İTALYA

Avrupa’da ülke.

I. FİZİKÎ ve BEŞERÎ COĞRAFYA

II. TARİH

III. İSLÂM DÜNYASIYLA İLİŞKİLERİ ve SÖMÜRGECİLİK FAALİYETLERİ

IV. ÜLKEDE İSLÂMİYET

V. İTALYA’DA İSLÂM ARAŞTIRMALARI

Kuzeyde Orta Avrupa’ya dayanan, güneydoğu yönünde Akdeniz’e girmiş çizme biçiminde bir yarımada ile Sicilya ve Sardinya adalarından oluşur; yüzölçümü


301.302 km², nüfusu 57.235.000 (1993, 2000 tah. 57.600.000), başşehri Roma (2.791.354, 1991), diğer önemli şehirleri Milano (1.432.184), Napoli (1.206.013), Torino (991.870) ve Cenova’dır (701.032). Parlamenter demokrasiyle yönetilir.

I. FİZİKÎ ve BEŞERÎ COĞRAFYA

Genelde dağlık bir ülke olan İtalya’nın kuzeyinde, bir bölümü komşu ülkelere taşan sarp ve yüksek dağ sistemlerinden Alp dağları batı-doğu doğrultusunda bir yay çizerken uzunluğu 1200 kilometreyi aşan Appennin sıradağları kuzeyden güneye doğru yarımada boyunca bir omurga gibi uzanır ve Messina Boğazı’ndan sonra Sicilya’da devam eder. Alpler’in İtalya sınırları içerisindeki en yüksek noktaları sırasıyla Rosa (4634 m.), Gran Paradiso (4061 m.), Ortles (3899 m.), Viso (3841 m.) ve Adamello (3554 m.), Appenninler’inkiler ise Monte Corno ile (2914 m.) Monte Amaro’dur (2795 m.). Avrupa’nın en yüksek ve en aktif yanardağı olan Etna (3340 m.) Sicilya’da, son defa 1944’te püsküren Vezüv de (Vesuvio, 1279 m.) yarımada üzerinde Napoli’nin yanı başındadır. Ülke topraklarının yaklaşık dörtte birini oluşturan ovaların en büyüğü, Alpler’in etekleriyle Appenninler’in kuzey uzantılarının ve Adriya denizinin kuşattığı Po ovasıdır (50.000 km²). Nehirler genelde kısadır; bununla birlikte ülkenin başlıca akarsu sistemini teşkil eden Po ırmağı batıda Monsiva bölgesinden doğar ve doğuda Adriya denizine dökülür. Appenninler’in batı yamaçlarından doğan ve Tiren denizine dökülen Tiber ile (Tèvere) Arno da nisbeten uzun ırmakların başlıcalarıdır. Sayıları yaklaşık 1500’ü bulan göllerin en yaygın tipi en büyükleri Garda, Lago Maggiore, Como, Iseo ve Lugano olan Alpler’in eteklerindeki buzul gölleriyle krater, kıyı ve kırık hatların üzerindeki tektonik göllerdir.

Ülke ılıman iklim kuşağında yer almakla birlikte iklimi denizden uzaklığa ve yüksekliğe bağlı olarak farklılıklar gösterir. Yoğun kar yağışı altındaki Alpler’de dağ iklimi hüküm sürerken daha çok ilkbahar ve sonbaharda yağmur alan Po ovasında kara iklimi görülür. Sicilya ve Sardinya adaları anakaraya göre daha sıcaktır. Yaz aylarında ortalama sıcaklık 22º-24º arasında iken kış ortalaması Alp dağları ile Po ovasında 0º-2º, güneyde ise 5º-8º düzeyindedir. Yıllık yağış miktarı alçak kesimlerde 750, yükseklerde 1000 milimetredir. Büyük çoğunluğun şehirlerde yaşadığı İtalya’da nüfus yoğunluğu 191’dir.

Resmî dil İtalyanca’dır. Fransa ve İsviçre’nin Valais (Wallis) kantonu sınır bölgelerinde Fransızca, Avusturya sınır bölgesinde Almanca ve Sardinya adasında Sardca (Sardo) konuşulur. Din bakımından nüfusun % 83’ü Katolik’tir. Müslümanların sayısının 300.000, yasa dışı yollardan gelenlerle birlikte 500.000 olduğu tahmin edilmektedir. Herhangi bir dine mensup olmayanlarla ateistlerin sayısı 9.200.000 civarındadır.

Toprak verimliliğinin düşüklüğünden dolayı tarım sanayi kadar parlak bir görüntü sergilemez. Tahıl üretiminde buğday, yulaf, arpa, pirinç ve özellikle yem yapımında kullanılan mısır önde gelir. İtalya sebze ve meyve üretiminde Avrupa ülkeleri arasında ilk sıralarda yer alır. Son yıllarda meyve ve sebze alanlarının genişlemesi sebebiyle zeytincilik gerilerken bağcılık Fransa’yı geride bırakmıştır. Güneyde domates, biber, patlıcan ve soğan gibi sebzeler üretilir. Hayvancılıkta ise ileri bir düzey tutturulamamış ve ülkenin et ihtiyacı hiçbir zaman iç üretimle karşılanamamıştır.

İtalya yeraltı kaynakları bakımından zengin sayılmaz. Mermer, sünger taşı, al-çı taşı ve potas gibi taş ocağı ürünleri ekonomiye katkıda bulunur. II. Dünya Savaşı’ndan sonra çelik sanayiindeki ilerleme makine ve otomobil sanayilerinin gelişmesini sağlarken geleneksel ipekli dokuma yanında pamuk, yün ve jüt ipliğiyle sentetik elyafa dayalı dokumacılık sektörü de atılım yapmıştır. Başlıca endüstri kolları arasında demir çelik, metal eşya, motorlu araçlar, petrokimya, dokuma, cam, seramik, deri eşya ve ayakkabı yer alır. Ticarî ilişkiler en fazla Avrupa Birliği ülkeleriyle yoğunlaşmış durumdadır.

BİBLİYOGRAFYA:

The World Factbook 1995, Washington 1995, s. 210-212; Jules Sion, “Italie”, Géographie Universelle, VII, Paris 1934, s. 235-394; Roberto Almagia, “Italy”, EAm., XXV, 462-465; “İtalya”, Büyük Larousse, İstanbul 1986, X, 5955-5960; “İtalya”, ABr., XII, 127-144; “İtalya”, a.e.: Ana Yıllık 1994, s. 564, 572.

Talip Küçükcan





II. TARİH

Bugünkü İtalya tarihi Paleotik döneme kadar uzanmakta olup yarımadaya Hint-Avrupa dillerini konuşan farklı toplulukların göçleri milâttan önce 2000-1500 yıllarına rastlamaktadır. Asırlarca yeni göçler durmamış ve sırasıyla Doğu kültürünü buraya yerleştiren Etrüskler, Vizigotlar, Hunlar, Vandallar, Ostrogotlar, Lombardlar, Araplar, Normanlar gelmiştir. Etrüskler’in hâkimiyetine milâttan önce VI. yüzyılda son veren Romalılar milâttan önce 264’te bütün yarımadayı ele geçirmişler ve Latince bunların devrinde yaygınlaşmıştır. Roma’nın milâttan sonra 451’de Büyük Hun İmparatoru Attila tarafından alınmasının ardından Batı Roma İmparatorluğu yıkıldı. Avrupa’nın güçlü imparatorluklarının hâkimiyetine giren yarımada, milâttan sonra V. asrın sonunda Cermen İmparatoru Odoacre tarafından işgal edildi. Milâttan sonra VI. yüzyılın başında arianist Ostrogotlar ve ikinci yarısında yine arianist Lombardlar tarafından istilâ edildi ve Bizans’ın kalıntıları yok edildi. Lombard Kralı I. Aribert zamanında (653-661) hıristiyanlaşan Lombardlar kısa zamanda papalık üzerinde etkili oldular ve ülke tarihinde daima önemli yer tuttular. Bu gelişme karşısında papalık harekete geçerek 756’da bağımsız bir devlete dönüştü. Papa III. Stephanus’un daveti üzerine Fransa’daki Karolenj Kralı Charlemagne 773’te buraya girdi. 800’de Papa III. Leo kendisine imparatorluk tacı giydirdi. İtalya’yı ele geçirmek isteyen I. Otto’ya 962’de Papa XII. Jean tarafından imparatorluk tacı giydirilmesiyle Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun kurulmuş olduğu kabul edilir. İtalya’daki bu yeni dönem XI. yüzyılın sonuna kadar devam etmiştir.

Kuzey Afrika’daki Emevîler döneminde VII. yüzyılda başlayan müslümanların Sicilya’ya akınları IX. yüzyılın başında da devam etti. Ağlebîler 831’de Palermo’yu ve daha sonra Bari’yi aldıkları gibi 846’da Roma’yı yağmaladılar. Sicilya adasındaki müslüman hâkimiyeti papalık tarafından İtalya’ya kuzeyden paralı asker olarak getirilen Normanlar’ın burada 1061’de üstünlük sağlamalarına kadar devam etti.

Germen İmparatoru I. Barborassa Friedrich 1152’de İtalya’yı tekrar ele geçirdi ve 1250 yılına kadar devam edecek Hohenstaufen hânedanı dönemini başlattı. Yaklaşık bir asır süren üstünlük mücadelesi esnasında halk papalık taraftarlarıyla (Guelfo) imparator taraftarları (Ghibellinolo) diye ikiye ayrıldı. Kral II. Manfred’e karşı Fransa’dan yardıma çağrılan Anjou Dükü Charles Guelfolar’ın desteğiyle galip geldi. Ancak bir müddet sonra bunlarla papalık arasında çıkan anlaşmazlık neticesinde papa 1309’da Avignon’a götürüldü ve ancak 1377’de Roma’ya dönebildi. İtalya üzerinde


XIV-XV. yüzyıllar boyunca tekrar Alman imparatorlarının hâkimiyetleri devam etmiştir.

XIII. yüzyılın ikinci yarısından XVI. yüzyıla kadar papalıkla imparatorluk arasındaki sürtüşmeler esnasında Kuzey ve Orta İtalya’daki bazı bölgeler bağımsızlıklarını kazandılar. Cenova, Floransa, Milano, Lombardia ve Venedik gibi şehir devletleri kuruldu. 100.000’den fazla nüfuslarıyla Avrupa’nın bu en kalabalık şehirlerine sahip bu küçük devletlerin her yönden güçlenmeleri Rönesans’ın buralarda başlamasına sebep oldu. Bilhassa Venedik bu dönemde Avrupa’nın Asya ve Ortadoğu ile ticaretinin kontrolünü elinde tutuyordu. Cenovalı bankacılar ise Avrupa’da olduğu kadar Kuzey Afrika üzerinde de iktisadî yönden hâkimdiler. Dante, Petrarca ve Boccacio gibi fikir adamları hümanizm hareketini İtalya’da başlattıkları gibi Dante’nin kullandığı Toskana lehçesi ortak dil olarak kabul edildi. Bununla birlikte geniş halk kitleleri hâlâ yoksulluk içerisindeydi.

XV. yüzyıl sonunda siyasî bakımdan bölünmüş bir yapıda olması, zengin İtalyan şehir devletleri üzerinde Fransa ile İspanyollar’ın rekabetine yol açtı. Fransa bu rekabette geri plana düştü. 1559’da yapılan bir anlaşmayla İspanyol Habsburg hânedanı yarımadaya sahip oldu. Özellikle Napoli bölgesindeki halkın yoksulluk sebebiyle ayaklanması, ağır vergiler, engizisyon ve İspanya’daki Veraset Savaşı (1701-1713) sonucunda zayıflayan İspanyol hâkimiyeti yerini Avusturya Habsburgları’na bıraktı ve 1797’ye kadar onların hâkimiyetinde kaldı. 1789 Fransız İhtilâli’nin ardından Napolyon Bonapart 1796’da İtalya seferini düzenledi ve asırlar sonra şehir devletleri millî ve siyasî bütünlük içinde birleştirildi. Napolyon 1802’de İtalya Cumhuriyeti’ni kurunca buranın ilk devlet başkanı oldu, 1804’te ise krallığa dönüştürdüğü ülkede kendisini imparator ilân etti. 1806’da İki Sicilya (Napoli-Sicilya / Sicilyateyn) kralı ilân ettiği oğlu Joseph Napolyon 1808’de İspanya kralı olunca yerine kayınbiraderi Joachim Murat geçti. Fransa hâkimiyetinde İtalya birbirinden bağımsız Napoli Krallığı, Sardinya Krallığı ve papalık devletleri olmak üzere üç devletten ibaretti. Napolyon’un Fransa’daki rejiminin 1814’te çökmesi ve Avusturya karşısında güç kaybetmesi üzerine İtalya tekrar Avusturyalılar’ın hâkimiyetine geçti. 1815’teki Viyana Kongresi’nden sonra başlayan süreçte Joachim Murat tahtını kaybetti ve Napolyon’un Napoli’de kurduğu bürokrasiyi Avusturya İmparatoru II. Franz dağıtınca restorasyon dönemi başladı. Bu esnada İtalya’daki eski küçük devletler yeniden canlandı ve papalık devletleri, Avusturya düklükleri, Sardinya ve İki Sicilya krallıkları adı altında ülke yeniden parçalandı. İtalya kelimesi henüz coğrafî bir tabir olmaktan ileri gidemedi ve bu isimle yaşayacak müstakil devlet kurulamadı. Ancak İtalyan halkında uyanan birlik duyguları gittikçe genişledi ve Avusturya yönetimini zorladı. Bu arada Fransızlar 1849’da papalık hükümetini yeniden kurdular. Sardinya ile Fransa, Avusturyalılar’ı Venedik hariç bütün Kuzey İtalya’dan kovdu. Kont Camillo Benso Cavour’un Piemonte-Sardinya Krallığı’nda başlattığı millî birlik faaliyetleri risorgimento (yeniden çıkış) dönemi olarak bilinmektedir. Kont Cavour, büyük devletlerce desteklenmeden İtalyan birliğinin gerçekleşemeyeceğini bildiğinden İngiltere ve Fransa ile birlikte Kırım savaşına girdi.

Roma, Venedik ve San Marino şehir devletleri dışında yeniden kurulan İtalya Krallığı’na 17 Mart 1861’de Sardinya Kralı II. Vittorio Emanuele getirildi. Avusturyalılar’a karşı Prusya ile yapılan antlaşmadan sonra 1866’da Venedik ülkenin topraklarına katıldı. Fransa İmparatoru III. Napolyon’un devrilmesinden sonra 1870’te İtalyan birlikleri Roma’ya girince papa Vatikan’a çekildi. 2 Ekim 1871’de İtalya’nın başşehri olarak Roma ilân edildi. Napoli merkezli Güney İtalya’daki krallık da aynı yıl İtalyan birliğine dahil edildi.

1878 yılı Ocak ayında kral ölünce yerine I. Umberto geçti. Francesco Crispi’nin başbakanlığında sömürgecilik faaliyetleri başlatıldı ve İtalyan ordusu 1880’de Somali ile Eritre’yi işgal etti. Almanya ve Avusturya-Macaristan’la 1882’de kurulan üçlü ittifak Fransız yayılmacılığına karşı 1887’de kuvvetlendirildi. Ancak İtalya 1896’da Etiyopya’ya karşı yaptığı Adwa savaşını kaybetti.

Sömürgecilik iç siyaseti olumsuz yönde etkiledi ve çıkan karışıklıklar esnasında 29 Temmuz 1900 tarihinde Umberto öldürülünce yerine III. Vittorio Emanuele kral oldu. Başbakan Giovanni Gioletti 1903-1914 yılları arasında ülkenin en etkili devlet adamı olarak dış siyasette üçlü ittifakı terkedip Fransa ve İngiltere’ye yaklaştı. İtalyanlar, Akdeniz’deki güçlerini arttırmak için Osmanlı Devleti’nin Afrika kıtasında kalan son vilâyeti Trablusgarp’ı 1912’de işgal ettiler. İtalya 1915’te Almanya ve Avusturya-Macaristan ile ittifak kurmasına rağmen I. Dünya Savaşı’nda İtilâf devletlerinin safında yer aldı. Savaş bittiğinde İtalya’nın 654.000 ölüsü ve 1.400.000 yaralısı yanında ekonomisi tamamen bozulmuştu. Bu durum halkın aşırı uçlara yönelmesine sebep olurken sosyalistlerin kararsız tutumları neticesinde faşistler güçlendiler. Bunların da içinde yer aldığı ulusal birlik 1921’de yapılan seçimleri kazandı ve Mussolini dahil yirmi dört faşist milletvekili Ekim 1922’de meclise girdi. Mussolini başkanlığında kurulan ilk hükümette liberaller, milliyetçiler ve Katolikler de yer alırken sadece sosyalist ve komünistler muhalefet ettiler. Faşist iktidar 1926’da bütün siyasî partileri kapattı, basın hürriyeti kaldırıldı. Vatikan ile 1929’da Lateran Antlaşması imzalanarak papalıkla münasebetler geliştirildi. Saint Pierre Katedrali ve ayrıca bazı yerlerin tahsisiyle oluşturulan Vatikan Devleti tarihteki papalık devletlerine ait bütün haklarından vazgeçti. Bunun karşılığında Mussolini Vatikan’ın varlığını bir devlet olarak tanıdı. Okullara din eğitimi konulması, medenî nikâh yanında dinî nikâhın geçerli kılınması ve Katolikliğin devlet dini olarak tanınması sayesinde kilisenin toplum hayatındaki etkinliği arttı.

İtalya 1935’te Etiyopya’yı ilhak etti ve III. Vittorio Emanuele imparator ilân edildi. Almanya ile 1938’de Berlin-Roma mihverini oluşturan Mussolini 1939 yılı Nisan ayında Arnavutluk’u işgal etti. 1940’ta Almanya’nın kazandığı zaferleri görünce II. Dünya Savaşı’na hazırlıksız olarak girdi. Bu arada Avrupa genelindeki yahudi düşmanlığına katılarak askerî ve sivil yahudi memurları görevlerinden uzaklaştırdı. 1941’de Balkanlar’da Almanlar başarı elde edince İtalya da Yugoslavya ve Yunanistan’ı işgal etti. 24-25 Temmuz 1943’te müttefik ordular Sicilya’dan itibaren bütün Güney İtalya’yı işgale başlayınca III. Emanuele faşist diktatörü görevden alarak tutuklattı. General Pietro Badoglio geçici hükümetin başına getirildi. Almanya’nın eylül ayında bir defa daha ülkenin kuzeyini işgal etmesi üzerine kral ve Badoglio Brindissi’ye kaçtı. Almanlar, Gran Sasso’da tutuklu Mussolini’yi serbest bırakarak ülkenin kuzeyinde kurdukları İtalyan Cumhuriyeti’nin başına geçirdiler. Bunun üzerine Badoglio 13 Ekim 1943’te Almanlar’a savaş ilân etti. Farklı partiler Ulusal Birlik Komitesi (CLN) adı altında


bir araya gelerek 1945 yılı Nisan ayında Nazi işgalinden kurtuldu ve Mussolini Alman askerlerinin çekilmesinden sonra İsviçre’ye kaçmak isterken yakalanarak öldürüldü.

Kral III. Emanuele 9 Mayıs 1946’da II. Umberto lehine tahttan çekildiyse de 2-3 Haziran 1946’da yapılan referandumla anayasa değiştirilerek cumhuriyet yönetimine geçildi. Aynı anda yapılan ve kadınların ilk defa katıldıkları seçimleri Hıristiyan Demokrat Parti (Democrazia Cristiana) kazandı ve Alice de Gasperi kurulan koalisyon hükümetinin ilk başbakanı oldu. 10 Haziran’da Enrico de Nicola geçici devlet başkanlığını üstlendi. 13 Haziran’da son kral ülkeyi terkederek Portekiz’e gitti. Temmuz 1946’da müttefik kuvvetleri Paris Barış Antlaşması’na göre silâhlı kuvvetlerin mevcudunun azaltılmasını, savaş tazminatı ödemesini ve en önemlisi Afrika’daki sömürgelerinin tamamından çekilmesini İtalya’ya kabul ettirdiler. 18 Nisan 1948’de yapılan seçimlerde Hıristiyan Demokrat Parti oyların çoğunluğunu alarak yeniden iktidara geldi. 11 Mayıs’ta Luigi Einaudi devlet başkanı seçildi. İtalya 1952’de temelleri atılan Avrupa Birliği’ne kurucu üye olarak katıldı. Giovanni Gronchi 1955’te ülkenin ikinci devlet başkanı oldu. Uzun müddet Birleşmiş Milletler’e Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin vetosuyla giremeyen İtalya nihayet 1955’te kabul edilirken 1957’de Avrupa Ekonomik Topluluğu içinde yer aldı. Hıristiyan Demokrat Parti’den Antonio Segni 1960’ta devlet başkanı oldu.

İtalya 1950-1960 yılları arasında ekonomik bakımdan büyük gelişme gösterdi. 1947’den sonra ilk defa sosyalistler 1963’te Aldo Moro başkanlığında kurulan hükümette yer aldılar. Fakat ülkede komünizm gittikçe kuvvetlenmekteydi ve 1976’da yapılan seçimlerde Hıristiyan Demokrat Parti’nin arkasından % 33’lük oy oranıyla ikinci oldular. Bunların desteğiyle kurulan Giulio Andreotti hükümeti Ocak 1978’de istifa ettiyse de 1979 yılı başındaki istifasına kadar göreve devam etti. Ancak ülkede aşırı sağ ve sol örgütlerin terör olayları arttı ve bilhassa Kızıl Tugaylar örgütü hapishanelerdeki arkadaşlarını kurtarmak için kaçırdıkları eski başbakan Aldo Moro’yu öldürdüler. II. Dünya Savaşı’ndan sonra İtalya’da ilk defa Hıristiyan Demokrat Parti dışında Cumhuriyetçi Parti (Partito Republica) başkanı Giovanni Spadoloni başbakan oldu. Ancak ülkedeki skandallar siyasî partilere de sıçradı ve ilk önce Hıristiyan Demokrat Parti sarsıldı. 1983’te başbakan olan Bettino Craxi çok sevilmesine rağmen rüşvet ve teröre engel olamadı. 1984 yılında ülkenin hayatında kilisenin etkisi azaltıldığı gibi Katolikliğin ülkenin resmî dini olma vasfı kaldırıldı. 1986’da ülkede organize cinayetler arttı ve ilk defa Sicilya’da ortaya çıkan mafya örgütü ülke genelinde zamanla yayılarak çok sayıda cinayete karıştı. 1990 yılında Hıristiyan Demokrat Parti’nin adı birçok siyasî yolsuzluğa karıştığı için 1948’den itibaren devam eden ülke tarihindeki etkisini kaybetti. 1994’te sağcı ittifak yeni faşist hareketin de desteğiyle seçimleri kazandı ve medya patronu Silvio Berlusconi başbakan tayin edildi. 1996 yılında II. Dünya Savaşı’ndan beri ilk defa solcu bir ittifak iktidara geldi ve iktisat profesörü olan Romano Prodi başbakan oldu. Massimo d’Alema eski komünist partisinin adını değiştirerek Sosyalist Parti yaptı ve Prodi hükümetinin düşmesinden sonra 21 Ekim 1998’de başbakanlığa getirildi. 26 Nisan 2000 tarihinde ise Giuliano Amato başbakan oldu. Ancak 13 Mayıs 2001’de yapılan genel seçimleri merkez sağ ittifak kazanınca Forza İtalia’nın lideri Silvio Berlusconi beş yıl aradan sonra tekrar hükümeti kurdu.

BİBLİYOGRAFYA:

H. Bergman, L’Italie, Paris 1923; H. A. L. Fisher, A History of Europe, London 1937, s. 386-398, 446-458, 913-918, 948-963; E. Berl, L’histoire de l’Europe d’Attila à Tamerlan, Paris 1945; J. More, The Land of Italy, London 1953; M. Moulin, Histoire des nations européennes, Paris 1962, s. 142-156; C. Hibbert, Rome The Biography of a City, London 1985; J.-M. M. - P. G., “Italie-Histoire”, EUn., IX, 238-255.

Ahmet Kavas





III. İSLÂM DÜNYASIYLA İLİŞKİLERİ ve SÖMÜRGECİLİK FAALİYETLERİ

İtalya, Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkıldığı 476’dan 1860 yılına kadar siyasî birlikten mahrum bir coğrafya parçasıydı. Sayıları yüzyıllara göre değişen irili ufaklı devletler birbirlerine üstünlük sağlamak için kendi aralarında savaşırken yarımada kuvvetli komşularının istilâlarına uğradı. Önce Bizans İmparatoru Iustinianos İtalya’yı işgal edip Büyük Roma İmparatorluğu’nu canlandırmak istedi (555). 652 yılından başlayarak Sicilya’ya akın eden Araplar, adayı ve Güney İtalya kıyılarını ele geçirerek bir süre buralara hâkim oldular. Sicilya’daki Arap hâkimiyeti 1091’de Normanlar’ın burayı tamamıyla ele geçirmeleri üzerine sona erdi. Fransa, Almanya ve İspanya gibi komşu devletler de adanın kuzeyinde ve güneyinde bir süre hâkimiyet kurdular. Ancak bu parçalanmışlığa ve yabancı istilâlarına rağmen Orta ve Yeniçağ İtalyası’nın göze çarpan özelliklerinden biri, küçük İtalyan şehir devletlerinin denizciliğe ve ticarete verdikleri önem dolayısıyla dönemlerinin en zengin siyasî güçleri haline gelmiş olmalarıdır. Doğu Akdeniz bölgesine yayılan bu devletler, Haçlı seferlerinden de yararlanarak buralarda yüzyıllarca varlıklarını sürdüren koloniler kurmaya ve Asya-Avrupa ticaretinde ön plana geçmeye muvaffak olmuşlardı.

İtalyan devletlerinin Levante denilen Doğu’ya yönelmelerinde öncülüğü güneydeki küçük Amalfi şehri yapmıştı, fakat üstünlük bir süre sonra Venedik ile Ceneviz’in eline geçti. Venedik, 992’de imzalanan bir antlaşma ile Bizans İmparatorluğu’na bağlı yerlerde ticaret yapma hakkını aldıktan sonra bütün Doğu Akdeniz bölgesine yayılmışsa da daha çok Ege adalarıyla Yunanistan topraklarında yerleşmiş, IV. Haçlı Seferi sırasında (1204) İstanbul’da bir Latin Krallığı’nın kurulması üzerine bölgede üstünlük sağlamıştı. Fakat Paleologlar’ı destekleyen Cenevizliler başşehir İstanbul’un geri alınmasından


(1261) sonra kendilerine bırakılan Galata’ya hâkim oldukları gibi Ege ve Karadeniz bölgelerinde bazı şehir ve adaları da yönetimleri altına aldılar. Böylece Foça, Amasra, Sinop gibi Anadolu şehirleriyle Sakız, Midilli, İmroz, Taşoz adaları ve Enez, ayrıca Kefe, Balaklava (Cembolo) ve Suğdak (Soldaia) gibi Kırım şehirleri birer Ceneviz kolonisi haline gelmişti. Buralardaki Ceneviz hâkimiyeti Fâtih Sultan Mehmed dönemine kadar sürmüş, Sakız adası ancak Kanûnî Sultan Süleyman’ın saltanatının son yılında (1566) Osmanlı topraklarına katılmıştı.

İtalyan şehir devletleri, Ege ve Karadeniz kıyılarıyla birlikte Doğu Akdeniz bölgesine de yayılarak Mısır, Suriye, Filistin ve Kıbrıs’ta ticaret kolonileri kurmuşlardı. Latinler ilk Haçlı seferi sonunda Kudüs ve yöresinde birtakım küçük prenslikler kurmuşlar, İtalyanlar da papalığın yasaklamasına bakmayarak Mısır’daki Eyyûbî ve Memlük sultanlarıyla ticarî ilişkilerde bulunmaya yönelmişlerdir. Mısır’la ticaretin öncüsü yine Amalfi olmuştu; onu Pisa, Cenova ve Venedik izledi. Cenevizliler 1205’te, Sultan I. el-Melikü’l-Âdil’den kendilerine geniş haklar tanıyan bir ferman elde ettiler. Venedikliler de 1302 fermanıyla benzer haklara sahip oldular. Böylece bütün Levante’ye yayılan değişik ad ve sistemdeki İtalyan kolonileri bir ticaret imparatorluğu niteliğini almış ve Roma dönemindekinden ayırmak için “ikinci kolonizasyon” diye anılır olmuştu.

Kolonileriyle Asya ve Avrupa arasındaki ticareti ellerine geçiren İtalyanlar, Anadolu’daki konumlarını Türkler’in hâkimiyetinden sonra da koruyabilmek için Türk devletleriyle benzer ticaret anlaşmaları yapmaya büyük önem verdiler. Venedikliler, daha I. Gıyâseddin Keyhusrev döneminde Selçuklu ülkesinde serbestçe ticaret yapma hakkını almış, I. Alâeddin Keykubad’la imzaladıkları 8 Mart 1220 tarihli Dostluk ve Ticaret Antlaşması ile de vergi indirimi, özel yargı yetkisi gibi ileride “kapitülasyon” diye nitelendirilecek olan bazı ayrıcalıklar elde etmişlerdi. Bu tür anlaşmalar, kervanlarla Anadolu’ya getirilen Asya ürünlerinin gemilerle Avrupa’ya taşınmasını sağlarken bu ticarî canlılığın bir simgesi olarak Selçuklu Türkiyesi hanlar ve kervansaraylar zinciriyle donatılmış, İtalyan tüccarlar da önemli ticaret merkezlerinde yerleşip küçük gruplar oluşturmuşlardı.

İtalyan şehir devletleri, Anadolu’da Selçuklular’ın yerine geçen devletler döneminde de etkinliklerini sürdürdüler. Venedikliler 1320’de İlhanlılar’la, 1331’den sonra da Aydınoğulları ve Menteşeoğulları’yla bu tür ticaret anlaşmaları yaptılar. Cenevizliler, 1387’de I. Murad ile imzaladıkları dostluk ve ticaret antlaşmasıyla Osmanlı topraklarında ticaret hakkını aldılar, Venedikliler de üç yıl sonra Yıldırım Bazeyid’in bir mektubuyla bu imkâna kavuştular.

Böylece İtalyanlar, aynı ölçüde olmasa bile Bizans İmparatorluğu’ndan elde ettikleri hak ve ayrıcaklıkları Osmanlı döneminde de sürdürebilmişlerdi. Ancak Osmanlı ilerleyişi onların Levante’deki topraklarına da yönelik olduğundan iki taraf arasında uzun savaşlar dizisi kaçınılmaz oldu. İkinci Roma sayılan İstanbul’un Türkler’in eline geçmesi, bütün Avrupa’da olduğu gibi İtalya’da da korkuya ve büyük telâşa yol açtı. Fâtih Sultan Mehmed’in saltanatının son yılında Otranto’nun zaptedilmesi (11 Ağustos 1480) İtalya’nın Türk hâkimiyeti altına alınacağı yolundaki endişeleri arttırmıştı. İtalyan yarımadasını kurtaran Fâtih’in vefatı olmuş ve on bir ay Türkler’in elinde kalan Otranto güçlükle geri alınabilmişti (10 Eylül 1481).

Öte yandan kolonilerini merkezden yönetme yerine onlara özerklik tanıyan Ceneviz, genelde Osmanlılar’la barışçı bir siyaset izlediği ve bir süre sonra da Fransa’nın hâkimiyeti altına girip etkinliğini yitirdiği için Ege’de Türk ilerleyişinin karşısına çıkan İtalyan Devleti Venedik Cumhuriyeti oldu. Bu yüzden Çelebi Sultan Mehmed zamanında başlayan Osmanlı-Venedik savaşları çeşitli aşamalardan geçerek yüzyıllarca sürdü. Mora’daki Koron, Modon kolonilerini ve Eğriboz’u Osmanlılar’a bırakmak zorunda kalan Venedik, Preveze Deniz Savaşı sonunda (1538) Orta Akdeniz’deki üstünlüğünü de yitirmişti. Bir süre sonra Kıbrıs’ın (1571) ve yirmi beş yıl süren bir direnişe rağmen Girit’in Osmanlı hâkimiyetine geçmesi de (1669) önlenemedi. Bu sebeplerle Türkler’e karşı oluşturulan ittifaklara katılan Venedik, 1699 Karlofça Antlaşması ile Mora’yı almışsa da çok geçmeden bura-yı geri vermek zorunda kalmıştı (1718). 1789 Fransız İhtilâli ve Napolyon Bonaparte’ın İtalya’yı işgali ise Venedik Cumhuriyeti’nin sonu oldu (1798).

1815 Viyana Kongresi’nin parçalanmış halde bıraktığı İtalya’da iki büyük akım belirmişti: Doğal hakları koruyan anayasal düzene kavuşmak ve yarımadada siyasal birliği sağlamak. Bu amaçla 1820’den başlayarak 1830 ve 1848 ihtilâl zincirleri içerisinde ülkede birçok ayaklanma oldu. Geçici başarılara rağmen soruşturmaya uğradıklarından ötürü yurtlarından ayrılmak zorunda kalan İtalyan ihtilâlcilerinden bir kesimi Mısır’da Mehmed Ali Paşa’nın veya II. Mahmud’un hizmetine girdi. Bu sığınmacıların yanında bazı İtalyan uzmanlar da eski Cenova Dukalığı ile Sardinya’nın birleştirilmesiyle oluşturulan Piemonte Krallığı aracılığı ile Türkiye’de çeşitli görevler almışlardı. Başlangıçta daha çok subaylardan ve hekimlerden oluşan bu uzmanlara yüzyılın ikinci yarısında müzisyen, mimar, ressam ve heykeltıraş gibi sanatçılar da katıldı.

Siyasî birliğe kavuşma mücadelesinde ön plana çıkan Piemonte Krallığı, daha kuruluşunun ilk yıllarında Osmanlı Devleti ile diplomatik ilişkiler kurmaya çalıştı. 25 Ekim 1823’te iki devlet arasında biri ticaret, diğeri deniz ulaşımıyla ilgili iki antlaşma imzalanmış ve 1824 baharında İstanbul’da ilk Sardinya elçiliği açılmıştı. Böylece gelişen ilişkiler Kırım Savaşı’nda bir ittifaka dönüştü. İtalyan birliğinin sağlanmasında Avusturya’ya karşı İngiltere ve Fransa’nın desteğini kazanmayı gerekli gören Başbakan Camillo Benso Cavour, 15 Mart 1855’te İstanbul’da imzalanan bir sözleşmeyle Osmanlı Devleti, İngiltere ve Fransa arasında yapılmış olan ittifaka katıldı. Sivastopol’a gönderilen 15.000 kişilik bir Piemonte birliği de müttefiklerin yanı başında savaştı. Kont Cavour bu katılmanın yararını görmüş, Sivastopol’un düşmesinden sonra Kral Vittorio Emanuele ile birlikte Londra’yı ziyaret ettiklerinde İtalya birliği lehinde gösterilerle karşılanmış, ayrıca Paris Konferansı’na bizzat katılmıştı. Bu yolla Piemonte Krallığı Avrupa uluslar topluluğuna kendini kabul ettirirken Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğüyle bağımsızlığını korumayı kabul eden altı devletten biri oldu.

Diplomaside olduğu kadar ekonomi ve kültür alanlarında da artan ilişkiler çerçevesinde İstanbul ve İzmir gibi büyük şehirlerde yerleşenlerin yanı sıra Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde iş tutan İtalyanlar’ın sayısı da çoğalmıştı. Bunların açıp yönettikleri okullar, hastahaneler, dernekler, tiyatrolar ve yaptıkları yayınlar Türkiye’deki toplumsal hayatı belirli ölçüde de olsa etkiliyordu. Bazı İtalyan firmaları Zonguldak’ta liman, Ereğli’de kömür işletmeleri, Kastamonu’da karayolu gibi yatırımları üstlenmiş, hatta Çukurova’da örnek çiftlikler kurmuşlardı.

Ancak siyasî birliğini tamamlayan İtalya’nın çok geçmeden sömürgecilik yarışına


girişerek gözlerini Osmanlı yönetimine bağlı topraklara çevirmesi, bu ilişkileri bozup XX. yüzyılın başlarında iki taraf arasında bir savaşa yol açacaktı. İtalya, 1384 yıl süren siyasî parçalanma döneminden çıkıp 1860’ta birliğe kavuşunca buna “risorgimento” (yeniden çıkış) adı verildi. 1870’te Roma’yı da birliğe katan İtalya Krallığı, böylece siyasî bir güç olarak yeniden Avrupa ve dünya sahnesine çıkmış oluyordu.

XIX. yüzyılda sömürgecilik başlıca üç bölgede hızlanmıştı: Afrika, Güneydoğu Asya ve Pasifik. İtalya, henüz açık denizlere uzanma imkânı bulunmadığı ve Roma İmparatorluğu’nun izini sürmek istediği için kendisine en yakın olan Afrika’da toprak ele geçirmeyi tercih etmişti. Bu zamana kadar Afrika’da sömürge kuran devletler İspanya, Portekiz, Hollanda, İngiltere ve Fransa olmuştu. Kıtanın kuzeyinde Mısır’dan Cezayir’e kadar uzanan şerit ise Osmanlı hâkimiyeti altındaydı. Afrika’da yalnızca Fas, Habeşistan ve Liberya bağımsız devlet olarak kalmıştı.

Fransa’nın 1830’da Cezayir’i işgal etmesi, Osmanlı Afrikası’nın da sömürgeleştirilebileceğini gösteriyordu. O tarihten sonra Fransa gözlerini Tunus’a çevirmiş, İngiltere ise Hindistan yolunu güvence altına almak için Mısır’da yerleşme yollarını aramaya koyulmuştu. İtalya ve Avusturya-Macaristan’la üçlü ittifakı kurmuş olan Almanya da Fas’a yerleşmek amacındaydı. Bu durumda İtalya için Afrika’da sömürgeleştirilebilecek başlıca iki bölge kalmıştı: Tunus ya da Trablusgrap’ı içine alan Osmanlı Afrikası ve Kızıldeniz sahillerine de uzanmış olan Habeşistan. 1869’da Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla birlikte Mısır ve Kızıldeniz sahilleri önem kazandığı için İtalyanlar ilk aşamada buraya ayak basmaya çalıştılar. Süveyş Kanalı’nın işletmeye açıldığı yıl bir İtalyan şirketi daha Assab’da bazı haklar elde etmişti. Bundan sonra İtalyanlar Habeşistan’a doğru yayılmak amacıyla harekete geçerek 1882’de Assab’ı hâkimiyetleri altına aldılar ve Berlin Konferansı kararlarına dayanarak ilerlemelerine devam ettiler. Afrika’nın sömürgeleştirilmesi meselesini görüşmek üzere Almanya’nın girişimiyle düzenlenen Berlin Konferansı’nda (1884-1885), kıtanın paylaşılmasında fiilî işgal durumunun esas alınacağına dair bir ilke kararı benimsenmişti. Bu karardan sonra İtalyanlar yerli reisleriyle anlaşarak 1885’te Masavva‘ı ve 1886’da Dehlek adalarını ele geçirmişlerdi. Şüve kralı olan Menelik’in Habeşistan İmparatorluğu tacını giydiği dönemdeki karışıklıklardan yararlanan Başbakan Crispi, Keren’i ve Asmara’yı da işgal ettirmişti. 2 Mayıs 1889’da imzalanan Uccialli (Wichale) Antlaşması ile Habeşistan da bir tür himaye altına alındı. Kızıldeniz sahilinde İtalyan işgalindeki topraklar 1 Ocak 1890’da Eritre (Erytrea) adıyla bir İtalyan sömürgesine dönüştürüldü.

Ancak İtalya’nın Habeşistan üzerindeki koruyuculuğu fazla sürmedi. Menelik 1893 Mayısında Uccialli Antlaşması’nı tanımadığını açıklamış, bu yüzden 1895’te iki taraf arasında savaş başlamıştı. İtalyanlar Adwa’da yenildiler (1 Mart 1896) ve Adisababa Antlaşması ile (26 Ekim 1896) Habeşistan’ın bağımsızlığını tanımak zorunda kaldılar. Bu yenilgi Crispi’nin iktidardan düşmesine yol açtı. Bununla birlikte İtalyanlar, Eritre’yi ve 1884’te yerleştikleri Somaliland’ın bir kısmını ellerinde tutmayı başarmışlardı. Eritre ile İtalyan Somalisi diye anılan yerler II. Dünya Savaşı’na kadar birer İtalyan sömürgesi olarak kaldı. Bu bölgeler 1941’de İngiliz ve Fransız birlikleri tarafından alınmıştı; ancak Birleşmiş Milletler 1950’de Somali’yi on yıl süreyle İtalya koruması altına verdi, bu sürenin sonunda da Somali Cumhuriyeti kuruldu (1 Temmuz 1960).

XIX. yüzyıl sonlarında Habeşistan üzerinde egemenlik kuramayan İtalya, Benito Mussolini’nin faşizm yönetimi döneminde bu ülkeyi sömürgeleştirmek için yeni girişimlerde bulunmuştu. Tana gölüne bir baraj yapılmasını öngören 1925 tarihli İtalya-İngiltere Antlaşması Habeşistan’ın itirazlarına yol açmıştı. Milletlerarası bir nitelik kazanan anlaşmazlık, 1928’de Eritre’de bir bölgenin serbest şehir ilân edilip kara yoluyla Habeşistan’a bağlanmasıyla çözülebilmişti. Ancak 1934’te sınır boyundaki kuyuların mülkiyeti konusunda baş gösteren anlaşmazlık Mussolini tarafından büyütülerek savaş için bir bahane olarak kullanıldı. 3 Ekim 1935’te askerî bir harekât başlatan İtalyanlar 5 Mayıs 1936’da Adisababa’ya girdiler. İngiltere’ye sığınan İmparator Hâile Selâsiye (Negüs), 1941’e kadar İtalyan Doğu Afrikası’nın bir parçası olarak kalan ülkesine İngiliz ve Fransızlar’ın yardımıyla 5 Mayıs 1941’de dönebildi. İtalya da Paris Antlaşması ile (10 Şubat 1947) Habeşistan üzerindeki bütün haklarından vazgeçti.

Kızıldeniz sahilleri dışında Kuzey Afrika’daki Osmanlı ülkelerinden birini ele geçirmeye büyük önem veren İtalya, Fransa’nın Tunus’u işgal etmesi (1881), İngiltere’nin de Mısır’a yerleşmesinden (1882) sonra çalışmalarını Trablusgarp ve Bingazi üzerinde yoğunlaştırdı. Müttefikleri Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın onayını aldıktan sonra serbestçe hareket edebilmek için Fransa ve İngiltere hükümetleriyle anlaşmaya çalıştı. Crispi, 1887 Şubatında İngiltere ile yaptığı gizli anlaşmayla bu yolda ilk adımı attı. Buna göre iki devlet genelde Akdeniz ve Karadeniz’de elverdiğince mevcut durumun korunmasına çalışacaktı, fakat İtalya İngiltere’nin Mısır’daki, İngiltere de İtalya’nın Trablusgarp ve Bingazi’deki durumlarını güçlendirmelerine yardım edecekti. Bundan sonra 1909’a kadar geçen sürede İtalyan hükümeti gerek müttefikleriyle gerekse İngiltere, Fransa ve Rusya ile imzaladığı anlaşmalarla Trablusgarp’ı işgal etmekte serbest olma hakkını elde etti. 1900 yılı Aralık ayında Fransa ile yapılan anlaşmaya göre Fransa Fas’ta, İtalya da Trablusgarp’ta hak sahibi olacaklardı. Ayrıca Fransa, Fas’ta yeni menfaatler elde edecek olursa İtalya da Trablusgarp’ta harekete geçebilecekti. 1902 Kasımı başında yenilenen anlaşmayla İtalya bir Fransız-Alman savaşında tarafsız kalmayı kabul ediyordu; buna karşılık Fransa onun Fizan üzerinde hak sahibi olmasını tanıyacaktı. İtalya sonunda Trablusgarp’ı ele geçirmek için Rusya ile de anlaşmayı başardı. 24 Ekim 1909’da yapılan antlaşmaya göre İtalya Rusya’nın Boğazlar üzerindeki, Rusya da İtalya’nın Trablusgarp ve Bingazi’deki çıkarlarını kabul ediyordu. Bütün bu anlaşmalar, görünüşte iki bloka ayrılmış olan sömürgeci Avrupa devletlerinin Osmanlı topraklarını paylaşmak hususunda ittifak edebildiklerini ve İtalya’nın kendisine bazı bölgeler bırakılacak olursa gelecekteki büyük savaşta müttefiklerinden ayrılabileceğini gösteriyordu.

İtalya, büyük devletlerin desteğini sağladıktan sonra Trablusgarp’a saldırmak için bahaneler aramaya başladı. Bölgeyi içten ele geçirebilmek amacıyla orada okullarla birlikte Banco di Roma’nın bir şubesini de açmış, bütün yatırımların kendi firmalarınca yapılmasına ve yerlilerden toprak satın alınmasına çalışmıştı. Durumu kavrayan Vali Müşir İbrâhim Paşa kendilerine engel olmaya kalkışınca onun değiştirilmesi için Osmanlı yönetimini zorlamaya başladılar. Bâbıâli bu baskılar karşısında İbrâhim Paşa’yı görevden almış, fakat yeni bir vali tayin edememişti (Ağustos 1911). Üstelik İtalyan basını açıktan açığa askerî hazırlıklardan söz ederken İstanbul hükümeti Trablusgarp’ı takviye etmek yerine oradaki askerlerinden


bir kısmını Yemen’e göndermek üzere geri çekmişti. Roma’daki elçi Kâzım Bey’in uyarıları da etkisiz kalmıştı.

1911 Martında ikinci defa başbakanlığa gelen Giovanni Gioletti, uluslararası ilişkileri ve Akdeniz’deki iklim şartlarını göz önüne alarak Trablusgarp için sonbaharda harekete geçmenin en uygun olduğuna karar verdi. Bu sebeple 26 Eylül 1911’de Almanya’ya üçlü ittifakı yenilemeye hazır olduğunu bildirirken Kuzey Afrika’da savaşa girişmek için de izin istedi. Almanya, kararın doğrudan doğruya İtalya hükümetine ait olduğu cevabını verince 28 Eylül’de Bâbıâli’ye yirmi dört saat süreli bir ültimatom vererek Trablusgarp ve Bingazi’deki menfaatleri zarar gördüğü için buraları işgal edeceğini bildirdi ve oradaki kuvvetlerin boşaltılmasını istedi. Osmanlı hükümeti ertesi günü verdiği cevapta bölgede İtalya için hiçbir tehlike bulunmadığını, yine de görüşmeler yoluyla yeni imtiyazlar tanımaya hazır olduğunu bildirdi. Ancak İtalya, beklediği cevabı alamadığını öne sürerek aynı gün Osmanlı Devleti ile savaş haline girdiğini açıkladı. Güçlü donanmasıyla 1 Ekim’de Trablusgarp’ı abluka altına alan İtalya Tobruk, Derne ve Bingazi’ye çıkartma yaptı. Bölgedeki Osmanlı kuvvetleriyle yerlilerden oluşturulan birlikler Derne iç kesimlerinde tutunmaya çalışırken İtalyanlar önce Trablusgarp’ı (9 Ekim), arkasından Bingazi’yi (21 Ekim) ele geçirdiler ve 5 Kasım 1911’de bölgeyi kendi topraklarına kattıklarını ilân ettiler. Ancak imparatorluğun bu uzak parçasını savunmaya koşan Enver ve Mustafa Kemal gibi genç subayların idaresinde ummadıkları bir mukavemetle de karşılaşıp Osmanlı yönetimini barışa zorlayabilmek için savaşı Anadolu sahillerine, Ege denizine aktarmaya karar verdiler. Nitekim bir İtalyan filosu 24 Şubat 1912’de Beyrut’u bombardıman etmiş, 18 Nisan’da Çanakkale Boğazı ile Sisam adasına saldırmış, adaları Anadolu’ya bağlayan haberleşme kablolarını kesmiş, 23 Nisan’da Çeşme telgraf merkezini tahrip etmişti. Bunları Rodos ve Oniki Ada’nın işgali izledi. 28 Nisan 1912’de Astropalya (Stampalia) adasına çıkan İtalyan birlikleri yerli Rumlar tarafından merasimle karşılandılar. 4 Mayıs’ta da 6000 kişilik bir İtalyan birliği Rodos’a çıktı. Adadaki Türk birliği 100 kadar zayiat verdikten sonra teslim olmak zorunda kalmış ve ada 16 Mayıs’ta işgal edilmişti. 9-20 Mayıs arasında da öteki adalar İtalyanlar’ın eline geçti. Rodos’taki İtalyan işgal kumandanı yayımladığı bildiride hükümetinin adayı kendi egemenliği altına aldığına dair bir ifade kullanmayıp savaşın gidişinin bir sonucu olarak geçici işgalden söz ettiği halde öteki adalar halkına hitap eden bildirilerde Osmanlı egemenliğinin sona erdiği öne sürülmüştü.

İtalyanlar’ın bu saldırıları Bâbıâli’nin onlara karşı bazı girişimlerde bulunmasına yol açtı. İtalya’dan ithal edilen bütün mallardan alınan gümrük resmi % 100’e çıkarıldı. Osmanlı topraklarında oturan ruhban, dul kadın ve işçiler dışındaki İtalyan tebaasının sınır dışı edilmesi kararlaştırıldı. Öte yandan Meclis-i Meb‘ûsan’da Trablusgarp’ın savunması için gerekli tedbirleri almadığı gerekçesiyle İbrâhim Hakkı Paşa kabinesi için soruşturma açılması istendi. Bu arada Rodos ve Oniki Ada’nın işgali Yunanistan’ı da harekete geçirmişti. Hatta onların faaliyetlerine karşı 17 Haziran 1912’de Patmos adasında bir araya gelen ada temsilcileri bir Ege devleti kurarak Yunanistan’la birleşmek istediklerini açıklamışlardı.

Bunlar cereyan ederken Osmanlı yönetimiyle İtalya arasında barış için temaslar başladı. İki tarafın delegeleri 12 Temmuz 1912’de Lozan’da bir araya geldiler. Osmanlı temsilcisi başlangıçta Şûrâ-yı Devlet Başkanı Said Halim Paşa iken onun geri çağrılmasıyla görüşmeleri Mehmed Nâbi ve Rumbeyoğlu Fahreddin yürüttü. Sonunda 15-18 Ekim 1912 tarihleri arasında bir gizli antlaşma ile onun eklerini teşkil eden bir barış antlaşması ve üç ayrı protokol imzalandı. Uşi (Ouchy) ya da Lozan anlaşmaları diye anılan bu belgelerle Osmanlı hükümeti Trablusgarp ve Bingazi’yi İtalya’ya terkediyor, İtalya da Rodos ve Oniki Ada’yı geri vermeyi kabulleniyordu. Ancak bu geri veriş, Trablusgarp ve Bingazi’deki bütün Osmanlı askerî kuvvetleriyle sivil memurlarının geri çekilmesi gibi önemli bir şarta bağlanmıştı. İtalyanlar bu şartın yerine getirilmediğini öne sürerek ve o sırada başlayan Balkan Savaşı’ndan da yararlanarak Rodos ve Oniki Ada’yı Türkiye’ye geri vermediler. Böylece Uşi Antlaşması ile “savaş işgali” halinden çıkıp “rehine olarak işgal” durumuna geçen adalardaki İtalyan yönetimi I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle tam hükümranlığa dönüştü. Üçlü ittifaktan ayrılıp üçlü itilâfa yanaşmayı tercih eden İtalya, 26 Nisan 1915’te söz konusu devletlerle imzaladığı Londra Antlaşması ile işgal altında bulundurduğu Rodos ve Oniki Ada’nın egemenlik hakkını koruduğunu İtilâf devletlerine kabul ettirdi. Buna dayanarak Osmanlılar’a karşı savaşa girdiğinde Uşi Antlaşması’nın kendisine yüklediği mecburiyetleri tanımayacağını ilân etmişti. Bu yüzden Sevr Antlaşması’nın 122. maddesiyle Osmanlı hükümeti Rodos, Oniki Ada ve Meis adası üzerindeki bütün haklarından İtalya lehine vazgeçmişti. Millî Mücadele sonundaki Lozan barış görüşmelerinde Meis adasının durumu şiddetli tartışmalara sebep oldu. Ancak sonunda orası da Rodos ve Oniki Ada ile birlikte İtalya’ya bırakıldı (md. 15). Meis civarındaki küçük adacıkların durumu ise yıllarca sonra 4 Ocak 1932’de imzalanan Ankara Antlaşması ile çözüme bağlanabilmişti. İtalya, II. Dünya Savaşı’na kadar hüküm sürdüğü bu adaları 1945’te fiilen Yunanistan’a bıraktı ve 10 Şubat 1947 Paris Antlaşması ile buralardaki haklarından vazgeçti.

Öte yandan Uşi Antlaşması’na Trablusgarp’a tayin edilecek dinî reisler, kadılar vb. hakkında Osmanlı yönetimine bazı haklar tanıyan bir gizli anlaşma da eklenmişti. Bu anlaşmanın hükümleri de İtalya’nın çok geçmeden anlaşmayı tanımadığını ilân etmesi yüzünden işlerlik kazanamadı. Buradaki İtalyan hâkimiyeti II. Dünya Savaşı’ndaki yenilgisine kadar sürdü. Bir müddet İngiliz ve Fransız işgalinde kalan ülke, 1951’de Federal Birleşik Libya Krallığı’nın kurulmasıyla bağımsızlığına kavuştu. Böylece I. Dünya Savaşı’nın başlamasına kadar 185.000 mil karelik bir alanı sömürgeleştirerek bu yarışta Avrupa’da altıncılığı alan İtalya, II. Dünya Savaşı ile bunların tamamını elinden çıkarmış oluyordu.

BİBLİYOGRAFYA:

İtalya Tarihi (trc. Aziz), İskenderiye 1249; A. Mori, Gli Italiani a Costantinopoli. Monografia coloniale, Modena 1906; R. Lansing, The Peace Negotiations, New York1912; G. Cicerone, La Terza Colonia Italiana, Roma 1913; M. Nabi - Rumbeyoğlu Fahreddin, Trablusgarb, Bingazi ve Cezâir-i İsnâaşer Meseleleri, İstanbul 1334; Ali Haydar Emir, 1327-1328 Türkiye-İtalya Harbi Târîh-i Bahrîsi, İstanbul 1339; A. Giannini, Documenti per la Storia della Pâce Orientale (1915-1932), Roma 1933; R. S. Salis, Le Isole Italiane dell’Egeo. Dall’occupazione alla Sovranità, Roma 1939; A. Savelli v.dğr., İtalya Tarihi (trc. G. Kemali Söylemezoğlu), İstanbul 1940, I-II; Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, Ankara 1943-63, I-II, bk. İndeks; L. Salvatorelli, Sommario della Storia d’Italia, Torino 1955; C. Balbo, Della Storia d’Italia. Dalle Origini fino ai nostri tempi (ed. G. Talamo), Milona 1962; E. Leona, L’Impero Ottomano nel primo periodo delle riforme (Tanzimat), Milano 1967; Sovyet Devlet Arşivi Gizli Belgelerinde Anadolu’nun Taksimi Planı (trc. Rahmi Apak), İstanbul 1972, tür.yer.; Türkkaya Ataöv, Afrika Ulusal Kurtuluş Mücadeleleri, Ankara 1975, tür.yer.; P. Preto,


Venezia e i Turchi, Firenze 1975; 1911-1912 Osmanlı-İtalya Harbi, Ankara 1981; Orhan Koloğlu, Mustafa Kemal’in Yanında İki Libyalı Lider: Ahmet Şerif - Süleyman Baruni, Ankara 1981; Hamdi Ertuna, 1911-1912 Osmanlı-İtalya Harbi ve Kolağası Mustafa Kemal, Ankara 1984; Venezia e i Turchi (ed. Banco Cattolica del Veneto), Milano 1985; Rıfat Uçarol, Siyasî Tarih, İstanbul 1985, tür.yer.; Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi: 1914-1980, Ankara 1987, s. 116-118, 171-175, 251-256; Şerafettin Turan, Türkiye-İtalya İlişkileri I, İstanbul 1990; a.mlf., “II. Mahmud’un Reformlarında İtalyan Etki ve Katkısı”, Sultan II. Mahmud ve Reformları Semineri, İstanbul 1990, s. 113-124; a.mlf., “Rodos ve 12 Ada’nın Türk Hakimiyetinden Çıkışı”, TTK Belleten, sy. 113 (1965), s. 77-119; a.mlf., “Fâtih Mehmet - Uzun Hasan Mücadelesi ve Venedik”, TAD, III/4-5 (1967), s. 63-138; a.mlf., “Sakız’ın Türk Hakimiyeti Altına Alınması”, a.e., IV/6-7 (1968), s. 173-199.

Şerafettin Turan





IV. ÜLKEDE İSLÂMİYET

İtalyanlar’ın İslâm dini ve müslümanlarla tanışmaları VII. yüzyıla kadar uzanmakta ve ilk karşılaşmanın, 652’de müslüman Araplar’ın Sicilya’ya akın düzenleyerek adayı ve Güney İtalya’yı ele geçirmesiyle başladığı bilinmektedir. Sicilya’daki Arap hâkimiyeti 1061 yılındaki Norman istilâsına kadar sürmüş ve İtalyanlar bu dönemde İslâm ve müslümanlarla yüz yüze kalmıştır (bk. SİCİLYA). Puglia, Toskana, Liguria ve Sardinya gibi İtalya’nın kuzey ve güneyindeki bazı bölgelerinde müslüman hâkimiyetinin izlerine rastlanır.

Mensuplarının sayısı açısından bakıldığında İslâm, Roma Katolikliği’nden sonra İtalya’daki ikinci büyük din özelliği taşımaktadır. Çoğunluğunu Fas, Senegal, İran, Pakistan, Mısır, Arnavutluk, Makedonya ve Kosova kökenli göçmenlerin oluşturduğu İtalya’daki müslüman nüfusun sayısı 1996 yılında 300.000’e ulaşmıştır. Yerli halktan mühtediler ve sayıları kesin olarak bilinmeyen, ancak yasal olmayan yollarla ülkeye girdikleri tahmin edilen müslümanlarla birlikte bu sayının 500.000’i (2000) geçtiği hesaplanmaktadır.

Diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi İtalya’da da ülkeye göçmen işçi sıfatıyla gelen veya sığınmacı olarak kalanların oluşturduğu müslümanlar dinî ihtiyaçlarını karşılamak, yeni nesillere kültürel değerlerini aktarmak amacıyla müesseseler kurmanın yollarını aramışlar, dernek ve camiler etrafında kimliklerini korumaya ve dinî hayatlarını sürdürmeye çalışmışlardır. İtalya’da sayıları 100-120 arasında olduğu tahmin edilen irili ufaklı ibadethane ve mescidler bulunmaktadır. Bunların dışında üç cami hizmete açılmıştır. Catània’da 1980 yılında ibadete açılan Ömer Camii’ni Milano İslâm Merkezi tarafından yaptırılan Milano Rahman Camii (1988) takip etmiştir. 1974’te proje hazırlıkları başlatılmasına rağmen yapımına ancak 1984’te başlanan ve inşaatı sürerken de kısmen kullanılan Roma’daki Monte Antenne Büyük Camii’nin 21 Haziran 1995 tarihinde resmî açılışı yapılmıştır. Bu caminin inşa edildiği 30.000 m²’lik arazi Roma Belediyesi tarafından tahsis edilmiştir.

İtalya’daki müslümanlar arasında bazı tasavvufî grupların varlığına rastlanmaktadır. Senegal kökenli müslümanlar içinde yaygın olan Mürîdiyye tarikatının özellikle İtalyanlar’dan bazılarının müslüman olmasına vesile olduğu bilinmektedir. Ticâniyye, Burhâniyye ve Derkāviyye de mühtediler arasında taraftar bulan tasavvufî akımlardır. Bunun dışında Cemâat-i İslâmî, Cemâat-i Teblîğ ve İhvân-ı Müslimîn gibi dinî grupların İtalya’da da uzantılarına rastlanmaktadır. İtalya’da daha geniş müslüman kitlenin dinî ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmalar yapan teşkilâtlar da kurulmuştur.

Bu teşkilâtların en eskisi, Roma Camii’nin yapım projesini destekleyen ve 1966 yılında kurulan İtalya İslâm Kültür Merkezi’dir (Centro Islamico culturale d’Italia). Merkezin yönetimi, çeşitli İslâm ülkelerinin Roma büyükelçilerinden oluşan bir konsey tarafından yürütülmektedir. Bu sebeple de resmî bir görünüm arzetmektedir. 1977’de kurulan Milano İslâm Merkezi ise (Centro Islamico) ülkenin en iyi organize olmuş müslüman teşkilâtlarından biridir. İtalya’daki İslâmî teşkilâtları bir çatı altında toplayarak bir federasyon oluşturmak amacıyla 1990 yılında kurulan İtalya Cemaat ve İslâmî Teşkilâtlar Birliği (Unione delle comunité e delle organizzazioni Islamische in Italia) aktif çalışmalar yürütmektedir. Bu kuruluş İslâm hakkında medya organlarını bilgilendirmekte ve müslümanların problem ve taleplerinin kamuoyunda tartışılmasına katkıda bulunmaktadır. Kuruluş tarafından iki ayda bir yayımlanan Il musulmano adlı derginin çıkarılmasına ekonomik sebeplerle ara verilmiştir. İtalya Cemaat ve İslâmî Teşkilâtlar Birliği, ülkedeki müslümanların varlığının yasalarla belirlenmesi ve İslâmiyet’in hukuken tanınması için hükümetle ilk sözleşme projesi girişiminde bulunmuştur. Ülkedeki müslüman öğrenciler de kendi aralarında örgütlenerek İtalya Müslüman Öğrenciler Birliği’ni (Unione degli Studenti Musulmani in Italia) faaliyete geçirmişlerdir.

İtalya Mûsevî Cemaatler Birliği’nin teşebbüsleri sonucu İtalya Devleti’nin 1989’da yasalaştırdığı resmen tanınma ve dinî hakların temin edilmesini öngören hukukî düzenlemenin bir benzerinin kendileriyle de yapılması için çalışan müslümanların istekleri şu noktalarda toplanmaktadır: Cami ve mescid inşası için arazi tahsisi, mezarlıklarda müslümanların defni için yer ayrılması, hastahane ve okul kantinleri gibi kamuya ait yerlerde İslâmî usullere uygun hazırlanmış helâl yiyeceklerin bulundurulması, cuma ve bayram namazlarına ve dinî bayramlara saygı gösterilmesi, devlet okullarında isteğe bağlı olarak müslüman çocuklarına İslâmî din eğitimi verilmesi imkânının hazırlanması, hastahane, hapishane ve askerî kamplardaki müslümanların dinî ihtiyaçlarının karşılanması. İslâmiyet’in resmen tanınması için müslümanların İtalyan


makamlarına 1991 yılında yaptığı başvurudan sonra dönemin başbakanının emriyle İçişleri Bakanlığı tarafından müslümanları temsil eden kuruluşlarla bir dizi görüşme yapılmıştır. Bugüne kadar bir netice alınamayan görüşmeler devam etmektedir.

İtalya’da mevcut yasalar müslümanların kendi özel okullarını açmalarına müsaade etmekle beraber henüz devlet okullarına eşdeğerde özel bir okul açılmamıştır. Müslümanlar dernek ve camilerde düzenlenen kurslarla çocuklarına din eğitimi vermektedirler.

BİBLİYOGRAFYA:

S. Allievi, “Muslim Organizations and Islam-State Relations: The Italian Case”, Muslims in the Margin: Political Responses to the Presence of Islam in Western Europe (ed. W. A. R. Shadid - P. S. van Koningsveld), Kampen 1996, s. 182-201; a.mlf., “The Muslim Community in Italy”, Muslim Communities in the New Europe (ed. G. Nonneman v.dğr.), Reading 1996, s. 315-329; a.mlf., “Muslim Minorities in Italy and their Image in Italian Media”, Islam in Europe, The Politics of Religion and Community (ed. S. Vertovec - C. Peach), Basingstoke 1997, s. 211-223; a.mlf. - F. Castro, “The Islamic Presence in Italy: Social Rootedness and Legal Questions”, Islam and European Legal Systems (ed. S. Ferrari - A. Bradney), Aldershot 2000, s. 155-180; F. Dassetto, “The New European Islam”, a.e., s. 31-44.

Talip Küçükcan





V. İTALYA’DA İSLÂM ARAŞTIRMALARI

Tarihçesi, Salerno’daki tıp okulunda İslâm tıbbının öğretimi ve önemli eserlerin Latince’ye çevrilmesine kadar (XIII. yüzyıl) giden İtalya’daki İslâm ve şarkiyat çalışmalarını yapıldıkları şehirlere göre başlıca dört grupta toplamak mümkündür. Roma. Roma Üniversitesi’nde çağdaş şarkiyat çalışmalarını, bugünkü adıyla Dipartimento di Studi Orientali bölümünün kurucusu olan Celestino Schiaparelli (ö. 1919) başlattı. Bu çalışmalar, onun Vocabulista in Arabico (Floransa 1871) adlı eserinin eksenini oluşturduğu Arap dili ve edebiyatı dersleri şeklindeydi. Arkasından buna Fars dili ve edebiyatı eklendi; daha sonra da Ettore Rossi’nin gayretleriyle Türkçe dersleri programa alındı. Üniversite tarafından 1907’de neşrine başlanan Rivista degli Studi Orientali, alanında önemli bir yere sahiptir. Şarkiyat çalışmalarının yürütüldüğü bir başka merkez de Istituto per l’Oriente’dir. 1921’de İslâm dünyasının kültürel, siyasal ve ekonomik hayatını tanıtmak, İslâmiyet ve Yakındoğu incelemeleri yapmak amacıyla kurulan bu enstitü Oriente Moderno adlı dergiyi yayımlamaktadır. Her yıl gelişen kütüphanesi, Ettore Rossi, Carlo Alfonso Nallino ve kızı Maria Nallino’nun kitaplarının buraya devredilmesi sonucu çok zenginleşti. Enstitü aynı zamanda Türk tarihi, Türk dili, edebiyatı ve kültürü üzerine de yayın yapmaktadır. Kuruluşunun 50. yılında iki ciltlik Gli studi sul Vicino Oriente dal 1921 al 1970 adlı eseri yayımladı (bk. bibl.). Kitapta, Yakındoğu üzerine en eski uygarlıklardan başlayarak güncel konulara kadar yapılan çalışmalar bibliyografik düzen ve tarih sırası içinde verilmektedir. Avrupa’nın en eski ilim müesseselerinden biri olan Roma’daki Accademia Nazionale dei Lincei, kurulduğu 1603 yılından bu yana çeşitli ilim dallarında inceleme ve yayınlar yapmaktadır. Çalışmalarında şarkiyatla ilgili neşriyat ve konferanslara da yer veren akademide Enrico Cerulli, Giorgio Levi Della Vida, Alessandro Bausani ve Francesco Gabrieli gibi şarkiyatçılar da görev almıştır. Michele Amari’nin kütüphanesinin bir bölümü ile Leone Caetani’nin kitap ve notlarının buraya vakfedilmesi akademinin kütüphanesini zenginleştirmiştir. Caetani’nin kitap ve notları Fondazione Leone Caetani adı altında tasnif edilmiş ve Giuseppe Gabrieli kütüphanedeki yazmaların katalogunu hazırlamıştır. Eksik kalan kısımlar da daha sonra bazı ilim adamlarınca tamamlanmıştır. 1990 yılında burada 26.000 matbu ve 691 yazma eser bulunuyordu. Roma’da bunlardan başka genelde Asya tarihi ve bu çerçevede İslâm dünyasıyla ilgilenen Istituto Medio ed Estremo Oriente (ISMEO) ile Unione Islamica in Occidente’nin bünyesinde yer alan Academia della Cultura Islamica adlı bir merkez faaliyet göstermektedir. Bunların ilki, genellikle Türk ve İslâm dünyasını ilgilendiren ilmî kitapları neşrederken diğeri, 1982’den beri yılda dört sayı olmak üzere Islam. Storia e Civiltà adlı bir dergiyi yayımlamaktadır. Bu derginin yayımı 42. sayıda durdurulmuştur.

Leone Caetani’nin genç akademisyenlerle yürüttüğü çalışmalar sırasında kaleme almaya başladığı, ancak tamamlayamadığı Annali dell’Islam (I-X, Roma-Milano 1905-1926), İslâmiyat alanındaki çağdaş tarihî araştırmaların temelini teşkil eder. Giorgio Levi Della Vida ise İslâm araştırmalarının bağımsız bir araştırma alanı olarak kurumlaşmasına katkıda bulunmuştur. İslâmî araştırmaların şarkiyat araştırmaları içinde temayüz etmesine çaba harcayan Giorgio Levi Della Vida, filolog ve lengüistlerin yaklaşımlarını benimseyen şarkiyatçılardan farklı yöntemlerle yürüttüğü çalışmalarla İtalyan ve Batılı araştırmacıları etkilemiştir.

Napoli. Napoli’de bugün Istituto Universitario Orientale adıyla faaliyette bulunan müessese, 1727 yılında Matteo Ripa isimli bir din adamı tarafından Collegio dei Cinesi adı altında kurulmuştur. Masrafları misyoner teşkilâtınca karşılanan okul, İtalyan birliğinin kurulmasından sonra Collegio Asiatico ismiyle eğitim bakanlığının denetimine verilmiş, bugünkü adını ise 1937’de almıştır. 1894-1897 arasında l’Oriente’yi çıkaran kurum, 1940’tan beri yılda iki sayı olmak üzere Annali dell’Istituto Orientale di Napoli’yi (AION) ve 1966’dan bu yana da Studi Magrebini’yi yayımlamaktadır. Bu enstitünün belirli aralıklarla düzenlediği ilmî toplantılar ve kuruluşunun 250. yılı münasebetiyle yayımladığı eserler, faaliyetlerinin kurumlaşmasına önemli katkı sağlamıştır. Özellikle Luigi Bonelli tarafından bağımsız hale getirilen klasik Türkiyat ve modern Ortadoğu çalışmaları ile aynı enstitüde onun halefi olan Türkiyat Araştırmaları Bölümü direktörü Alessio Bombaci’nin Türk sanatı, edebiyat ve tarihi üzerine çalışmaları Napoli Üniversitesi’nde şarkiyat araştırmalarını güçlendirmiştir. Aldo Gallotta (ö. 1996) bu geleneği başarıyla sürdürmüştür.

Palermo. Sicilya’da İslâm hâkimiyeti sona erdikten sonra da Arap âlemiyle olan ilişkiler gerek siyaset gerek kültür alanında devam etti ve İslâm üzerine sürekli çalışmalar yapıldı. 1483, 1551 ve 1641 yıllarında adanın çeşitli yerlerinde araştırma ve inceleme merkezlerinin bulunduğu bilinmekle beraber bunlardan günümüze ciddi eserler kalmamıştır. 1805’te kurulan Reale Accademia degli Studi bünyesinde Arapça öğretimine de yer verilmiştir. Bu akademide isim yapan araştırmacıların önde gelenleri Salvatore Cusa, Bartolomeo Lagumina, Carlo Alfonso Nallino ve Ignazio di Matteo’dur. Kendisi ders vermemekle beraber Michele Amari burada Arapça’yı mecburi hale getirmiş ve ayrıca Società Siciliana per la Storia Patria adlı bir tarih araştırmaları merkezi kurulmasını sağlamıştır. Umberto Rizzitano’nun gayretleriyle Arap dili, edebiyatı, tarihi ve kültürü çalışmaları büyük bir hızla gelişmiştir. Daha sonra Palermo’da 1975 yılında Gian Giacomo Adria Lisesi’ne Arapça dersleri konulurken 1990’da Michele Amari’nin anısına Istituto di Studi Arabo-Islamici Michele Amari


kuruldu. Enstitünün yayımladığı ilk eser, Umberto Rizzitano için hazırlanan Studi arabo-islamici in memoria di Umberto Rizzitano adlı hâtıra kitabıdır (Palermo 1991). Sicilya’da bunlardan başka, Esed b. Furât’ın (ö. 213/828) adayı fethetmek amacıyla karaya ayak bastığı yer olan Mazara del Vallo’da (Mâzere) ünlü fıkıhçı Mâzerî’nin adına bir araştırma merkezi kurulmuş ve Quaderni del Corso al-Imam al-Mazari adlı bir dizi içinde bazı eserlerin yayımına başlanmıştır.

Venedik. Önceleri Venedikliler’in kurduğu matbaalarda Doğu âlemiyle ilgili kitaplar basıldı. Arap harfli ilk Kur’an burada 1537 veya 1538 yılında Paganini, 1547’de de Andrea Arrivabene adındaki matbaacılar tarafından yayımlandı ve 1574’te ikincinin yeni bir baskısı daha yapıldı. Engizisyon mahkemelerinin amansız takibine rağmen Arap harfli bazı eserler kitap sever araştırmacılar tarafından korundu. Yunan harfli Türkçe (Karamanlıca) kitaplar ilk defa Venedik matbaalarında ilim âlemine sunuldu; Venedik’te 1551 yılında Doğu dillerinin öğretilmesi için bir okul kuruldu ve burada “giovani della lingua” (dil gençleri) denilen tercüman-mütercimler yetiştirildi; bir süre sonra İstanbul’daki balyosluk sarayında da bir benzeri açıldı. Bu faaliyet sonuçta resmî belgelerin tercümesinden ibaret kaldıysa da Venedik’te büyük bir malzeme birikimi meydana getirdi (Archivio di Stato di Venezia, Biblioteca Marciana); bu malzemeye Vittorio Cini tarafından 1951’de kurulan Fondazione Giorgio Cini ile Venedik Üniversitesi sahip çıktı. Studi Veneziani adında bir yıllığı bulunan vakıf ayrıca Venezia e Oriente adı altında kongreler düzenlemektedir. Venedik Üniversitesi de 1983 yılından beri Quaderni di Studi Arabi isimli bir dergi çıkarmaktadır. Maria Nallino’nun gayretleri sonucu Arapça kürsüsü faaliyete geçti, Farsça ve Türkçe bölümleri açılarak Kafkas dilleri de programa alındı. Arşivde bulunan Türkçe belgelerin tanıtımı Alessio Bombaci tarafından yapıldı ve uzun zaman sürüncemede kalan neşri 1994 yılında gerçekleştirildi (bk. bibl.).

Roma, Napoli, Palermo ve Venedik’ten başka Bari ve Padova gibi bazı şehirlerin üniversitelerinde de Arapça başta olmak üzere şarkiyatla ilgili çalışmalar yapılmaktadır. Milano’da XVII. yüzyılda Kardinal Federico Borromeo tarafından kurulan Ambrosiana Kütüphanesi’ne Arap-İslâm dünyasına dair eserler de kazandırıldı. Sardinya adasındaki Cagliari Üniversitesi’nde şarkiyat çalışmalarına yer verildi. Floransa’da XVII. yüzyılda müstakil bir Doğu matbaası (Stamperia Orientale) kuruldu. Roma’ya nakledilen bu matbaa daha sonra kurulanlara örnek oldu. Floransa ve Pisa arşivlerindeki Doğu vesikaları Michele Amari, Türk vesikaları ise Alessio Bombaci ve Aldo Gallotta tarafından neşredildi. Milano’da İslâmiyat ve Ortadoğu araştırmaları, Università Cattolica del Sacro Cuore, Milano Devlet Üniversitesi ve Pavia Üniversitesi bünyesinde sürdürülmektedir.

Yukarıda adı geçenlerden başka İtalya’da İslâm ve şarkiyat alanındaki çalışmalarıyla tanınan diğer bazı araştırmacılar da şunlardır: Pietro Della Valle (ö. 1652), G. Simonio Assemani (ö. 1768), Eugenio Griffini, Ignazio Guidi, Michelangelo Guidi, Luigi Bonelli, Laura Veccia Vaglieri (bu araştırmacılar ansiklopediye madde olarak alınmış ve çalışmaları orada anlatılmıştır).

BİBLİYOGRAFYA:

A. de Gubernatis, Matériaux pour à l’histoire des études orientales en Italie, Paris 1876; G. Gabrieli, Manuale di Bibliografia Musulmana, Roma 1916; a.mlf., Bibliografia degli studi orientali in Italia dal 1922 al 1934, Roma 1935; A. Bausani, “Cinquant’anni di islamistica”, Gli studi sul Vicino Oriente in Italia dal 1921 al 1970, Roma 1971, II, 1-26; U. M. de Villard, Lo studio dell’Islam in Europa nel XII e nel XIII secolo, Città del Vaticano 1972; A. Tinto, La tipografia medicea orientale, Lucca 1987; Documenti Turchi dell’Archivio di Stato di Venezia. Inventario della miscellanea a cura di Maria Pia Pedani Fabris con l’edizione dei regesti di Alessio Bombaci, Roma 1994; G. Vercellin, “Venezia e le origini della stampa in caretteri arabi”, Le civiltà del Libro e la stampa a Venezia. Testi sacri ebraici, cristiani, islamici dal Quattrocento al Settecento, Padova 2000, s. 53-64; M. Kappler, “La stampa caramanlidica”, a.e., s. 65-73; S. Trovato, “Una comunità cristiana ortadossa di lingua turca i karamanlides”, a.e., s. 105-111; I. Camera d’Afflitto v.dğr., La presenza arabo-islamica vell’editoria italiana, Roma 2000; I. Guidi, “Gli studi Orientali in Italia durante il Cinquantenario 1861-1911 (Bibliografia)”, RSO, V (1913-1927); R. Ciasca, “Contributo italiano agli studi arabi”, OM, XXXIV/8-9 (1954), s. 383-384; M. Cortelazzo, “La conoscenza della lingua turca in Italia nel ‘500”, Il Veltro. Rivista della Civiltà Italiana, XXIII/2-4, Roma 1979, s. 133-141; G. E. Carretto, “La situazione della turcologia in Italia”, a.e., s. 469-480; A. Scarabel, “Bibliographie de travaux turcologiques parus en Italie (jusqe’en 1989)”, Turcica. Revue d’études turques, XXIV, Paris 1992, s. 331-346; V. Fiorani Piacentini, “Islamic Studies in Italy”, IS, XXXVI/4 (1997), s. 589-611; U. Rizzitano, “Iŧaliya”, EI² (İng.), IV, 274-276; R. Traini - G. Oman - V. Grassi, “Śiķilliya”, a.e., IX, 582-591.

Mahmut H. Şakiroğlu