İSKENDER

(إسكندر)

(ö. m.ö. 323)

İslâm tarihinde daha çok efsanevî şahsiyetiyle tanınan Makedonya kralı.

Milâttan önce 356’da Makedonya’daki Pella kasabasında doğdu. Asıl adı Alexandros’tur. Makedonyalı II. Filip ile (Philippos) Epiros Prensesi Olympias’ın oğludur. Özel hocalar tarafından yetiştirildi; bu arada Aristo’dan üç yıl süreyle dil, edebiyat, siyaset ve felsefe üzerine ders aldı. Babasının 336’da bir suikast sonucu öldürülmesinden sonra kral ilân edildi. Ülkesinin kuzeyini güvence altına almak için 335’te Trakya’daki kavimlerin üzerine yürüdü. Bu sırada öldüğüne ilişkin söylentiler yayılınca Thebai ve Atinalılar ayaklandılarsa da isyan kanlı bir şekilde bastırıldı ve Yunan devletleri Makedonya’nın hâkimiyetini kabul etmek zorunda kaldı.

İskender, tahta çıkışından itibaren Pers İmparatorluğu ile hesaplaşma planları yapmaktaydı. Bu hususta gerekli hazırlıklar tamamlandıktan sonra kral nâibi olarak yönetimi Antipatros’a bırakıp 334 yılının ilkbaharında üstün donanıma sahip ordusuyla Asya seferine çıktı. Mimar, mühendis, tarihçi ve ilim adamlarından oluşan bir danışmanlar grubunu da birlikte götürdü. Pers ordularıyla ilk defa Grenikos’ta (Bigaçayı) karşılaştı ve onları yendi. İskender, bir yıl içinde Anadolu’yu ele geçirerek 333’ün sonbaharında İssos ovasında büyük bir Pers ordusuna kumanda eden III. Dârâ (Darius) ile karşılaştı; bozguna uğrayan Dârâ Bâbil’e kaçtı. Bu zaferden sonra Doğu Akdeniz sahillerindeki Fenike şehirleri zaptedildi.

332’de on yıldan beri Persler’in elinde bulunan Mısır istilâ edildi. Halka ve dinî değerlere saygılı davranan İskender’e başrahip tarafından Ammon’un oğlu unvanı verildi. Ele geçirdiği ülkelerde kendi adına inşa edilen on altı şehirden en büyüğü olan İskenderiye’yi (Alexandria) kurdurdu ve kışı orada geçirdi. 331 yılının ilkbaharında Suriye’ye döndü, oradan da Mezopotamya’ya gitti. Ninevâ (Ninova) ile Erbil arasındaki Gaugamela ovasında Dârâ ile tekrar karşılaştıysa da Dârâ yine kaçmak zorunda kaldı. Güneye inerek stratejik önemi olan Bâbil’i aldı; ardından Zagros dağlarını aşıp İran’ın merkezine


doğru ilerledi ve Persapolis’i alarak I. Keserkes’in sarayını ateşe verdi. Nihayet 330 yılının ilkbaharında Media’ya girip başşehir Ekbatana’yı aldı. Dört yıl boyunca ülkelerinden uzak kalan Yunanlı askerler arasında huzursuzluk baş gösterince geri dönmelerine izin verdi. İran toprakları merkez olmak üzere bir imparatorluk kurmayı tasarlayan İskender’in Makedonya ve Pers yönetim tarzlarından oluşan eklektik bir sistem kurdu ve ordusunu yeni baştan düzenledi. Daha doğudaki ülkeleri ele geçirmek için yeni bir sefer başlattı. Kısa zamanda bölgedeki satraplıkları kendine bağlayarak Hazar kıyılarına, oradan da Afganistan içlerine doğru ilerledi. Hindukuş dağlarını aşıp Seyhun ırmağına kadar gitti ve İskitler’in sert direnişini ancak 328 yılının sonbaharında kırabildi.

İskender, giderek Pers İmparatorluğu’nun gelenek ve göreneklerini benimsemeye başlamıştı; şahlar gibi taç giyiyor ve huzurunda herkesin yere kapanarak kendisini selâmlamasını istiyordu. Bir ara kendini tanrılaştırma düşüncesine kapıldıysa da Makedonyalılar ve Yunanlılar’ca alaya alınınca bundan vazgeçti. Bu sırada Baktriane prenseslerinden Roxana ile evlendi. Hindistan’ı fethetmek amacıyla bölge halklarından topladığı, engebeli arazide hareket kabiliyeti yüksek 35.000 kişilik yeni bir ordu kurdu; askerlerinin çoğu yabancıydı. 327 yazında Baktriane’den ayrılarak Hindukuş dağlarını ikinci defa geçen İskender 326’da İndus ırmağı yakınındaki Taksila’ya (Takşila) girdi. Bölgenin hükümdarı olan Poros’u yenerek Doğu Asya yönünde seferlerine devam etme düşüncesiyle Hyphasis (Beas) ırmağına kadar indiyse de ordudaki huzursuzluk sebebiyle geri dönmek zorunda kaldı. Bu bölgede de önemli gördüğü yerlerde kendi adıyla anılan şehirler kurdurdu. Hydaspes ırmağı kıyısında yaptırdığı tersanede yaklaşık 1000 gemi inşa ettirerek bazı birlikleri İndus vadisi boyunca Hint Okyanusu’na kadar indirtti. 325 yılında İndus deltasında bir liman ve tersane yaptırdıktan sonra dönüş hazırlığına başladı. Ordunun bir kısmı Nearkhos kumandasındaki gemilerle denize açılırken kendisi karadan kıyıyı takip ederek 324 ilkbaharında Susa’ya vardı. Makedonyalılar’la Persler’i kaynaştırıp yeni, dinamik bir ırk ve kozmopolit bir kültür meydana getirme siyasetine daha çok ağırlık verdiği bu dönemde kendisi Barsine ile (Statira) evlendi ve kumandanlarıyla askerlerini de bu yönde teşvik etti. Neticede 10.000 subay ve asker İranlı kadınlarla evlendi. Ancak orduda ve yönetimde soylu Persler’in giderek eşit düzeye gelmesi Makedonyalılar’ın tepkisine yol açtı. Bunun üzerine İskender eski askerleri memleketlerine göndermeye karar verdi. Aynı yıl Opis’te çıkan bir isyandan sonra İskender bütün orduyu dağıtarak Persler’den yeni bir ordu kurdu ve 10.000 eski askeri armağanlarla yurtlarına gönderdi. Daha sonra Bâbil’e geçti. Yeni şehirler inşa etme, yeni deniz seferleri düzenleme ve sulama kanalları açtırma planları üzerinde çalıştığı sırada içkili bir eğlencenin ardından ateşli bir hastalığa tutuldu ve on gün sonra Bâbil’de öldü. Cenazesi İskenderiye’ye götürülerek altın bir tabuta kondu.

Geniş bir coğrafyaya yayılmış birçok devleti on iki yıl gibi kısa bir zaman içinde ortadan kaldırarak buralarda büyük bir imparatorluk kuran İskender’in göz kamaştıran zaferleri, kendisinden sonra gelen devlet adamları için olduğu kadar sanatkârlar için de ilham kaynağı teşkil etmiş, hakkında destanlar yazılmış ve çeşitli menkıbelere konu olmuştur. Hatta bu çaptaki zaferlerin ancak mânevî bir güçle ve ilâhî bir destekle mümkün olacağını düşünenler giderek ona ruhanî bir kişilik izâfe etmiş ve Kur’ân-ı Kerîm’de kıssası anlatılan (el-Kehf 18/83-99) Zülkarneyn ile aynı kişi olduğunu sanmışlardır (bk. ZÜLKARNEYN).

İslâm tarihiyle ilgili kaynaklarda İskender’in fetihleri hakkında doğru bilgiler verilmekle beraber onun ailesi ve şahsiyetine ilişkin rivayetler çoğunlukla efsaneye dayanmaktadır. Babası Philippos’un adı Filefûs şeklinde yazılmakla birlikte Feylefûs ve Feylekûs olarak da geçer (Dîneverî, s. 29; Taberî, I, 573). Annesi Olympias’ın adı ise Rukya veya Rufya diye anılır (İbn Fâtik, s. 241; Muhammed b. Mahmûd eş-Şehrezûrî, s. 225). Soyu hakkındaki bilgilere gelince, bu konu eski İran’ın rencide olan millî gururunu tatmin amacıyla menkıbeleştirilmiştir. Buna göre İskender, Filip’in değil I. Dârâ’nın (Dârâ el-Ekber) oğludur; yani son Pers hükümdarı III. Dârâ’nın (Dârâ el-Asgar) kardeşidir. I. Dârâ, Filip’i mağlûp edip haraca bağlayınca Filip kendi kızı Halay’ı Dârâ ile evlendirir, ancak kızın vücudu kötü koktuğundan babasına iade edilir. Hekimler kızı “sandarûs” otundan elde ettikleri ilâçla yıkayıp tedavi etseler de olumlu sonuç alamazlar. Fakat Halay bir oğlan çocuğu doğurunca ona annesinin ve otun adına nisbetle Alexandros adı verilir. Dolayısıyla isminin başındaki “el” Arapça’daki harf-i ta‘rife tekabül eder. Çocuk dedesi Amintas’ın sarayında büyür, eğitim ve öğrenimini öteden beri aile dostları olan filozof Aristo’dan görür. Babası ölünce de onun yerine geçer (Taberî, I, 575). Bazı tarihçiler, İskender’in tahta çıktığı gün halkın huzurunda yaptığı bir konuşmadan söz ederler. O burada, “... Sizin kralınız rabbine en çok itaat edendir; ben size Allah’tan korkmayı, itaatten ayrılmamayı ve cemaate bağlılığı emrediyorum ...” der. Daha sonra ülkesindeki görevlilere hitaben yayımladığı belirtilen emirde, kendisine tevhid inancını yaymak üzere ortaya çıkan bir mücahid rolü biçilir. İskender atalarını putlara tapındıkları için eleştirir; akıl sahibi kişilerin bu tür yanlış akîdelerden kurtulup bir olan Allah’a tapması gerektiğini söyler (İbn Fâtik, s. 224-225; Muhammed b. Mahmûd eş-Şehrezûrî, s. 218-219). Bu tür hitabe ve yazıların, geç Helenistik dönemde dindar zümreler tarafından uydurulduğunda şüphe yoktur (Kaya, sy. 26 [1987], s. 250-255).

İskender tahta geçtikten sonra üvey kardeşi Dârâ, Makedonya’nın Persler’e her yıl vermekte olduğu haracı isteyince İskender elçiyi geri gönderir. Bunun üzerine iki hükümdar arasında bir süre karşılıklı hakaret ve tehditler devam eder. Nihayet İskender Asya ve Afrika’ya yönelik seferlerine başlar. Yapılan savaşlarda Makedonya ordusu karşısında Persler birkaç defa bozguna uğrar. Müslüman tarihçiler cereyan eden bu savaşlardan haberdardır, fakat zaman ve mekâna ilişkin verdikleri bilgilerin pek tutarlı olduğu söylenemez. Bu kaynaklara göre Dârâ’yı mağlûp eden İskender İran’ı ele geçirince ilk iş olarak Mecûsî din adamlarını öldürür ve bu dinin kutsal kitaplarını yaktırır. Astronomi, tıp ve felsefeye dair eserleri kendi ülkesine göndererek Grekçe’ye çevrilmesini sağlar. Bu sırada Dârâ, müttefiki Hindistan Kralı For’a (Porus) sığınmak üzere kaçarken iki adamının düzenlediği bir suikast sonucu ağır yaralanır. O esnada trajik bir olay yaşanır; rivayete göre İskender olay yerine gelerek Dârâ’dan özür diler, hatta ülkesinin başına geçmesi için yalvarır. Dârâ da ona gurura kapılmaması ve dünyaya değer vermemesi yolunda zâhidâne tavsiyelerde bulunur. Aile fertlerini kendisine emanet ederek kızı Rûşeng ile (Roxana) evlenmesini ister ve ardından ölür. Bunun üzerine İskender suikastçıları yakalatarak Dârâ’nın kabri başında astırır. Onun bu davranışı Persler’in gönlünü fethetmeye yetmiş,


Rûşeng’le evlenince de İran tahtının meşrû vârisi kabul edilmiştir (İbn Fâtik, s. 230-232). Ancak gerçekte İskender’in Dârâ’yı takiple görevli adamları Dârâ’yı hançerlenmiş bir durumda bulmuş, ardından da Dârâ ölmüştür (Günaltay, I, 253).

İskender’in Hindistan seferi hakkında kaynakların menkıbevî bilgilere daha çok yer verdiği görülür (Mes‘ûdî, I, 293-300). Onun Hindistan’dan sonra Tibet’i ve Çin’i fethettiği, Çinliler’in Ye’cûc ve Me’cûc’den şikâyetleri üzerine meşhur seddi inşa ettirdiği (Muhammed b. Mahmûd eş-Şehrezûrî, s. 228), ölümsüzlük sırrına ermek için Kuzey kutbuna doğru 400 adamıyla beraber on sekiz gün “zulmet deryasında” yol aldığı, daha sonra Türkistan’ın fethini tamamlayıp dönerken Şehrizor’da öldüğü anlatılır (Taberî, I, 577-578). Başta Dîneverî olmak üzere bazı müelliflere göre İskender Arap yarımadasını da ele geçirmiş, Aden ve San‘a’nın fethinden sonra Mekke’ye dönerek Kâbe’yi tavaf etmiş, Cidde’den gemilerle Mağrib seferine çıkmış, Kayrevan’a varıp geri dönerek Kudüs’te ölmüştür (el-Aħbârü’ŧ-ŧıvâl, s. 33-35).

İslâm müellifleri, İskender’in naaşı altın tabuta konulduktan sonra Yunan, İran, Hint ve diğer milletlerden otuz kişinin tabut başında konuşma yaparak birer vecize ile İskender’i anlattıkları yolundaki rivayete geniş yer verirler. Bunlardan yirmi sekiz filozofun ardından karısı Rûşeng ile annesi son konuşmayı yapar ve naaşı İskenderiye’ye gönderilir. Mes‘ûdî’ye göre 332 (943-44) yılında kabri hâlâ mevcuttu (Mürûcü’ź-źeheb, I, 292).

İskender büyük bir kumandan olmasına rağmen ahlâkî zaafı, içki düşkünlüğü ve değişken karakteri yüzünden kan döken bir zalim olarak da bilinir. Kazandığı zaferlerin sarhoşluğuyla tanrılığını ilâna kalkınca kendisine karşı çıkan hocası Aristo’nun yeğeni ve talebesi olan Callisthenes’i astırmış, bir hiç yüzünden en başarılı generali olan Parmenios ile oğlu Flotas’ı öldürtmüştü.

Kısa süren hükümdarlığı döneminde İskender bir medeniyet kuramamışsa da beraberinde götürdüğü ilim ve sanat adamları sayesinde tabiat bilimleri alanındaki araştırmaların gelişip yaygınlık kazanmasına katkıda bulunmuştur. Ayrıca kozmopolit bir ırk ve kültür oluşturmak amacına yönelik çabaları da hedefine ulaşmamıştır. Onun fütuhatından sonra Doğu ve Batı arasında içtimaî ve ticarî alandaki ilişkilerin daha çok geliştiği bilinmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Dîneverî, el-Aħbârü’ŧ-ŧıvâl, s. 29-39; Taberî, Târîħ, Kahire 1979, I, 572-579; Mes‘ûdî, Mürûcü’ź-źeheb, I, 287-300; İbn Fâtik, Muħtârü’l-ĥikem ve meĥâsinü’l-kelim (nşr. Abdurrahman Bedevî), Beyrut 1980, s. 222-251; Muhammed b. Mahmûd eş-Şehrezûrî, Nüzhetü’l-ervâĥ ve ravżatü’l-efrâĥ, Trablus 1988, s. 217-253; M. Şemseddin Günaltay, İran Tarihi, Ankara 1948, I, 246-258; Afif Erzen, Eskiçağ Tarihi Hakkında 4 Konferans, İstanbul 1984, s. 7-41; İbrâhim Nushî Kāsım, “el-İskenderü’l-ekber: Felsefetühü’s-siyâsiyye”, el-Mevsimü’ŝ-ŝeķāfî: 1978-1983, Kahire 1984, s. 59-94; History of India (ed. A. V. W. Jackson), New Delhi 1987, II, 42-60; İskender Türe, Kur’ân’da Uzaya Seyahati Anlatılan İnsan: Zülkarneyn, İstanbul 1998, s. 69-76; J. A. Boyle, “The Alexander Romance in the East and West”, Bulletin of the John Rylands University Library of Manchester, LX/1, Manchester 1977, s. 13-27; Mahmut Kaya, “Muhtârü’l-hikem ve mehasinü’l-kelim’de Aristoteles’e İsnad Edilen Hikemiyat ve Bunların Kaynakları”, Felsefe Arkivi, sy. 26, İstanbul 1987, s. 250-255; İskender Pala, “İskender mi Zülkarneyn mi?”, TDED, XXVI (1993), s. 117-146; “İskender”, İA, V/2, s. 1078-1079; P. Briant, “Alexander”, EIr., I, 827-830.

Mahmut Kaya




EDEBİYAT. Kur’ân-ı Kerîm’de geçen Zülkarneyn ile (el-Kehf 18/83-99) maceraları ve yaşadıkları bölge bakımından aralarında benzerlik bulunan İskender’in hayatı İslâmî edebiyatlarda destanî-efsanevî tarzda yer almış, onu ve maceralarını konu edinen müstakil kitaplar yazılmıştır. Genelde tarihî eserlerle tefsirlerde Zülkarneyn’in İskender-i Kebîr, İskender-i Ekber, İskender-i Himyerî; Makedonyalı İskender’in ise (Alexandre the Great) İskender-i Rûmî ve İskender-i Yunânî diye anılmasına rağmen edebî eserlerde bu adlandırmalar tamamen birbirine karışıp Zülkarneyn’in kişiliği İskender’in hayatına kuvvetli biçimde sindirilmiş ve “İskendernâme” adı verilen tür içinde de İskender neredeyse tamamen Zülkarneyn kimliğine bürünmüştür.

Anadolu’dan başlayarak Hindistan’a kadar uzanan seferleriyle bu ülkelerde yaşayan insanların hâfızalarında derin izler bırakmış olan İskender’in kişiliği etrafında doğmuş olan bu tür efsanelerin en eski şeklini, onun vak‘anüvisi filozof Callisthenes’e atfedilen eser vermektedir. Batı dünyasında İskender hakkında yazılanların esas kaynağını Pseudo-Callisthenes (Düzmece Kalistenes) denilen bu kitap teşkil etmiştir. İskender hikâyesinin Asya’daki şekli, bir yandan Süryânîce kaleme alınmış hıristiyan efsanesinin Pehlevîce’ye yapılmış tercümesinden, öte yandan da Zülkarneyn hakkında Kur’an’da geçen ifadelerin bazı tarih ve tefsir kitaplarında İskender’e mal edilmesi sonucu onun efsanevî kişiliği etrafında oluşan sözlü ve yazılı rivayetlerden kaynaklanmıştır.

Arap edebiyatında bu konu “sîretü’l-İskender” gibi mensur eserler yanında tefsir ve tarih kitaplarında da işlenmiştir. Adının Kur’ân-ı Kerîm’de geçmiş olması, Zülkarneyn hakkındaki bazı rivayetlerin İslâmiyet’ten önce de Araplar arasında bilindiğini göstermektedir. Nitekim konuyla ilgili âyetlerin tefsirinde Beyzâvî, Fahreddin er-Râzî ve Âlûsî gibi bazı müfessirler Zülkarneyn’in İran ve Rum meliki olduğunu kaydederler. Hatta Araplar arasında anlatılan bir halk hikâyesini Ebû İshak es-Sûrî Ķıśśatü’l-İskender adıyla mensur bir kitap haline getirmiştir. Aynı hikâye, Sâsânîler döneminde bir İranlı veya Farsça bilen bir Süryânî tarafından Yunanca’dan Orta Farsça’ya (Pehlevîce), oradan Arapça’ya, Arapça’dan da yeni Farsça’ya çevrilmiştir. Günümüze kadar gelen bu çeviri baştan ve sondan eksiktir.

Fars edebiyatında İskender’le ilgili efsaneler, İranlı şair ve halk hikâyecileri tarafından farklı şekillerde hem nazım hem nesir olarak kaleme alınmıştır. Bunları şekillerine ve hitap ettikleri kesimlere göre iki grupta toplamak mümkündür. Saray çevresinde eğitim görmüşlere sunulmak üzere telif edilenler mesnevi tarzında, halk kitlelerine hitaben yazılanlar ise nesir halindedir.

İslâm edebiyatlarında Zülkarneyn kıssasından fazlasıyla etkilenerek kaleme alınan ve İskender’in hayatını çeşitli macera ve fütuhatı ile birlikte destanî-efsanevî tarzda anlatan İskendernâmeler’in konusu şu çerçevede özetlenebilir: İran asıllı bir Yunan prensi olan İskender, yedi yaşından itibaren Aristo’nun ilmî terbiyesi altında yetiştirilmiş, on beş yaşında tahta çıkmıştır. Ülkesini ve halkını Sokrat, Eflâtun ve Aristo’nun öğütleriyle yönetmektedir. Rüyasında bir meleğin verdiği Allah’ın kılıcıyla ordusunun başına geçip dünyayı fethetmeye çıkar; İran ve Turan’ı zapteder. İran Şahı Dârâ’nın (Dârâb = Darius) kızı Rûşeng (Roxana) ile evlenir. Zâbülistân (Gazne) hükümdarının Gülşah adlı kızıyla sevişip ülkesini ele geçirir. Ardından Hindistan’ı fetheder ve Hint Prensesi Şah Bânû ile evlenir. Çin’e geçip Tabgaç Han’ı ve ülkesini bir ejderhadan kurtarır. Dokuz Oğuzlar’la karşılaşır. Çeşitli kavimleri emri altına alır. Azerbaycan’da bir kavmi Ye’cûc ve Me’cûc elinden kurtarmak


için bir set (sedd-i İskender) yaptırır. Ruslar’a galip gelir. Kendisini öldürmeye gelen devleri alt eder. Elindeki tılsımlı ayna ile (âyîne-i İskender) hârikulâde olaylar gösterir. Mısır’ı ele geçirip İskenderiye şehrini kurar. Yanındaki âlimlere çeşitli kitaplar yazdırır. Kâbe ve Kudüs’ü ziyaret eder. Bir süre sonra hastalanır. Âlimler şifa olarak âb-ı hayâtı tavsiye ederler. Hızır ile beraber zulumât ülkesinde âb-ı hayâtı ararlarsa da Hızır bulur fakat o bulamaz. Bütün çabalara rağmen genç yaşta ölür.

Âyet ve hadislere, hikmet ve ilm-i nücûm gibi eski Şark ilimlerine fazlaca yer verilen İskendernâmeler’de sembolik düşünceler etrafında (meselâ âb-ı hayât = ilim, Aristo = akıl) fikrî, ahlâkî ve didaktik hususlar göze çarpmaktadır. Bu sebeple İskender, tarihî kişiliği yerine Doğu mistisizminin etkisinde efsanevî bir müslüman kahraman olarak anlatılır. İskendernâme mesnevisinin kaynakları arasında mensur İslâm tarihleriyle (Târîħ-i Ŧaberî, Târîħu’l-ħamîs vb.) tefsirler (Tenvîrü’l-miķbâs, Mefâtîĥu’l-ġayb vb.) önemli yer tutar.

Hikâyenin ilk manzum şekli Firdevsî’nin Şâhnâme’si içindeki 2500 beyitlik bölümdür. Şâhnâme’de İskender, Rum Hükümdarı Filip’i (Feylekos) yenen ve onun kızı ile evlenen İran Hükümdarı Dârâ’nın oğlu olup kusursuz ve en büyük insanî meziyetlere sahip bir hükümdar olarak görünür. Her girdiği savaşta galip gelen İskender’in tek amacı hiçbir menfaat beklemeden dünyayı hâkimiyeti altına almaktır. Son derecede âdil ve bilge bir hükümdardır. Daha çocukken felsefeyi ve kâinatın sırlarını öğrenmeye duyduğu merak, kendisini en büyük filozoflar ve bilginlerden ders almaya sevketmiştir. Onu uzun seferlere çıkaran da esasen bu bilme ve görme isteğidir.

Şâhnâme’nin bu bölümü, ondan sonra İslâm edebiyatlarında yazılan İskender konulu bütün eserlerin kaynağı olmuştur. Hikâyeyi müstakil bir mesnevi halinde ilk defa Nizâmî (ö. 608/1212 [?]) yazmıştır. Hamsesinin beşinci mesnevisini oluşturan İskendernâme 10.000 beyti aşkın bir eser olup biri tarihî, diğeri ahlâkî ve tasavvufî nitelikte birbirinden âdeta bağımsız iki bölümden meydana gelmiştir. İlk bölüm Şerefnâme (Şerefnâme-i Sikenderî) adını taşır ve yüksek edebî üslûpla ayrıntılı biçimde anlatılan İskender’in hayatı Pseudo-Callisthenes’teki rivayetlerle benzerlik gösterir (Kalküta 1810, 1812; Tahran 1366 hş.). İkinci bölüm İķbâlnâme, İķbâlnâme-i Sikenderî (Ħırednâme ve Ħırednâme-i Sikenderî) adlarını taşır. Bu bölümde Nizâmî’nin İskender’i peygamberlik derecesine yükseltiği görülür; onun felsefî düşünceleriyle Sokrat, Eflâtun ve Aristo’nun hikmetli öğütlerini nakleder (Kalküta 1852, 1869).

Fars edebiyatında Nizâmî’nin İskendernâme’sinden sonra bu konuda yazılan önemli eserler Emîr Hüsrev-i Dihlevî’nin Âyîne-i İskenderî’si ile (Aligarh 1918; Moskova 1977) Abdurrahman-ı Câmî’nin Ħırednâme-i İskenderî’sidir (Moskova 1984). Ayrıca Zeynelâbidîn Ali Abdî Beg Nevîdî Şîrâzî’nin Âyîne-i İskenderî (Moskova 1977), Bedreddin Keşmîrî’nin İskendernâme (Blochet, III, 352-354), Hasan Bey İtâbî’nin Sikendernâme ve Râî Hidâyetullah’ın İskendernâme (henüz ele geçmemiştir) adlı eserleri de aynı konuyu işleyen mesnevilerdendir.

İskendernâme’nin Türk edebiyatında işlenişi İran’da yazılmış eserlerin örnek alınmasıyla başlamışsa da bunların konuları İran’dakilerin kopyası durumunda değildir. Mevcut bilgilere göre Türk edebiyatında İskender efsanesinin müstakil bir eser olarak ele alınması XIV. yüzyılda başlamıştır. Bununla beraber Kâşgarlı Mahmud’un Dîvânü lugāti’t-Türk adlı eserinde “Çigil”, “Uygur”, “Tutmaç” ve “Türkmen” kelimelerini açıklarken Zülkarneyn’den söz etmesi ve onu Fars diliyle konuşturması (Dîvânü lugāti’t-Türk Tercümesi, I, 393-394; II, 452; III, 415), İskender’in Türkler arasında önceleri bir İran hükümdarı olarak tanındığını gösterir.


Türk edebiyatında ilk manzum İskendernâme Ahmedî tarafından 1390’da kaleme alınmıştır. Ahmedî, bazı araştırmacıların sandıkları gibi Firdevsî ve Nizâmî’nin mesnevilerini tercüme etmemiş, onlardan yararlanmakla beraber Doğu’da yazılmış diğer kaynakları da okuyarak tarihî ve efsanevî çerçevesi yanında ansiklopedik özelliği bulunan orijinal bir eser ortaya koymuştur. Ahmedî, hayatının son yıllarına kadar zaman zaman eserini ele alıp çeşitli ilâvelerde bulunmuş, onu daha da zenginleştirmeye çalışmıştır. Nitekim kitabın ilk şekline dayanan yazmalarıyla genişletilmiş şeklinden istinsah edilen nüshaları arasındaki fark 2000 beyte yaklaşmaktadır. Mesnevinin öncekilerle aynı ve ortaklaşa olayları anlatan bölümlerinde ayrıntılara inildikçe Ahmedî’nin orijinal yönleri çok daha iyi görülebilmektedir (Ünver, Ahmedî, İskendernâme, s. 17-21). Ahmedî’nin eserindeki beyitlerin yarısı daha önceki örneklerde bulunmayan ilâhiyyât, hikmet, siyaset, ahlâk, hendese, felekiyyât, ilm-i nücûm ve tıp gibi değişik konularda okuyucunun bilgilendirilmesini ön planda tutmuştur. Mesnevinin bir diğer özelliği Hz. Peygamber’den başlayarak Emevî, Abbâsî, İlhanlı ve Osmanlı devletleri tarihinin anlatıldığı bahisleri ihtiva etmesidir. Bilhassa Yıldırım Bayezid’e kadar gelen “Dâstân-ı Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osmân” başlıklı bölüm ilk Osmanlı vekāyi‘nâmelerinden sayılmaktadır. Bu bölümlerde hükümdarlara ve kumandanlara yönelik öğütlere yer verilmiş olması, İskendernâme’ye Kutadgu Bilig’den itibaren devam edegelen siyâsetnâme geleneği içinde önemli bir yer sağlamıştır. Yıldırım Bayezid’in oğlu Emîr Süleyman’a sunulmuş olan İskendernâme, yazıldığı çağdan itibaren Şîraz’dan Balkanlar’a kadar Türk coğrafyasının pek çok muhitinde istinsah edilmiştir (nüsha sayısı 100’ün üzerindedir).

Bir diğer İskendernâme’yi, II. Bayezid’in oğlu Şehzade Abdullah’ın çevresindeki şairlerden Karamanlı Figānî’nin yazdığı, eserin baş tarafının Farsça olduğu ve mütekārib bahriyle nazmedildiği çeşitli kaynaklarca bildirilmekteyse de (Latîfî, s. 226; Beyânî, vr. 75a; Âlî Mustafa, vr. 221a; Kınalızâde, II, 763; Keşfü’ž-žunûn, I, 86; Evliyâ Çelebi, I, 342; Gibb, I, 284; III, 36) eserin bugün nüshası mevcut değildir.

Ali Şîr Nevâî’nin aynı konuyu işleyen Sedd-i İskenderî adlı mesnevisi, kuruluş ve diğer özellikler yönünden İran edebiyatındaki örneklere daha yakın olup işleniş ve tahkiye bakımından çok başarılıdır (geniş bir özeti ve hakkında etraflı bilgi için bk. Levend, Ali Şîr Nevâî, I, 151-178; III, 411-556).

XVI. yüzyıl başlarında Ahmed Rıdvan da bir İskendernâme yazmıştır. Vezin ve plan bakımından olduğu kadar konunun işlenişi ve üslûp bakımından da Ahmedî’den etkilenmiş olan bu eser, yaklaşık 8300 beyit olup birkaç parçada kaside ve gazel nazım şekli de kullanılmıştır. Asıl adı Kadı Abdülhay olan Hayâtî mahlaslı bir şairin İskendernâme’siyle ilgili bir tanıtım yazısı yazan Agâh Sırrı Levend, eserin Ahmed Rıdvan’ınkiyle intihal derecesine varan bir benzerlik taşıdığına dikkat çekmiş (TDl., sy. 4 [1952], s. 195-201), daha sonraki bir araştırma da Hayâtî mahlasını kullanan kişinin, Ahmed Rıdvan’ın eserlerindeki mahlas beyitlerini değiştirerek bu eserleri kendisine mal ettiğini ortaya çıkarmıştır (Ünver, TTK Belleten, L/196 [1986], s. 88-89).

Konuyu bütünüyle ele alan bu eserler dışında bazı mesnevilerde de küçük parçalar halinde İskender’den söz edildiği görülmektedir. Derviş Hayâlî’nin Ravzatü’l-envâr (Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 2633), Yahyâ Bey’in Gencîne-i Râz (DTCF Ktp., İsmail Saib Sencer, nr. A. 504) ve Nâilî’nin Tuhfetü’l-emsâl ve eş‘âr (Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 2532) adlı eserlerinde kısa birer İskender hikâyesi bulunmaktadır.

İskender’in klasik kültürde görülen efsane ve hikâyelerinin güçlü etkisi onun her kademeden insan tarafından tanınmasına yol açmış, özellikle İskendernâme okuyan veya dinleyen muhitlerde çeşitli varyantlar oluşmuş, İskender adı örnek alınacak kişiler arasında yer almıştır. İskender’in edebî metinler ve divan şiiri mazmunları içinde daha çok tenâsüp ve telmih sanatları vasıtasıyla sık sık söz konusu edilmesi ve memduh için ideal bir benzetme unsuru olması bundan dolayıdır. İskender adı divan şiirinde genel olarak Ahmed Paşa’nın, “Dil-teşne İskender gibi düştü saçın zulmâtına / Ey Hızr-hat la‘linden ol ser-çeşme-i hayvânı sun” beytinde görüldüğü gibi “Hızır, zulumât, çeşme-i hayvân, sedd-i İskender” gibi unsurlarla bir arada zikredilir. Bazan da âşık olmuş bir gönlün sevgilinin ağzına, dudaklarına ve saçına olan düşkünlüğü ile bu unsurların zulumâta ve âb-ı hayâta teşbihi, âşıkın bu suyu aramak için karanlıklar ülkesine giren İskender şeklinde tahayyülüne vesile teşkil eder. Sevgilinin âb-ı hayât olan dudaklarının gönülden hiç çıkmaması gönlün zulumât olarak ele alınmasına sebep olur. Defterdar Mehmed Bey’in, “La‘line ol nevhatın el sundu zülfü bu aceb / K’erdi Zülkarneyn Hızr’ın çeşme-i hayvânına” beytiyle Necâtî’nin, “Zulmette kaldı tâlib-i mâü’l-hayât-ı aşk / Ey Hızr-ı dil-nüvâz u Sikenderlikā yetiş” beyitleri bu anlayışla söylenmiştir.

Divan şiirinde yaygın olan diğer bir husus da övülen kişilerin İskender’e benzetilmesidir. Bu durumda İran hükümdarlarından Keykubad veya Pers Kralı Dârâ da söz konusu edilir. “Belki dârât-ı Sikender’le felek bir bendesin / Görse farketmezdi İskender midir Dârâ mıdır” (Nef‘î) beytinde bu husus vurgulanmıştır. “Sikender gibi tâlib feth-i heft-iklîme ikbâli / Süleyman gibi gālib rûzigâra hükm ü fermânı” (Nef‘î) yahut, “Câm la‘lindir senin âyîne rûy-i enverin / Adı var câm-ı Cem ü âyîne-i İskender’in” (Bâkî) beyitlerinde dile getirildiği gibi cihangirliği dolayısıyla padişah övgülerinde çok kullanılan İskender, zaman zaman da âyîne-i İskender sebebiyle zikredilmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

Dîvânü lugāti’t-Türk Tercümesi, I, 393-394; II, 452; III, 415; Latîfî, Tezkire, s. 226; Beyânî, Tezkire, Millet Ktp., Ali Emîrî, Tarih, nr. 757, vr. 75a; Âlî Mustafa, Künhü’l-ahbâr, TTK Ktp., nr. 546, vr. 221a; Kınalızâde, Tezkire, II, 763; Keşfü’ž-žunûn, I, 86; Evliya Çelebi, Seyahatnâme, I, 342; Gibb, HOP, I, 284; III, 36; E. Blochet, Catalogue des manuscrits persans de la Bibliothèque Nationale, Paris 1905-34, III, 352-354; Babinger, GOW, s. 11-13; Kenan [Akyüz], İslâmî Edebiyatta İskendernâme Mesnevîsi: Firdevsî-Nizâmî-Ahmedî (lisans tezi, 1934), Türkiyat Enstitüsü, Tez, nr. 47; Agâh Sırrı Levend, Ali Şir Nevâî, Ankara 1965-67, I, 151-178; III, 411-556; a.mlf., Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara 1973, bk. İndeks; a.mlf., “Hayatî’nin İskendernâme’si”, TDl., sy. 4 (1952), s. 195-201; İsmail Ünver, Türk Edebiyatında Manzum İskendernâmeler (doktora tezi, 1975), AÜ DTCF; a.mlf., Ahmedî, İskendernâme: İnceleme-Tıpkıbasım, Ankara 1983; a.mlf., “Ahmed-i Rıdvân’ın İskendernâmesindeki Osmanlı Tarihi (Nusretnâme-i Osman), Bölümü”, TDe., VIII (1979), s. 345-380; a.mlf., “Ahmed-i Rıdvân”, TTK Belleten, L/196 (1986), s. 73-185; Yaşar Akdoğan, İskendernâme’den Seçmeler, Ankara 1988, s. 64-68; Necib Âsım, “Osmanlı Târîhnüvîsleri ve Müverrihleri”, TOEM, I/2 (1326), s. 41-52; H. J. Mordtmann, “Iskendername”, Isl., XV (1926), s. 90; Nihad Sami Banarlı, “XIV üncü Asır Anadolu Şairlerinden Ahmedî’nin Osmanlı Tarihi: Dâsitân-ı Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osman ve Cemşîd ve Hurşîd Mesnevisi”, TM, VI (1939), s. 50, 56-64, 100-110; İskender Pala, “İskender mi Zülkarneyn mi?”, TUBA, XV (1991), s. 395-399; M. Fuad Köprülü, “Ahmedî”, İA, I, 216-218; Orhan Şâik Gökyay, “İskendernâme”, a.e., V/2, s. 1088-1090; Semra Kapsal, “İskender”, TDEA, IV, 415-416; a.mlf. - Rekin Ertem, “İskendernâmeler”, a.e., IV, 416-419; William L. Hanaway, “Eskandar-Nama”, EIr., VIII, 609-612.

İsmail Ünver