İNFAZ

(الإنفاذ)

Bir suç hakkında hükmedilen cezanın yerine getirilmesi anlamında hukuk terimi.

Sözlükte “içine işlemek, delip geçmek” anlamındaki nefâz (nüfûz) kökünden türeyen infâz kelimesi bir emir ve hükmün gereğini yerine getirmeyi ifade eder. Hukukta infaz iş yeri kapatma, meslekten men, borcun tahsili, kiracının kiralananı tahliyesi gibi idarî ve adlî kararların ilgili kamu organları tarafından icrasını da kapsayan bir genişlikte kullanılmakla birlikte teknik anlamıyla bir suç hakkında hükmedilen cezanın yerine getirilmesini anlatır. İnfaz esasen, yargılama sürecinin sona erip cezanın kesinleşmesinden sonra suçlunun belli şekillerde cezalandırılması demektir. Ancak İslâm tarihinde halife, muhtesib, vali, ordu kumandanı gibi üst düzey kamu görevlilerinin de yargıyla uyumlu biçimde daha çok idarî tedbir ve ceza niteliğinde bazı kararlar verebildiği göz önüne alınırsa infazı, “yetkili kamu merciinin cezaî nitelikteki kararının yine kamu gücü aracılığıyla uygulamaya konması” şeklinde açıklamak daha doğru olur. İslâm hukuku literatüründe bu son anlamda ayrıca tenfîz, ikāme, istîfâ, icrâ ve imzâ tabirleri de kullanılmaktadır.

Kur’an’da suç ve ceza dengesine, yargılama esaslarına ya da bazı temel suçların cezalarına ilişkin açıklamalar bulunmakla birlikte yargı kararlarının yerine getirilmesine ilişkin özel hükümler yer almaz. Ceza hukuku alanında ayrıntılı hüküm ve uygulama örneklerinin bulunduğu hadislerde ise infaza dair teknik hukukî açıklamalardan ziyade cezaların yerine getirilmesinde hukukî ve insanî esaslara bağlı kalınmasına, keyfîlik ve aşırılığı önleyip kanunîliği hâkim kılmaya yönelik açıklama ve uyarılar ön plandadır. Bu ilkeler ışığında gelişen, ayrıca toplumun gelenek ve tecrübe birikimini de belli ölçüde içinde barındıran fıkıh literatüründe ceza hukuku suç ve ceza türlerine göre tedvin edildiği için infaz hukuku ayrı bir başlık altında değil ilgili konular arasına serpiştirilmiş olarak yer alır.

İslâm hukukunda mahkemece verilen ceza hükmünün infazı suç ve cezaların had, kısas-diyet ve ta‘zîr şeklindeki klasik üçlü ayırımı esas alınarak incelenebilir. Had ve ta‘zîr cezaları tamamen ya da ağırlıklı olarak kamu hukukunu ve toplumun bütün üyelerinin ayrı ayrı haklarını -klasik doktrinde bu Allah hakkı tabiriyle karşılanır- ilgilendirdiği için ceza kovuşturması ve verilen cezaların infaz yetkisi tamamen devlete aittir. Kesinleşmiş bir kararı izinsiz olarak uygulayan kişi ta‘zîr cezasına çarptırılır. Adam öldürme ve yaralama suçu ise daha çok suç mağduru şahısları (öldürülenin yakınları veya yaralanan kimse) ilgilendirdiği için kısas cezasının yerine getirilmesinde mağdura özel bir hak tanınmış, onların onayı olmadan kısasın yerine getirilmesi uygun görülmemiştir. Maktulün yakınları bulunduğu sürece devlete infazı talep ya da katili af yetkisi tanınmaz.

Hanefîler’e göre infaz hükmün tamamlayıcısı konumunda olduğundan karar sırasında aranan bütün şartlar kararın infazı sırasında da aranır. Ceza infazına başlanılabilmesi için devlet başkanı yahut onun yetkili kıldığı kimselerin hazır bulunması, suç ikrarla sabit olmuşsa infaz başlayıncaya kadar suçlunun bu ikrarından vazgeçmemesi, zina suçu şahitlerle ispat edilmişse infazına şahitlerin aktif biçimde katılması şarttır. Meselâ recm cezasında şahitlerin hepsi veya bir kısmı infaza başlamaktan kaçınır, ölür veya gaip olursa infaz düşer. Karşı görüşte olan fakihler de vardır (bk. RECM). Sanığın ikrarına dayalı olarak verilmiş cezalar henüz infaz edilmeden suçlunun ikrarından dönmesi Allah hakkının baskın olduğu had cezalarında kabul edilir, ancak zina iftirası gibi kul hakkı bulunan suçlarda ilk ikrar bağlayıcıdır.

İslâm hukukunda cezanın caydırıcılığı ve diğer insanlara ibret olması açısından bütün cezaların infazında alenîlik ilkesi benimsenmiştir. Nitekim Kur’an’da zina suçunu işleyenler cezalandırılırken müminlerden bir grubun infaza şahit olması istenmiştir (en-Nûr 24/2). Bu sebeple doktrinde bir suçun infazında asgarî kaç kişinin bulunması gerektiği tartışılmış, farklı ceza türlerine göre bazı alt sayı tesbitlerinden söz edilmiştir.

Ceza hukukunun suç ve cezalara göre tedvin edildiği klasik dönem fıkıh literatüründe her bir ceza türünün nasıl infaz edileceği ayrı ayrı ele alınır ve her cezaî müeyyidenin infazı konusunda ayrıntı sayılabilecek açıklamalar yer alır. Ancak Hz. Peygamber’in sünnetinde ve fıkıh literatüründe üzerinde ağırlıklı olarak durulan husus, infazın tatbiki hususunda uyulması gerekli insanî ve hukukî esaslardır. Hadislerde cezalar uygulanırken en güzel şekilde uygulanması istenmiş, suçlunun insanlık onurunu ve genel insanî duyguları incitecek uygulamalar yasaklanmış, suçluya hakaret ve beddua edilmemesi, onun için Allah’tan bağış ve merhamet dilenmesi emredilmiştir. İnfaz sırasında herkese eşit davranılması, suçluya yargı kararında belirtilenden başka ya da onu aşan bir muamele yapılmaması, işkence türü şeylerden uzak durulması, suçluyu sadece verilen cezaî hüküm ölçüsünde cezalandırıp cezanın başkaca bedenî ve ruhî hasar meydana getirmemesinin sağlanması, suçlunun hasta, akıl hastası, zayıf, sarhoş, hamile veya süt emziriyor


olması gibi hallerde infazın ertelenmesi gibi hususlar üzerinde de önemle durulur (bu hususlarla ilgili bazı hadisler için bk. Buhârî, “Cihâd”, 149, “Ĥudûd”, 4; “Feżâǿilü aśĥâbi’n-nebî”, 18; “Mežâlim”, 30, Müslim, “Śayd”, 57; “Ĥudûd”, 11, 22-24; Ebû Dâvûd, “Ĥudûd”, 3, 32-33, 35, 38; “Eđâĥî”, 11). Literatürde meselâ cezanın infazının nasıl bir ortamda, hatta hangi hava koşullarında yerine getirileceğini konu alan tartışmalar, celde cezasının infaz şekliyle infaz aletinin veya suçlunun evsafıyla ilgili ayrıntılar, özü itibariyle sünnetten tevarüs edilen insanî esaslara sadık kalınmasını temine, cezanın uygulanmasında suçlunun hukukunu korumaya ve cezanın beklenen gayeyi yok edici aşırılıkları önlemeye yönelik gayretler olarak anlaşılmalıdır.

Af, tövbe ve zaman aşımının verilmiş bir ceza hükmünün infazına ne ölçüde engel olacağı, suçlunun ölümünün malî cezalara etkisi, suçlu için birden fazla cezanın infazı söz konusu olduğunda cezaların infazında uyulacak sıra ve esaslar, harem bölgesi, mescid ve düşman ülkesinde infazın yapılıp yapılamayacağı gibi hususlarda fıkıh mezhepleri ve fakihler arasında hayli ayrıntılı görüş farklılıkları bulunmaktadır. Cezanın infazının yol açtığı mâkul ve beklenen zararlar için devletin tazminat borcundan söz edilmezken meşrû sınırların aşılması halinde verilen zararın devletçe tazmini gerekli görülür.

Cezasını çeken bir suçlu toplumun diğer fertleriyle aynı haklara kavuşur. İfk Hadisesi’nde iftira suçuna iştirak eden Mistah b. Üsâse, suçun mağduru Hz. Âişe’nin babası Hz. Ebû Bekir’in yardımlarıyla geçinen bir kişiydi. Hz. Ebû Bekir bu olay üzerine bir daha ona yardım etmemeye yemin etmişse de bu davranışın yerinde olmadığını ifade eden âyet gelince (en-Nûr 24/22) yeminini bozup yardımlarını sürdürmüştür (Tirmizî, “Tefsîr”, 25). Ancak namusa iftira cezası almış bir kimsenin şahitliğinin kabul edilip edilmeyeceği doktrinde tartışma konusu edilmiştir. Ölümle sonuçlanan infazlarda suçlunun cesedi ailesine verilir; diğer ölüler gibi yıkanır, kefenlenir, cenaze namazı kılınır ve müslüman mezarlığına defnedilir. İdam edilenlerin başlarının kesilerek teşhiri câiz görülmemiştir.

Cezaların infazı, İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre işlenen günahın uhrevî sorumluluğunu da düşürür. Hanefîler’e göre ise suçlu tövbe eder ve tövbesi kabul edilirse günahı düşer. Malî davalarda verilen karar helâli haram, haramı helâl yapmaz; dolayısıyla mahkeme sonucu haksız kazanç elde etmiş olan kişinin uhrevî sorumluluğu düşmez.

İnfaz hukukuyla ilgili olarak klasik kaynaklarda yer alan ilke, tedbir ve önerilerin uygulamaya aynen yansıdığını ileri sürmek fazlaca iyimser bir ifade olsa da fıkhın toplumsal realiteyle bağlantısı göz önüne alındığında doktrinin bir yönüyle İslâm toplumlarının tarihî tecrübesini yansıttığı, diğer yönden de fiilî durumu iyileştirici ve denetleyici bir işlev gördüğü, son tahlilde göz ardı edilemeyecek pratik bir değer taşıdığı da inkâr edilemez. Bu konuda İslâm tarihinin ilk ve orta dönemlerine ait uygulamalar hakkında belgelere dayalı bilgiler sınırlı olmakla birlikte günümüze arşiv belgelerinin intikal etmiş olması sebebiyle Osmanlı dönemi uygulamaları hakkında hayli ayrıntılı bilgiler mevcuttur. Örfî hukuk çerçevesinde kalan ve klasik fıkıh literatüründe yer almayan farklı ve alternatif ceza uygulamaları bir tarafa bırakılırsa, infaz hukukuyla ilgili olarak Osmanlı hukukunda da klasik fıkıh doktrininde yer alan ilke ve esasların korunduğu görülür. Çeşitli kanunnâme ve adaletnâmelerde yargı yetkisinin kadıya, verilen hükmün infaz yetkisinin ise ehl-i örfe ait olduğu belirtilerek hiç kimsenin yargılanmadan cezalandırılmaması ilkesi özenle korunmaya çalışılmıştır. Suçlulara verilecek cezanın mutlaka “kadı mârifetiyle” olması hususunun ısrarla belirtilmesi, resmî mezhep ve mezhep içi müftâ bih görüş uygulaması, kazâ-fetvâ ilişkisi göz önüne alındığında cezalandırmada hukuk güvenliğinin ve kanunîliğin önemli ölçüde gerçekleştirildiği anlaşılır. Ehl-i örf, bir suçluyu cezalandırmak için kadıdan suçun hukuken sabit olduğunu belirten bir belge (hüccet-i şer‘iyye) almak zorundaydı. Hatta ehl-i şer‘ olan kadı ile ehl-i örf arasında zaman zaman çekişmelerin yaşandığı ve konunun kanunnâmelerde düzenlemelere konu edildiği görülmektedir (Heyd, s. 80; Akgündüz, II, 44; IV, 370). Ağır cezaların infazında padişah, sadrazam, kazasker gibi üst yöneticilerin izin ve bilgisinin aranması, şeyhülislâmdan görüş alınması da ceza yargılamasında ve infazda hukuk güvenliğini sağlayıcı bir işleve sahipti. Mahkeme i‘lâmlarının icrasında ve cezaların infazında saray, İstanbul ve taşrada buralardaki teşkilâtlanmaya uygun infaz prosedürlerinin oluştuğu, yeniçeri ağası, ihtisab ağası, sekbanbaşı,


bostancıbaşı, kapıcıbaşı, subaşı, muhzır, çavuşbaşı ve dergâh-ı âlî çavuşları gibi yönetici ve kamu görevlilerinin de belli bir iş bölümü ve hiyerarşik yapı içinde infazda rol aldıkları bilinmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Buhârî, “Cihâd”, 149, “Ĥudûd”, 4, “Feżâǿilü aśĥâbi’n-nebî”, 18, “Mežâlim”, 30; Müslim, “Śayd”, 57, “Ĥudûd”, 11, 22-24; Ebû Dâvûd, “Ĥudûd”, 3, 32-33, 35, 38, “Eđâĥî”, 11; Tirmizî, “Tefsîr”, 25; Şâfiî, el-Üm (nşr. M. Zührî en-Neccâr), Beyrut 1393, VI, 138, 145-146, 150, 173, 198, 199; VII, 11, 40-42; a.mlf., İħtilâfü’l-ǾIrâķıyyîn (a.e. içinde), VII, 151, 153-154, 163; Serahsî, el-Mebsûŧ, IX, tür.yer.; Gazzâlî, el-Vasîŧ fi’l-meźheb (nşr. Ahmed Mahmûd İbrâhim - Muhammed Muhammed Tâmir), Beyrut 1997, VI, 302-315, 449-453, 456, 487-491, 519-521; Kâsânî, BedâǿiǾ (nşr. Ali M. Muavvaz - Âdil Ahmed Abdülmevcûd), Beyrut 1418/1997, IX, 250-264, 268-269, 549; X, 273-283; İbnü’l-Hümâm, Fetĥu’l-ķadîr, IV, 112, 121-130, 247-251; V, 492-493, 529-530; Uzunçarşılı, Saray Teşkilâtı, s. 23, 25, 408, 414-415; U. Heyd, Studies in Old Ottoman Criminal Law (ed. V. L. Ménage), Oxford 1973, s. 80, 192-194, 254-311; M. Ebû Zehre, el-ǾUķūbe, Kahire 1974, tür.yer; Abdülkādir Ûdeh, et-TeşrîǾu’l-cinâǿiyyü’l-İslâmî, Kahire 1977, I-II, tür.yer.; Bilmen, Kamus2, III, 17, 88-98, 223-228, 245, 257, 282-284, 300-302, 325-326; Fahreddin Atar, İslâm Adliye Teşkilâtı, Ankara 1979, s. 133, 176-177, 216-218; Ahmet Mumcu, Osmanlı Devletinde Siyaseten Katl, Ankara 1985, s. 72-84, 113-124, 131, 138-141, 202-204; Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukukî Tahlilleri, İstanbul 1990-96, I-IX, tür.yer.; “İķāmetü’l-ĥudûd”, Mv.Fİ, XX, 200-214; “İstîfâ”, Mv.F, IV, 146-157; “Tenfîź”, a.e., XIV, 71-74.

Şükrü Özen