İHTİKÂR

(الإحتكار)

Karaborsacılık, istifçilik, vurgunculuk ve tekelcilik anlamında bir terim.

Sözlükte “hakkını yemek, kötü davranmak; kıtlaştırmak, tedavülden çekmek, istiflemek, tekeline almak” anlamlarındaki hakr kökünden türeyen ihtikâr, “ticaret malını pahalılaşması gayesiyle istifleyip piyasaya arzını geciktirmek” mânasına gelmektedir. Aynı kökten gelen hükr ve hükre kelimeleri de ihtikâr anlamında kullanılmaktadır. İhtikâr yapana muhtekir (hakîr, hakkâr) denir. İhtikâr, salt istifçilik anlamındaki iddihâr ya da ihtizân ve sırf tekelcilik mânasına gelen inhisâr kelimelerine nisbetle daha geniş bir içeriğe sahiptir.

Hadislerde sık sık geçen ihtikâr kavramına Kur’an’da rastlanmamaktadır. Bununla birlikte haksız yoldan kazanç sağlamayı yasaklayan âyetlerle (el-Bakara 2/188; en-Nisâ 4/161; el-A‘râf 7/85) dinin genel ahlâkî ilkeleri ihtikâr yasağının da dolaylı atıfları olarak kullanılır. Hukukî niteliği ve sonuçları hakkında fakihler ve mezhepler arasında ortaya çıkan görüş ayrılığı, ihtikârın fıkıh terminolojisindeki tanımında bazı farklılıklara yol açmıştır. Meselâ Hanefîler’den Kâsânî ihtikârı, “gıda maddesinin şehirden veya küçük yerleşim merkezlerinin yakın çevresinden satın alınıp bekletilmesi ve böylece bölge halkına zarar verilmesi” şeklinde, Abdullah b. Mahmûd el-Mevsılî, “temel yiyecek maddelerinin şehrin piyasasından veya onu besleyen bölgelerden satın alınıp pahalılaşıncaya kadar stoklanması” olarak tarif etmekte, ayırıcı bir vasıf olarak kamu zararının esas alınacağını vurgulamaktadır. Şâfiî kaynaklarında ihtikâr, “dayanıklı temel yiyecek maddelerinin vb.nin piyasanın yükselmeye başladığı bir sırada satın alınıp fiyatlar iyice arttığında satmak için istiflenmesi” şeklinde tarif edilir. Mâlikîler’den Bâcî ticaret metaının, Hanbelîler’den Buhûtî azığın, Takıyyüddin İbn Teymiyye ise kamunun ihtiyaç duyduğu temel yiyecek maddelerinin pahalılaşması maksadıyla satın alınarak istiflenmesi şeklinde tanımlamaktadır. Tanımlar arasında görülen kısmî farklılıklar ihtikârın unsur ve şartları ile bunların tanıma dahil edilip edilmemesi konusunda fakihlerin farklı görüşlerde olmasından kaynaklanır. Bu farklılığa yol açan ana hususlar ise malın cinsi, satın alma, niyet, istifçilik, toplumsal ihtiyaç, mal darlığı, kamu zararı, müddet ve mekândır. Fakihlerin ve fıkıh mezheplerinin kısmî farklılıklar içeren yaklaşımları göz önüne alınarak ihtikâra, “darlığı kamuya zarar verecek tüketim mallarının kıtlık yaratmak amacı ya da fiyat artışı beklentisiyle piyasadan çekilmesi” şeklinde kapsamlı bir tanım getirilebilir.

a) Hükmü. Genelde insanların ihtiyaçlarını sömürerek az emekle kolay kazanç sağlama arzusuna dayanan ihtikâr, özellikle zorunlu tüketim maddeleri söz konusu olduğunda ihtiyaç sahiplerinin, neticede de toplumun zarar görmesine sebebiyet vereceği gibi uzun müddet devamı halinde sosyal bunalımlara yol açabilir. Bu sebeple ihtikârın İslâm’da olduğu gibi önceki dinlerde de yasaklandığı görülmektedir. Meselâ Talmud’da meyve, zeytin ve un gibi temel gıda maddelerinin ihtikârı yasaklanırken kimyon, kara biber vb. baharatlarda böyle bir yasaklamaya ihtiyaç duyulmamıştır. Ayrıca normal şartlarda çiftçinin kendi ürününü satmayıp bekletmesi câiz görülürken bu davranış kıtlık zamanları için yasaklanmıştır. Yokluk dönemlerinde temel gıda maddelerinin Filistin dışına çıkarılmasına da izin verilmemiştir (The Babylonian Talmud: Baba Bathra, s. 90b-91a).

İhtikârın, dinen çirkin ve kötü bir davranış olarak kabul edilmekle birlikte


haram mı yoksa mekruh mu olduğu İslâm hukukçuları arasında tartışmalıdır. Görüş ayrılığı kısmen ihtikârın tanımından, kısmen de sıhhat ve mahiyeti üzerinde uzlaşmaya varılamayan nasların zâhiriyle şâriin maksadı arasındaki tercih farkından kaynaklanmaktadır. Mâlikîler, Hanbelîler, Zâhirîler, Zeydîler, İbâzîler ve Şâfiîler’in çoğunluğu ile İmâmiyye’nin meşhur olan görüşüne göre ihtikâr haramdır. Ayrıca büyük günahlardan olduğu da belirtilmekle birlikte (İbn Hacer el-Heytemî, I, 234), bu konuda bir ayırıma gidilerek kıtlık yaratmak için yapılan ihtikârın dinî sorumluluğunun fiyat artışı beklentisiyle yapılana göre daha büyük olduğu da ifade edilir. İhtikârın haram olduğunu söyleyenler, İslâm’da zulmün ve başkalarına haksız şekilde zarar vermenin haram oluşundan hareket ederler. Hac sûresinin 25. âyetinde geçen ve azapla cezalandırılacağı haber verilen “ilhâd”, bazı müfessirlerce bilhassa Mekke’de yapılan ihtikâr şeklinde tefsir edilmiştir (Fahreddin er-Râzî, XXIII, 25; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, V, 412). İhtikârı haram sayan fakihler, bu delillerin yanı sıra özellikle muhtekiri nefretle anan hadislere dayanmaktadırlar. Bu tür hadislerde karaborsacı günahkâr, sapkın, Allah’ın hükmüne isyan eden, Allah’ın zimmetinden uzak -ki bu ifade genelde Kur’an’da müşrikler için kullanılır-, mel‘un, cüzzam ve iflâsa müstahak, katil ve cehennemlik, elîm bir azaba duçar, mülhid, soygunculukla elde ettiği bu kazancını sadaka olarak bile verse kabul edilmeyen kimse, fiyatlar yükselince zevklenen, düşünce üzülen kötü bir kul şeklinde tanıtılarak ağır bir dille kınanır (Müsned, I, 21; II, 33; V, 27; Müslim, “Müsâķāt”, 129, 130; İbn Mâce, “Ticârât”, 6; Ebû Dâvûd, “Menâsik”, 89; “BüyûǾ”, 40, 47; Tirmizî, “BüyûǾ”, 40; Hâkim, II, 12; Şevkânî, V, 249).

Hanefîler, delilin zannîliği ve kamu zararından hareketle ihtikârı tahrîmen mekruh sayarken bazı İmâmiyye, İsmâiliyye ve Şâfiî hukukçuları mekruh olduğunu söylemektedir. Şâfiîler’den Necîb el-Mutîî, tüketim maddelerinde zarûriyyât ve kemâliyyât ayrımına giderek birinci gruba giren malların istifçiliğinin icmâ ile haram, ikincisine girenlerinkinin ise mekruh olduğu şeklinde bir genellemede bulunduktan sonra bazı özel durumlarda yokluğu insanların ölümüne sebebiyet verebilecek maddelerin -meselâ şiddetli soğuklarda giyecek, savaş esnasında askerî levazımat gibi- ihtikârının da haram sınıfına sokulabileceğini belirtmektedir (Nevevî, XIII, 46). İmâmiyye’den Şehîd-i Sânî ise ihtikârı arzın talebi karşılaması halinde mekruh, aksi takdirde haram telakki etmektedir.

Yiyeceklerle sınırlı yasak taraftarları, kendi dönemlerine kadarki mûtat zararı göz önüne alırken diğerleri muhtemel her türlü zararı da hesaba katarak çerçeveyi geniş tutmuşlardır. Kamu yararını ferdî çıkarın önüne geçirirken kişileri topluma hizmetten tamamen alıkoyacak aşırılıklara gitmemek için ihtikâr yasağının kapsamı da gerektiği ölçüde tutulmuş, üretim veya arz fazlası malların gelecekteki talepleri karşılamak için ihtiyaten depolanması karaborsacılık kapsamına alınmamıştır. Ayrıca fakihlerin büyük çoğunluğu, bolluk ve ucuzluk anında mal stoklamayı câiz ve hatta müstehap görmüşlerdir. Bunlar, Kur’an’da anlatılan Yûsuf kıssasındaki ihtiyatî stoklama örneğini de (Yûsuf 12/47-49, 55) delil olarak ileri sürerler. İhtikâr niyetiyle yapılan alım işleminin sahih olduğu hususunda Hanbelîler’in dışındaki hukukçuların görüş birliği vardır.

b) İhtikârın Süresi. Mal depolamanın ihtikâr sayılması için asgari bir sürenin gerekip gerekmediği, süre gerekiyorsa bunun uzunluğu konusunda görüş ayrılığı vardır. Süre tahdidi getirmeyen mutlak hadislere dayanan hukukçuların çoğunluğu, halkın zarar görmesiyle neticelenecek her zaman dilimini yasak kapsamına almaktadır. Kan, serum vb. bazı âcil tıbbî müdahale araçlarının birkaç saatlik ihtikârının bile ölümcül sonuçlar doğurabildiği göz önüne alınırsa bu görüşün günümüz şartlarına daha uygun düştüğü anlaşılır. İhtikârdan söz edebilmek için süreyi gerekli görenler ise bunun uzunluğu üzerinde ihtilâfa düşmüşlerdir. “Kim yiyecek maddelerini kırk gün stoklarsa Allah’tan uzaklaştığı gibi Allah da ondan uzaklaşır. Komşuları açken tok sabahlayanlar Allah’ın zimmetinden uzak olurlar” (Müsned, II, 33) meâlindeki hadis ve benzerlerinin zâhirine göre hükmeden Hanefîler’de söz konusu müddeti asgari kırk günle sınırlandırma eğilimi hâkimdir. Bu süre, kişinin Allah katındaki sorumluluğu ve davranışın dinî-ahlâkî hükmü için değil, bir tâcire karaborsacı hükmünün verilip yargılanması için gerekli görülen zaman dilimi olarak anlaşılmalıdır. Hanefî mezhebinde otuz gün görüşü de vardır. Bazı İmâmîler ile İsmâilîler ise karaborsacılık süresini bolluk zamanı için kırk, pahalılık dönemleri için üç gün olarak belirlemişlerdir. Şehîd-i Sânî, müddete değil insanların ihtiyacına itibar edileceğine dair görüşün daha güçlü olduğunu söylemektedir.

Bazı fakihlerin hadislerdeki kırk gün kaydını benimsemesi, o dönem için zararın tahakkuk edeceği ortalama sürenin bu kadar olabileceği fikrini vermektedir. Bu süre, bir ticaret kervanının Resûlullah döneminde gıda maddesi ithalâtında ana merkez olan Şam’a gidiş-dönüş müddetinin kırk gün civarında olmasıyla beraber (İbn Havkal, I, 40) düşünülmelidir. Muhammed Sellâm Medkûr ise kırk sayısının çokluktan kinaye olması ihtimaline dikkat çekmektedir. Ayrıca hadisin başında geçen kırk günlük sınırla sonunda yer alan “komşuları açken tok sabahlamak” ifadesi arasındaki zâhirî tezat da kırk günün, o dönemde karaborsacılığın olumsuz etkisinin gözlenmesi için gerekli mûtat süre-yi gösterdiği fikrini güçlendirmektedir.

c) İhtikârı Yasak Olan Mallar. Asr-ı saâdet’te karaborsacılığa en elverişli şeylerin başında sık sık yokluğu ve kıtlığı çekilen temel gıda maddeleri geliyordu. Bundan dolayı Hz. Peygamber, topluma vereceği zararın büyüklüğüne ve önemine binaen mutlak bir şekilde hükme bağladığı ihtikâr yasağını bazan temel gıda maddeleriyle kayıtlamıştır (Ebû Dâvûd, “Menâsik”, 89). Hz. Ömer ve Ali’nin de ihtikârla mücadelede gıda maddeleri üzerinde özellikle durduğu anlaşılmaktadır (el-Muvaŧŧaǿ, “BüyûǾ”, 56).

İhtikârı yasaklayan hadislerden bazılarının mutlak, bazılarının yiyecek maddeleriyle sınırlı olması sebebiyle hukukçular ihtilâfa düşmüşlerdir. Yiyecekle sınırlı hadisleri esas alan Hanefîler, Şâfiîler ve bazı İbâzîler, yasağı insan ve hayvanlara mahsus temel dayanıklı yiyeceklere hasretmişlerdir. Hanefî mezhebinde müftâ bih olan görüş budur. Bu fakihler, ihtikârın doğuracağı kamu zararının ancak bu zorunlu tüketim maddelerinde gözlendiği noktasından hareket ederler. Söz konusu hadisler yanında Saîd b. Müseyyeb’in bazı yemleri stokladığına dair rivayetleri de göz önünde bulunduran Hanbelîler, sadece insanların dayanıklı temel yiyeceklerinin istiflenmesini haram olan ihtikâr sınıfına sokmaktadır. Onların gerekçesi ise diğer mallara duyulan ihtiyacın umumi olmaması, yani talebin azlığıdır. Ahmed b. Hanbel’den gelen farklı rivayetlerde, insan yiyeceklerinden başka darlığı kamu zararıyla sonuçlanacak diğer tüketim maddelerinin ihtikârı da haram sayılmıştır. Ticaret serbestisiyle kamu zararının önlenmesi arasındaki hassas dengeyi


korumaya çalışan fakihlerin farklı dönem ve şartlar çerçevesinde birbirinden hayli farklı ölçüler önerdiği görülür. Nitekim Muvaffakuddin İbn Kudâme ve Buhûtî gibi Hanbelîler helva, bal, yağ gibi o günün şartlarında katık sayılan yiyecek türleriyle giyecek, hayvan ve yemleri ihtikâr kapsamı dışında bırakırken Şâfiîler’den Şebrâmellisî, katık ve meyveleri de dahil ettiği ihtikâr yasağının toplumsal zaruret halinde her türlü emtiayı kapsayacak şekilde genişletilebileceğini söylemektedir. Özellikle darlığının kamu zararına yol açtığı durumlarda et, meyve, üzüm şırası, bal, peynir, kuru üzüm, tereyağı, susam yağı, iç yağı ve zeytinyağı gibi katıklar da ihtiyaç maddelerinden sayılarak yasak kapsamına dahil edilmiş, bunların ihtikârı kıtlık anında haram, diğer zamanlarda mekruh sayılmıştır (Gazzâlî, II, 73; İbnü’l-Uhuvve, s. 122-123).

Mutlak karaborsacılık yasağına ilişkin hadisleri ve muhtemel kamu zararını esas alan Süfyân es-Sevrî, İmam Mâlik, Ebû Yûsuf ve Şevkânî gibi bir grup fakih ise yokluk veya kıtlığı sıkıntı doğuracak her türlü ihtiyaç maddesini bu çerçeveye sokmuştur. Bununla birlikte Süfyân es-Sevrî ve Mâlik’in meyveleri kapsam dışı bıraktığı da kaydedilmiştir (Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, VI, 22-23). Bu fakihler, mutlak yasağın mukayyed nasla takyid edilemeyeceğini, hadislerdeki “taâm” kavramının örnek için zikredildiğini, bundan yiyecek dışındaki maddelerin karaborsacılığının câiz olduğu şeklinde bir anlam çıkarmanın doğru olmayacağını belirtmişlerdir (meselâ bk. Nevevî, XIII, 46; Şevkânî, V, 250). Günümüzde özellikle gıda, sağlık, tekstil, inşaat, ulaşım, taşımacılık, haberleşme ve enerji sektörlerinin ürettiği bazı temel mal ve hizmetlerin karaborsaya düşmesinden geniş halk kitlesinin büyük zararlar gördüğü göz önüne alınırsa, ihtikâr yasağının kapsamını geniş tutan böyle bir genellemenin toplum yararını koruma ve haksız zararı önleme yönüyle dinin genel amaçlarına daha uygun düştüğü görülür.

d) İhtikârın Yasak Olduğu Mekânlar. İhtikâr yasağına ilişkin hadislerde; gıda maddeleri açısından tamamen dışa bağımlı olduğu için her türlü spekülatif girişimden en büyük zararı görebilecek Mekke’nin ve halkı ticaret veya üretimle yeterince uğraşamayıp ihtiyaçlarını karşılamakta güçlük çektiği için de Medine’nin özellikle zikredildiği ve buralarda ihtikârın yasaklandığı görülür (Ebû Dâvûd, “Menâsik”, 89). Hz. Ömer’in Mekke ve Medine’deki, Hz. Ali’nin de Kûfe’deki ihtikâr faaliyetlerini titizlikle denetlediği bilinmektedir. Bu tür hadislerin zâhirine göre hüküm veren Ahmed b. Hanbel yasağı, temel yiyecek maddeleri bakımından dışa tam bağımlı olan Mekke ve Medine ile sınır boylarında askerlerin yaşadığı kaleler gibi yerlerle sınırlamış, temel yiyecekler açısından sıkıntı çekmeyen Bağdat gibi şehirlerle kırsal kesimi yasak kapsamı dışında tutmuştur. Buna karşılık fakihlerin büyük çoğunluğu halkın zarar görmesini esas aldığından herhangi bir mekân kaydı koymaz. Meselâ Ebû Hanîfe ve onu takip eden birçok Hanefî fakihi, karaborsacılık hükmünün verilebilmesi için bir malın aracılar tarafından bizzat ihtiyaç duyulduğu piyasadan kaldırılması ve malların şehirlerin kendi iç piyasalarından veya oraları besleyen civar beldelerden satın alınması şartını yeterli görür. Muhtemelen Halife Ömer’in bir ictihadına dayanan (Abdürrezzâk es-San‘ânî, VIII, 207) Hanefî ve Mâlikîler’e göre muhtekirin piyasadan kaldırdığı mal üzerinde bütün şehirliler hak sahibidir. Mâlikîler, bu hakkın maliyet fiyatı üzerinden geçerli olduğunu da belirtirler.

e) Mal Depolamasına Ruhsat Verilen Meslek Erbabı. İhtiyaç maddelerini çok uzak yerlerden tüketicinin ayağına getiren tüccar aslında toplum yararına önemli bir hizmet ifa ederken malını stoklayıp halkın yokluk içinde kıvranmasına aldırmadan pahalanmasını bekleyen karaborsacı toplumsal buhrana sebep olmaktadır. Hz. Peygamber’in, “Câlib (şehre uzak yerden mal getiren tâcir) rızıklandırılmış, karaborsacı ise lânetlenmiştir” (İbn Mâce, “Ticârât”, 12) anlamındaki sözleri de bu iki davranış arasındaki ahlâkî çelişkiye işaret etmektedir. Ayrıca uzak yerlerden mal getirerek bolluğa ve insanların ihtiyacını karşılamasına vesile olan kimse Allah yolunda cihada çıkan kişiye benzetilmiş ve şehid sevabı almakla müjdelenmiştir (Hâkim, II, 12). Hz. Ömer’in de şehre mal getirip piyasaya arzedenleri takdir ve teşvik ederek kendilerine kolaylık sağladığı, ellerindeki malı piyasaya sürmeyenleri de uyardığı bilinmektedir (el-Muvaŧŧaǿ, “BüyûǾ”, 56; Müsned, I, 21).

İslâm hukukçularının genel eğilimi kendi ürününün piyasaya arzını geciktiren çiftçi ile şehir dışından getirdiği malı ihtiyaç anında pazarlamayıp bekleten tüccarı, gerek yukarıda zikredilen hadis gerekse bunların kamu yararına bir hizmet ifa etmekte olmaları sebebiyle karaborsacı saymama yönündedir. Bununla birlikte her mezhep içinde karşı görüşte olan ya da ilâve şartlar ileri süren fakihlerin sayısı da az değildir. Meselâ Mâlikîler’den Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, bunların fiyatlarda aşırı artış beklemekte ısrarlı davranmaları halinde günahkâr olacakları görüşündedir. Bir kısım İmâmîler ve Zeydiyye ise kamu zararına yol açması durumunda çiftçi ve câlibin istifçiliğini de ihtikâr kapsamına sokar. Bazı Şâfiîler câlibin istifçiliğini ihtikâr sayarken çiftçininkini saymamaktadır. Ancak İmam Şâfiî buna halkın zarar görmemesi şartıyla cevaz vermektedir. Hadislerdeki yasağın mutlak oluşundan ve kamu zararını önleme noktasından hareket eden Ebû Yûsuf ve Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî câlib, çiftçi ve aracı ayırımı yapmaksızın hepsinin spekülasyonunu aynı sınıfa sokmaktadır. Ebû Yûsuf, karaborsacı hükmü giymesi için câlibin mal çektiği piyasanın yakın ya da uzak olmasının farketmediğini söylerken ikisi arasında ayırıma giden Şeybânî, nâdiren ziyaret edildiği için bu hükmün dışında tuttuğu uzak pazarlardan yapılan alımların alışkanlık haline gelmesi durumunda mesafenin önemini yitireceğini belirtmektedir. Ancak Ebû Hanîfe’ye göre çiftçinin ürününü piyasaya arzetmeyi geciktirmesi ihtikâr olmaz; câlib ve çiftçi mallarını piyasaya çıkarmama hürriyetine sahiptir. İbn Âbidîn’e göre, halkın ihtiyacına rağmen ürününün arzını geciktiren çiftçi karaborsacı suçu işlemiş sayılmasa bile dindaşlarını sıkıntıya sokacak bir darlık ve fiyat artışı beklentisi içinde bulunması bakımından günahkâr kabul edilir. Bazı Hanefîler ise câlible çiftçinin istifçiliğini karaborsacılık saymamakla birlikte şiddetli ihtiyaç anında bunların stoklarını piyasaya sunmalarının efdal olacağını belirtmektedir. Hanbelîler’den Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, Takıyyüddin İbn Teymiyye ve Buhûtî gibi fakihler, câlibin sırf fiyatları arttırarak haksız kazanç sağlamak için yapacağı stokçuluğu mekruh saymışlardır. Mâlikîler’den Hattâb da câlibin malını bekletmesini haram saymamakla birlikte toplumsal ihtiyaç halinde satışa sunmasını vâcip görmektedir.

f) İhtikâra Karşı Önlemler. Resûlullah karaborsacılığa karşı çok kararlı davranmış, çeşitli tedbirler almak suretiyle topluma yönelik zararını önlemiştir. Meselâ bir defasında Medine’ye gelen erzağın tamamını satın alan Hakîm b. Hizâm’a ihtikâr yapmaması uyarısında bulunmuş, yine Medine’de tek bir sahâbînin elindekiler hariç bütün erzağın tükendiği bir sırada ilgili şahsa stoklarını piyasaya çıkarıp


dilediği gibi satmasını ve karaborsacılıktan kaçınmasını emretmiştir. Ayrıca ihtikâra yönelen bazı satıcıların ellerindeki stokları satışa sunmalarını buyurmuş, ancak narh koymaktan kaçınarak fiyatlarını mevcut arztalep dengesine göre belirlemelerine izin vermiştir (Hür el-Âmilî, XII, 316-317). Hz. Peygamber’in karaborsacılık karşısındaki bu tutumu piyasa denetimleri için hisbe teşkilâtının nüvesini de oluşturmuştur. Halife Ömer, Osman ve Ali’nin de karaborsacılığa izin vermedikleri ve bu hususta ya bizzat veya hisbe teşkilâtı vasıtasıyla sıkı önlemler aldıkları bilinmektedir.

Resûlullah ve onun yolundan giden Hulefâ-yi Râşidîn’in serbest rekabeti engelleyip piyasa fiyatlarının sunî olarak artışına sebebiyet veren, yani ihtikâra zemin hazırlayan muameleleri de yasakladıkları bilinmektedir. Meselâ şehirli tüccarın, pazara dışarıdan mal getiren câlib ya da üreticileri karşılayarak piyasa fiyatlarını öğrenmelerine fırsat bırakmadan ellerindekileri ucuza kapatıp daha sonra yüksek fiyatlarla satmasının (telakki’r-rukbân) önlenmesi bu tedbirlerden biridir. Telakki’r-rukbân, satıcıların piyasalarla ilgili bilgiye serbestçe ulaşabilmesi ilkesini zedelemekte ve alıcı tekellerine yol açmaktadır. Bir başka önlem de şehirlinin köylü adına satışının yasaklanmasıdır. Bu tür bir muamelede üreticiyle tüketici arasına giren aracı (simsar) ürünün piyasaya arzını geciktirerek sunî fiyat artışlarına yol açmaktadır. Herhangi bir malın teslim alınmadan satışı da yasaklanmıştır. Çünkü hiçbir ilâve masraf yüklenmediği için satın aldığı malı kabzetmeksizin satıcının depolarında bekletebilme imkânına sahip olan aracı da fiyatlar yükselinceye kadar karaborsacılık yapmaya yönelebilir.

Bu hususta alınan diğer bir önlem de devlet imkânlarıyla iç piyasada arz artışı sağlanmasıdır. Resûl-i Ekrem’in, darlık zamanlarında aralarında Hz. Ebû Bekir’in de bulunduğu bazı tüccarları ithalât için civar bölgelere gönderdiği bilinmektedir. Hz. Ömer de şiddetli kıtlık sebebiyle aşırı derecede yükselen fiyatları Suriye, Filistin ve Mısır eyaletlerinden Medine’ye mal sevkiyatı yapılmasını sağlayarak düşürmeyi başarmıştır. Ayrıca uzun dönemde kullanılmak üzere Câr Limanı’ndaki silolarda ihtiyatî stoklar da oluşturmuştur. Abbâsî Halifesi Muktedir-Billâh döneminde baş gösteren ve karaborsacılar tarafından tırmandırılan şiddetli bir darlık sebebiyle ayaklanma çıkınca karaborsacıların elebaşıları cezalandırılmış, fiyatlara narh konmuş, devlet adamlarına ait dükkânlardaki hububatın piyasaya arzı sağlanmıştı (İbn Miskeveyh, I, 73-75). Muhtemelen son örnekten hareketle Ebû Bekir İbnü’l-Arabî de herhangi bir malın piyasadan çekilmesi halinde halifenin kamu yararı adına devlet ambarlarındaki stokları rayicinin altındaki fiyatlarla arzederek karaborsacılığın önüne geçmesini salık vermektedir.

Devletin, darlığa düşmeye başlayan yerleşim merkezlerindeki temel tüketim mallarının yerel piyasanın dışına çıkarılmasını yasaklaması da bir başka tedbirdir (Ebû Yûsuf’un bu yöndeki bir fetvası için bk. el-Fetâva’l-Hindiyye, III, 214). Kaynaklarda devletin yanında halkın da ihtikârla mücadelede etkin olduğuna, muhtekirleri Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn’e şikâyet ettiğine, yasağı icrada yetersiz kalan halifelere sert uyarılarda bulunduğuna dair örneklere rastlanmaktadır.

g) Yaptırımlar. Naslara dayalı belirli bir cezası bulunmayan ihtikâr fiiline suçun ağırlığı, tekerrürü ve işleniş biçimi de dikkate alınarak ta‘zir ve siyâset-i şer‘iyye çerçevesinde bazı cezalar takdir edilir. Sünnî ve Şiî hukukçuların hemen hepsi, gerektiğinde yetkililerin muhtekiri stoklarını normal piyasa fiyatlarından satmaya icbar edebileceği hususunda fikir birliği içindedir. Ancak Ebû Hanîfe ihtikârı yapılan malların cebren sattırılamayacağı görüşündedir. Çünkü icbar hacre benzer; halbuki hür, akıllı ve ergen bir kimse böyle bir gerekçeyle hacredilemez. Bununla birlikte onun kamu zararının giderilmesine yönelik hacri câiz gördüğü de bildirilmektedir. Ebû Yûsuf ve Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî ise gerektiğinde kişinin malî tasarruflarının kısıtlanabileceği yönündeki görüşten hareketle satış icbarına cevaz vermişlerdir. Bu satış piyasa fiyatından veya gabn-i yesîrle olabilir. İmam Şâfiî de Ebû Hanîfe’ninkine benzer bir görüşü savunmaktadır. Buna karşılık bazı Şâfiîler, bir yıllık ihtiyacından fazla mala sahip olan kişinin kıtlık durumunda bu fazlayı satmaya zorlanacağını ifade eder, hatta yokluğun şiddetlenmesi halinde ihtiyaç fazlası şartını da aramazlar. İmam Mâlik’ten de bu hususta biri müsbet diğeri menfi olmak üzere iki farklı görüş rivayet edilmektedir. Takıyyüddin İbn Teymiyye ve İbn Kayyim el-Cevziyye, karaborsa malların normal piyasa fiyatından (ecr-i misl) satılması gerektiği görüşündedir. Bazı hisbe eserlerinde yer alan, muhtesibin karaborsacıları mallarını piyasaya sürmeye icbarla sorumlu veya rayiç bedelden bizzat dağıtmaya yetkili olduğu şeklindeki görüşler de bu anlamdadır (İbnü’l-Uhuvve, s. 121).

Muhtekirin satış emrine direnmesi halinde hukukçuların üzerinde durduğu yaptırımlar şöyle sıralanabilir: Hz. Ali, Mısır valiliğine tayin ettiği Eşter’e verdiği tâlimatta karaborsacılığa yeltenenleri -aşırıya kaçmayacak şekilde- ibret-i âlem için cezalandırmasını emretmiştir (Şerîf er-Radî, s. 438). Ahvaz Kadısı Rifâa’ya gönderdiği yazılı emirde karaborsacılığı yasaklaması, kuralı çiğneyeni darbetmek ve stokladığı malları satışa çıkarmak suretiyle cezalandırması istenmektedir (Muhammed Mehdî Şemseddin, s. 190). Hanefîler, Mâlikîler, Zeydîler ve İsmâilîler ile bir kısım Şâfiîler’e göre karaborsacılık yapmamaları hususunda yetkililerce nasihat ve uyarılarda bulunulmasına rağmen bunu alışkanlık haline getirenler kamu zararının izâlesi için darp, teşhir ve hapisle cezalandırılabilirler. Bu görüşe katılan Kâsânî’ye göre ise mallarını satmaya zorlanamazlar.

Hanefîler ve Hanbelîler ile Mâlikî mezhebinde tercih edilen görüşe göre halk için hayatî tehlike söz konusu olduğunda karaborsacılığı yapılan mallar müsadere edilebilir. Bir grup fakih ise önce karaborsacıya malını rayiç bedelle ya da gabn-i yesîrle satmasının emredilmesi, bunu yerine getirmezse müsâdereye gidilmesi görüşündedir. Muhtekirin müsâdere edilen malları maliyetine veya normal piyasa fiyatından satılarak ana parası kendisine verilir. Bu malların bedelsiz olarak halka dağıtılabileceği de ileri sürülmüştür. Ancak darlığın bitmesinden sonra imkân bulanlar paylarına düşen miktarı sahibine iade ederler; çünkü ıztırar başkasının hakkını ortadan kaldırmaz. Zeydîler, muhtekirin mallarının onun adına satışa çıkarılamayacağını savunmaktadır.

Fakihlerin büyük çoğunluğu normal şartlarda narh uygulamasına karşı olmakla birlikte kamu zararının önlenmesi düşüncesiyle narhı câiz gören fakihlerin sayısı da hayli fazladır. Narh uygulaması bir yönüyle ihtikâra yönelik bir yaptırım olarak düşünülebilir. Ayrıca bazı hukukçular, normal fiyatlardan satış yapmamakta direnen muhtekirlerin piyasadan ihraç edilerek satış yapmasına izin verilmemesi gerektiği görüşündedir (meselâ bk. Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, VI, 23). Bu arada İbn Hazm gibi gereği halinde muhtekirin mallarının itlâf edilebileceğini savunan,


delil olarak da Hz. Ali’nin hilâfeti döneminde ihtikârı yapılan erzakı yakarak imha ettiğini gösteren fakihler de vardır (İbn Hazm, IX, 65; Gazzâlî, II, 73; İbnü’l-Uhuvve, s. 122). Hz. Ali’nin bu davranışı karaborsacılıkla mücadelede etkin bir yöntem gibi görünse de İmam Mâlik müslümanların mal varlığının israfı olarak değerlendirdiğinden itlâfa karşı çıkmakta, bunun yerine söz konusu metâın ihtiyaç sahiplerine dağıtılmasını önermektedir.

İslâm hukukçularının çoğunluğu, ihtikâr kavramıyla genellikle aracıların yaptığı yerel spekülasyonu kastetmiş, şiddetli darlık esnasında buna câlib ve üreticilerinkini de eklemiştir. Halbuki günümüzde satıcı ve üretici tekelleri (monopol veya oligopol) yanında alıcı tekelleri de (monopson veya oligopson) gözlenmektedir. Tekelcilik ve ihtikâr kavramları özdeş değilse bile mal ve hizmet arzının tek taraflı olarak belirlenebilmesi, kamu zararına yol açılabilmesi ve fiyatların belli bir seviyede ayarlanabilmesi açısından benzeşmektedir. Nitekim belirli bir mal ya da hizmetin toplam üretim düzeyinin önemli kısmını tek firma ya da ortak davranan birkaç firmanın denetlediği durumlarda tekel ortaya çıkmaktadır. İkamesiz bir mal ya da hizmet üreticisinin piyasayı tek başına denetlemesi anlamına gelen tekel, bu avantajı kötüye kullanarak fiyatlarını en yüksek kârı ya da en büyük piyasa payını elde edecek şekilde kendi çıkarları doğrultusunda belirleyebilmektedir. Tek bir alıcı da aynı güce sahiptir. Günümüzdeki tekeller, genellikle girdi olarak yarı mâmul mal alan veya mâmul mal satan sanayiciler tarafından oluşturulmaktadır. Takıyyüdin İbn Teymiyye ve İbn Kayyim el-Cevziyye gibi bazı âlimler, “ihtikâr” başlığı altında olmasa da onunla bağlantılı bir şekilde alıcı ve satıcı tekellerine atıfta bulunmakta ve halkın temel ihtiyaçlarını karşılayan sektörlerdeki iş gücü arzının fâhiş ücret artışı sağlamak amacıyla kısılması halinde bu meslek gruplarının normal piyasa fiyatından çalışmaya zorlanacağını ifade etmektedirler. Yine bu âlimler, muhtemelen loncalara atfen bazı esnaf birliklerinin, alım satım imtiyazına sahip oldukları yiyecek ve diğer metâı tekelcilik yaparak diledikleri fiyatlarla alıp satmalarını zulüm, bağy ve fesad telakki etmekte ve hukukçuların bunlara normal piyasa fiyatları üzerinden narh konması gerektiği hususunda uzlaştıklarını söylemektedir (bk. el-Ĥisbe, s. 22-26, 42; eŧ-Ŧuruķu’l-ĥükmiyye, s. 245-247). Bu birliklerin temel amacı alım satım fiyatlarına ortak sabit bir sınır koymak ve mensupları için belli alım satım kotaları belirlemek suretiyle toplam pazarı paylaşmaktır. Günümüzde, rakip mallar üreten şirketlerin oluşturduğu yatay üretici birlikleri şeklinde tezahür eden karteller de aynı şeyi ulusal ve uluslararası boyutlarda yapmaktadırlar.

Karaborsacılar veya tekellerin, yol açtıkları sunî darlık sonucunda ortaya çıkan fiyat artışları neticesinde sağladıkları ilâve kazanca ekonomi terminolojisinde kâr değil “rant benzeri” veya “yarı rant” denilmektedir. Bu kişiler, arzını istedikleri gibi kontrol edebildikleri ticaret mallarına yönelik talebin mevcut esneksizliğinden faydalanarak geçici sunî bir arz-talep dengesizliği yaratıp fiyatları arttırarak emeksiz kazanç elde etmektedirler. Bunun sonucunda ya karaborsa fiyatlarında yeni bir arz-talep dengesi oluşacak ya da arz arttırılarak fiyatların düşmesi sağlanacaktır. Talebi dengeleyecek arz artışı mümkün olsa bile zaman alacağından bir müddet için birinci ihtimal geçerliliğini koruyacaktır.

Tekellere sırf yapısal özellikleri bakımından karşı çıkılamaz. Çünkü getirisinin düşüklüğü veya büyük yatırımlar gerektirmesi sebebiyle özel sektör tarafından cazip bulunmayan bazı alanlarda üretim yapan kamu iktisadî teşekkülleri de yapıları bakımından genellikle birer tekel olmakla birlikte kamu yararına hizmet için kurulmuştur. Buna karşılık İslâm’ın, piyasa dengeleriyle oynanıp ürünlere aşırı yüksek ya da düşük fiyatlar biçilerek haksız rekabet ortamı yaratılması, daha doğrusu rekabetin yok edilmesi suretiyle haksız kazanç sağlanması ve tüketicilere zulmedilmesine karşı olduğu da açıktır. Tekeller çoğunlukla bu olumsuz tavrı sergileme eğilimi gösterdikleri için yapıları itibariyle olmasa da işlevleri bakımından gayri meşrû konuma düşebilmektedir. Dolayısıyla “sedd-i zerîa”, “Def-i mefsedet celb-i menâfi‘den evlâdır”; “Zarar ve zarara zararla mukabele yoktur” gibi temel ilkelerden hareketle tekelciliğin engellenmesi söz konusu olabilir. Tekellerin bu işlevsel olumsuzluklarına karşılık bunların yer almadığı ve mutlak rekabet ortamının hüküm sürdüğü serbest piyasa ekonomisinin de olumsuz yanları bulunmaktadır. Bunların başında “rekabetin rekabeti öldüreceği” gerçeği gelir ki sonuçta yine tekeller ortaya çıkacak, bu kurumlar da denetlenmediği takdirde piyasadaki dengeler altüst olacaktır. Asr-ı saâdet’teki uygulamalardan anlaşıldığı üzere aslolan, piyasanın tabii işleyişini bozacak olumsuz müdahalelerde bulunmamaktır. İnsan unsurunun yetişkinliğine, dinî ve ahlâkî duyarlılığa önem verilmesi de bu işleyişi kolaylaştıracaktır. Bazı güçlerin piyasaya sunî müdahalede bulunmak suretiyle bu tabii düzeni bozması halinde piyasanın işleyişini izleyen devletin, bu gibi durumlarda ortaya çıkacak olumsuz etkileri gidermek için bir dizi karşı müdahalede bulunması kaçınılmaz olur. İslâm toplumlarının tarihî tecrübesinde bu iş -arka planda yer alan bir dizi dinî ve ahlâkî tedbire ilâve olarak- genellikle hisbe müessesesi aracılığıyla yapılmıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

el-Muvaŧŧaǿ, “BüyûǾ”, 56; Müsned, I, 21, 61, 70, 140, 141, 149; II, 33; V, 27; Müslim, “Müsâķāt”, 129, 130; İbn Mâce, “Ticârât”, 6, 12; Ebû Dâvûd, “Menâsik”, 89, “BüyûǾ”, 40, 47; Tirmizî, “BüyûǾ”, 40; Abdürrezzâk es-San‘ânî, el-Muśannef (nşr. Habîbürrahman el-A‘zamî), Beyrut 1403/1983, VIII, 206-207; Sahnûn, el-Müdevvene, IV, 291; İbn Havkal, Śûretü’l-arż, I, 40; Hâkim, el-Müstedrek, II, 12; Şerîf er-Radî, Nehcü’l-belâġa (nşr. Subhî es-Sâlih), Kum 1387, s. 438; İbn Miskeveyh, Tecâribü’l-ümem, I, 73-75; İbn Hazm, el-Muĥallâ, IX, 64-65; Ebû Ca‘fer et-Tûsî, en-Nihâye fî mücerredi’l-fıķh ve’l-fetâvâ, Beyrut 1400/1980, s. 374-375; Bâcî, el-Münteķā, Kahire 1332, V, 15-17; Gazzâlî, İĥyâǿ (Beyrut), II, 72-73; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, ǾÂriżatü’l-aĥveźî, Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-Arabî), VI, 22-23; Kâsânî, BedâǿiǾ, V, 129; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, XXIII, 25; İbn Kudâme, el-Muġnî, IV, 282-283; Nevevî, el-MecmûǾ, XIII, 44-49; Muhakkık el-Hillî, el-Muħtaśarü’n-nâfiǾ fî fıķhi’l-İmâmiyye, Beyrut 1405/1985, s. 144; Abdullah b. Mahmûd el-Mevsılî, el-İħtiyâr li-taǾlîli’l-Muħtâr (nşr. Mahmûd Ebû Dakīka), İstanbul 1987, s. 160-162; Takıyyüddin İbn Teymiyye, el-Ĥisbe fi’l-İslâm ev vażîfetü’l-ĥükûmeti’l-İslâmiyye, Beyrut, ts. (Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye), s. 21-26, 35, 39-40, 42, 53; İbnü’l-Uhuvve, MeǾâlimü’l-ķurbe fî aĥkâmi’l-ĥisbe (nşr. M. Mahmûd Şa‘bân - Sıddîk Ahmed Îsâ), Kahire 1976, s. 121-123; İbn Kayyim el-Cevziyye, eŧ-Ŧuruķu’l-ĥükmiyye (nşr. Muhammed Hâmid el-Fıkī), Beyrut 1372/1953, s. 243, 245-247, 262; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ķurǿâni’l-Ǿažîm (nşr. Sâmî b. Muhammed es-Selâme), Riyad 1418/1997, V, 412; Ali b. Süleyman el-Merdâvî, el-İnśâf fî maǾrifeti’r-râciĥ mine’l-ħilâf (nşr. Muhammed Hâmid el-Fıkī), Beyrut 1406/1986, IV, 338-339; Şehîd-i Sânî, er-Ravżatü’l-behiyye, Beyrut, ts. (Dârü’t-taârufi’l-matbûât), III, 171, 229-230; İbn Hacer el-Heytemî, ez-Zevâcir Ǿan iķtirâfi’l-kebâǿir, Beyrut 1408/1988, I, 234; Şemseddin er-Remlî, Nihâyetü’l-muĥtâc, Beyrut 1404/1984, III, 472-473; Buhûtî, Keşşâfü’l-ķınâǾ, III, 187-188; Hür el-Âmilî, Vesâǿilü’ş-ŞîǾa (nşr. Muhammed er-Râzî), Beyrut 1412/1991, XII, 312-322; el-Fetâva’l-Hindiyye, III, 213-214; İbn Usfûr el-Bahrânî, el-Ĥadâǿiķu’n-nâżıra (nşr. Muhammed Takī el-Îrevânî), Beyrut 1405/1985, XVIII, 58-66; Seyyâgī, er-Ravżu’n-nađîr şerĥu MecmûǾi’l-fıķhi’l-kebîr, Beyrut, ts. (Dârü’l-cîl), III, 306-308; Şevkânî, Neylü’l-evŧâr, V,


249-251; İbn Âbidîn, Reddü’l-muĥtâr, V, 255-256; Ettafeyyiş, Şerĥu Kitâbi’n-Nîl ve şifâǿi’l-Ǿalîl, Beyrut 1392/1972, VIII, 166, 174-182; The Babylonian Talmud: Baba Bathra (ed. Rabbi Esptein), London 1935, s. 90b-91a; Celâl Yeniçeri, İslâm İktisadının Esasları, İstanbul 1980, s. 284-315; Muhammed Mehdî Şemseddin, el-İĥtikâr fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye: Baĥŝ fıkĥî muķāren, Beyrut 1410/1990; Cengiz Kallek, Asr-ı Saâdet’te Yönetim-Piyasa İlişkisi, İstanbul 1997, s. 146-157; Muhammed Sellâm Medkûr, “el-İĥtikâr ve mevķıfü’t-teşrîǾi’l-İslâmî minh: Baĥş muķāren fi’l-meźâhib”, Mecelletü’l-ķānûn ve’l-iķŧisâd, XXXVI, Kahire 1966, s. 465-511; Kahtân ed-Dûrî, “el-İĥtikâr ve âşâruhû fi’l-fıķhi’l-İslâmî”, el-Ĥađâretü’l-İslâmiyye, IV, Amman 1407/1987, s. 81-212; Mâcid Ebû Ruhayye, “el-İĥtikâr ve dirâse fıķhiyye muķārene”, Mecelletü’ş-şerîǾa ve’d-dirâsâti’l-İslâmiyye, sy. 12, Küveyt 1409/1988, s. 187-218; “el-İĥtikâr”, Mv.Fİ, III, 193-199; “el-İĥtikâr”, Mv.F, II, 90-94.

Cengiz Kallek