HÜSN-i TA‘LÎL

(حسن تعليل)

Bir olay ve olgunun kendisini veya oluş şeklini gerçeğinden farklı sebeplere bağlama amacıyla yapılan edebî sanat.

Sözlükte “güzel sebep gösterme” anlamına gelen hüsn-i ta‘lîl, bir edebiyat terimi olarak herhangi bir olayı gerçek sebebinden farklı, fakat daha güzel ve ifade edilmek istenen fikre uygun bir sebeple oluyormuş gibi gösterme sanatıdır. Arap edebiyatında anlamı ve ifadeyi güçlendiren sanatlardan sayılan hüsn-i ta‘lîl, olayların gerçek sebebini görmezlikten gelerek övgü veya yergide bir şeyi olduğundan daha güzel ya da daha kötü gösterip okuyucuda farklı imajlar uyandırmak amacıyla yapılır. Teftâzânî’ye göre olayın gerçek sebebi ortaya konulacak olursa o zaman sanat adına yapılacak bir şey kalmaz (el-Muŧavvel, s. 436). Bazı belâgat âlimleri, olayın sebebinin gerçek veya hayalî olmasından ziyade onun açık ve kapalı olması üzerinde durmuş, sebeple sebep olanın cümle içindeki konumuna dikkat çekmişlerdir.

Arap edebiyatında bu sanattan “el-istidlâl bi’t-ta‘lîl” adıyla ilk bahseden kişi İbn Sinân el-Hafâcî’dir (ö. 466/1073). Hafâcî, bu kavramın tanımını yapmadan gerçek ve hayalî sebebe dayanan ta‘lîle dair örnekler verir (Sırrü’l-feśâĥâ, s. 277). Daha sonra Abdülkāhir el-Cürcânî, teşbih sanatının somut ve soyut unsurları münasebetiyle hüsn-i ta‘lîle geniş yer vermiş, onu akla ve hayale dayalı olmak üzere iki kısma ayırmıştır. Hayal ürünü olan kavramları “et-tahyîl, et-ta‘lîl, el-ma‘ne’t-tahyîlî, et-ta‘lîlü’t-tahyîlî, et-tahyîl maa’t-ta‘lîl, el-illetü gayrü hakīkıyye” terimleriyle karşılarken (Esrârü’l-belâġa, s. 245-278) hem mutlak ta‘lîl hem de hüsn-i ta‘lîlle ilgili ayrıntılı açıklamalarda bulunmuştur. Yeni şairlerin (muhdesûn, müteahhirîn) bu edebî sanatı kullanarak çok güzel örnekler ortaya koyduklarını söyleyen


Cürcânî, bir ta‘lîl ve tahyîl çeşidi olarak gördüğü hüsn-i ta‘lîli, “şairin bir iş veya oluşun bilinen yaygın sebebini terkederek kendince daha uygun bir sebep bulması” şeklinde tarif eder. Olayın sebebinin hayalî ve gerçek olmasına, teşbih temeline dayanıp dayanmamasına göre hüsn-i ta‘lîlin ayrıntıları üzerinde durarak örneklerle açıklamalarda bulunur (a.g.e., s. 256-278).

Arap edebiyatında hüsn-i ta‘lîl tabirini ilk kullanan Fahreddin er-Râzî (Nihâyetü’l-îcâz, s. 297) nazım çeşitlerinden saydığı hüsn-i ta‘lîlin isim ve tanımı ile Zemahşerî’ye nisbet edilen örnek beyti zikrederken Reşîdüddin Vatvât’ın Farsça Ĥadâǿiķu’s-siĥr adlı eserinden etkilenmiştir (krş. s. 84-85). Buna göre hüsn-i ta‘lîl, bir beyitte biri diğerinin sebebi olan iki vasfın birlikte anılmasıdır. Bu ise daha çok söz dizimi esas alınarak yapılmış, mutlak ta‘lîle daha uygun bir tanım olmakla birlikte verilen örnek hüsn-i ta‘lîlle ilgilidir. Bu edebî sanatla alâkalı olarak hayalî sebebin ortaya konulmasında ısrar bulunduğu için belâgat âlimleri “sanki, gibi” şeklinde zan ve şüphe ifadeleri içeren ta‘lîl türünü bizzat hüsn-i ta‘lîl değil ona bağlı bir alt konu olarak kabul etmişlerdir (Teftâzânî, s. 439). Kur’an’da hüsn-i ta‘lîl örnekleri bulunmamasına karşılık gerçek sebep zikrine dayalı ta‘lîller mevcuttur.

İster nazım ister nesir olsun bir eserde kullanılan edebî sanatların doğrudan veya dolaylı olarak hüsn-i ta‘lîlle bir ilişkisi vardır. Bu sebeple edebiyatın baştan sona hüsn-i ta‘lîlden ibaret olduğunu söylemek mümkündür.

BİBLİYOGRAFYA:

Tehânevî, Keşşâf, I, 388-389; II, 1045; İbn Sinân el-Hafâcî, Sırrü’l-feśâĥa, Beyrut 1402/1982, s. 277; Abdülkāhir el-Cürcânî, Esrârü’l-belâġa (nşr. H. Ritter), Beyrut 1403/1983, s. 241-282; Reşîdüddin Vatvât, Ĥadâǿiķu’s-siĥr fî deķāǿiķi’ş-şiǾr (nşr. Abbas İkbâl), Tahran 1342 hş., s. 84-85; Fahreddin er-Râzî, Nihâyetü’l-îcâz fî dirâyeti’l-iǾcâz (nşr. Bekrî Şeyh Emîn), Beyrut 1985, 297; İbn Ebü’l-İsba‘, Taĥrîrü’t-taĥbîr (nşr. Hıfnî M. Şeref), Kahire 1383, s. 309-313; a.mlf., BedîǾu’l-Ķurǿân (nşr. Hıfnî M. Şeref), Kahire 1392/1972, s. 109; Şehâbeddin Mahmûd el-Halebî, Ĥüsnü’t-tevessül ilâ śınâǾati’t-teressül (nşr. Ekrem Osman Yûsuf), Bağdad 1980, s. 223-224; Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb, VII, 115-116; İbnü’l-Esîr el-Halebî, Cevherü’l-Kenz: Telħîśu Kenzi’l-berâǾa (nşr. M. Zağlûl Sellâm), İskenderiye 1983, s. 239; Hatîb el-Kazvînî, el-Îżâĥ fî Ǿulûmi’l-belâġa (nşr. M. Abdülmün‘im Hafâcî), Kahire 1400/1980, II, 518-523; Yahyâ b. Hamza el-Alevî, eŧ-Ŧırâzü’l-müteżammin li-esrâri’l-belâġa (nşr. Abdüsselâm Şâhîn), Beyrut 1415/1995, s. 465-466; Safiyyüddin el-Hillî, Şerĥu’l-Kâfiyeti’l-bedîǾiyye (nşr. Nesîb Neşâvî), Dımaşk 1403/1983, s. 283-284; Teftâzânî, el-Muŧavvel Ǿale’t-Telħîś, İstanbul 1309, s. 436-439; İbn Hicce, Ħizânetü’l-edeb ve ġāyetü’l-ereb, Kahire 1304, s. 416-417.

İsmail Durmuş




TÜRK EDEBİYATI. Türk edebiyatında hüsn-i ta‘lîl, Arap belâgatına göre fazla ayrıntılı olmayıp daha yalın bir söz sanatıdır ve belâgatın bedî‘ bahsinde yer alır. Bu sanata “hüsn-i tevcîh” de denilir. Edebî sanatları psikolojik temellere dayandırarak yeni bir tasnif denemesi yapan Ali Nihad Tarlan, hüsn-i ta‘lîli heyecana bağlı ve doğrudan doğruya heyecan mahsulü sanatlar arasında göstermiştir.

Şiir sanatının hayale verdiği önem itibariyle hüsn-i ta‘lîl, bir olayın gerçek sebebinin göz ardı edilerek heyecan unsurunun ön plana çıkarılmasını sağlar. Şairin, olup bitenleri hakikî ve mantıkî sebeplerden başka ruha cazip gelen hayalî sebeplere bağlaması yahut aklî verileri örtüp onun yerine gönlündeki özlemleri ön plana çıkarması ifadeyi güçlendirir. Hadiselere o andaki ruh halinin yorumunu katmak, hayatı ve dış dünyayı kendisine nasıl geliyorsa öyle algılamak isteyen her sanatkâr hüsn-i ta‘lîle başvurur. Şiirde ise şairin ümitsizlikleri, karamsarlıkları, üzüntü veya kuruntuları kadar ümitleri, tesellileri, mutlulukları, idealleri veya sevinçleri de belli bir heyecanın mahsulü olarak hüsn-i ta‘lîl yoluyla kolayca anlatılabilir. Özellikle kendisi için eşyada bir mânevî mesaj yahut derin hakikatler aramaya meyilli şairlerde hüsn-i ta‘lîle sık rastlanır. Bu şairlere göre yağmurun yağışı semanın kendisi için ağlamasına, güneşe bakınca gözlerinin yaşarması güneşe benzeyen sevgiliyi anıp hasretle göz yaşı dökmesine, şarabın kırmızı oluşu güzellerin dudağındaki rengi görünce kendinden utanıp kızarmasına, miskin siyahlığı yüzünün karalığına, yol kenarlarındaki servilerin sıra sıra dizilişi oradan geçecek olan servi boyluyu seyretme arzusuna bağlı tecellîler olarak algılanabilir. Bu bakımdan Arap, Fars ve Türk belâgatlarında önemli bir edebî sanat kabul edilen hüsn-i ta‘lîl sebepten ziyade sonuçla ilgili bir anlam zenginliğine sahiptir ve genellikle ilk mısrada anlatılan olay, ikinci mısrada alışılmışın dışında bir sebeple izah edilmek suretiyle gerçekleştirilir. Böylece zikredilen gerçek dışı sebep, sözü edilen oluşuma uygun analojik bir sonuç doğurarak muhatabı hızla aynı hissî mantık silsilesi içine çekip hayrete düşürür. Öne sürdüğü sebeplerin hale uygunluğuna inanan bir sanatçının bilinen şeyleri bilinmeyen sebeplerle açıklama yolunu denediği hüsn-i ta‘lîlin başarısı muhatapta uyandırdığı heyecanla ölçülür. Meselâ Fuzûlî “Su Kasidesi”ndeki, “Hâk-i pâyine yetem der ömrlerdir muttasıl / Başını taştan taşa vurup gezer âvâre su” beytinde suyun (Dicle ırmağı) gürül gürül akışını, Hz. Peygamber’in ayağının toprağına ulaşabilmek için hasretle başını taştan taşa vurarak ilerlemesi şeklinde göstermektedir. Necâtî’nin, “Lâlehadler yine gülşende neler etmediler / Servi yürütmediler goncayı söyletmediler” beytinde de lâle yanaklı güzellerin gül bahçesine girmesiyle servinin olduğu yerde çakılıp kaldığı, goncanın da dilinin tutulduğu ifade edilmektedir. Gerçekte servi zaten yerde sabit durmakta, goncanın da söz söyleme gibi bir özelliği bulunmamaktadır. Necâtî Bey bu gerçek sebeplere şairane bir üslûpla biri sevgilinin boyunu, diğeri de dudağını görmekle kendilerinden geçip bu özelliklerini yitirdikleri şeklinde bir yorum ve izah getirmektedir.

Hüsn-i ta‘lîl, gerçek sebebi maksatlı olarak bilmezlikten gelerek (tecâhül-i ârif) onun yerine başkasını koymak bakımından teşbih sanatlarına benzer. Ancak teşbihin unsurlarını müşahhas varlıklar oluştururken hüsn-i ta‘lîlde müşahhas varlıklar mücerred duygu ve hayallerle izah edilir.

Belâgat kitaplarının bir kısmı, hüsn-i ta‘lîli sebebin yahut ispatın mümkün olup olmaması yönünden alt bahislere ayırmışlardır (meselâ bk. Bilgegil, s. 212-216; Muallim Nâci, s. 14). Gösterilen sebebin kati olmaması halinde şibh-i hüsn-i ta‘lîl (yarı hüsn-i ta‘lîl) ortaya çıkar. Bu durumda ifadede “galiba, sanki, âdeta, meğer” gibi zan bildiren bir kelime yer alır. “Bâriş-i bâran müsâdif düştü hicran şânına / Oldu sandım hâlime rahm eyleyip giryan sehâb” beytinde (a.g.e., a.y.), şairin yağmurun yağmasını kendi haline ağlamak şeklinde gösterirken “sandım” diyerek şüphesini bildirmesi hüsn-i ta‘lîli yarıya indirmektedir.

Hüsn-i ta‘lîl klasik Türk şiirinde sıkça kullanılmıştır. Ancak şairler, sanat gösterme gayretinden ziyade tabii olarak zihinlerine geliveren ifadelerdeki hüsn-i ta‘lîli tercih etmişler, hatta zarif insanlar da konuşmaları arasında sık sık bu sanattan faydalanarak nükteler yapmışlardır. İki büklüm olup güçlükle yürüyen bir ihtiyarın, “Böyle ne yapıyorsunuz?” sorusuna


“Yitirdiğim gençliğimi arıyorum” cevabını vermesi, yahut kahvenin yasaklandığı bir dönemde kahve kavurmakla meşgul bir tiryakiye zaptiyenin, “Ne yapıyorsun?” demesi üzerine biraz fazla kavrulmuş olan kahveyi göstererek, “Bunu yakıyorum” demesi gibi.

BİBLİYOGRAFYA:

Ebû Hilâl el-Askerî, MiǾyârü’l-belâġa (trc. M. Cevâd Nusayrî), Tahran 1372 hş., tercüme edenin mukaddimesi, s. 68-69; Muallim Nâci, Istılâhât-ı Edebiyye, İstanbul 1307, s. 10-14; Said Paşa, Mîzânü’l-edeb, İstanbul 1305, s. 259-261; Süleyman [Paşa], Mebâni’l-inşâ, İstanbul 1289, II, 65-67; Menemenlizâde Tâhir, Osmanlı Edebiyatı, İstanbul 1314/1896, s. 221-223; Ali Nihad [Tarlan], Edebî Sanatlara Dair, İstanbul 1932, s. 27-29; Tâhirü’l-Mevlevî, Edebiyat Lügatı (nşr. Kemal Edib Kürkçüoğlu), İstanbul 1973, s. 56; Mustafa Nihad Özön, Edebiyat ve Tenkid Sözlüğü, İstanbul 1954, s. 126; M. Kaya Bilgegil, Edebiyat Bilgi ve Teorileri, Ankara 1980, s. 212-216; İsa Kocakaplan, Açıklamalı Edebî Sanatlar, İstanbul 1992, s. 41-44; Numan Külekçi, Açıklamalar ve Örneklerle Edebî Sanatlar, Ankara 1995, s. 142-148; İskender Pala, Ansiklopedik Dîvan Şiiri Sözlüğü, Ankara 1995, s. 265; a.mlf., “San’at, Hüsn-i Ta‘lilden İbarettir”, Kültür Dergisi, II/12, İstanbul 1998, s. 20-21.

İskender Pala