İKTÂ

(الإقطاع)

Kamu otoritesinin, tasarrufundaki arazi ve taşınmaz malların mülkiyet, işletme veya faydalanma hakkını kişilere tahsis etmesi.

Sözlükte “kesmek, ayırmak” anlamındaki kat‘ kökünden türetilen iktâ‘ kelimesi, terim olarak, devlet başkanı veya onun adına yetki kullanan merci tarafından özellikle arazi gibi taşınmaz mallarla maden ocağı ve benzeri tabii kaynakların mülkiyet (temlik), işletme (irfâk) yahut faydalanma (intifâ, istiğlâl) hak veya imtiyazlarının ya da bir bölgenin vergi gelirlerinin uygun gördüğü kimselere tahsisini ifade eder. Kendisine iktâ verilen kimseye iktâî, iktâdâr, mukta‘ leh (mukta‘) denir; mukta‘ aynı zamanda “iktâ edilen şey” demektir. Yine aynı kökten türeyen katîa, iktâ edilen taşınmaz malla onun üzerine kesilen vergiyi, mukātaa ise çeşitli hazine gelirlerinin devlet adına iltizam usulüyle toplanması imtiyazını bildirir. İktâ çeşitleri muktaın cinsine göre “iktâu’t-temlîk, iktâu’l-istiğlâl, iktâu’l-irfâk” gibi isimler alır (aş. bk.).

İktâ yetkisi yürütme erkine aittir; dolayısıyla taşınmaz mal tahsisine teknik anlamda iktâ denilebilmesi için siyasî otorite tarafından yapılmış olması gerekir. İslâmiyet’ten önce Kuzey Arabistan’da coğrafî şartlardan dolayı tarıma elverişli toprakların son derece sınırlı olması sebebiyle iktâya rastlanmaz. Güney Arabistan’da ise arazilerin Maîn Devleti’nde vergisini ödemek şartıyla kabile reislerine ve yakınlarına, Sebe Devleti’nde askerî hizmet karşılığı kumandanlara ve Himyerîler’de özellikle savaşta ele geçen toprakların onları işleyebilecek köylülere verildiği bilinmektedir. İslâm’da devlet geleneğini asıl etkileyen Sâsânîler’le Bizans’ta da durum aynıydı. Sâsânî hükümdarları, Hîre’de hüküm süren Lahmî krallarına bazı yerleri iktâ olarak vermişlerdi; hatta ilk İslâm fetihleri sırasında ele geçirilen bölge ve yerleşim merkezlerinin bir kısmı isimlerini bu iktâlardan almışlardı. Bizans’ta ise VI ve VII. yüzyıllarda devletin arazileri icar, satış ve iktâ yoluyla özel mülk sahiplerinin eline geçmiş durumdaydı.

Hz. Peygamber çok sayıda kişiye değişik mülâhazalarla iktâ vermiştir. Bu iktâların büyük bir kısmı müslüman olmaları istenen kişilerin kalplerini İslâm’a ısındırmak, bir kısmı da toprakların daha verimli hale getirilmelerini sağlamak amacıyla yapılmıştır. Resûl-i Ekrem’in yaygın biçimde arazi iktâ ettiği dönem hicretin 9. yılına rastlayan “elçiler yılı”dır. Başka devletlerden ve kabilelerden gelen elçiler Hz. Peygamber’den bölgelerindeki bazı yerlerin kendilerine verilmesini istemişler, Rasûlullah da bu insanları İslâm’a yaklaştırmak için istedikleri arazileri cömertçe vermiştir. Temîm ed-Dârî Filistin bölgesinden gelmişti ve doğduğu köy kendisine fethinden önce iktâ edilmişti. Zü’l-Cevşen ed-Dabbâbî de elçi gittiği Resûl-i Ekrem’in İslâm’a davetine uymamış, ancak daha sonra, “Eğer o zaman müslüman olup da Hz. Peygamber’den Hîre’yi isteseydim bana mutlaka iktâ ederdi” demiştir (İbn Sa‘d, VI, 47-48). Bu örnekler, iktânın ilk defa dışarıdan gelen talepler üzerine başlatıldığını göstermektedir. Öte yandan ölü arazilerin ihyâ edilmesi için ashaptan uygun görülen kimselere de beratlarıyla birlikte (Belâzürî, Fütûĥ, s. 22) iktâlar verilerek üretimin arttırılması hedeflenmiştir. Bunlardan Zübeyr b. Avvâm, Ali b. Ebû Tâlib ve Talha b. Ubeydullah büyük ziraî üretim çiftlikleri kurmuşlar, Bilâl b. Hâris el-Müzenî ise kendisine verilen, içinde su kuyuları ve tuz ocakları bulunan Mağrib’deki araziyi iade etmek zorunda kalmıştır. Bu uygulamalardan, Resûl-i Ekrem’in iktâ vermekteki amacının İslâm’ın yayılmasını hızlandırmak, fetihleri teşvik etmek ve ölü arazilerin canlandırılmasını sağlamak olduğu anlaşılmaktadır (Ebû Yûsuf, s. 62).

Hz. Ebû Bekir döneminde Müccâa b. Mürâre el-Hanefî’ye Yemâme’de bir bölgenin iktâ edildiği, bir başkasına verilecek diğer bir iktânın ise Hz. Ömer tarafından engellendiği bilinmektedir (Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, s. 289-290; İbn Zencûye, II, 622). Hz. Ömer’in iktâ verme konusundaki çekingen tutumunun temelinde, Hz. Peygamber’den sonra İslâm toplumunun toprak ve su kavgaları içinde yıpranması ve cihaddan geri kalınarak fetihlerin durması endişeleri yatar. Hz. Ömer, fey (gayri müslim tebaadan alınan vergiler) ve savâfî (devletleştirilen sahipsiz araziler) arazilerin iktâ edilmesini uygun görmediği için başlangıçta bir kısmını Becîle kabilesine verdiği Sevâd topraklarını geri almıştır. Bunların dışında onun iktâları, genellikle ölü arazilerin ihyası veya ele geçirilen yerlere göç ettirilen Necran yahudi ve hıristiyanları gibi toplulukların iskânı ile sınırlı kalmıştır. Ayrıca üretimi şart koştuğundan üç yıl içinde verimli hale getirilmeyen arazileri geri alma uygulamasını başlatmış ve bu uygulama daha sonra fıkıhta bir ilke haline gelmiştir. Hz. Osman döneminde, Hz. Ömer’in aksine bir tutumla onun ümmetin feyi anlayışından vazgeçilerek feyin devletleştirilmesi görüşü benimsenmiş (Abdülazîz ed-Dûrî, el-İctihâd, sy. 1 [1988], s. 331-332), böylece daha önce uygulama dışı bırakılan savâfî arazilerin iktâ edilebilmesine imkân sağlanıp geliri gazilere dağıtılan topraklar iktâ yoluyla halifenin yakınlarına verilmiştir. Bu dönemde Sevâd bölgesindeki bazı savâfî arazi ve köyler Abdullah b. Mes‘ûd, Ammâr b. Yâsir, Sa‘d b. Mâlik, Habbâb b. Eret gibi kişilere iktâ edilmiş, ayrıca müslümanların fethedilen bölgelere yerleşmeye özendirilmesi için de geride bıraktıkları arazilerinin göç ettikleri yerlerdekilerle değiştirileceği veya kendilerine oralarda yeni araziler iktâ edileceği garantisi verilmiştir. Bu uygulama ile Kureyş’in şehirli tüccarları geniş mülkler elde etmişler, bu durum ise bedevîlerle değişimin farkına varamayıp fırsatı kaçıranlar arasında huzursuzluğa sebep olmuştur. Ebû Ubeyd, Hz. Osman’ın bu iktâları üretimi arttırmak amacıyla yaptığını, bunların kiraya vermek suretiyle yapılan iktâlar (iktâu’l-icâre) olduğunu ve bu sayede önceleri geliri 9 milyon dirhem tutan yerlerden 50 milyon dirhem elde edildiğini kaydeder (el-Emvâl, s. 296). Hz. Osman döneminde uygulanan iktâ politikası ile çok sayıda Arap kabilesinin Doğu Akdeniz sahil şeridi gibi fethedilen uç bölgelere iskânı sağlanmış, iç bölgelerde ise


savaş ganimeti olarak ele geçirilen servet ölü arazilerin ihyâ ve imarına harcanarak Mezopotamya’nın delta kesiminde, Suriye ile Mısır’da ve Kızıldeniz’in kıyı şeridinde bir ziraî kalkınma başlatılmıştır. Fakat bu devamlı olmamış, Hz. Osman’ın aksine Hz. Ali, bu konuda Hz. Ömer gibi çekingen bir politika takip etmiştir. Hulefâ-yi Râşidîn devri sonuna kadar verilen iktâları daha sonrakilerden ayıran temel özellik, bunların öncelikle ölü arazilerin ihyasına yönelik olması ve İslâm’ın yayılmasını etkileyebilecek kimselere verilmesidir.

Emevîler devrine gelindiğinde iktâların fazlalaştığı görülmektedir. Ancak bunlar, gerek gözetilen hedefler gerekse verilen araziler bakımından Hulefâ-yi Râşidîn dönemindekilerden çok farklıdır. Her şeyden önce iktâlar, saltanat sisteminin mantığı uyarınca öncelikle Ümeyye ailesinin fertlerine ve onların etrafında toplanmış olan kabile ve şahıslara verilmiştir (Belâzürî, Ensâb, I, 44; Yezîd b. Muhammed el-Ezdî, s. 31). Ayrıca bu dönemde savâfî arazilerin yoğun bir şekilde iktâ edildiği görülür. Bunlar arasında, Fedek topraklarının Muâviye b. Ebû Süfyân tarafından Mervân b. Hakem’e verilmesi en çok dikkat çeken ve genel eğilimi yansıtan bir örnektir; daha sonra bu iktâ, Hulefâ-yi Râşidîn çizgisinden sapmanın göstergesi olarak yorumlanmıştır (Ya‘kūbî, Târîħ, II, 232; Taberî, V, 231). Abdülmelik b. Mervân döneminde savâfî araziler tamamen bitmiş ve toprak edinmek isteyen kesimlerin baskısı karşısında metrûk arazilerle Bizanslılar’ın terkettiği köylerin iktâsına gidilmiştir. Suriye’deki öşür arazileri ve büyük çiftlikler başlangıçta 100 cerîb olarak verilen, fakat sonraları değişik yollarla 1000 cerîbe çıkarılan Emevî iktâlarıyla oluşmuştur. Özellikle Irak valileri halifelerin iktâ yetkilerini kullanmışlar ve çoğunlukla kendi menfaatlerini gözeterek büyük servet elde etmişlerdir. Bu dönemde ayrıca yine iktâ yoluyla Akdeniz sahil şeridine, Bizans sınır boylarına ve yeni kazanılan Orta Asya topraklarına göçebe Arap kabileleri iskân edilmiştir (Belâzürî, Fütûĥ, s. 182, 201, 245).

Abbâsîler devrinde de iktâların yine devletin siyasî öncelikleriyle bağlantılı olarak verildiği ve genellikle şehirleşmeye paralel iskân amaçlı bir politika takip edildiği dikkat çeker. Ancak iktâlar dağıtılırken her zaman olduğu gibi siyasî davranılmış ve halifelerin şahıslarına bağlı bir zâdegân sınıfının yetiştirilmesi hedeflenmiştir. Nitekim Bağdat’taki Katîatüssahâbe semti halifenin dost ve yakınlarının iktâlarından oluşmuştu. Dağıtılan toprakların ana kaynağı ise iktidara gelindiğinde el konulan Emevî iktâları idi.

Hemen her devirde iktâlar yönetimlerin hesap ve hedeflerinin bir parçasını teşkil ettiğinden verildikleri kimselere bakarak devletlerin siyasî önceliklerini çıkarmak mümkündür. Asr-ı saâdet iktâlarında İslâm’ın tebliği ve yayılması esas alınırken Hulefâ-yi Râşidîn döneminde fetih sonrası karşılaşılan sorunların halli öncelik kazanmıştı. Emevî ve Abbâsîler’de ise saltanat sistemi olduğundan önceliğin bu sistemin bekasının teminine tanındığı ve özellikle Abbâsîler’in ilk parlak devrinin sonlarına gelindiğinde askerî aristokrasinin yükselişine bağlı olarak iktâların kumandanlara verildiği görülür. Ancak her dönemde daima ölü arazilerin ihyası birinci planda tutulmuş, bunların yanında ilmî ve kültürel hayatı desteklemek amacıyla edip, şair, fakih, tabip gibi kişilere de geçimlerini sağlayacakları araziler iktâ edilmiştir. Bazı iktâlar, Bizanslılar ve Hazarlar’ın tehditlerine karşı sınır boylarındaki şehir, köy ve ribâtlara asker ve sivil nüfus yerleştirmek amacıyla verilmiş ve buralardan vergi alınmamıştır. İlk İslâm fetihleriyle birlikte uygulamasına başlanan tehcir ve iskân siyaseti daha sistemli bir şekilde sürdürülüyor ve yeni ele geçen bölgelerde hâkimiyet kurmak, İslâm’ın yayılmasını sağlamak ve savaşlar sırasında terkedilen verimli arazileri ve harabeye dönen şehirleri tekrar canlandırmak için kalabalık kitlelere cazip şartlarla geniş arazi, ev vb. iktâ ediliyordu.

Saltanat sistemi içinde devlet başkanı tarafından iktâ edilen araziler mukta‘ların elinde gerçek mülk haline gelmiştir (Abdülazîz ed-Dûrî, el-İctihâd, sy. 1 [1988], s. 342). II. (VIII.) yüzyılın sonlarında Ebû Yûsuf’un Hârûnürreşîd’e sunduğu Kitâbü’l-Ħarâc’da, “İktâ olarak verilen bir arazinin bir başkası tarafından geri alınması doğru olmaz. Eğer bir kimse böyle bir araziyi muktaının elinden alıp diğer bir kişiye iktâ ederse bu bir malın gasbedilerek başkasına verilmesine benzer ki câiz değildir; artık bu katîalar öşür arazisi olmuştur” (s. 58, 60) sözleriyle bu dönemde iktâ arazilerinin özel mülkiyete dönüştüğünü açıklamıştır. Nitekim Hârûnürreşîd zamanında, ihtiyaç duyulan katîaların artık sahipleri durumuna gelen mukta‘larından satın alındığı görülmektedir (Belâzürî, Fütûĥ, s. 248, 413). İktâ edilmiş arazilerin bütün tasarruf haklarının (miras, kira, rehin vb.) rahatça kullanılmak suretiyle birkaç asır süreyle bir aile tarafından elde tutulduğu bilinmektedir. İktâu’t-temlîk sisteminin uygulandığı ilk asırlarda mülkiyet üzerinde tanınan tasarruf yetkileri hareketli ve dinamik bir toplumun oluşmasına zemin hazırlamıştır. Temel amacı üretimi arttırmak olan bu iktâlardan devletin talebi ziraatın ve işletmenin kesintiye uğratılmaması, öşür ya da haracının düzenli biçimde ödenmesi ve sulama kanallarının bakımından ibaretti. Ezdî’nin Musul vilâyet arşivinde gördüğünü söyleyerek eserinde içeriğini açıkladığı 139 (756) tarihli bir iktâ belgesinde arazinin sınırları kadastro ölçümleriyle değil tabii işaretlerle tesbit edilmiştir ve alanı 52 cerîbdir (71.000 m²). Belgede halifenin talepleri sıralanmış, vergi tutarı belirlenmiş ve iktâ edilen kimsenin hakları ayrıntılı biçimde belirtilerek özel bir mülkün mâliki gibi hak ve yetkilere sahip olduğu vurgulanmıştır. Belgenin üstünde halifenin tevkīi, altında kâtip ve şahitlerin isimleri yer almaktadır.

III. (IX.) yüzyılda Abbâsîler’in merkezinde çoğunluğu Türkler’den oluşan profesyonel bir ordunun bulunması ve maliye üzerinde gittikçe ağırlığını hissettirmesi iktâ sistemini derinden etkilemiştir. Bu dönemde, bir taraftan iktâ edilebilecek durumdaki devlet toprakları azalırken bir taraftan meslekten yetişen bu ordunun bakım masraflarının artması ve bir taraftan da baş gösteren isyanları bastırmak için hazinenin boşaltılması karşısında, bir kısım büyük memur ve kumandanlara maaş ve ücret yerine bazı arazilerin haracını toplama hak ve yetkisinin tanınması usulü getirilmiş ve buna “iktâu’l-istiğlâl” denilmiştir. Mütevekkil’in ölümünden sonra bu uygulama daha da artmış ve özellikle kumandanlara verilen iktâu’l-istiğlâller büyük bir huzursuzluk yaratmıştır. “İktâu’l-vazîfe” veya “iktâu’t-tazmin” de denilen bu tür iktâların idaresi için Halife Muktedir-Billâh zamanında Dîvânü iktâi’l-vüzerâ adlı bir divan kurulmuştu. Bu iktâlar şahıslara görevleri süresince verildiğinden geri alınmaları veya müsâdere edilmeleri halinde Dîvânü mürteciât adlı ayrı bir divana havale ediliyorlardı (Arîb b. Sa‘d, s. 119, 125). Diğer bir iktâ şekli de mahallî vergi memurlarının çiftçilerden haksız vergi almalarını önlemek amacıyla haraç indirim ve muafiyetlerini veya standart bir verginin tediyesinin doğrudan hazineye yapılması imtiyazını ifade eden “îgār” sistemiydi.


Büveyhîler’in Bağdat’ı istilâsı, iktâ sisteminin tarihî seyri açısından önemli bir dönüm noktası teşkil eder. Daha Halife Muktedir-Billâh zamanında dıyâu’s-sultâniyyenin bir kısmı satılmış, bir kısmının da -maaşların ödenmesi için- haraç gelirleri damân ve mukātaa usulleriyle nüfuzlu şahıslara havale edilmişti. Bu durumla karşılaşan Büveyhîler, söz konusu imtiyazları bu defa hizmetlerine karşılık kumandanlara tanıdılar; böylece askerî iktâ sistemine geçilmiş oldu. Damân sisteminde hedef vergi toplamak iken bu yeni sistemde asker maaşlarının ödenmesiydi. Selçuklular, askerî iktâ sistemini daha düzenli ve daha yaygın bir şekilde uygulamışlardır. Bundan dolayı iktânın Selçuklu tarihinde önemli bir yeri vardır (aş. bk.).

İlhanlılar. Moğol istilâsından sonra toprak tasarrufunda ve toprak idaresinde büyük değişiklikler oldu. Ülke toprakları savaş düzenindeki ordunun işgali altında olduğu için idarî iktâlar ne askerî güçlerin ihtiyacını karşılayacak ne de ülkeyi yönetecek durumdaydı. Bazı sınır eyaletlerinde devam ettiğine dair deliller varsa da bu iktâlar geçici olarak kalktı. İktânın bir emeklilik bedeli olarak verildiği durumlar da olmaktaydı. 633’te (1236) Kirman’da tahta çıkan Rükneddin Kutluğ Han Sultan iktâları şehzade ve hanım sultanlara yer geliri olarak vermiştir. Yine Kutluğhanlılar’dan Şah Cihan b. Soyurgatmış’a Olcaytu Han tarafından verilen iktâ da tamamen emeklilik geliri mahiyetindeydi. Şah Cihan gelirini saklayınca Olcaytu bu iktâyı elinden alıp ona Fars bölgesi încûsundan başka bir iktâ vermiştir (EIr., VIII, 526).

Gāzân Han, ordusunu etkin hale getirmek için ve Moğol istilâları ile onu takip eden kötü yönetim sonucunda ortaya çıkan ürün ve gelirlerdeki düşüşü durdurmak ümidiyle çeşitli reform tedbirleri aldı. 703 (1303-1304) yılında biraz değişmiş bir şekilde de olsa eski iktâ sistemini yeniden canlandırmaya karar verdi. Mukta‘lar toprakları kendi toprakları olarak kabul edecek, vergileri kendileri toplayacak ve bu suretle para ve erzak temin edilecekti. Gāzân Han, orduya yol güzergâhının veya yaylak ve kışlaklarının bulunduğu eyaletlerdeki bazı yerleri iktâ etmeye karar verdi. Moğol olmayan (tâzîk) askerlere de iktâ verildi. Yeni iktâlar, mîrî ve hükümdar arazileriyle (încû ve dâlây) ölü topraklardan bin askerin kumandanlarına (hezâre) tevcih edildi. Bu kumandanlar da kendilerine verilen toprağı şahsî iktâ olarak 100 kişilik askerî birliklerin kumandanlarına dağıttılar. İktâ arazileri iltizama verilmedi. Üretimin tamamı iktâ sahiplerine bırakıldı. Buna karşılık askerler devlete her yıl 50 Tebrîzî menlik (50 × 260 = 13.000 dirhem) tahıl ödemekteydiler. Bu araziler satılamaz ve hediye edilemezdi. Sahibi ölürse yakın bir akrabası onun yerine getirilir, bu kişi başarılı olamazsa kölelerinden biri, kölesi yoksa onun 100 askerinden birine verilirdi. Askerlerin hep asker olarak kalması ve ziraatçılığa yönelmelerini önleme maksadı güdülüyordu. Onlar sadece ödeneklerini yaşadıkları topraklardan alıyorlardı. Bu yeni iktâlarda, muktaın başka yerlerden köylüler kabul etmesi veya getirmesi her iki köy de kendisine ait bile olsa yasaklanmıştı. Bulunduğu yerden ayrılan bir köylü elli yıl içinde geri dönmek zorundaydı. Böylece köylü eskisinden daha fazla toprağa bağlanmıştır (Spuler, s. 444-445; EIr., VIII, 526-527). İlhanlılar’ın çöküşünden sonra da on binlerin, binlerin ve yüzlerin emîrleri halen eyaletlerdeki iktâları ellerinde bulunduruyorlardı.

Hindistan’daki Türk Devletleri. İktâ, Hindistan’da hüküm süren Türk devletlerinde daha çok “câgîr” olarak adlandırılmıştır. Delhi sultanlıklarından itibaren uygulanmakta olan câgîr usulü Bâbürlüler zamanında oldukça sistemleştirilmiştir. Devlete ait olan topraklar, şehirler, kasabalar, köyler, devlet ricâline ve kumandanlara hizmetlerine karşılık olmak üzere makam ve rütbelerine göre veriliyor, bunun oranı da takdir edilen maaşa göre belirleniyordu. Kendisine bu şekilde toprak verilen görevli belli sayıda asker barındırmak ve gerektiğinde bunlarla birlikte savaşa katılmak ve bölgesindeki asayiş ve huzuru temin etmek zorundaydı. Bu arada topraktan elde edilen gelirden vergi de alınıyordu. Câgîr usulü devlete aktif hizmetle kayıtlıydı; ancak bu süre sonraları en çok on-on beş yıl ile sınırlandırılmıştır.

Mısır’da iktâ ve damân uygulamalarının askerîleşmesi Büveyhîler’den farklı olarak askerî hizmet karşılığı değildi ve vergilerin toplanmasıyla sınırlıydı. Fâtımî iktâları, Abbâsîler’in ikinci dönemindeki iktâu’l-vazîfe usulünde idarî görevlilere, kadılara ve büyük emîrlere maaşlarına karşılık verilen iktâlardır. Bu iktâlar askerî hizmet karşılığında değil vergi toplamanın kolaylaştırılması için verildiğinden iktâu’l-kabâle (sabit vergi karşılığı arazi tahsisi) niteliğindedir (Eymen Fuâd Seyyid, XXXIII [1999], s. 10). Bedr el-Cemâlî’nin Mısır’da iktidara gelmesi ve askerlerin haraç toplama işinde kâtip sınıfının yerini alması askerî iktâya geçiş noktası olmuştur. Ancak bu sistemde dahi iktâ edilen bölgelerden vergiler toplandıktan sonra üzerinde anlaşılan miktar beytülmâle ödeniyor, gerisi kâr olarak iktâ sahibine kalıyordu. Dîvânü’l-iktâ tarafından organize edilen ve yönetilen bu iktâlar devletin sonlarına doğru tamamen askerîleşmiş ve Eyyûbî askerî iktâ sistemine zemin hazırlamıştır. Makrîzî, Mısır’da asıl askerî iktânın Eyyûbîler’le başladığına özellikle dikkat çeker (el-Ħıŧaŧ, I, 97).

Eyyûbîler. Mısır’a geldiğinde Fâtımî iktâ sistemiyle karşılaşan Selâhaddîn-i Eyyûbî, Fâtımî iktâsından yararlanmakla birlikte Zengîler’in Selçuklular’dan tevarüs ettiği askerî iktâyı Mısır’da uyguladı. Fâtımî veziri ve Nûreddin Zengî’nin başkumandanı olarak Mısır arazisini emîrlerine dağıttı. Selâhaddîn-i Eyyûbî aynı uygulamayı daha sonra Suriye’de de sürdürdü. Böylece askerî iktâ Eyyûbî Devleti’nde daha kuruluşundan itibaren tatbik edildi. Daha sonraki sultanlar da bu uygulamayı devam ettirmişlerdir. Eyyûbîler, askerlerin yanı sıra yol güvenliğini sağlayan ve gerektiğinde yardımcı askerî güç olarak kullanılan bedevî kabilelerine de iktâlar verdiler. İktâları Dîvânü’l-ceyş dağıtırdı. Devlet tarafından belirlenmiş olan vergiyi toplayan iktâ sahibi, bunun karşılığında arazinin durumuna göre muayyen bir miktar asker beslemek ve istendiğinde sefere katılmakla mükellefti. Bunların yanı sıra sulama kanallarının yapımı ve tamiriyle tarım arazisinin verimli olarak kullanılması gibi sorumlulukları da vardı.

Memlükler. Memlükler iktâ sistemini selefleri Eyyûbîler’den almışlardır. İlk dönem Memlük iktâları hemen hemen Eyyûbî iktâları ile aynı özelliklere sahipti. Bu dönemde “ecnâdü’l-halka”nın (iktâlı askerler) iktâları sultanın memlüklerine nazaran daha fazlaydı. Ancak zaman içerisinde bu durum ecnâdü’l-halkanın aleyhine olarak değişmiştir. Sultan Kalavun, iktâ ile ilgili yeni düzenlemeler yaparak çiftçilere yüklenen angaryaları kaldırmıştır. Memlük emîrleri iktâlarını çoğunlukla vekilleri vasıtasıyla işletiyorlardı. İktâ sahibi gelirin ancak üçte birini alabilir, geri kalan kısmını askerlere dağıtırdı. Sultan Lâçin’in yaptırdığı tahrirle ecnâdü’l-halkanın iktâları azaltıldı. Yine


Muhammed b. Kalavun’un üçüncü sultanlığı döneminde yapılan tahrirle geniş iktâlar küçültülerek sultanın iktâları arttırılmıştır. Önceleri yirmi dört parçaya ayrılan Mısır iktâ arazilerinin dört parçası sultana, on parçası emîrlere, on parçası da ecnâdü’l-halkaya ayrılmıştı. Ancak yapılan tahrirlerle bu miktar değişiklik göstermiştir. Eyyûbîler döneminde olduğu gibi iktâ sahipleri vergi toplama, asker besleme vb. görevlerinin yanı sıra tarımın iyileştirilmesi için bazı faaliyetler de yapmak zorundaydılar. İktâ arazilerinin satılması ve vakfedilmesi gibi sebeplerle Memlük iktâ sistemi de zaman içerisinde bozulmuştur.

Endülüs. Endülüs’te iktâ sisteminin gelişimi temelde Doğu İslâm dünyasındakine paraleldir. Fakat askerî iktâ daha erken (III./IX. yüzyılın ikinci yarısı) görülmüştür. Kumandanlar, emirliklerinin tanınması karşılığında bölgelerindeki araziyi işletir ve merkeze bir kısım haraç ödemenin dışında askerî hizmetlerini de yerine getirirlerdi. Bu yapıdan dolayı III. (IX.) yüzyıl kumandanların mücadelesiyle geçmiştir ki bunda iktâ sisteminin rolü büyüktür. Ayrıca bu dönemde meydana gelen isyanlara çiftçilerin destek vermesi de temelde iktâ sahiplerine duydukları tepkiden kaynaklanıyordu. IV. (X.) yüzyılın başlarında merkezî yönetimin güçlenmesiyle birlikte askerî iktânın gücü hafiflemiştir. Turtûşî, askerî iktâyı dönemin canlı bir tanığının ağzından şöyle anlatmaktadır: “Toprakların askerlere iktâ edildiği dönemde müslümanlar düşmana karşı daima galip gelirlerdi. Askerler kendilerine iktâ edilen arazileri yöredeki çiftçilere işlettirir, kendileri sadece takip ve kontrolünü yaparlardı; dolayısıyla topraklar mâmur, mallar bol, ordu zengin, ambarlar dolu, silâhlar haddinden fazla idi. Fakat Hâcib Mansûr İbn Ebû Âmir’in askerî iktâ sistemini bırakıp maaşlı askerî sisteme geçmesiyle ordunun gücü zayıflamış, araziler aç gözlü görevlilerin eline düşmüştür. Haraç âmilleri çiftçileri soyuyor, ellerinde ne varsa alıyorlardı. Bunun neticesinde halk topraklarını terketti, hazinenin gelirleri kurudu, ordunun gücü zayıfladı ve buna karşılık düşman güçlendi. Nihayet bu kötü gidişin önüne geçmek için tekrar askerî sisteme dönüldü” (Sirâcü’l-mülûk, II, 498-499). Mağrib’de ise iktâ uygulaması Muvahhidler zamanında başlamış, daha sonra Merînîler, Sa‘dîler ve Filâlîler tarafından devam ettirilmiştir. Bu bölgede iktâlar askerî hizmet karşılığı olarak kabilelere veriliyor, aynı zamanda siyasî amaçlarla da kullanılıyordu. Mağrib’deki ribâtlar da esasen bu iktâlarla ortaya çıkmıştır.

Damân ve iktâu’l-istiğlâl uygulamasının yaygın ve keyfî biçimde görüldüğü Büveyhîler devrinde Mâverdî’nin konuyu hukukî bir çerçeveye almaya çalıştığı görülmektedir. Mâverdî, haraç gelirlerinin iktâsı hususunda askerlerin öncelik hakkına sahip olduğunu belirttikten sonra bunların fey ehline verilebileceğini, zekât ve ganimet (gönüllü) ehline ise verilmemesi gerektiğini söyler. Uzun süreli iktâlarda sürenin, toplanacak haracın ve yapılacak masraf veya çıkarılacak asker sayısının açıkça belirtilmesi gerekirdi. Böyle durumlarda iktânın verileceği kimsenin yaşına göre sürenin belirlenmesi önemliydi. Çünkü muktaın ölümü ve hastalığı halinde iktânın geri alınması gerekiyordu; arkasında bıraktığı çocuk ve askerlere ise duruma göre maaş bağlanırdı. Kısa süreli iktâlarda dahi uygulamada askerlerin ölünceye kadar o topraklar üzerinde yaşadıkları bir gerçektir. Mâverdî, bu tür iktâların miras hakkıyla tanınması durumuna mülkiyet şeklini alacağından dolayı karşı çıkmıştır (el-Aĥkâmü’s-sulŧâniyye, s. 246). Bu nokta, Avrupa feodalitesiyle İslâmî iktâların en ayırıcı özelliklerinden biridir (aş. bk.). Haraç gelirleri vekiller vasıtasıyla aynî ve nakdî olarak toplanırdı.

Yazılı başvuru üzerine herhangi bir iktâ verilmeden önce arazinin durumu, beytülmâle ödemekte olduğu gelirin miktarı, dilekçede anlatılanlarla o anki halinin karşılaştırılması vb. için araştırma yapmak ve rapor hazırlamakla görevlendirilen uzmanlar bölgeye gidip arazinin alanını, işlenebilirlik derecesini tesbit eder ve çevreden soruşturarak bunun için ne kadar harcama yapılması gerektiğini öğrenirlerdi. Sonuçta hazırlanan rapor devlet başkanına sunulurdu. Görüşü sorulan, bilgisi alınan kişilerin şahadetiyle hazırlanan bu raporda arazi hakkında verilebilecek bütün bilgiler belgeleriyle birlikte yer alırdı. Rapor uzmanlara incelettirilip ilgili divana gönderilir ve arazinin hangi şartlar altında kime iktâ edileceğine dair halifenin imzalayacağı belge hazırlattırılırdı (Kalkaşendî, XIII, 138). İktâ verildikten sonra arazinin kontrolü ve vergisinin alınması Emevîler’de Dîvânü’l-harâc, Abbâsîler’in ilk döneminde Dîvânü’d-dıyâ‘ ve askerî iktâ sisteminin yaygınlaştığı yıllarda ise Dîvânü’l-ceyş tarafından yürütülüyordu.

Günümüzde sıkça iktâ ve feodalite kavramları arasında paralellik kurulmuş ve feodalitenin karşılığı olarak da “iktâiyye” kelimesi kullanılmıştır. Bunun temelinde, Engels ve Marks’ın, “Feodalite her toplumun zorunlu bir aşamasıdır” ilkesi yatar. Feodalite, Avrupa tarihinin sosyal ve siyasal içerikli bir sürecidir. Bu sürecin temel özelliği, İslâm fetihleri ve Norman istilâları ile toprağa bağlanıp kalan ve dış dünya ile ilişkileri kesilen Avrupa toplumunda tarımın öne çıkması, ticarette paranın yerine takas usulünün geçerlik kazanması ve merkezî otoritelerin yıkılarak yerine derebeyliklerin kurulmasıdır. Bu dönemde mülkiyet ve üretim tamamen senyör ve vasalların arasındaki tâbiiyyet ilişkisine bağlanmıştır. Üretimin amacı derebeylerin zenginleşmesiydi ve özel mülkiyet de sadece onlara hastı (Bloch, s. 130-133). Halbuki İslâm tarihinde görülen iktâ uygulaması bir anlamda doğrudan devlet mülkiyetinden özel mülkiyete geçişi ifade eder ve amacı arazinin üretime açılması, gelirin arttırılmasıdır. Devletin mülkiyetindeki fey ve daha sonraki adıyla mîrî araziler esasen İslâm toplumunun ortak malıdır; devletin hakkı velâyetle sınırlıdır. Bu sistem, Sâsânî feodal yapısını yıkarak doğrudan merkezî idareye karşı sorumlu olan hür köylülüğü ortaya çıkarmıştır. Ayrıca geniş özel mülklerdeki emek ihtiyacının genellikle ziraî üretim ortaklığını kurumsallaştırması feodal ilişkilerin oluşmasını engellemiştir. Feodaliteye en fazla yaklaşıldığı dönemlerde dahi her zaman var olan merkezî otoritenin murakabesi, İslâm fıkhının özel mülkiyet haklarını güçlü bir şekilde koruması, ulemânın siyasî otorite karşısındaki gücü ve tarihî alt yapının merkeziyetçiliği, Avrupa tarzı feodal sistemin İslâm topraklarında yerleşmesine imkân tanımamıştır. İstiğlâl iktâlarının bile devlet başkanı tarafından istenildiğinde ilga edilebilmesi ve verasete izin verilmemesi siyasî otoritenin gücünün gereğidir. İslâm toplumlarında özel mülkiyet temel bir haktır; bundan dolayı Bolşevik Devrimi’nden sonra Orta Asya müslümanlarının en çok tartıştığı konu özel mülklerin devlete devredilmesi meselesi olmuştur. Bu bakımdan İslâm toplumlarında mülkiyet etrafında birleşmiş feodal ilişkilere rastlanmaz. Devletin mülkiyet üzerindeki ağırlığının arttığı veya parasal ekonominin zayıfladığı dönemlerde de feodal unsurların tam anlamıyla bir araya geldiği söylenemez. Kaldı ki iktâ sistemi, zamanla devletin tasarrufunda toplanmış olan


araziyi ve diğer menfaat kaynaklarını özel şahıslara devrederek bunların mevcut şartlar içinde en yüksek siyasî, içtimaî ve iktisadî verimliliğe ulaştırılmalarını hedefleyen bir uygulamadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü’l-ǾArab, “ķŧǾa” md.; Ebû Yûsuf, Kitâbü’l-Ħarâc (nşr. Muhibbüddin el-Hatîb), Bulak 1302, s. 57-67; Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, el-Emvâl (nşr. M. Halîl Herrâs), Beyrut 1986, s. 286-297; İbn Sa‘d, eŧ-Ŧabaķāt (nşr. Edward Sachau), Leiden 1904-40, I/2, s. 22, 33; V/1, s. 254, 281; V/2, s. 129; VI, 47-48; İbn Zencûye, Kitâbü’l-Emvâl (nşr. Şâkir Zîb Feyyâz), Riyad 1406/1986, I, 188; II, 617, 622, 626-627, 633-635; Belâzürî, Fütûĥ (nşr. Abdullah Enîs et-Tabbâ - Ömer Enîs et-Tabbâ), Beyrut 1957, s. 22, 182, 183, 196, 201, 202, 232-233, 234, 245, 248, 259, 265, 268-269, 273-274, 291, 295, 404, 413, 416, 418, 459-460, 490, 509, 513; a.mlf., Ensâb, I, 44, 263; III, 87, 89, 93-94, 157, 189, 210, 211, 242, 254-255, 257, 263; V, 40, 220; Ya‘kūbî, Târîħ (nşr. Abdülemîr Mühennâ), Beyrut 1993, I, 143-145, 309-310, 328; II, 232; a.mlf., Kitâbü’l-Büldân, s. 245-268, 327; Taberî, Târîħ (Ebü’l-Fazl), III, 589; IV, 30-33; V, 231; VIII, 39, 133-134, 168, 267; IX, 212, 216, 281-282; Yezîd b. Muhammed el-Ezdî, Târîħu’l-Mevśıl (nşr. Ali Habîbe), Kahire 1387/1967, s. 24, 31, 158, 159, 172-174, 194, 196, 239, 249, 289, 320, 381, 382; Kudâme b. Ca‘fer, el-Ħarâc (Zebîdî), s. 307-308, 310-311, 315-380; Arîb b. Sa‘d, Śılatü Târîħi’ŧ-Ŧaberî (Taberî, Târîħ [Ebü’l-Fazl], XI içinde), s. 119, 125; Muhammed b. Ahmed el-Hârizmî, Mefâtîĥu’l-Ǿulûm (nşr. İbrâhim el-Ebyârî), Beyrut 1409/1989, s. 85-87; Ahmed b. Nasr ed-Dâvûdî, Kitâbü’l-Emvâl (nşr. Rızâ M. Sâlim Şehâde), Rabat 1988, s. 48-50, 52, 58-59; Mâverdî, el-Aĥkâmü’s-sulŧâniyye, Beyrut 1405/1985, s. 223, 233, 239-248, 255; İbn Ebû Rendeka et-Turtûşî, Sirâcü’l-mülûk (nşr. Muhammed Fethî Ebû Bekir), Kahire 1414/1994, II, 498-499; İbn Memmâtî, Ķavânînü’d-devâvîn (nşr. Azîz Suryal Atıya), Kahire 1943, s. 276, 278, 366, 371; Kalkaşendî, Śubĥu’l-aǾşâ, IV, 51 vd.; XIII, 105, 111-150; Makrîzî, el-Ħıŧaŧ, I, 82-97, 207, 293, 304; II, 136-137; Spuler, İran Moğolları, s. 444-445; Cevâd Ali, el-Mufaśśal, VII, 137; VIII, 33; Hassanein Rabie, The Financial System of Egypt: 564-741/1169-1341, London 1972, s. 28-72; Muhammed Hamîdullah, el-Veŝâǿiķu’s-siyâsiyye, Beyrut 1405/1985, s. 260, 263, 269, 311, 374; Marc Bloch, Feodal Toplum (trc. M. Ali Kılıçbay), Ankara 1991, s. 130-133; Sato Tsugitaka, State and Rural Society in Medieval Islam, Leiden 1997; Halil İnalcık, “İslâm Arazi ve Vergi Sisteminin Teşekkülü ve Osmanlı Devrindeki Şekillerle Mukayesesi”, AÜ İlâhiyat Fakültesi İslâm İlimleri Enstitüsü Dergisi, I, İstanbul 1959, s. 29-46; Abdülazîz ed-Dûrî, “Neşǿetü’l-iķŧâǾ fi’l-müctemeǾâti’l-İslâmiyye”, MMİIr., XX (1970), s. 3-24; a.mlf., “Mâlikü’l-arż ve’l-müzâraǾa fî śadri’l-İslâm”, el-İctihâd, sy. 1, Beyrut 1988, s. 327-344; Fazl Şelak, “el-Ħarâc ve’l-iķŧâǾ ve’d-devle”, a.e., sy. 1 (1988), s. 113-193; Hasan Müneymine, “Nüşûǿü’l-iķŧâǾ fi’l-İslâm”, a.e., sy. 1 (1988), s. 293-304; Claude Cahen, “Teŧavvürü’l-iķŧâǾi’l-İslâmî mâ beyne’l-ķarneyni’t-tâsiǾ ve’ş-şâliş Ǿaşer” (trc. George Ketûre), a.e., sy. 1 (1988), s. 193-242; a.mlf., “IķŧāǾ”, EI² (Fr.), III, 1115-1118; A. K. S. Lambton, “Nažarât fi’l-iķŧâǾ” (trc. Rıdvân es-Seyyid), el-İctihâd, sy. 1 (1988), s. 269-292; a.mlf., “EqtāǾ”, EIr., VIII, 520-533; Muhammed Hannâvî, “Eşerü’l-iķŧâǾ fî târîħi Endelüsü’s-siyâsî (250-316 h.)”, el-İctihâd, sy. 22 (1994), s. 235-256; Eymen Fuâd Seyyid, “ŦabîǾatü’l-iķŧâǾi’l-Fâŧımî”, AIsl., XXXIII (1999), s. 1-16; Osman Turan, “İktâ”, İA, V/2, s. 949-952; Azmi Özcan, “Câgîr”, DİA, VII, 11-12.

Mustafa Demirci




Selçuklular. Bazı kaynaklar, askerî iktâyı Selçuklu tarihindeki birçok idarî ve askerî yenilik gibi ilk defa Vezir Nizâmülmülk’ün kurduğunu yazarsa da gerçekte onun yaptığı, eskiden beri bilinen ve özellikle Büveyhîler tarafından geliştirilen bu usulü daha sistemli bir yapıya kavuşturmaktan ibarettir. Büyük Selçuklular’da askerî iktâ sisteminin Sultan Melikşah’ın saltanatının ikinci yılından (466/1073) itibaren uygulamaya konulduğu ve on beşinci yılından itibaren de ülkenin her tarafında yaygınlaştığı anlaşılmaktadır (Râvendî, I, 126). İmâdüddin el-İsfahânî’ye göre daha önceleri kargaşanın hüküm sürdüğü beldelerde üretimler belirsizdi ve tahsilât yapılamıyordu. Bu sebeple Nizâmülmülk tarım topraklarını iktâ bölgelerine ayırarak gelirlerini askerlere tahsis etti; böylece kısa zamanda buraların refah seviyesinde büyük bir yükselme oldu (Bündârî, s. 59). Bu uygulamayı bir gelir tahsisi sayan Nizâmülmülk Siyâsetnâme’sinde muktaın (iktâ sahibi), arazisinde yaşayanlar (reâyâ) üzerinde hiçbir tasarruf hakkının bulunmadığını, bunun aksine hareket edenlerin ellerinden ibret için toprakların geri alınması gerektiğini, çünkü aslında mülk ve raiyyetin sultana ait olduğunu söyler ve mukta‘larla âmillerin devlet arazilerine temelli yerleşmemeleri ve halka sıkıntı vermemeleri amacıyla bir iki yılda bir değiştirilmelerini, vilâyetin imarı açısından mukta‘ların reâyâya karşı iyi davranmalarını, tasarruflarındaki araziyi kesinlikle bir başkasına devretmemelerini ve askerlerinden ölenleri veya herhangi bir sebeple ayrılanları gizlemeyip hemen bildirmelerini öngörür (s. 41, 51, 107, 127-128).

Selçuklu devri kaynakları iktâ tabirini bağış arazi türleri için kullanır. Bu türler birbirinden kesin hatlarla ayrılmamıştır ve hepsi aynı özellikleri taşımamaktadır; çünkü aynı kişi farklı türdeki iktâları elinde bulundurabilmektedir. İktâların çoğu vergi toplama veya bir idarî yetki vermeyle ilgilidir. Bunlar aslında belli bir süre içindir ve düzensiz aralıklarla yenilenmektedir. Bağışlanan arazinin, bir gelir ödemesi veya belli bir bölgedeki muafiyet bağışı şeklinde bir bölgeye bağlanması sebebiyle uygulamada bölgeler iktâ adıyla tahsis edilmekte, böylece iktânın kendisi bölgeyle özdeşleşmektedir. Bağışlar küçük bir bölgeden ibaret olabileceği gibi köy ve kasabaları içine alan bütün bir bölge de olabilir.

Büveyhîler zamanındaki askerî iktâlar Selçuklular tarafından eyalet yönetimlerine dönüştürüldü ve böylece idarî iktâlar ortaya çıktı. İktânın malî değerinin tam olarak belirlenmesi yerine tahminî tesbit yoluna gidildi; ayrıca ödemelerin parayla değil hizmetle yapılması usulü yaygınlaştı. İktânın kullanımı babadan oğula geçmeye ve mukta‘lar idarî ayrıcalığa sahip olmaya başladı. Sonuçta iktâu’t-temlîk ile tarımın genişletilmesi ve iktâu’l-istiğlâl ile emeğin karşılığının verilmesi idarî iktâda birleşti. İdarî iktânın özelliği, sultanın otoritesinin bir kısmının yetki halinde muktaa devredilmesidir. Çok defa mukta‘, tasarrufundaki arazinin yönetiminde tam kontrole sahipti; hatta maiyetindekilere kendi bölgesinden toprak dahi verebilirdi. Aslında onun kullandığı bu yetkiler sultanın tayin ettiği müslüman bir yöneticinin yetkileriydi ve sultanın mutlak hâkimiyetine dayanıyordu. Mukta‘, daha önceleri eyalet yöneticilerinin yaptığı gibi fazla geliri merkezî hükümete vermek zorunda değildi. Sultan askerî bir sefer düzenlediği zaman ona katılır, bazan da maddî destek sağlardı. Yetkilerini kötüye kullanmasının dışında tasarrufundaki araziyi evlâdına intikal ettiremez, satamaz veya bağışlayamazdı. İktâ bölgesinde yaşayan halk muktaa itaat göstermekle mükellefti ve bunun sebebi kendisinin sultanın bazı yetkilerini taşıması, dolayısıyla onu temsil etmesiydi.

İdarî iktâ, merkezî hükümeti eyalet bürokrasisinden ve masraflarından kurtardı; ayrıca yolların güvensizliği açısından büyük önem taşıyan merkezle eyaletler arasındaki karşılıklı para transferi meselesini de ortadan kaldırdı. Öte yandan gelirlerin mahallinde harcanması bakımından da eyaletler için faydası oldu. Çünkü görev süresinin belirsizliği ve aynı yere başka bir emîrin tayin edilme ihtimali gibi sebepler muktaın, tasarrufundaki topraklardan âzami çıkar sağlamasını, dolayısıyla ziraatı ve yönetimi iyileştirmesini gerektiriyordu. İdarî iktânın başlıca olumsuz yanları ise şahsa bağlı orduların gelişmesine yol açması ve reâyâ köylü sayısını arttırmasıydı. Her ne kadar iktâlardaki


kötü uygulamalara sultanın müdahalesi söz konusu ise de bu husus çok defa mesafenin uzaklığı dolayısıyla pek mümkün olmuyordu. Sultanlar, idarî iktâyı güçlü emîrlerin desteğini sağlamak için bir vasıta olarak kullandılar; fakat sonraları bu emîrlerin ve atabeglerin etkisi altına girdiler. Zamanla iktâ tevcihi, belli bir bölgeyi bir emîrin mülk haline getirmesini sağlama anlamına geldi ve merkezî hükümet zayıfladıkça iktâ sahipleri bölgelerindeki özel mülkleri gasbetmeye başladılar; arkasından da idarî iktâ, kanunsuz bir şekilde babadan oğula geçen veya sözleşmeyle tasarruf edilen mülkiyete dönüştü (İbnü’l-Esîr, X, 236, 520).

Özellikle İran’ın doğusundaki bölgelerde uygulandığı anlaşılan askerî iktâ sisteminin Sencer zamanında (1118-1157) merkezîleşmeye başladığı görülür. Büyük emîrlere, ordu kumandanlarına ve daha az nisbette küçük emîrlere verilen iktâların kayıtları Dîvân-ı Arz’da tutulurdu. İktâlar, yalnız geçmişteki hizmetlerin değil bazan da gelecekte yapılması istenen hizmetlerin karşılığıydı. Zamanla askerî iktâlar da babadan oğula geçmeye başladı. Hatta bu durum Musul Zengîleri’nde (Bündârî, s. 161) ve Hârizmşahlar’da olağan hale geldi. Zengîler, Haçlılar’la mücadele ederken tebaanın bağlılığını güven altına almak için onlara iktâları miras bırakma hakkı tanıdılar. Bu gelişmenin, mirasla devredilen “fief”in ilk ortaya çıktığı Latin Doğu’nun etkisiyle mi yoksa kendiliğinden mi olduğu henüz tesbit edilememiştir (EI2 [İng.], III, 1088-1089). Askerî iktâların daha ziyade sınır boylarının savunulması için verildiği görülür; bunların çoğunluğu Fars yönünden saldırıya mâruz kalan Sircan’da idi (Efdalüddin Ahmed el-Kirmânî, s. 74). Melikşah döneminde (1072-1092) adları divana kayıtlı 45.000 süvarinin çıktığı iktâlar, ordunun her gittiği yerde gerekli erzak ve levazımatın hazır olması için imparatorluğun çeşitli yerlerine dağıtılmıştı (Râvendî, I, 128).

Sarayda ve merkez teşkilâtında görevli memurlara da iktâ verilirdi. Fakat bunlar muktaın, tasarrufuna bırakılan topraklarda oturmaması bakımından idarî iktâlardan ayrılmaktadır. Melikşah zamanında Hârizm’in vergi gelirleri taşthâneye tahsis edilmişti ve Anuş Tegin taştdâr olduğunda Hârizm şahneliği de onun uhdesine geçti; ancak merkezden ayrılamadığı için burasını nâibleri vasıtasıyla yönetti. Bu tür iktâ askerî iktâdan da farklıydı; çünkü askerlerin erzak temini için değil memurun daha faal olmasını sağlamak için verilmekteydi. Kendilerine hizmet karşılığı iktâ tevcih edilenlerin menşurları tahta geçen hükümdar tarafından yenilenirdi. Selçuklular döneminde vezir iktâları genellikle toprağın üretiminin onda biri nisbetindeydi (İbn Hallikân, V, 144). Nizâmülmülk, Melikşah’ın huzurunda Seyyidürrüesâ Ebü’l-Mehâsin tarafından sultanın gelirlerinin onda birini alıp şahsı için kullanmakla suçlanmış, o da bunu ordunun ihtiyaçları, zekâtlar, hediyeler ve evkaf için harcadığını söylemişti (İbnü’l-Esîr, X, 123). Nizâmülmülk’ün iktâ olarak elinde bulundurduğu topraklara Melikşah tahta çıktıktan sonra Tûs şehrini de ekledi (a.g.e., X, 83). Ömür boyu tahsis edilen bir emlâk, babadan oğula geçen tasarruf hakkı veya para bağışı tarzında ortaya çıkan şahsî iktâlar da (birtür emeklilik maaşı) vardı. Hatunlara ve halifelere hayatlarını sürdürebilmeleri için verilen iktâlar bu türdendir.

İdarî iktâların belli tip topraklarla sınırlandırıldığına dair kesin bir delil yoktur. Mîrî, mülk veya vakıf olmasına bakılmaksızın her tür arazi idarî iktâ olarak verilebilmekteydi. Belli bölgelerde, özellikle uzun süre başşehirlik yapan İsfahan’da iktâ arazilere rastlanmamaktadır. Selçuklular’ın son zamanlarında İsfahan civarındaki bölgelerin bazıları divana, bazıları ise şahıslara aitti. İktâ yoluyla merkezî hükümetin kontrolünden çıkan toprakların miktarı değişmekteydi; bunların Melikşah’ın ölümünden (485/1092) sonra arttığı görülmektedir. Muhammed Tapar’ın ölümünden (511/1118) sonra orta, batı ve güneybatı İran’da iktâ olarak verilen arazilerin miktarı öyle bir dereceye ulaşmıştı ki merkezî hükümetin gelirleri, emîrlerinkinden daha güçlü bir orduyu ayakta tutmaya yetmiyordu. Devletin son yıllarına rastlayan iç mücadeleler sırasında verilen iktâların tasarruf hakkı süresi daha uzundu ve bunların miras yoluyla evlâda intikaline daha sık rastlanıyordu. İktânın sürekliliği ve muktaın buna nisbetle elde ettiği güç himaye, satın alma veya gasp yoluyla o civarda başka araziler edinmesine imkân sağlamıştır. Böylece zamanla iktâ çeşitli aşamalardan geçerek mal sahipliğine yaklaşan bir konuma dönüşmüş, köylüler de vergilerini ödemeden toprağı terketmelerine yasak getirilmesi ve vergilerin muktaın isteğine göre ödeyemeyecekleri derecede arttırılmasından dolayı toprağa bağlı yarı köleler haline gelmişlerdir.

İktâ sistemini Anadolu topraklarına Selçuklular’ın getirdiği kanaati yaygındır. Kitabına XII. yüzyılın sonlarıyla başlamasına rağmen Anadolu Selçukluları hakkında en önemli kaynak olan İbn Bîbî’nin birçok ifadesi, en azından Moğol işgali öncesinde askerî ve idarî iktâların Anadolu’da çok yaygınlaşmış olduğunu göstermektedir. İbn Bîbî, I. İzzeddin Keykâvus’un divanınca tevcih edilen bir iktânın menşurunda arazinin herhangi bir eksiltme yahut değiştirmeye tâbi tutulamayacağını ve muktaın eceliyle ölümü halinde ailesine veya yakınlarına kalacağını yazdığını söylemekte ve 100 iktânın emîr-i meclis tarafından seçilen süvarilere verildiğini, I. Alâeddin Keykubad’ın 623’te (1226) Eyyûbîler üzerine yaptığı seferde yararlık gösteren gulâm ve emîrlere ihsanlarda bulunup iktâlarını arttırdığını, Yassı Çimen Savaşı’ndan sonra Selçuklular’ın hizmetine giren Hârizmli kumandanlarına Erzincan, Amasya, Lârende ve Niğde’nin iktâ edildiğini bildirmektedir (el-Evâmirü’l-ǾAlâǿiyye, I, 128, 165-166, 289, 435). Mukta‘, tasarrufuna verilen topraklarda yaşayan insanların menşurda belirlenmiş olan vergi, hak ve yükümlülüklerinde herhangi bir değişiklik yapamaz, çiftçiden “bir kuş kanadı kadar” fazla talepte bulunamazdı (a.g.e., I, 477-478). Yeni ele geçirilen topraklar divan defterlerine kaydedilir ve sultanın uygun gördüğü kişilere verilirdi. Tahta çıkan her sultan iktâlar dağıtır ve eski menşurları yenilerdi. Sultan I. Alâeddin Keykubad da böyle yaparak Kastamonu Beyi Hüsâmeddin Çoban’a o yöreyi bağışlamış (a.g.e., I, 220) ve bölge daha sonra onun oğullarına intikal ederek Çobanoğulları Beyliği’nin arazisini oluşturmuştu. Yine Alâeddin Keykubad, isyancılardan Kemâleddin Kâmyâr’ın perişanlığını görünce onu bağışlamış ve ayrıca kendisine o zamana kadar 100.000 akçe geliri ve altmış sipahisi bulunan Sivas’a bağlı Zara’yı iktâ etmişti (a.g.e., I, 272-273 [trc. Mürsel Öztürk], I, 290). Bu kayıt, bir iktânın maddî değeri ve askerî gücü hakkında önemli bir bilgi kaynağıdır.

Genel iktâ uygulamasına esas oluşturan husus gelirin tevcihiydi. Devlet, iktâ edilen tarım topraklarının ve çayırların denetim ve malî haklarını kendi elinde tutuyordu. Ancak Moğol işgalinden önce bu sistemin gevşediği ve özel mülklere yakın haklara sahip iktâların verilmeye başladığı


görülmektedir. Mülk ve diğer araziler gibi iktâların da tayin, tevcih ve tahrir işlemleriyle menşur ve beratlarının düzenlenmesi pervânenin nezâreti altında Dîvân-ı Pervânegī’de, bunların vergilerinin tesbiti, hesaplanması, toplanması gibi malî işlemleri ise müstevfî nezâretinde Dîvân-ı İstîfâ’da yapılmaktaydı. Moğol işgali sonucunda rejimin dağılması, devlet topraklarının kaybedilmesi pahasına olmakla birlikte iktânın, özellikle iktâu’t-temlîkin önemini arttırmıştır. IV. Kılıcarslan’ın Erzincan civarındaki toprakları emîrlerine iktâ olarak dağıtıp daha sonra kardeşi II. İzzeddin Keykâvus’u yenmesi halinde bunları kendilerine temlîk edeceğine dair söz vermesi bunun bir örneğidir (Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye Tarihi, s. 486). Bu sürecin uzun müddet devam ettiği anlaşılmaktadır. Argun Han’ın, daha sonra da Gāzân Han’ın aslı mîrî arazi olan, ancak zamanla fiilî olarak özel mülkiyete geçmiş bulunan toprakları eski haline dönüştürme teşebbüsleri mülk sahiplerinin isyanı üzerine sonuçsuz kaldı ve bir defaya mahsus olmak üzere altmış tümen (600.000 dinar) karşılığında yine ellerinde bırakıldı. Olcaytu Han zamanında da Anadolu’ya vezirlikle gönderilen Ahmed Lâkûşî’nin mîrî arazileri iktâ sahiplerine sattığı ve böylece bu iktâların özel mülkiyete dönüştüğü bilinmektedir. Selçuklu mîrî arazisinin XIII. yüzyılın ortalarından itibaren siyasî istikrarsızlık sebebiyle hızlı bir şekilde özel mülkiyete dönüşmesi, mâlikâne-divanî denilen bir toprak rejiminin ortaya çıkmasına yol açmış ve ileride Osmanoğulları ile diğer beyliklerin uygulayacağı Selçuklu iktâsının bir uzantısı olan timar sistemi bu ara rejim dolayısıyla uzun süre gecikmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

Nizâmülmülk, Siyâsetnâme (Köymen), s. 41, 51, 94, 107, 120, 126-128, 170, 203; Râvendî, Râĥatü’ś-śudûr (Ateş), I, 126, 128; II, 356; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil (trc. Abdülkerim Özaydın), İstanbul 1987, X, 83, 123, 236, 520; Bündârî, Zübdetü’n-Nusra (Burslan), s. 161; ayrıca bk. İndeks; İbn Hallikân, Vefeyât, V, 144; İbn Bîbî, el-Evâmirü’l-ǾAlâǿiyye, I, 128, 165, 166, 210, 220, 272-273, 289, 362, 435, 477-478; a.e. (trc. Mürsel Öztürk), Ankara 1996, I, 150, 186, 290, 305, 433-434; Aksarâyî, Müsâmeretü’l-aħbâr, s. 161, 162, 182, 299; Efdalüddin Ahmed el-Kirmânî, Ǿİķdü’l-Ǿulâ li’l-mevķıfi’l-aǾlâ (nşr. Ali Muhammed Nâînî), Tahran 1311 hş., s. 74; Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye Tarihi, İstanbul 1971, s. 486; a.mlf., Selçuklular ve İslâmiyet, İstanbul 1971, s. 69-91; a.mlf., “İktâ”, İA, V/2, s. 949-959; M. Fuad Köprülü, İslâm ve Türk Hukuk Tarihi Araştırmaları ve Vakıf Müessesesi (haz. Orhan F. Köprülü), İstanbul 1983, s. 36-50; a.mlf., “Hârizmşahlar”, İA, V/1, s. 280-282, 290-292; A. K. S. Lambton, Continuity and Change in Medieval Persia, London 1988, s. 101-115; a.mlf., “EqŧāǾ”, EIr., VIII, 520-533; Mehmet Altay Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Ankara 1992, III, bk. İndeks; a.mlf., “Selçuklu Devri Türk Tarihi Araştırmaları II: Selçuklu Devri Devlet Teşkilâtına Dâir Yazılmış Bir Eser Münasebetiyle”, TAD, II/2-3 (1964), s. 328-329, 345-352, 356-358, 361-362; M. Said Polat, Moğol İstilâsına Kadar Türkiye Selçuklularında İçtimaî ve İktisadî Hayat (doktora tezi 1997), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 109-125; Abdul Azīz al-Dūrī, “The Origins of Iqtā‘ in Islam”, al-Abhath, XXII/1-2, Beirut 1969, s. 12, 18; Alessio Bombaci, “The Army of the Saljuqs of Rūm”, Annali, XXXVIII, Napoli 1978, s. 343-369; Claude Cahen, “Teŧavvürü’l-iķŧâǾi’l-İslâmî mâ beyne’l-ķarneyni’t-tâsiǾ ve’ş-şâliş Ǿaşer” (trc. George Ketûre), el-İctihâd, sy. 1, Beyrut 1988, s. 193-242; a.mlf., “IķŧāǾ”, EI² (İng.), III, 1088-1091.

Sadi S. Kucur




FIKIH. İktâ konusu, tarih boyunca geliştirilen iktisadî sistemlerin en belirleyici kriterlerinden biri olan mülkiyet sistemi içinde önemli bir yere sahiptir. Nitekim İslâm tarihindeki toprak sistemlerini, Marksist nazariyede önemli yer tutan Asya tipi üretim tarzı modelini ve İslâm sosyalizmi tezini temellendirmede ileri sürülen görüşler, kamu otoritesinin mülkiyet üzerindeki tasarruf hakkının sınırı ve bununla bağlantılı olarak iktâ konusunda odaklanmaktadır. Dolayısıyla kamu otoritesinin mülkiyet üzerindeki tasarruf hakkıyla ilgili telakkiler iktânın mahiyeti ve hükmü konusunda önemli rol oynar. Öte yandan bu konudaki hukuk doktrini, Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn dönemlerinde başlayan ve giderek teamül halini alan uygulamalardan hareketle oluşturulduğu için tarihî tecrübenin gelişim seyrini ve hareketliliğini yansıtan bir içeriğe sahiptir. Fakihler de bu konuda mevcut tatbikatı tasvir etmeyi, gerekiyorsa eleştirmeyi ve böylece hukukun genel ilkeleri açısından uygulayıcılara yol göstermeyi hedeflemişlerdir. İktâ konusu klasik dönem fıkıh literatürünün vakıf, cihad, maden, ihyâü’l-mevât gibi arazi hukukuyla doğrudan veya kısmen ilgili bölümlerinde veya emvâl, haraç, el-ahkâmü’s-sultâniyye türü eserlerde böyle bir yaklaşımla ele alınır. Bunun sonucu olarak literatürde iktâya konu olan taşınmaz malların özellikleri, kamu otoritesinin bunları tahsis yetkisi ve şekli, iktâdârda aranan şartlar, tahsisin devamlılık arzedip etmeyeceği ve dolayısıyla iktâ ile mülkiyet naklinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği gibi hususlarda ayrıntılı fıkhî tartışmalara rastlanır.

İktâ konusunda Kur’an’da hüküm bildiren sarih bir âyet yoktur. Bu husustaki görüşler Hz. Peygamber’in söz ve uygulamalarına dayandırılmaktadır. Ayrıca sahâbe devri uygulamaları, bilhassa Hz. Ebû Bekir ve Ömer dönemindekiler sünnete açıklık getirmesi açısından özel öneme sahiptir. Ayrıca iktânın cevazı hususunda icmâ vardır. Resûl-i Ekrem çok sayıda kimseye farklı mülâhazalarla iktâda bulunmuştur. Bu iktâların büyük kısmı müellefe-i kulûba, bir kısmı da âtıl duran tabii kaynakları verimli hale getirmek için yapılmıştır. Bunlar gerçekleştirilirken hem kamu yararı hem de özel mülkiyet korunmuştur (Hz. Peygamber’in yaptığı iktâlar hakkında bk. Muhammed Hamîdullah, s. 260, 269, 311, 313, 318-321). Resûl-i Ekrem ve özellikle Hz. Ömer dönemi iktâ uygulamalarının sistemleştirilmesinden sonra İslâm arazi hukukuyla ilgili esaslar netleşmeye başlamıştır. Sonraki dönemlerde bu uygulamalar esas alınarak yerine ve zamanına göre iktâ kavramının kapsamı genişletilmiş ve değişik isimlerle muhtelif iktâ şekilleri geliştirilmiştir. Bu durum, iktâ şekilleri ve bunların hükmü konusunda İslâm hukukçuları arasında görüş ayrılıklarının doğmasına sebep olmuştur.

İslâm hukukçuları iktânın, müslüman ya da müellefe-i kulûbdan olup beytülmâlden istihkak sahibi kişilere hakları nisbetinde yapılabileceği hususunda fikir birliği içindedir. Hz. Peygamber’in tahsis ettiği iktâlardan müellefe-i kulûba yapılmış olanlar önemli bir yer tutmaktadır. Hz. Ebû Bekir döneminde de bazı kabile reislerine aynı amaçla iktâlar yapıldığı, Hz. Ömer devrinde ise bu tür iktâların azaldığı, önceden yapılanların denetlendiği ve âtıl bırakılan bazılarının tamamen ya da kısmen iptal edildiği görülmektedir. Beytülmâlden hak sahibi olmayanlara iktâ yapılması hususunda ise görüş ayrılığı vardır. Hazineye ait taşınmazlardan beytülmâlden istihkakı bulunmayanlara iktâ yapılması Mâlikîler’e ve Hanefîler’den Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî’ye göre câiz değildir. Çünkü beytülmâl üzerinde bütün müslümanların hakkı vardır. Şâfiîler’le Ebû Yûsuf gibi bazı Hanefîler kamu yararı gerektirdiği takdirde buna cevaz vermektedir.


Çeşitleri. En geniş şekliyle iktâ iktâu’t-temlîk, iktâu’l-istiğlâl ve iktâu’l-irfâk olmak üzere üçe ayrılmaktadır. a) İktâu’t-temlîk. Taşınmazlar üzerinde özel mülkiyet doğuran sebeplerden biridir. Bu tür iktâlar iktâdârın diğer özel mülkleri gibi kira, âriyet, alım satım, hibe, miras vb. akidlere konu olabilir. Bir kimsenin kendisine iktâ edilen araziyi vakfetmesinin hükmü mülkiyetin sübûtuna bağlıdır. Vakfa konu olan arazinin iktâdârın mülkiyetine geçtiği hukuken sabitse vakıf sahihtir, aksi takdirde sahih olmaz. Temlîken iktâ üç türlü taşınmazdan yapılabilir: Mevât arazi, mâmur (âmir) topraklar ve madenler. Hukukçuların çoğunluğu, hazine malından olmayan mevât ve sahipsiz âtıl arazi gibi taşınmazların iktâsının onu ihya ederek kamu yararına işleteceği düşünülen herkese yapılabileceği hususunda fikir birliğine varmıştır. Mâlikîler’e göre düşmanlardan silâh zoruyla alınan mevât topraklar temlîken iktâ edilebilir. Hz. Peygamber’in, ölü bir araziyi tarıma elverişli hale getirenin ona sahip olacağına dair hadislerini ve bu yöndeki uygulamalarını dikkate alan fakihler, mevât toprakların uygun görülen kimselere ihyâ için iktâ edilebileceği görüşündedir. Kamu yararı gözetilerek ihyâ maksadıyla iktâ edilen topraklar üç yıl üst üste âtıl tutulursa Halife Ömer’in uygulamasına dayanılarak yetkili merci tarafından geri alınır. Ayrıca bir kimseye ihyâ edemeyeceği kadar büyük toprakların iktâsı câiz değildir. Gerek söz konusu sürenin bitiminden önce gerekse ihyânın gerçekleşmesinden sonra arazi işletildiği müddetçe iktâdan dönüş câiz olmaz; aksi bir davranış gasp sayılır (bk. İHYÂ). Ancak belli bir kullanıma tahsis edilmek şartıyla yapılan iktâlar şartın yerine getirilmemesi durumunda geri alınabilir. Ayrıca bir kişi sahip olduğu iktâyı kendi rızâsıyla iade edebilir.

Mâmur araziler iki sınıfa ayrılır. Birincisi sahipli topraklar olup ya dârülharpte ya da dârülislâmda bulunur. Dârülharptekiler fethin gerçekleşmesi şartına bağlanarak temlîken iktâ edilebilir ki buna “iktâu va‘dî, iktâu taklîd” veya “iktâu’n-nefl” denir. Meselâ Hz. Peygamber, Temîm ed-Dârî ve Ebû Sa‘lebe el-Huşenî’ye Şam bölgesindeki bazı yerlerin iktâsını vaad etmiştir. Bu iktâlar daha sonra o toprakları ele geçiren Hz. Ömer tarafından gerçekleştirilmiştir. Ancak bir rivayete göre Hz. Ömer, Temîm’in iktâsında arazinin gelirinin üçte birini imarı için ayırdıktan sonra üçte birini yolda kalmışlara tahsis etmiş, kendisine sadece üçte birlik kısmını bırakmıştır; ayrıca Temîm’e iktâ belgesini teslim ederken araziyi satmama şartını da getirmiştir. Halife Ömer, kabile reisi ve kumandan Cerîr b. Abdullah’a da maiyetiyle birlikte işletmek üzere Sevâd’ın üçte bir veya dörtte birini aynı şekilde iktâ etmiştir. İktâ vaadinin gerçekleştirilmesinde fetih şeklinin rolü ve ele geçirilen taşınmazlar üzerinde hak sahibi gazilerin rızâlarının alınmasının şart olup olmadığı gibi konularda İslâm hukukçuları arasında farklı görüşler mevcuttur (Mâverdî, s. 251; Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, s. 229-230). Pratikte çok az rastlanan bu iktâ şeklinin zikredilen ilk örnekleri, sonraki dönemlerde çeşitli maslahatlar gereği yapılan irsâdî vakıflar için bir model ve hukukî dayanak oluşturmuştur.

Dârülislâmdaki müslüman veya zimmîlere ait mâmur özel mülklerin iktâsının câiz olmayacağı hususunda icmâ vardır. Dolayısıyla sahiplerinin mülkiyetinde bırakılan sulhen fethedilmiş toprakların iktâsı da câiz değildir. Hz. Peygamber’in Medine döneminin ilk zamanlarında hicret sebebiyle evsiz kalan bazı muhacirlere barınmaları için sahipli taşınmazlardan arazi ve evlik arsa veya ev iktâ etmesi bu umumi hükmün dışındadır (söz konusu tahsisler için bk. Şâfiî, IV, 42-45). Resûl-i Ekrem’in bu tasarrufu, genel kabul görmüş anlayışa göre mal sahiplerinin izni ve hatta teklifiyle yapılmıştır. Kaynaklarda iktâ kelimesiyle ifade edilmesine rağmen bu tahsisler iktânın terim mânasının kapsamına girmemektedir. Çünkü Arap dili uzmanları iktâ lafzının teknik anlamı yanında âriyet ve hatta iskân işlemini ifade için de kullanılabileceğini belirtmektedir (Lisânü’l-ǾArab, “ķŧǾa” md.). Bu durumu dikkate alan bazı İslâm hukukçuları, Hz. Peygamber’in söz konusu tasarruflarını iâre olarak değerlendirmişlerdir. Bazı araştırmalara göre, Resûl-i Ekrem’in söz konusu iskân politikası örnek alınarak Hz. Ömer ve Osman zamanında çok sayıda kimseye farklı şehirlerde evler ya da evlik arsalar iktâ edilmiştir. Dârülislâmda olup özel mülkiyet altında bulunmayan mâmur topraklar ise üç kısma ayrılmaktadır. Birincisi, düşmanlardan savaş zoruyla ele geçirilip müslümanların maslahatı için kullanılmak üzere kamu otoritesinin tasarrufu altına konan humus ve savâfî statüsündeki arazilerdir. Halife Ömer buraları iktâ etmek yerine beytülmâl adına işlettirmiş, Halife Osman ise kamu yararı gereği kiraya karşılık gelecek belli bir bedelle sadece kullanım hakkını iktâda bulunmuştur. Son uygulama “icâreten iktâ” olarak da anılmaktadır. Bazı İslâm hukukçuları, kamu otoritesinin savâfî üzerindeki tasarruf yetkisinin kötüye kullanılmasını önlemek için onların mülkiyetinin değil işletme hakkının iktâ edilebileceğini söylemişlerdir. Bu tür arazilerin bütün müslümanlara vakıf hükmünde olduğunu söyleyen Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîler’e göre bunların mülkiyetinin kimseye temlik edilmesine cevaz verilemez. Ebû Yûsuf gibi bazı Hanefîler, kamu yararı gerektirdiği takdirde bunların mülkiyet ya da menfaatinin iktâsına cevaz vermektedir. Özel mülkiyette bulunmayan mâmur toprakların ikincisi haraç arazileridir. Bunlar ya eski sahiplerinin mülkiyetinde bırakılmıştır ya da bütün müslümanlara vakıf hükmünde olup her iki halde de temlîken iktâ câiz değildir. Üçüncüsü, sahipleri hiçbir mirasçı bırakmadan öldüğü için beytülmâle intikal eden mallardır. Beytülmâlden istihkakı bulunanlara vakıf hükmünde olduğunu düşünenlere göre bu tür taşınmazların iktâsı câiz değildir. Kamu otoritesinin kararı olmaksızın kendiliğinden vakıf hükmü kazanmayacağını ileri sürenlerden bir kısmı iktâsının cevazını, diğer bir kısmı ise aksini savunmuştur.

Kamu malı olan ya da kamunun yararlandığı arâzî-i mahmiyye veya arâzî-i mürfeka kapsamına giren otlak, yaylak, kışlak, baltalık, koruluk, harman alanı, köy meydanı, su rezervi, tuzla, yol, pazar yeri, park vb. taşınmazların temlîken iktâ edilemeyeceği hususunda görüş birliği vardır. Ayrıca hukukçuların çoğunluğuna göre mâmur arazinin harimi de iktâ edilemez (bk. HARİM).

Hz. Peygamber’in yaptığı iktâlar arasında madenlerin de yer aldığı bilinmektedir. Onun Bilâl b. Hâris el-Müzenî’ye, Kabeliye adlı geniş bir araziyi içindeki altın madeniyle birlikte iktâ etmesi hakkındaki bilgiler (Ebû Dâvûd, “İmâre”, 36), genel mânada iktâ ve özellikle de maden iktâsının hükmü açısından önemlidir. Halife Ömer, Bilâl’in işletemediği kısımları alıp müslümanlara taksim etmiştir (Yahyâ b. Âdem, s. 93).

Gerek Resûl-i Ekrem’in gerekse Hz. Ömer’in bu tür taşınmazların iktâsına ilişkin farklı uygulamalarını dikkate alan müctehidler her madenin iktâ edilemeyeceği görüşünü ileri sürmüştür. Ayrıca bazılarına göre iktâdâr madenin mülkiyetine, diğerlerine göre ise şartlarına uygun olarak işlettiği sürece işletme hakkına


sahip olur. Meselâ Şâfiî, Hanefî ve Hanbelîler’e göre kamunun istifadesine açık olup kullanımı belli bir maliyeti gerektirmeyen yer üstü minerallerinin hiçbir surette iktâsı câiz değildir. Nitekim Hz. Peygamber, Ebyaz b. Hammâl el-Müzenî’ye iktâ ettiği bir arazide tuzla olduğunu öğrenince araziyi geri almıştır. Belli bir işletme maliyeti gerektiren yer altı minerallerine gelince, bazı Şâfiîler ile Hanbelîler ihya edilmesi için temlîken iktâsının câiz olacağı görüşünü savunurken bazıları da aksini ileri sürmüştür. İkinci gruba girenlerden bir kısmına göre yer üstü minerallerinde olduğu gibi bunların da hiçbir surette iktâsı câiz değilken diğer bir kısmına göre ise ancak istiğlâl veya irfâk iktâsına cevaz verilebilir. Cevazına hükmedenler de maden iktâsını bir kimsenin işletebileceği kadarla sınırlamış, âtıl bırakılması halinde kamu otoritesinin işletmeye icbar veya tahliye yetkisini tanımıştır. Bunlara göre ayrıca madenin vergisinin de kesintisiz şekilde ödenmesi gerekir.

Her ne kadar İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre iktâu’t-temlîk ile mülkiyet nakli gerçekleşirse de Hz. Ömer’in böyle bir akde konu olan araziyi, ardarda üç yıl âtıl kalması durumunda iktâdârdan alıp kamu yararı gereği başka birine verme politikası dikkate alınırsa, iktâ ile sağlanan mülkiyetin diğer yollardan elde edilenler seviyesinde olmadığı kanaati uyanmaktadır. İktâ işleminin, malın mülkiyetini değil sadece faydalanma veya işletme hakkını sağlayacağına dair doktrin de Hz. Ömer’in bu türden uygulamalarına dayandırılmaktadır. Hatta İslâm sosyalizmi tezini benimseyenler, mülkiyetle ilgili meselelerde onun söz konusu tatbikatını delil olarak ileri sürmektedir. Bu açıdan Hz. Ömer’in bazı taşınmazları müşterek kullanıma tahsisi esnasında dile getirdiği, hadis olarak da nakledilen, “Kullar Allah’ın kulları, mal Allah’ın malı” (Yahyâ b. Âdem, s. 91; Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, s. 395) ifadesi de önemlidir. Buna karşılık iktâ ile mülkiyet naklinin gerçekleşeceğine dair görüşün savunulması sadedinde, Hz. Ömer’in bu tür uygulamalarının kamu yararı gereği özel mülkiyete müdahale sayılması gerektiği, savaşla ele geçirilmiş bazı arazileri hak sahibi gazilere dağıtmamasında da yine aynı yaklaşımın ortaya konulduğu ileri sürülmektedir.

b) İktâu’l-istiğlâl. Gerçek kişilerin mülkiyet, faydalanma ya da işletme hakkına sahip olmadığı ve iktâsından kamunun zarar görmeyeceği haraç veya öşür arazisi gibi bir taşınmazın mülkiyetini değil sadece kullanım hakkını sağlayan iktâdır. Buna iktâu’l-imtâ‘ veya iktâu’l-intifâ‘ da denmektedir. Mâlikîler’e göre düşmanlardan silâh zoruyla alınan mâmur topraklar bütün müslümanların istifadesine sunulmuş vakıf arazi hükmündedir ve ancak iktâu’l-imtâa konu olabilir. Bu hususta Şâfiîler de aynı görüşü paylaşmaktadır (bu tür toprakların mülkiyeti konusundaki görüşler için bk. FEY). Hanefîler’e göre haraç arazisinin ürününün veya haraç gelirinin, yani onlardan faydalanma imtiyazının, beytülmâl üzerinde hak sahibi olup toprağı bizzat işleten vergi mükellefine ya da bir başkasına tahsisi de bu gruba girer. Ancak öşür gelirinin bu yolla tahsisinin câiz olmayacağı hususunda icmâ vardır (bk. HARAÇ). Bazı kamu personelinin ücretlerinin çeşitli devlet gelirlerinin havalesiyle ödenmesi usulü Emevî ve Abbâsî dönemlerinde yaygınlaşmaya başlamıştır. Özellikle ordu mensuplarına hizmetlerinin karşılığı olarak haraç gibi bazı vergilerin toplama imtiyazının verilmesi uygulaması zamanla askerî iktâları doğurmuştur. Bir iktâdâr, sadece kullanım hakkına mâlik olduğu taşınmazı başkasına kiralayabilir veya âriyet olarak verebilir. Bu hüküm, kiracının tasarrufu altındaki taşınmazı başkasına kiralamasının cevazına benzetilmektedir. İktâdârın ölümü veya iktânın geri alınması durumunda mülkün el değiştirmesi sebebiyle kira akdi düşer. İbn Âbidîn’e göre kiraya cevaz ancak tarım için olması şartıyla verilebilir; eğer arazi o sırada bazı çiftçiler tarafından işletiliyorsa onlardan başkasına kiralanması câiz değildir. Ayrıca mültezime kiralanması da sahih olmaz. İntifâ hakkı devlet başkanı tarafından babadan oğula miras kalacak şekilde iktâ edilebilir. Ancak devlet başkanının halefi bu kaydı geçersiz sayabilir. Mülkiyetinin beytülmâle ait olduğu görüşünü savunanlara göre madenler iktâu’t-temlîkin değil iktâu’l-istiğlâlin konusuna girer. İmam Şâfiî bu görüşe yakın görünmektedir. Mâlikîler, yetkili merciin, hazineye ait haraç topraklarından veya diğer akarlardan sağlanan mahsulün intifâ hakkını sivil ya da askerî görevlilere erzak olarak kullanılmak üzere ikinci bir emre kadar iktâ edebileceği kanaatindedir. Eğer iktâ, savaş için hazırlık yaparak gereği halinde orduya katılmak koşuluyla verilmişse iktâdâr intifâ hakkını kamu otoritesinin iznini almaksızın başkasına devredemez. Çünkü beytülmâlden yapılan bu tür iktâlar, kamu yararına uygun olarak yetkili merciin koştuğu şartlar doğrultusunda kullanılmalıdır. Bir kimseye, kendisine şart koşulan hizmetin mukabili olan miktardan fazlası iktâ edilmişse aradaki fark emanet hükmündedir ve beytülmâle iadesi gerekir. İktâdâr, intifâ hakkına sahip olduğu toprağı başkasına kiralar ve akid süresinin bitiminden önce ölürse yetkili merci sözleşmenin tamamlanmasına ve kira bedelini mirasçıların almasına izin verir. Gayri lâzım ve sınırlı süreli bir akid olduğu için iktâu’l-istiğlâl yetkili merci tarafından kamu yararı icabı geri alınabilir ya da bir başkasıyla değiştirilebilir. İktâdârın ölümü veya yeni bir iktâu’l-istiğlâle sahip olması halinde öncekinin intifâ hakkı düşürülüp başkasına devredilebilir. Sonuçta bütün müslümanlara vakıf hükmünde olan hazine arazileri üzerinde temlik değil istiğlâl iktâsı geçerlidir. Şâfiîler ve Hanbelîler ile Hanefîler’in çoğunluğuna göre kamu yararı gerektirdiği takdirde hazineye ait harâcî ve öşrî arazilerin intifâ hakkı bir kimseye örf gereği belli bir süre veya ömürle sınırlı olarak iktâ edilebilir. Sürenin bitimi ya da iktâdârın ölümünden sonra söz konusu iktâ beytülmâle geri döner. Bu tür iktâların iktâdârca kiraya verilmesi yetkili merciin iznine veya bu işlemi tecviz eden yerleşik bir örfün varlığına bağlıdır. Madenlerin iktâsına bazı İslâm hukukçularınca iktâu’l-istiğlâl, bazılarınca da iktâu’l-irfâk içerisinde yer verilmektedir. Neticede her iki gruba göre de iktâdâra madenin mülkiyeti değil şartlara riayet edildiği sürece işletme imtiyazı verilmektedir.

c) İktâu’l-irfâk. Kamuya ait pazar yerleri, konaklama yerleri ve su rezervlerinden istifade, geniş yolların kenarlarında oturma, tezgâh açma, gölgelik asma ya da hayvan bağlama gibi faydalanma önceliklerinin tahsisidir. Hanbelî ve Şâfiîler’e göre kamu yararı bulunması halinde bu tür iktâlar câizdir. Kamu yararı ortadan kalkınca yetkili merci tarafından geri alınır. Bu tür iktâlar iktâdârın ölümüyle miras hükümlerine tâbi olmaz.

İktânın bedelsiz yapılması asıldır. Bununla birlikte Hanefî, Mâlikî ve Hanbelîler ile Şâfiîler’den bazılarına göre bir defaya mahsus ya da her yıl ödenmek üzere belli bir bedel karşılığında iktâ yapılması da câizdir. Bu durumda iktânın bedeli beytülmâle aktarılır. Ancak bazı Şâfiîler iktânın bir çeşit atıyye, hibe veya teşvik olduğu gerekçesiyle bedel karşılığında yapılmasına cevaz vermemektedir; çünkü bedel talebi satış akdinin özelliğindendir.


Belli bir bedel ya da takas karşılığı yapılan iktânın tazminatsız geri alınması câiz olmaz.

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü’l-ǾArab, “ķŧǾa” md.; Tâcü’l-Ǿarûs, “ķŧǾa” md.; Buhârî, “Cizye”, 4, “Ħumus”, 19, “Müsâķāt”, 14-15; İbn Mâce, “Rehin”, 17; Ebû Dâvûd, “İmâre”, 36; Ebû Yûsuf, Kitâbü’l-Ħarâc (Abdülazîz b. M. er-Rahbî, Fıķhü’l-mülûk, nşr. A. Ubeyd el-Kubeysî içinde), Bağdad 1973, I, 393-402, 416-428; Yahyâ b. Âdem, Kitâbü’l-Ħarâc (nşr. Ahmed M. Şâkir), Kahire 1347, s. 77-81, 91, 93; Şâfiî, el-Üm, IV, 42-50; Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, el-Emvâl (nşr. M. Halîl Herrâs), Kahire 1401/1981, s. 367-373, 395; Kudâme b. Ca‘fer, el-Ħarâc (nşr. Fuat Sezgin), Frankfurt 1986, s. 170-174; Mâverdî, el-Aĥkâmü’s-sulŧâniyye (nşr. Ahmed Mübârek el-Bağdâdî), Küveyt 1409/1989, s. 248-258; Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, el-Aĥkâmü’s-sulŧâniyye (nşr. M. Hâmid el-Fıkī), Kahire 1357/1938, s. 227-236; Kâsânî, BedâǿiǾ, VI, 194; İbn Kudâme, el-Muġnî, VI, 155-166; Nevevî, el-MecmûǾ, XV, 227-233; Süyûtî, el-Ĥâvî li’l-fetâvî, Beyrut, ts. (Dârü’l-kitâbi’l-Arabî), I, 170-175; İbn Nüceym, Risâle fî beyâni’l-iķŧâǾât ve maĥallihâ ve men yestaĥiķķuhâ (Resâǿilü İbn Nüceym, nşr. Halîl el-Meys içinde), Beyrut 1400/1980, s. 144-148; Şemseddin er-Remlî, Nihâyetü’l-muĥtâc, Beyrut 1404/1984, V, 341-342, 349-351; Şevkânî, Neylü’l-evŧâr, V, 348-353; İbn Âbidîn, Reddü’l-muĥtâr, III, 254-266; Mustafa Sibaî, İslâm Sosyalizmi (trc. A. Niyazoğlu), İstanbul 1976, s. 168-175; F. Lokkegaard, Islamic Taxation in the Classical Period, Lahore 1979, s. 38-72; Muhammed Hamîdullah, el-Veŝâǿiķu’s-siyâsiyye, Beyrut 1405/1985, s. 260, 269, 311, 313, 318-321; Abdurrahman M. M. Abdülkādir, Temellükü’l-arâżî bi’l-iķŧâǾ ve iķŧâǾu’l-meǾâdin, Kahire 1413/1993; Fuâd Halîl, el-İķŧâǾu’ş-şarķī: Beyne Ǿalâķāti’l-mülkiyye ve nižâmi’t-tevzîǾ, Beyrut 1416/1996, s. 119-308; Sîr el-Bâz el-Arînî, “el-İķŧâǾ fi’ş-şarķı’l-evsaŧ münźü’l-ķarni’s-sâbiǾ ĥatte’l-ķarni’ş-şâliş Ǿaşeri’l-mîlâdî: Dirâse muķārene”, CâmiǾatü ǾAyni’ş-şems Ĥavliyyâtü Külliyyeti’l-âdâb, IV, Kahire 1957, s. 113-148; M. Abdülkādir Hıreysât, “el-ĶaŧâǿiǾ fî śadri’l-İslâm”, Dirâsât târîħiyye, sy. 27-28, Dımaşk 1987, s. 67-98; Mahmûd İsmâil, “el-İķŧâǾ fi’l-Ǿâlemi’l-İslâmî”, Ĥavliyyâtü Külliyyeti’l-âdâb, XI, Küveyt 1410/1990, s. 7-72; Cl. Cahen, “IķŧāǾ”, EI² (İng.), III, 1088-1091; “IķŧâǾ”, Mv.Fİ, XXIII, 6-18; “IķŧâǾ”, Mv.F, VI, 80-86; Mehmet Erkal, “Ganimet”, DİA, XIII, 351-354; A. K. S. Lambton, “EqŧāǾ”, EIr., VIII, 520-533.

Beşir Gözübenli