İNCİLİ ÇAVUŞ

Fıkra ve nükteleriyle tanınan saray musahibi.

Kimliği hakkında bilinenler çok sınırlı olup bunların bir kısmı yakıştırmadır. Asıl adının Mehmed veya Mustafa olduğu (Sicill-i Osmânî, I, 448), XVI. yüzyılın ikinci yarısı ile XVII. yüzyılın ilk yarısında yaşadığı sanılmaktadır. “İncili” lakabının, “müjde getirici” anlamında “İncilli-Evangéliste”ten (Hammer, HEO, VIII, 213) yahut zamanın şeyhülislâmına yazdığı biri Arapça, diğeri Türkçe iki risâlede Hz. Peygamber’in adının İncil’de zikredildiğini anlattığından (TA, XX, 125) veya bir ok yarışındaki başarısı üzerine padişah tarafından çavuşluk rütbesi verilmesi ve kavuğuna inci takılmasından (Sonerk, s. 5; Konyalı, sy. 2 [1950], s. 102) ya da bıyıklarına inci takarak tâlime çıkmasından kaynaklandığı şeklinde değişik rivayetler vardır. Doğum yerinin Diyarbekir’in İngi yahut İrincil köyü, Sivas, Ardanuç, Tomarza veya Adapazarı’nın Karasu ilçesi olduğu da söylentiler arasındadır. Hayatı ve mesleği hakkındaki bilgilerde de değişik rivayetler bulunmakta ve şahsiyeti başka isimlerle karışmaktadır. Bu rivayetlerin dışında onun genellikle benimsenen biyografisi, Naîmâ’nın IV. Murad devrinde elçi olarak İran’a gönderildiğinden bahsettiği Mustafa Çavuş’un İncili Çavuş olarak kabul edilmesine dayanmaktadır. İran’ın Osmanlılar’a her yıl haraç olarak 200 yük ipek vermesini taahhüt altına alan Osmanlı-Safevî barışı üzerine 1612’de İran elçisi Kadı Han refakatinde İran’a giden İncili Çavuş’un burada sebepsiz yere iki yıldan fazla bir süre alıkonulduğu, ayrıca ipek haracının verilmemesine hiddetlenen I. Ahmed’in İran’a sefer hazırlıklarına giriştiği, bunun üzerine İran’ın geri adım atarak haraçla beraber Kasım Bey adlı el-çisini ve İncili Çavuş’u İstanbul’a gönderdiği (1615) anlaşılmaktadır (Hammer, HEO, VIII, 213-214; a.mlf. [Atâ Bey], VIII, 157-158). 1035’te (1626) bu defa elçi olarak tekrar İran’a gönderilen İncili Çavuş, Bağdat’ın işgali dolayısıyla gerginleşen Türk-İran ilişkilerini yumuşatmak için Şah I. Abbas’la müzakereci olarak karşı karşıya gelir. Müzakereler esnasında zekâsı ve açık sözlülüğüyle şahı ikna ederek Osmanlılar lehine barış yapma imkânı hazırlar. Ancak Osmanlı askerinin yorgunluk, hastalık ve gıdasızlık gibi sebepler ileri sürerek Serdar Hâfız Ahmed Paşa’ya baskı yapması ve Bağdat kuşatmasının kaldırılması üzerine IV. Murad’ın hükümdarlığının ilk yıllarına rastlayan bu barış gerçekleşmez (Naîmâ, II, 381, 387).

İncili Çavuş’un iyi bir öğrenim gördüğü, Arapça ve Farsça bildiği, zeki, olgun, hazırcevap bir siyaset ve devlet adamı olduğu kaynaklarda zikredilir (Ahmed Rifat, I, 337; Konyalı, sy. 2 [1950], s. 77). İncili Çavuş fıkralarının mihverini, genel olarak sarayda ve saray çevresinde bulunan çok renkli tiplerden oluşan insanlar, bu insanların toplum hayatındaki tutum ve davranışları meydana getirir. Onu diğer musahiplerden ayıran ve fıkralarıyla yaşamasını sağlayan en önemli husus bu fıkralarda içtimaî ve insanî değerlerin yer almasıdır. Böylece halk İncili Çavuş’u saray ve çevresini eleştirmek ve gülünç hale getirmek için iyi bir temsilci olarak benimsemiş, bu çevre hakkındaki duygu ve düşüncelerini dile getirmekte onu vasıta kılmıştır. İncili Çavuş padişahın yakını olarak gördüğü her aksaklığı alaya almış, hatta zaman zaman padişah bile onun güldürücü ve iğneleyici sözlerine hedef olmuştur. İncili Çavuş’un kalıcılığını sağlayan da halkın onu benimseme ve sahiplenme duygusudur (Yıldırım, s. 24).

İlk defa Süleyman Tevfik (Zorluoğlu) tarafından derlenen İncili Çavuş fıkralarının dikkat çeken en önemli yönü onların hikâye niteliğinde olmasıdır. Metinlerin büyük bir kısmı fıkra ölçülerini aşarak hikâyeye yaklaşmaktadır. Güldürücü ve nükteli fıkraların özelliklerinden olan kısa fakat yoğun tahkiye tekniği İncili Çavuş fıkralarının büyük bir kısmında yoktur. Bu yönüyle ele alındığında onların henüz tam bir anlatma kalıbına oturtulamadığı, dolayısıyla fıkra karakteri kazanamadığı söylenebilir. Bu durumu fıkraların sözlü gelenekte dar bir alanda dolaşmasına, yani Nasreddin Hoca fıkraları gibi geniş bir yaşama alanına sahip olmamasına bağlayan araştırmacılar da vardır (Oy, sy. 1-2 [1988], s. 105).

Genel olarak fıkralarda ayrıntı yerine biriki cümlelik çarpıcı nükteler bulunmasına karşılık İncili Çavuş fıkralarında bu özelliğin görülmemesi, bunların meddah geleneği doğrultusunda bir gelişme izleyerek günümüze ulaşmasından kaynaklanmış olmalıdır. Esasen XIX. yüzyıl meddahlarının en çok söyledikleri hikâyeler arasında İncili Çavuş fıkralarının yer aldığı bilinmektedir (Nutku, s. 104). Bundan dolayı bir kısım araştırmacılar İncili Çavuş’u meddah olarak kabul etmektedir. Anadolu’dan bazı çizgiler taşımakla birlikte İncili Çavuş fıkraları daha çok XVII. yüzyıl İstanbul’unun Balat’tan Boğaziçi’ne kadar uzanan dekorunu ve bu dekor içinde yer alan çeşitli tipleri yansıtır.

BİBLİYOGRAFYA:

TSMA, Zrf., nr. 7484; Naîmâ, Târih, II, 381, 387; Hammer, HEO, VIII, 213-214; a.mlf. (Atâ Bey), VIII, 157-158; Ahmed Rifat, Lugat-ı Târîhiyye ve Coğrâfiyye, İstanbul 1299, I, 337; Sicill-i Osmânî, I, 448; Süleyman Tevfik [Zorluoğlu],


İncili Çavuş, İstanbul 1918; N. Sonerk, İncili Çavuş’un En Güzel Fıkra ve Hikâyeleri, İstanbul 1943; M. Kocaosmanoğlu, Hayatı, Nükte ve Fıkraları ile İncili Çavuş, Isparta 1960; Dursun Yıldırım, Türk Edebiyatında Bektaşi Tipine Bağlı Fıkralar, Ankara 1976, s. 24; Özdemir Nutku, Meddahlık ve Meddah Hikâyeleri, Ankara 1977, s. 30, 104, 393; Mustafa Koç, Yaşam Öyküsü ve Fıkraları ile İncili Çavuş, Isparta, ts.; Erdoğan Tokmakçıoğlu, Bütün Fıkralarıyla İncili Çavuş, İstanbul 1983; İbrahim Hakkı Konyalı, “İncili Çavuş Fıkraları”, Tarih Hazinesi, sy. 2, İstanbul 1950, s. 76-77,102; Numan Kartal, “Bakırlı Köyü ve Adı Hakkında”, TFA, XI/225 (1968), s. 4713-4714; M. Adil Özder, “Türk Halkbiliminde İncili Çavuş”, THA Yıllık, IV (1979), s. 179-188; Şevket Beysanoğlu, “İncili Çavuş’un Kimliği”, TK, XIX/220 (1981), s. 312-317; Aydın Oy, “İncili Çavuş Fıkralarına Analitik Bir Yaklaşım”, Türk Folkloru Belleten (1987), sy. 1-2, İstanbul 1988, s. 103-108; Abdülbâki Gölpınarlı, “İncili Çavuş”, TA, XX, 125; “İncili Çavuş”, TDEA, IV, 391; Saim Sakaoğlu, “İncili Çavuş”, DBİst.A, IV, 172-173.

Nurettin Albayrak