önleyen bir yetki belgesidir. Bu beratla ilmiyede müderris, müftü ve kadı gibi görevlilere mansıb verilir ve bunlara ehl-i menâsıb denilir. Cami vb. müessese vazifelilerine verilen göreve ise cihet adı verilir (ehl-i cihat). Kadıların içinde küçük merkezlerde ve kazalarda görev yapanlar hayli kalabalık olduğu halde mevâlî denilen sancak kadılarının sayısı azdır; XIX. yüzyılda bu vazifeyi görmeyip rütbeyi alanların İstanbul veya Anadolu ve Rumeli pâyelilerle sayısı 296 civarındadır (İnalcık, Turcica, XX [1988], s. 256).

Osmanlı Devleti’nde kadı tayini her şeyden önce belirli tahsil ve hiyerarşik terfi düzenine dayanır. Bundan dolayı klasik İslâm döneminde kadılık için öngörülen şartlar (erkek ve reşid olmak, temyiz kudretine ve yeterli bilgiye sahip olmak, sağırkör olmamak) dışında eğitim önemlidir. İftâ, tedrîs, kazâ dalları arasında yatay geçiş mümkündü ve her rütbenin muadili hiyerarşide belirlenmişti. Bir kadı adayı mesleğinin başından sonuna kadar hiyerarşik basamağı tırmanırdı. Bu terfi basamağına uyulduğu anlaşılmakta ve tedrîs silkindeki tayin ve erken terfiler kadılar yani kazâ silki için pek yaygın bir uygulama olarak görünmemektedir. Bu sebeple kazâ silkine mensup ilmiye üyeleri devletin son asrına kadar eğitim ve tecrübe bakımından seçkin bir zümre sayılırdı.

Kadıların göreve tayini ve görev yerlerindeki sürelerinin uzatılması, kısa tutulması veya iki kadının karşılıklı yer değişimiyle ilgili zengin örneklere kazasker rûznâmçesi denilen defterlerde rastlanmaktadır. Görevin verilmesine “sadaka etmek, edilmek” tabir edilir ve kadılar bir bölgeye kural olarak iki yıllık süreyle (müddet-i örfiyye) tayin edilirdi. Ancak bu sürenin kesilmesi veya uzatılması da mümkündü (uygulama örneği için bk. Ortaylı, s. 15). Kazasker rûznâmçelerinde yer alan örnekler müddet-i örfiyyeye (yani iki yıl tevkît, bir yıl merkezde mülâzemet) oldukça riayet edildiğini göstermekteyse de XVII. yüzyıldan sonra bu konuda aksamalara rastlanır. Ancak yine de bir bölgede kadının mevcudiyeti, tayin usulü, müddeti içinde azli ve bir başkasının tayini çok dikkat edilen bir husustu. Osmanlı idaresinin zayıf mevcudiyet gösterdiği Küveyt gibi köşelerde dahi kadı mutlaka vardı. İmtiyazlı statü ile imparatorluktan kopan eski eyaletlere kadılar düzenli olarak tayin edilirdi; kısacası kadı Osmanlılar’da asırlar boyunca hâkimiyet sembolü olan bir memurdu.

Kadının göreve başlaması, terfii ve çeşitli yerlerde görev yapma usulü, Osmanlı idarî yapısı ve memuriyetin mevzuatı açısından çok erken devirde gerçekleştirilen geniş bir memuriyet hiyerarşisinin varlığını gösterir. XV-XVII. yüzyıllarda herhangi geniş bir imparatorlukta gerçekleştirilebilen böylesine merkeziyetçi ve kontrollü bir bürokratik sisteme güç rastlanır.

Bir aday mülâzemette en az üç yıl kalıp mesleği öğrendikten sonra en az yevmiyeli ve en az işi olan kaza kadılıklarında Anadolu veya Rumeli kazaskerinin dairesine intisapla göreve başlar. Bu ikisinin dışında bir de Mısır için bir kariyer vardır. Görev süresi sonunda aday merkeze mâzulen gelir ve bir üst derecedeki kazaya tayinini bekler. Kaza kadılıklarının en yüksek derecelisinde görevi tamamlayıp dönen kadı, merkezde “tahta başı” denen ve mevleviyet pâyeli sancak merkezlerine tayini bekleyen kadılar arasında yer alır. Bu ise meslekte aşılması zor bir basamaktır; bilgi seviyesiyle ve eserleriyle tanınmayan bir kimsenin mevleviyet pâyeli büyük merkeze tayini güçtür. Genellikle kaza kadılarının yevmiyesi 300 akçe iken mevleviyet pâyeli sancak kadılarının yevmiyeleri bunun üstündedir. Mevleviyet pâyeli merkezlerden en küçük dereceli mevâlî devriye mevleviyetinden sonra (Maraş, Bağdat, Sofya, Belgrad, Antep, Konya gibi) mahreç mevleviyeti (Kudüs, Halep, Tırhala, Yenişehir, İzmir, Galata, Selânik, Eyüp), ardından bilâd-ı hamse mevleviyeti (XVIII. yüzyıla kadar Bursa, Şam, Mısır, Edirne kadılıklarını belirten bilâd-ı erbaa tabiri Filibe’nin eklenmesiyle bilâd-ı hamseye dönüştürülmüştür), daha sonra da Haremeyn mevleviyeti (Mekke ve Medine kadılıkları) gelirdi. Bunları da İstanbul kadılığı, nihayet Anadolu ve Rumeli kazaskerlikleri takip ederdi. Aslında fiilen İstanbul kadılığı veya kazaskerlik yapmayan bazı kadılara da İstanbul, Anadolu ve Rumeli pâyeleri verilmiştir. Bu bilhassa son asırda sıkça görülen bir uygulamaydı. Kazâ, iftâ ve tedrîs arasında yatay geçiş mümkündü; meselâ Süleymaniye müderrisleri kazâ silkine geçerlerse Haremeyn mevleviyetine veya İstanbul kadılığına tayin edilirlerdi yahut bu pâyeyi almaları gerekirdi. Kibâr-ı müderrisîn denen Süleymaniye büyükleri kazaskerliğe geçerdi. Ahmed Cevdet Paşa bunun bir örneğidir.

Kadılar XVIII. yüzyıldan itibaren idarî değişimlere de uyum sağladılar. Bu şartlara intibak kabiliyeti müessesenin Osmanlı devirlerinde sağlam bir geleneğe sahip olduğunu gösterir. 1078’de (1667) Şeyhülislâm Minkārîzâde Yahyâ Efendi, Rumeli kazaskeri Abdülkadir Sinânî Efendi’ye Rumeli kadılıklarının yeniden tanzimi görevini verdi. Burada bazı kazalar gelir esasına göre birleştirildi. Bununla irtikâbın önlenmesinin amaçlandığı görülmektedir (İnalcık, Turcica, XX [1988], s. 262). XVIII. yüzyılda devlette merkezî idarenin güç kaybetmesine bağlı olarak kadıların görevlerine mahallî güçlerin müdahalesine rastlanır. Adliye ve kanuna saygısı tükenen ahalinin mahkeme basması gibi olaylar artmıştır. Örf yetkisini kullanan idarecileri ve mahallî mütevelli, kethüdâ gibi zümreleri denetlemede yalnız kalan, müeyyide gücünü kaybeden kadı görevini yerine getiremeyince ortaya çıkan mahallî âyan gibi zümrelerle kaynaşmak zorunda kalmıştır (Ergenç, TUBA, X [1986], s. 96).

1826’da yeniçeriliğin kaldırılmasıyla birlikte bazı idarî kurumlarda meydana gelen değişim Osmanlı kadısının görev bütünlüğünü de sarsmıştır. Kadıların asayiş görevine Yeniçeri Ocağı zâbitleri


yardımcı olduğundan kadıların mülkî görevi bitmiş, şehirlerde İhtisab Nezâreti’nin teşkiliyle kadının beledî görevleri, II. Mahmud devrinde (1836’da) Evkaf Nezâreti’nin kurulup vakıfların idare ve denetiminin tek elde toplanmasıyla da vakıflar üzerindeki denetim ve gözetimi sona ermiştir. Bu arada tarihte ilk defa Bâb-ı Meşîhat’taki odalardan birkaçının İstanbul kadısına verilmesiyle İstanbul kadıları kendi konaklarının dışında bir daireye sahip olmuşlardır (Mecelle-i Umûr-ı Belediyye, I, 300). Osmanlı kadısının yetki ve görev hacmini asıl azaltan süreç idare hukuku, ceza ve ticaret alanında Fransız mevzuatının uyarlanması ve karma nizamî mahkemelerin kurulması, ceza ve bidâyet mahkemelerinin, vilâyetlerde ise temyiz divanlarının teşkilidir. Böylece şer‘î mahkemeler nikâh, tereke taksimi, talâk, alacak, borç vb. davalarla sınırlı bir faaliyet içine itilmiş oldu. Kâtib-i âdillik, avukatlık ve savcılık gibi kurumların asrın sonunda adlî sisteme girmesi de şer‘î mahkemenin ve kadının yetki ve konumunu zayıflattı. Bununla beraber ilmiye zümresi bu yeni şartlara intibak etmiştir. 1270’te (1854) Şeyhülislâm Meşrepzâde Mehmed Ârif Efendi zamanında kurulan Muallimhâne-i Nüvvâb (sonraki isimleri Mekteb-i Nüvvâb, Medresetü’l-kudât) düzenli eğitim ve programla hukukçu zümresini yetiştirmiştir. Son devir Osmanlı bürokrasisinde, Bâb-ı Meşîhat ve Meclis-i Tetkîkāt-ı Şer‘iyye âzaları dışında Şûrâ-yı Devlet’te, İntihâbât-ı Me’mûrîn Komisyonu ve nezâret meclislerinde, nizamî mahkemelerde bu mektebin mezunları veya ilmiye sınıfından olanların sayısı kalabalıktır. Hatta romanizasyon sürecine giren yeni hukuk nizamını da bu zümre yürütmektedir (Ortaylı, s. 74). Nitekim Ürgüplü Mustafa Hayri Efendi’nin meşihatı zamanında çıkan 7 Ramazan 1332 (30 Temmuz 1914) tarihli Kadılara Müteallik Kanun’da kadı olmak için sayılan şartlar arasında Medresetü’l-kudât’tan mezuniyet aranmaktadır (İA, VI, 45). 4 Ramazan 1342 (9 Nisan 1924) tarihli şer‘î mahkemelerin ilgasına dair kanunla beraber Ankara’da Hukuk Mektebi’nin açılması, ardından Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu ve Dârülfünun’un ıslahatıyla birlikte kadıların fiilî görevi ve eğitimi müessese olarak sona ermiştir.

Görevleri. Osmanlı kadısının mülkî, adlî, beledî, askerî alanlardaki görevleri şöyle sıralanabilir: Sefer-i hümâyun sırasında geçilecek yol, köprü, çeşmelerin tamiri ve erzak temininin başlıca sorumlusu kadıdır. Yangın ve zelzele zamanlarında, ordu sevkiyatı, donanma inşası gibi olağan üstü durumlarda âcilen inşaat işçi ve kalfası ve ustası sevki, malzeme sağlanması için kadılara emir verilirdi. Avârız vergilerinin toplanması, sefer zamanında gerekli okçu, kürekçi, beygir temini, bunların nakli için iskelelerde at gemilerinin hazırlanması kadıların görevlerindendir (BA, MD, nr. 16, hk. 276-278). Kadı ordunun tahıl, saman ihtiyacını karşılar ve konak yerlerine sevkederdi (BA, MD, nr. 5, hk. 1155). Yine İstanbul’a erzak ve et, sebze ve meyve temini için civar şehir kadıları görevlidir; ecnebi gemilere erzak devredilip kaçakçılık yapılmaması ve muayyen yerlerde yağ vb. karaborsacılığının önlenmesi için kadılar dikkatli olmalıdır. Ülkede zaman zaman çeşitli şehirlerde kahvehane ve meyhaneler kapatılır, bunları kapatmak ve yasağı gözetmek asayiş âmiri olarak kadının görevidir (BA, MD, nr. 6, hk. 1218). Bu gibi yerlerin kapatılması için merkeze şikâyet ve arzda bulunurdu. Kadının şehrin idaresinde özellikle asayişten sorumluluğunun ne kadar geniş bir görev manzumesini kapsadığı görülmektedir. Şehrin kalesinin muhafazasındaki kale dizdarları ve dizdarbaşı, o bölge sancak beyi ve beylerbeyinden çok kadının sorumluluğu ve yönetimi altındadır. Bu aynı zamanda taşra idaresi ve asayişinde bir politik dengenin gereğidir. Meselâ dizdarın kalenin tamiri ve düzenine dikkat edip etmediğini, kale muhafızının görevini yerine getirip getirmediğini kadı denetler. Bir tarihte Yoros Kalesi dizdarı Sâdullah’ın kale içindeki evleri otla doldurduğu ve gece bağ ve bahçesine gidip kale hıfzında bulunmadığının teftişi Yoros kadısına emrediliyordu (BA, MD, nr. 3, hk. 66). Yine kale ve şehirlerin muhafazası için olur olmaz yerlere ev ve dükkân yapılmaması, kalenin imar ve savunma nizamının gözetilmesi, meselâ kasaba kalelerinin tamirinin bölge muhafızı tarafından yaptırılıp yaptırılmadığının kontrol edilmesi kadının sorumluluğuna dahildir (Sadece İstanbul’da değil taşrada da Akkirman ve Bender kalelerinde bu nizamın ihlâlini meneden bir karar için bk. BA, MD, nr. 16, hk. 386). Kadının askerî kategorideki bu görevleri arasında devşirme işleri ve devşirme eminlerinin kontrolü de vardır. Kısacası Osmanlı kadısı faal bir idareci, malî memur, müfettiş ve taşrada devletin rüknü olan bir görevlidir. Onu sadece makamında oturur bir hâkim olarak düşünmek yanlış olur.

Bir yerin aranması ve baskın düzenlenmesi veya bazı şahısların tevkifi ancak kadı emriyle mümkündür. Diğer asayişle görevli zâbitler kadı emri ve izni olmadıkça bunu yapamaz. Nitekim adlî teşkilâtın başı olan kadı burada sade bir hâkim olmaktan öte aynı zamanda soruşturma ile görevlidir (bk. BA, MD, nr. 35, hk. 23). Gerçekten kadı bugünkü savcı ve sorgu hâkiminin görevini de yüklenmiştir. Klasik dönem İslâm yargılama hukukunda tek hâkim sistemi câri olduğundan hâkim adaletin tecellisi için soruşturmayı yapmak zorundadır. Çünkü ayrıca bir savcı yoktur (XV. yüzyılın son çeyreğine kadar). Bu gibi hallerde, yani keşif ve bazı hukukî konularda bazan iki kadının yazıştığı görülür. Bu tür iş birliği zikredilen tek hâkimli yargılama prensibine aykırı değildir (Uluçay, vesika 69, 70, 71).

Kadıların kazâ daireleri içindeki yoğun görevleri yerine getirme dışında kendi kazâ daireleri haricindeki işlere karışmamaları prensibi önemlidir. Her fert ait olduğu kazâ dairesinde yargılanır. Kadılar başka dairedeki davalı ve davacının müracaatını kabul edemez. Aksine hareket iki kadı arasında gerilime ve merkeze şikâyete yol açar (Ergenç, XVI. Yüzyılda Ankara ve Konya, s. 83). Meselâ Dodurga ve Taraklı Yenicesi kadıları arasında böyle bir çatışma ve merkeze şikâyet söz konusudur (Ortaylı, s. 22). Buna karşılık kadının davacı veya davalıya garazkâr olduğu ve mahkemenin tarafgirliği anlaşılırsa o davaya merkez başka kadıyı bulmakla görevlendirir. Aynı şekilde kadının bulunduğu yerde memleket tahririne karışması yasaktır. Nitekim 23 Zilhicce 979 (5 Mayıs 1572) tarihli bir mühimme kaydı Kıbrıs kadısına vilâyet tahririne karıştığının işitildiğini bildirir ve tahrir işlerine müdahale edilmemesini emreder (BA, MD, nr. 16, hk. 309).

Bazı durumlarda kadının değişik dinden kimselerin miras davalarına bakabildiğine dair kayıtlar vardır; ancak esas itibariyle kadı şeriat adamı olarak müslümanların hâkimidir ve bazan cemaat adına onların taleplerini merkeze arzeder. Ülkede pazar yeri değişikliği, imam ve müezzin tayini için arz onun görevidir. Vakıf mütevellilerini denetlediği gibi tekkelerin kontrolünü yapmak, ehliyetsiz derviş ve şeyhlerin ahaliyi ifsat etmemeleri için dikkatli olmak zorundadır (BA, MD, nr. 3, hk. 1644). Aynı şekilde vakıf medreselerinin nizamını gözetir, usulsüz müderrisler ve idare hakkında merkeze arzda bulunur ve bilhassa talebenin


durumunu denetler (BA, MD, nr. 16, hk. 396). Bürokratik ihtisaslaşmanın olmadığı bir cemiyette belediyenin iktisadî kontrolü, çarşı, pazar denetimi, mahallenin imam vasıtasıyla kontrolü (azınlık mahallerinde papaz ve kocabaşılar aracılığıyla), her yıl ürün ve hizmetlere muhtesib, lonca kethüdâsı ve yiğitbaşılarıyla narh konması gibi görevler onun bir şehirde işleri en yoğun bir idareci olmasının sebebidir.

Geniş bir bölgede bütün davaları göremeyen kadının nâibleri vardır ve nâib mahkemesinin bölgesi için kullanılan nahiye buradan kalmadır. Nâibler genelde mahallî medreselerin icâzetlileri arasından çıkarsa da büyük merkezlerde bu böyle değildir. Meselâ İstanbul kadısına bağlı nahiyelerden birindeki nâib mevleviyet pâyeli bir kimse olabilir. Nâibler, yatay bir hiyerarşi içinde kadının görevlerini kendi nahiyelerinde yerine getirirler. Bunun için de bulundukları bölgenin iş yoğunluğuna bağlı olarak asayiş, beledî hizmet, davaların görülmesi, ihtikârın meni, depolama, narh kontrolü gibi hizmetleri herhangi bir sancak merkezinden daha yüklü ve sorunlu şekilde üstlendikleri de olur. Şehrin asayişini sağlamakta kendisine subaşı, asesbaşı, kalelerde dizdarlar gibi görevliler yardımcıdır. Mahkeme personeli ise sicil kâtipleri, muhzır, beledî hizmetler için muhtesib gibi görevli yardımcı memurlardır. Yine kadı şehrin imar nizamını mimarbaşı ile birlikte sağlar. Genelde beylerbeyi veya sancak beyi ile kadı arasındaki ilişki tartışma konusudur. Literatürde bazı yazarlar beylerbeyinin kadı mahkemesinin kararlarına müdahale ettiğini, bazıları ise kadının memuriyetinin bağımsızlığını ileri sürer. Ramazan 979 (Ocak 1572) tarihli bir mühimme hükmündeki hitap, Anadolu beylerbeyisi ve beylerbeyiliğine tâbi kadılara mektup gönderilmesinden söz eder (BA, MD, nr. 16, hk. 439). Buradaki tâbi sözü, astüst hiyerarşisini ifade etmekten çok beylerbeyinin koordinatörü olduğu bir saha, yani Anadolu eyaleti içindeki sancak ve kaza kadıları olarak anlaşılmalıdır. Kadı askerî, mülkî görevleri itibariyle her zaman beylerbeyinden çok müstakil olamazdı. Ancak mahkemesinin vakıflar ve medreseler üzerindeki denetiminde bağımsız olduğu görülmektedir. Osmanlı taşrasında kadı, defterdar ve ehl-i örf mensubu beylerbeyi veya sancak beyi idarece birbirini dengeleyen üç unsur olarak düşünülmüştür.

Kadıların elkābı, protokoldeki yerleri ve kıyafetleri de tesbit edilmiştir. Kaza kadılarının beratında kullanılan elkāb “kudvet-i kuzâtü’l-İslâm, umdet-i vülâti’l-enâm, mümeyyiz-i helâl ani’l-harâm”dır. Mevleviyet pâyeli olan sancak kadılarının elkābı ise Fâtih Kanunnâmesi’nde belirtilmiştir; bu durumda onlar için daha şaşaalı bir elkāb kullanılır ve “Mevlânâ ... zîde fazluhû” ibaresine yer verilir.

İslâm asırları boyunca kadılara gösterilen hürmet Osmanlılar’da bütün ilmiye mensubu ve kadılar için âdeta artmıştır. Kendilerinin özel bir kıyafet ve destarı vardı. 1254 (1838) tarihli hatt-ı hümâyunda (BA, HH, nr. 24176) kadılar için eyyâm-ı resmiyyede giyilecek kıyafeti müderrislerinki gibi telli imâme ve ferâce diye tarif ediliyor ki bu emir makām-ı meşîhatın müzekkeresi üzerine çıkarılmıştır.

Osmanlı kurumları içinde en dikkate şayan olanlardan biri toprak kadılığı denen seyyar kadılıklardı. Bunlar tahkiki gereken yolsuzlukları tahkik ve teftişle görevliydiler. Toprak kadılarının bazan stratejik madde sayılan toprak mahsûlâtının kaçakçılığını önlemek için teftiş ve tedbirle görevlendirildikleri anlaşılmaktadır (BA, MD, nr. 16, hk. 329). Kadılar bir olay ve şikâyet halinde diğer kadılar tarafından teftiş edilmektedir. Bu sıkça rastlanan bir uygulamaydı. Meselâ İne kadısının Tuzla kadısını teftişle görevlendirildiğine dair bir kayda rastlanır (BA, MD, nr. 16, hk. 336). Ayrıca şikâyetlerin çok olduğu ve devlet görevlileriyle halk arasında büyük problemlerin ortaya çıktığı yerlere merkez tarafından durumun teftişi için “mehâyif müfettişi” adıyla itimada lâyık kadıların gönderildiği de bilinmektedir. Mehâyif teftişi mahallî görevlileri ve kadıları da kapsardı. Nitekim Kütahya ve Karahisar sancaklarında subaşı, timarlı sipahi, zaîm, kadı ve nâib gibi mahallî idarecilerin halka zulmettikleri konusundaki şikâyetler üzerine Kütahya beylerbeyi ve kadısının teftiş işiyle görevlendirildiği anlaşılmaktadır (Uzunçarşılı, I. 128-129).

Genelde sefer-i hümâyunda kādîleşker diye de zikredilen kazaskerlerin orduda kadılık yapması an‘ane iken padişahlar seferde bulunmadıkları vakitte serdâr-ı ekrem olan vezirlerin yanında kazaskerlere vekâleten mevâlîden kadılar ordu kadısı olurlardı. Aynı işlem ve memuriyet donanmanın seferlerinde de söz konusuydu.

Kadıların mahkemedeki yazışma ve diğer hukukî işlemlerinin şekli sakk-i şer‘î, sicill-i sakk denen kaidelerle ve örneklerle belirlenmişti. Bu tür defterler içinde sistematik olarak i‘lâm, hüccet, fetva örnekleri yer aldığı gibi şiirler, hatta ilâç tarifleri dahi mevcuttur. Bunlar resmî kayıt olmayıp kadının şahsî ilmühaberi özelliği taşır. Kadı mahkemesinde merkezden gelen fermanlar, dava özetleri, askerlik işlemleri fazla ayrıntıya girilmeden kaydedilmiştir. Bütün bu kayıtlar kadının evinde veya camide saklanırdı. Osmanlı mahkeme arşivlerinde dava zabıtları, mukavele, senet, satış, vakfiye kayıtları, vekâlet, kefalet, vesayet, âzatlık belgesi, borçlanma, tereke ve taksim senetleri, günlük narh listeleri, esnaf teftişiyle ilgili kayıtların tutulduğu defterler, ayrıca ferman, berat, ruûs, tezkire kayıtlarının yer aldığı siciller bulunurdu. Bunlara genel olarak kadı sicilleri veya şer‘iyye sicilleri denilirdi. Ancak bu gibi kayıtlar pek çok yerde tek bir sicil defterinde yer alırdı. Edirne, Bursa gibi şehirlerde ihtisaslaşmış bir ayırım vardı. Kadıların çeşitli davalar yahut talepler karşılığı verdikleri, altta kendi imzalarını veya herhangi bir durumun, davanın tesbitini ihtiva ediyorsa şahitlerin imzalarını taşıyan belgeler özelliklerine göre i‘lâm, hüccet, mâruz, sicil vb. adlarla anılırdı. Kadıların defterleri ve evrakı kaybetmesi yahut tahrifi cezayı gerektirirdi. Göreve yeni gelen bir kadı önceki kadıdan evrakı, defterleri talep eder, iki emin tayin ederek onların önünde bunları gözden geçirirdi. Mahkeme sicilleri aynı zamanda şehrin ticarî kayıtları, noterlik arşivi özelliğindeydi.

BİBLİYOGRAFYA:

BA, MD, nr. 3, s. 27, hk. 66, s. 562, hk. 1644; nr. 5, s. 433, hk. 1155; nr. 6, s. 566, hk. 1218; nr. 16, s. 142, hk. 276-278, s. 158, hk. 309, s. 169, hk. 329, s. 176, hk. 336, s. 199, hk. 386, s. 206, hk. 396, s. 227, hk. 439; nr. 35, hk. 23; BA, HH, nr. 24176; Feridun Bey, Münşeât, I, 567; İlmiyye Salnâmesi, Birinci defa, Meşîhat-ı Aliyye Mektubçuluğu; Mecelle-i Umûr-ı Belediyye, I, 257-308; Çağatay Uluçay, XVII. Asırda Saruhan’da Eşkiyalık ve Halk Hareketleri, İstanbul 1944, tür.yer.; Halid Ongan, Ankara’nın 1 No’lu Şer’iyye Sicili, Ankara 1958, tür.yer.; Uzunçarşılı, İlmiye Teşkilâtı, I, 83-143; Abdülaziz Bayındır, İslâm Muhakeme Hukuku, İstanbul 1986, tür.yer.; İlber Ortaylı, Osmanlı Devleti’nde Kadı, Ankara 1994; Özer Ergenç, XVI. Yüzyılda Ankara ve Konya, Ankara 1995, s. 81-84; a.mlf., “18. Yüzyılda Osmanlı Taşra Yönetimi”, TUBA, X (1986), s. 96; Halil İnalcık, “Adaletnameler”, TTK Belgeler, II/3-4 (1965), s. 106; a.mlf., “The Ruznamçe Registers of the Kadıasker of Rumeli”, Turcica, XX, Paris 1988, s. 251-275; a.mlf., “Osmanlı İdare ve Sosyal ve Ekonomik Tarihiyle İlgili Belgeler-Bursa Kadı Sicillerinden Seçmeler III: Köy Sicil ve Terekeleri”, TTK Belgeler, XV/19 (1993), s. 23-169; Ebülulâ Mardin, “Kadı”, İA, Vl, 42-46.

İlber Ortaylı