İTİLÂF

(الائتلاف)

Bedî‘ ilminde lafız, mâna ve vezin arasında uygunluk bulunması sanatı.

Sözlükte “uyuşma, kaynaşma, uyum ve uygunluk” anlamına gelen îtilâf (i’tilâf) belâgat ilminin bedî‘ bahsinde yer alan bir terimdir. Buna tenâsüb, münâsebet, tevfîk, telfîk, mürâât-ı nazîr ve muvâfakat adları da verilmiştir (Teftâzânî, el-Muŧavvel, s. 380). Sözün etkisini arttırmak için lafızla mâna (şiirde buna vezin de dahildir) arasında uyum bulunmasını ve özellikle hitabete dayalı ifadelerde (inşad, nutuk vb.) sesle âhengin anlamı tamamlayacak biçimde düzenlenmesini esas alan itilâf belâgatın şartlarından sayılmış ve bir ifadede itilâfın varlığından ziyade yokluğu dikkat çekmiştir. Bişr b. Mu‘temir, belâgat ve hitâbet sanatına dair eś-Śaĥîfe’sinde, “Şerif mânaya şerif lafız seç” diyerek (Câhiz, Kitâbü’l-Beyân ve’t-tebyîn, I, 136) lafızla mâna arasında uyum bulunması gerektiğine işaret etmiş, daha sonra Câhiz her ortama has bir lafız olabileceğini söylemiştir (el-Ĥayevân, III, 39). Merzûkī ise lafızların anlamlara uygunluğunu güzel şiirin temel şartlarından saymıştır. Naķdü’ş-şiǾr adlı eserini itilâf kavramı üzerine temellendiren Kudâme b. Ca‘fer lafzın mânaya ve vezne, mânanın vezin ve kafiyeye uyumu olmak üzere itilâfın dört türünü ayrıntılı bir şekilde incelemiştir. Daha sonra bedî‘ ilminde itilâf konusu altı tür halinde ele alınmış, bedîiyyât sahipleri bu türlerden her birini ayrı bir edebî sanat şeklinde değerlendirmiştir. Buna bağlı olarak Türkçe belâgat kitaplarında itilâf farklı isimlerle (mürâât-ı nazîr, muvâfakat vb.) yer aldığı gibi benzer bazı sanatlar da (tenâsüp vb.) itilâfla karıştırılarak anlatılmıştır. Divan edebiyatının kuralcı yapısı, şiir dilinin ayrıntılı işlenmişliği, kalıplaşmış mazmunlar ve mecazlar dünyası pek çok şair için itilâfı bir sanattan öte bir üslûp özelliği haline getirmiş ve ustalıklı şiirin vazgeçilmez şartları arasına sokmuştur. Belâgat esaslarına göre itilâfın tasnifi şu şekilde yapılmaktadır:

Lafzın Mânaya Uyumu. Kelime ve terkiplerin anlam ve konuya uygun biçimde seçilmesidir. Sözün anlamını bilmeyen kimse bile onu oluşturan kelimelerin söylenişinden anlamını sezebilir. Meselâ bir savaş tasvir ediliyorsa söylenişi sert ve çetin kelimelerin (celâdet, gazanfer, savlet, rahşan, tekbir vb.), bir hüzün, aşk veya matem anlatılıyorsa söylenişi yumuşak, sessiz ve sâkin kelimelerin (tebessüm, gül, naz, elem, âh, merhamet vb.) seçilmesi bu tür uyumun gereğidir. Kur’ân-ı Kerîm’de bununla ilgili pek çok örnek bulunmaktadır. “ والقوه فى غيابت الجبّ” (Onu kuyunun derinliklerine bırakın [Yûsuf 12/10]) âyetinde, Hz. Yûsuf’un atıldığı kuyunun derinliğini ve karanlığını “gayâbe” kelimesinin telaffuzundan, böyle bir kuyunun içine düşen bir şeyin çıkardığı ses “cübb” kelimesinin söylenişinden âdeta duyulur ve görülür gibi anlaşılmaktadır.” مذبذبين بين ذلك “(Münafıklar müminlerle kâfirler arasında bocalayıp dururlar [Nisâ 4/143]) âyetinde de “müzebzebîn” kelimesinin söylenişinde münafıkların kararsız ruh halleri, ordan oraya koşuşturmaları ve hatta ayak sesleri duyulur gibidir. Kur’ân-ı Kerîm’in bu yüksek belâgatı şairlerce de örnek alınmış ve şiirde lafızla mâna itilâfına özen gösterilmiştir. Nef‘î’nin, “Evc-i havâda sıyt-ı çekâçâk-ı tîğden / Âvâz-ı ra‘d u sâika rehgümkünân olur” beytinde kılıç şakırtılarının çıkardığı seslerden dolayı gök gürültüsü ve yıldırımların bile yollarını şaşırdıklarını anlatmak üzere “evc, sıyt, çekâçâk, tîğ, âvâz, ra‘d, sâika, rehgümkünân” gibi konuya uygun kelimeleri seçmesi; Fuzûlî’nin bir aşk neşîdesi sayılabilecek ünlü mütekerrir murabbaındaki, “Gözüm cânım efendim sevdiğim devletlü sultanım” nakarat mısraı da aynı derecede rakīk ve aşk anlatımına uygun bir itilâf örneğidir.

Lafzın Lafza Uyumu. İlk defa İbnü’n-Nâzım tarafından ortaya konan bu itilâf türü, “lafızları veya anlamları arasında kategorik ilgi bulunan kelimeleri bir beyitte veya sözde toplamak” şeklinde tanımlanmıştır. Buna tenâsüp veya mürâât-ı nazîr adları da verilir. Buhtürî’nin, zayıf develeri tasvir ettiği كالقسيّ المعطّفات بل الأسـ / هم مبريّة بل الأوتار (Bükülmüş yaylar, belki sivriltilmiş oklar, belki de kirişler gibidirler) mısraında silâh kategorisine giren birbiriyle ilgili üç öğeyi (yay-ok-kiriş) birleştirmesi, Şeyh Galib’in, “Yâkūt gibi şarâb-ı engûr / Elmâs gibi piyâle-i nûr” mısralarında şarabın rengi dolayısıyla “yâkūt” ve “elmâs” kelimelerini anması buna örnek teşkil eder. Sözün başı ile sonunda birbirine anlamca uygun düşen lafızların bulunması da bu tür bir itilâftır. Buna “teşâbühü’l-etrâf” da denir.” لا تدركه الابصار وهو يدرك الابصار وهو اللطيف الخبير“(Gözler O’nu göremez. O bütün gözleri görür. O latiftir, haberdardır [el-En‘âm 6/103]) âyetinde baştaki, “Gözler O’nu görmez” ifadesine uygun olarak sonda “latîf” (ince, şeffaf, zarif), “O bütün gözleri görür” kısmına uygun olarak da “habîr” (haberdar, bilen) kelimeleri getirilmiştir. Birbirinin dengi olan ifadeleri bir beyitte veya sözde toplamak da bu tür bir itilâftır.” ولا تركنوا الى الذين ظلموا فتمسّكم النار “(Zalimlere meyletmeyin, yoksa size ateş dokunur [Hûd 11/113]) âyetinde zulme karşılık ateşin, zulme meyletmeye karşılık ateşin dokunuşunun zikredilmesinde latif bir uyum ve denge bulunmaktadır. Birkaç anlamı olan kelimenin bir anlamına uygun düşecek bir kelime getirilmesi de bu tür uyuma dahil “edilmiştir; buna “îhâm-ı tenâsüb” denir. “الشمس والقمر بحسبان، والنجم والشجر يسجدان” (Güneşi ve ayı bir hesaba göredir, bitki ve ağacı ilâhî emre âmâdedir [er-Rahmân 55/5-6]) âyetinde “necm” sözcüğü “yıldız; ot, bitki” anlamlarına gelir. İkinci anlamının (bitki) ardından “şecer” (ağaç) kelimesi gelerek îhâm-ı tenâsübe, ilk anlamı (yıldız) ile de öncesine (güneş, ay) uygun düşerek mürâât-ı nazîre örnek olmuştur. Garîb ve nâdir olan ya da bilinen lafızları bir sözde toplamak da bu tür uyumdan sayılmıştır.” تالله تفتؤا تذكر يوسف حتى تكون حرضاً “(Vallahi, her an anmadasın Yûsuf’u, neredeyse öleceksin [Yûsuf 12/85]) âyetinde garîb sözcükler bir araya getirilmiştir. Yeminde “vallahi, billâhi”ye göre daha az kullanılan “tallahi”, nâkıs fiillerden en az kullanılan “tefteü”, helâk ve ölüm ifadelerinden en garîbi olan “harazan” kelimeleri bir araya toplanmıştır (lafzın lafza uyumuyla ilgili olarak ayrıca bk. ÎHÂM; TENÂSÜP).

Mânanın Mânaya Uyumu. Birbirine uygun düşen iki mânanın birleştirilmesi, en uygun kelimelerin en uygun tertipte söylenmesidir. Mütenebbî’nin şu beyti buna bir örnek teşkil eder:” فالعرب منه مع الكدريّ طائرة / والروم طائرة منه مع الحجل“(Arap onun korkusundan bağırtlakla birlikte, Rum da ondan keklikle birlikte uçarcasına kaçar). Burada şairin sözünü ettiği övülen kişiden korkulup kaçılması olayı Arap ile bağırtlağa, Rum ile de kekliğe “uçma” isnadını doğurmuştur. Uçmak, bağırtlak ve kekliğe uygun düştüğü halde ilk bakışta Arap ve Rum’a uymamıştır. Bununla


birlikte övülen kişiden korkulup kaçılması ve önünde kimsenin duramaması gerçeği bunların hepsini uçma hükmünde birleştirmiştir. Ayrıca çöl kuşu olan bağırtlağın Arap ile, dağ kuşu olan kekliğin Rum ile beraber getirilmesi de ayrı bir uyumdur. Çünkü Araplar çölde, Rumlar dağlarda yaşar. Mânanın mâna ile itilâfında iki veya daha çok husustan duruma en uygunu olanı tercih edilmelidir. Meselâ, “Hata bizden, atâ sizden” sözü yaş veya rütbece bir küçük tarafından söylenirse itilâf, büyük bir kişi tarafından söylenirse itilâfsızlık olur. Çünkü hata işlemenin daha çok küçüklere, atâda bulunmanın da büyüklere mahsus olduğu yerleşik bir kanaattir. Nedîm’in, “Ahâlî izz ü devlette reâyâ emn ü râhatta / Hüner erbâbı rif‘atta cihan yekpâre nûrânî” beytinde ahali, reâyâ ve hüner erbabı için kullanılan sıfatlar (yücelik ve ikbal, emniyet ve huzur, itibar) yekdiğeri için de kullanılabileceği ve vezin de uygun düşeceği halde şair, her grup insan için aslî ihtiyaç olan en uygun sıfatları seçerek mânanın mâna ile itilâfını sağlamıştır.

Kafiye Kelimesinin Beytin Anlamına Uyumu. Kudâme b. Ca‘fer’in ilk olarak sözünü ettiği bu itilâf türüne daha sonraki belâgat âlimleri “temkîn” adını vermişlerdir. Bu türü ilk defa Kur’an’a uyarlayan İbn Ebü’l-İsba‘, âyetlerin son kelimelerinin (fâsıla) âyetin önüyle uyumu anlamında “îtilâfü’l-fâsıla maa mâ-yedüllü aleyhi sâirü’l-kelâm” tabirini kullanmıştır. Şiirde beytin son kelimesinin (kafiye), sanatlı nesirde kafiyeli bölüklerin (fıkra) son kelimelerinin (sec‘a), Kur’an’da âyetlerin son kelimelerinin (fâsıla) önleriyle uyumu bu nevi itilâfın kapsamına girer. Şu âyetin iki ayrı yerde değişik fâsılalarla sona ermesinde önü ile latif bir uyum bulunmaktadır:” وان تعدّوا نعمة الله لا تحصوها، انّ الإنسان لظلوم كفّار “(Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim ve pek nankördür [İbrâhîm 14/34]).” وان تعدّوا نعمة الله لا تحصوها، انّ الله لغفور رحيم “(Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız. Doğrusu Allah çok bağışlayıcı, pek merhametlidir [en-Nahl 16/18]). Allah’ın sonsuz nimetlerinden bahseden bu iki âyetten birincisinin hâtimesinde insanın zulüm ve nankörlüğünden, ikincisinin sonunda Allah’ın mağfiret ve merhametinden söz edilmiştir. Buradaki itilâf şöyle açıklanmıştır: Sayısız nimetler karşısında onları alan kulda iki vasıf (zulüm, nankörlük) hâsıl olmaktadır. Bunlara karşılık bu nimetleri insana veren Allah’ta da iki vasıf (mağfiret, merhamet) tecelli etmektedir. Bu güzel uyum iki âyetin birlikte düşünülmesiyle ortaya çıkmaktadır. Türk edebiyatında itilâfın bu türüne rağbet edilmemiştir.

Lafzın Vezne Uyumu. Bu itilâf türü vezin zoru ile kelimelerin yapılarının değiştirilmemesi, terkip ve cümlelerde uygunsuz takdim ve tehirlerin yapılmaması, vezni tamamlamak için maksada aykırı ve anlamı bozacak bir lafzın eklenmemesi ya da aynı sebeple bir lafzın atılmaması şeklinde açıklanmıştır. Vezni denkleştirmek için gereksiz kelime eklemek (haşv) kelimeden harf eksiltmek (teslîm) veya kelimeye harf eklemek (teznîb), bazı özel isimlerin morfolojik yapısını değiştirmek (tağyîr) itilâfa aykırıdır. Mânaya uygun bir kelimenin vezne uymaması halinde onun yerine eş anlamlı veya yakın anlamlı başka bir kelime kullanılması yahut kelimeler arasında nahoş takdim-tehirler yapılması itilâfı bozar. Râgıb Paşa’nın, “Âşıkın bağrı kebâba teb-i gayretle döner” mısraında âşığın bağrında bulunması gereken “ateş” yerine vezin gereği “teb” (sıcaklık, sıtma) kelimesinin kullanılması buna örnek teşkil eder. Aynı mısradaki “kebaba dönmek” deyimi de takdim-tehirle parçalanıp arasına “teb-i gayret” girmiştir ki bu da ayrıca vezin yüzünden ortaya çıkan bir itilâfsızlıktır. Mısra-ı bercestelerin asırlar boyunca tekrar edilmesinin sebebi çok zaman lafızla veznin bu tabii itilâfıdır ve pek çok kişi onları hâfızasında vezinli bir şiir parçası değil bir atasözü gibi saklar: “Kenârın dilberi nâzik de olsa nâzenîn olmaz” (Nabî); “Âdeme cübbe vü destâr kerâmet mi verir” (Şeyhülislâm Yahyâ).

Mânanın Vezne Uyumu. Vezin zorunluluğu ile mânanın anlaşılmaz, karmaşık ve kapalı bir hal almaması, gereksiz bir anlam eklenmemesi veya gerekli bir mânanın atılmaması, yine vezin zorunluluğu ile mânanın anlatılmak istenen maksadın dışına çıkmaması şeklinde açıklanmıştır. Böyle kusuru olan şiire “maklûb” adı verilir. Sâbit’in, “Kenâr-ı havzda mehtâba karşı sîne-çâk olmuş / Edip aksiyle havzı ma‘den-i sîm-âb leb-ber-leb” beytinin ikinci mısraı vezin zarureti olmasaydı, “Kenâr-ı havzda mehtâba karşı sîne-çâk olup / Aksiyle havzı leb-ber-leb ma‘den-i sîm-âb etmiş” şeklinde takdim tehîr ile söylenerek itilâfsızlık giderilmiş olurdu. Çünkü burada esas mâna, “sevgilinin sîne-çâk olarak havuzu baştan başa mehtap gibi aydınlatması”dır. Vezin zaruretiyle anlatılmak istenen mânanın bir beyitte bitirilemeyip diğer beyitlere taşması da bu tür uyumla çelişir. Bu nevi kusuru bulunan şiire “mebtûr” adı verilir. Türk şiirinde mânanın vezinle itilâfının en üst derecesi mânaya uygun bir veznin seçilmesiyle gösterilmiştir. Antakyalı Münîf’in şu beyti mûsikideki terennüm lafızlarını çağrıştırmakta ve mânaya uygun olarak vezin de âdeta terennüm ritimlerini vermektedir: “Benimle yek-tene nâdirdir etse bir bârı / Nedîm-i bezm olup ol sîmten tesâdüm tek”. Bugün modern Arap şiirinde itilâf muhteva birliği ve biçim-anlam uyumu olarak anlaşılmaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Tehânevî, Keşşâf, I, 79-80, 1352-1353, 1366-1367; Muallim Nâci, Istılâhât-ı Edebiyye, İstanbul 1307, s. 14-36; Tâhirülmevlevî, Edebiyat Lügatı, İstanbul 1973, s. 75-76; Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), Kahire 1367/1947, I, 136, 145; II, 7-8; a.mlf., Kitâbü’l-Ĥayevân, III, 39; Ebü’l-Hasan İbn Tabâtabâ, Ǿİyârü’ş-şiǾr (nşr. Tâhâ el-Hâcirî - M. Zağlûl Sellâm), Kahire 1956, s. 120-122; Kudâme b. Ca‘fer, Naķdü’ş-şiǾr (nşr. M. Abdülmün‘im Hafâcî), Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye), s. 153-159, 204-209; Ebü’l-Hasan el-Cürcânî, el-Vesâŧa beyne’l-Mütenebbî ve ħuśûmih (nşr. M. Ebü’l-Fazl İbrâhim - Ali M. el-Bicâvî), Kahire 1386/1966, s. 24; İbn Münkız, el-BedîǾ fî naķdi’ş-şiǾr (nşr. Ahmed Ahmed el-Bedevî - Hâmid Abdülmecîd), Kahire 1380/1960, s. 154; Ebû Ya‘kūb es-Sekkâkî, Miftâĥu’l-Ǿulûm, Kahire 1318, s. 179; İbn Ebü’l-İsba‘, Taĥrîrü’t-Taĥbîr (nşr. Hifnî M. Şeref), Kahire 1383, s. 194-241; a.mlf., BedîǾu’l-Ķurǿân (nşr. Hifnî M. Şeref), Kahire 1392/1972, s. 79-92; Yahyâ b. Hamza el-Alevî, eŧ-Ŧırâzü’l-müteżammin li-esrâri’l-belâġa, Beyrut 1402/1982, III, 144-151; İbnü’n-Nâzım, el-Miśbâĥ fî Ǿilmi’l-meǾânî ve’l-beyân ve’l-bedîǾ, Kahire 1341, s. 114; Teftâzânî, el-Muŧavvel, İstanbul 1286, s. 380-381; a.mlf., Muħtaśarü’l-meǾânî, İstanbul 1307, s. 389-390; Süyûtî, el-İtķān, Beyrut 1973, II, 88; M. Alevî Mukaddem, Der Ķalemrev-i Belâġat, Meşhed 1372 hş., I, 721-722.

İsmail Durmuş - İskender Pala