HUMUS

(الخمس)

Ganimetlerden devlet bütçesine ayrılan beşte birlik pay.

Sözlükte “beşte bir” anlamına gelen humus kelimesi, İslâm hukuku literatüründe ganimetlerden ve bu hükümde olan mallardan kamu adına, belirli alanlarda sarfedilmek üzere alınan beşte birlik (yüzde yirmilik) payı ifade eder. Kökleri İslâm öncesi Arap toplumuna kadar uzanan bu kavram, Hz. Peygamber ve sahâbe uygulaması ile önemli ölçüde belirgin hale gelmiş, bu dönemdeki tartışmalar ve uygulama örneği daha sonraki dönemde oluşan hukuk doktrinini etkilediği gibi uygulamalar için de model teşkil etmiştir. Klasik dönem genel fıkıh kitaplarında zekât (rikâz) ve siyer (ganimet, fey, seleb) ana bölümlerinde veya kamu maliyesiyle ilgili “el-emvâl” türü eserlerde ayrıntılı biçimde ele alınan humusun, Sünnî fıkhında daha dar kapsamlı tutulmasına karşılık Şîa fıkhında ve uygulamasında ayrı bir önem kazanıp kurumlaştığı görülmektedir.

Siyer âlimlerinin çoğunluğuna göre İslâm döneminde ilk defa, Bedir Gazvesi’nden bir süre önce gönderilen Abdullah b. Cahş kumandasındaki seriyyenin bir Kureyş kafilesinden ele geçirdiği ganimetten humus ayrılmıştır. Abdullah b. Cahş, bu ganimetin beşte birini Hz. Peygamber’e ayırarak geri kalan kısmını seriyyedeki arkadaşları arasında paylaştırmış (İbn Sa‘d, II, 10-11; İbn Habîb, s. 116), Ebû Yûsuf’un belirttiğine göre ise Abdullah b. Cahş bu ganimeti taksim etmeden Medine’ye getirmiş ve Resûl-i Ekrem ganimeti alarak beşe bölmüştür (er-Red, s. 11-12). Abdullah b. Cahş seriyyesinin Bedir’den önce gönderildiği bilindiğine ve bu seriyyenin ele geçirdiği ganimetin beşte birinin alınmasının humusun farz kılınmasından önce olduğu kabul edildiğine göre (İbnü’l-Arabî, ǾÂriżatü’l-aĥvezî, XI, 222; İbn Seyyidünnâs, I, 228) İslâm öncesi dönemde kabile reislerinin ve akıncı kumandanlarının ganimetin dörtte birini kendileri için almaları şeklindeki teamülün (Cevâd Ali, V, 264-267) İslâm döneminde de kısmî bir değişiklikle devam ettirildiği söylenebilir.

Ele geçirilen ilk büyük ganimet Bedir ganimetleri olup rivayete göre ganimetin helâlliğini bildiren âyet de (el-Enfâl 8/68-69) bu sırada inmiştir. Bedir ganimetleri toplandığında ganimetler konusunda henüz öngörülmüş veya belirlenmiş şer‘î bir hüküm yoktu. Bedir Gazvesi sona erince, Abdullah b. Cahş örneğinde görüldüğü üzere ganimetlerin taksimi konusunda Hz. Peygamber tarafından onaylanan veya bizzat yapılan geleneksel bir uygulama bulunduğu için Bedir ganimetlerinin taksim biçimi konusunda bir belirsizlik yaşanmadığı, dolayısıyla savaşa katılanların ganimetlerden pay sahibi oldukları, hatta bunun oranını bildikleri ve bu noktada bir tartışmanın meydana gelmediği söylenebilir. Âyette (el-Enfâl 8/1) geçen “enfâl” kelimesinin humus ve teşvik ödülü anlamında kullanıldığı görüşünden (Ebû Ubeyd, s. 383; Taberî, CâmiǾu’l-beyân, IX, 114-115) hareket edilecek olursa enfâl konusundaki tartışma bu noktadan sonra başlamış olmalıdır. Şöyle ki: Resûlullah, mevcut gelenek uyarınca Bedir ganimetlerini taksim ederek beşte birini almıştır. Bu arada gazilerden bir kısmı bu beşte birin ne olacağını sormuş, bazıları da savaştan önce vaad edilen teşvik ödülünü (nefel, çoğulu enfâl) istemiştir. Bu arada esirler konusu da gündeme gelmiş olabilir. Nitekim Müslim’in Mus‘ab b. Sa‘d’dan rivayetine göre Sa‘d b. Ebû Vakkās, Bedir günü Hz. Peygamber’in humustan aldığı bir kılıcı kendisine hibe etmesini talep etmiş, Resûl-i Ekrem bu talebi uygun görmemiş ve bunun üzerine, “Sana enfâlden soruyorlar. De ki: Enfâl Allah’a ve Peygamber’e aittir. O halde siz -gerçek- müminler iseniz Allah’tan korkun, çekişmeyi bırakın, Allah’a ve Resulü’ne itaat edin” (el-Enfâl 8/1) meâlindeki âyet nâzil olmuştur (Müslim, “Cihâd”, 33; krş. Tirmizî, “Tefsîrü’l-Ķurǿân”, 9). O esnada henüz humus âyetinin (el-Enfâl 8/41) inmediği göz önüne alınınca, Müslim’in bu rivayetinde geçen “humustan alınan kılıç” ifadesini Bedir ganimetlerinin mevcut teamüle göre taksim edildiği şeklinde anlamak gerekecektir. Nitekim Buhârî ve Müslim’in Hz. Ali’den tahrîc ettikleri, “Bedir günü biri ganimetten payıma düşen, diğeri Hz. Peygamber’in humustan verdiği olmak üzere iki devem vardı” (Buhârî, “Farżü’l-ħumus”, 1; Müslim, “Eşribe”, 2) şeklindeki rivayet de Bedir’de humus olduğu tezini desteklemektedir. Siyer âlimleri, bu âyetin Bedir ganimetlerinin taksiminden sonra indiğinde hemfikir olduğuna göre Bedir’deki humus uygulamasının humusu öngören Enfâl sûresinin 41. âyetine göre yapıldığını söylemek pek mümkün değildir. Nitekim Bedir’de humus uygulandığını söyleyenler hariç tutulursa (İbn Kesîr, II, 284) siyer âlimlerinin çoğunluğunun aksi yöndeki ifadelerini, “Enfâl sûresinin 41. âyeti uyarınca humus olmadı” şeklinde anlamak gerekir. Öte yandan İbn Sa‘d’ın, “Bedir’den sonraki ilk humus uygulaması Benî Kaynukā‘ ganimetlerinde olmuştur” (İbn Sa‘d, II, 29-30) şeklindeki ifadesi de Bedir’de mevcut gelenek uyarınca humus uygulandığı, âyetin nüzûlünden sonraki ilk humus uygulamasının ise Benî Kaynukā‘da olduğu intibaını vermektedir.

Âyette geçen enfâl kelimesine “ganimet” anlamı verildiğinde ise ganimetler konusunda bir teamülün bulunmayıp bir belirsizliğin olduğunu ve bu belirsizliğin ganimetlerin Allah ve Resulü’ne ait kılınarak kaldırıldığını söylemek gerekir. Nitekim bu görüşte olanların bir kısmı, ganimetler konusunda bir teamülün varlığını gösteren Abdullah b. Cahş olayını mevsuk saymamış, bir kısmı da Abdullah b. Cahş ganimetlerinin Bedir’e kadar bekletilip Bedir ganimetleriyle birlikte taksim edildiğini söylemiştir. Bu ikinci yaklaşım ganimetin Bedir’de helâl kılınmasına uygun düşmektedir. Buna göre


ganimetlerin hükmü henüz bilinmediği için Abdullah b. Cahş ganimetleri bekletilmiş, Bedir’de helâl kılındıktan sonra hak sahiplerine dağıtılmış olmaktadır (a.g.e., II, 11). Bu takdire göre yukarıdaki âyetin (el-Enfâl 8/68-69) Bedir günü insanların -henüz kendilerine helâl kılınmadan önce- ganimetlere koşuşmaya başlaması üzerine indiği rivayetinin (Tirmizî, “Tefsîrü’l-Ķurǿân”, 9; Ebû Ubeyd, s. 386; Taberî, X, 31-32; Beyhakī, VI, 290-291) doğru olduğunu, bu âyetin ardından, önce ganimette yetki sahibini belirleyen Enfâl sûresinin 1. âyetinin ve daha sonra ganimetteki nihaî hükmü belirleyen aynı sûrenin 41. âyetinin indiğini söylemek uygun olur.

Abdullah b. Cahş seriyyesinin ele geçirdiği ganimet bir tarafa bırakılacak olursa, Hz. Peygamber’in yaptığı ilk beşte bir alma (tahmîs) uygulamasının zamanı hakkında da farklı görüşler vardır. İbn Kesîr gibi bazı âlimler, Hz. Ali ile Sa‘d b. Ebû Vakkās’tan nakledilen hadislere (yk. bk.) dayanarak Bedir’de humus uygulandığını ileri sürmüştür. Çoğunluk ise Bedir’de humus uygulanmadığı görüşünde olduğu için bu rivayetleri farklı şekillerde yorumlamıştır. Meselâ İbn Battâl’ın, “Bedir’de humus uygulanmadığı hususunda siyer âlimlerinin ihtilâfı yoktur” şeklindeki ifadesinden hareket eden Aynî, humusun Bedir’de uygulandığını gösteren Hz. Ali hadisini de, “Ali’ye verilen deve, Abdullah b. Cahş seriyyesinde elde edilen ganimetin beşte birinden olmalıdır” şeklinde yorumlar ve humus emrinin, Resûl-i Ekrem’in katıldığı son ganimet olan Huneyn ganimetleri hakkında geldiğini söyler (ǾUmdetü’l-ķārî, VII, 119-120). İbn Sa‘d ise Bedir’den sonraki ilk humus uygulamasının Benî Kaynukā‘ ganimetlerinde olduğunu belirtmektedir (eŧ-Ŧabaķāt, II, 29-30). Bunun yanında ilk humus uygulamasının Benî Kurayza Gazvesi’nde ve daha sonra olduğu yönünde rivayetler de vardır. Bunu Hayber ve Vâdilkurâ ganimetlerinden humus alınması takip etmiştir. Benî Nadîr ve Fedek arazilerinden ise barış yoluyla ele geçirildiği için Haşr sûresinin 6-10. âyetlerinin (fey) hükmü uygulanarak humus alınmamıştır. Bu uygulama örnekleri ve buna ilâveten Hz. Ömer döneminde fethedilen Irak topraklarının diğer ganimet malları gibi dağıtıma tâbi tutulmayıp bütün müslümanların yararına olmak üzere haraç karşılığında yerli halkın elinde bırakılması ve bu süreç içinde gündeme gelen karşı görüşler, konu etrafında ileride oluşan doktrin için de önemli bir malzeme teşkil etmiştir.

Tahsil Usulü. Ganimetlerden ve ganimet hükmünde olan şeylerden, âyette belirtilen sınıflara ve kamu yararına sarfedilmek üzere devlet tarafından tahsil edilmesi bakımından humus tıpkı zekât ve fey gibi devlet gelirlerinden biri olmaktadır. Hz. Peygamber Abdülkays heyeti hadisinde humus edâsını namaz, oruç ve zekâtla birlikte emretmiştir (Buhârî, “Farżü’l-ħumus”, 2).

Humus seleb*in ayrılmasından sonra (Şâfiî, el-Üm, IV, 142; İbn Hazm, Merâtibü’l-icmâǾ, s. 114), fakihlerden bir kısmına göre ise ganimetten payları bulunmayan köle, kadın, çocuk ve ehl-i zimmet gibi yardımcı güçlere gazilerin paylarını geçmeyecek miktarda hizmet bedeli (radh) verildikten sonra kalan ganimetin beşte birlik kısmıdır. Nefelin ganimetin bütününden mi, humustan mı, yoksa Resûl-i Ekrem’in humustaki payından mı olduğu da İslâm hukukçuları arasında tartışmalıdır (Şâfiî, el-Üm, IV, 143).

Sünnî fıkıh ekollerine göre humus, esasen savaş yoluyla ele geçirilen ve genelde ganimet olarak adlandırılan mallardan alınır. Ancak Hz. Peygamber’in ele geçirilen topraklarla ilgili uygulamaları arasında görülen bazı farklılıklar, Hz. Ömer’in Irak topraklarına daha farklı bir sistem uygulamış olması, savaşla ele geçirilen topraklardan humus alınıp alınmayacağı konusunda fakihlerin farklı görüşler ileri sürmesine imkân vermiştir. Bununla birlikte doktrinde bu tür arazilerde tasarruf yetkisinin devlet başkanına kaldığı, isterse beşte birini alarak geri kalanı dağıtabileceği, isterse dağıtmaksızın fey olarak bırakabileceği görüşü ağırlık kazanmıştır (Ebû Yûsuf, el-Ħarâc, s. 27; Yahyâ b. Âdem, s. 18-19, 27; Ebû Ubeyd, s. 69-78; ayrıca bk. GANİMET). Öte yandan fey, seleb, define ve madenlerden humus alınıp alınmayacağı fakihler ve hukuk ekolleri arasında tartışmalı bir konudur.

Fakihlerin çoğunluğu, feyde humus bulunmadığı ve feyin Haşr sûresinin 7-10. âyetlerinde zikredilen kimselere dağıtılacağı, dolayısıyla bütün müslümanlara ait olduğu görüşündedir. Şâfiî’ye göre ise tıpkı ganimet gibi feyin de humusu alınır, geri kalan beşte dört Peygamber’in hakkıdır. Şâfiî, Resûlullah’ın kendisine ait olan bu beşte dördü ailesinin nafakasına harcadığını, artakalanı da savaş hazırlığı gibi işlerde kullandığını belirterek onun ölümünden sonra tıpkı ganimetten seçip aldığı safî* gibi feyin beşte dördünün de -tevarüs yoluyla veya başka bir yolla- artık kimseye ait olmayıp İslâm’ın ve müslümanların yararına sarfedileceğini söylemiştir (el-Üm, IV, 139-140, 153). Şâfiî, cizye yanında silâhlı çarpışma olmaksızın düşmandan elde edilen diğer malları da fey kapsamına almaktadır. Ebû İshak eş-Şîrâzî’nin belirttiğine göre kâfirlerin korkup kaçarak geride bıraktıkları veya kendilerine ilişilmemesi için verdikleri şeyler fey sayıldığı gibi korku durumu olmaksızın kâfirlerden alınan cizye ve ticaret vergileri de (uşûrü’t-ticârât) fey kapsamındadır. Birinci tür feyin beşte birinin alınacağında Şâfiî hukukçuları arasında ittifak bulunmakla birlikte ikinci tür feyin beşte birinin alınmasında tartışma vardır. Şîrâzî sahih görüşe göre bunun da beşte birinin alınacağını söylemiştir.

“Rikâzda humus vardır” (Buhârî, “Zekât”, 66, “Müsâķāt”, 3) hadisinden hareketle rikâzın beşte birinin vergi olarak alınacağında ittifak bulunmakla birlikte rikâzın mahiyeti ve muhtevası hakkında farklı görüşler vardır. Definenin hükmü konusunda Hz. Ömer’den üç ayrı uygulama nakledilmiştir. Birinde beşte birini alıp kalanını bulan kimseye vermiş, birinde hepsini beytülmâle koymuş ve birinde de hepsini bulana vermiştir (Ebû Ubeyd, s. 428-431). Bununla birlikte definenin rikâz kapsamına girdiği hususunda belli bir görüş birliği sağlanmış, fakat madenin rikâz kapsamına girip girmediği, dolayısıyla madende humus olup olmadığı tartışmalı kalmıştır (Yahyâ b. Âdem, s. 31). Meselâ Irak ehli madenin ve definenin rikâz olduğu ve her ikisinden humus alınacağı görüşünde iken Hicaz ehli madenin ayrı bir statüsünün bulunduğu görüşünü benimsemiştir. Öte yandan define ve madenin humusa tâbi olup olmadığı konusunda bunların cinsine, bulunduğu arazinin devlete veya şahsa ait oluşuna, kara yahut denizden çıkarılışına göre de bazı ayırımların yapıldığı, bu konularda aynı mezhebe mensup fakihler arasında bile görüş farklılığının bulunduğu görülür (bk. DEFİNE; MADEN).

Harcama Yerleri. Enfâl sûresinin 41. âyetinde humusun Allah’a, Peygamber’e ve onun yakın akrabasına, yetimlere, yoksullara ve yolculara ait olduğu belirtilmektedir. Ekseri âlimler burada Allah’ın teberrüken ve söze başlangıç kabilinden anıldığını, dolayısıyla humustan Allah’a ayrılacak bir pay bulunmadığını söylemiştir. Allah’a pay ayrılacağını söyleyenlerden bazıları bu payın Kâbe’ye harcanacağını, bazıları da Peygamber’e ait olacağını


ileri sürmüştür. Bir kısım âlimler de humusta Allah’a ait bir pay bulunduğunu, fakat bunun beşte bir veya altıda bir şeklinde değil taksimden evvel devlet başkanının takdir edeceği bir miktar olduğunu ifade etmişlerdir. Çoğunluğun görüşü esas alındığında âyetin anlamı şöyle olur: Humus Allah’a aittir, humusta tasarruf yetkisi ise anılan sınıflar için kullanılmak üzere siyasî otoriteyi temsil eden Peygamber’indir. Resûl-i Ekrem’den bu kanaati destekleyici mahiyette sözler nakledilmiştir (el-Muvaŧŧaǿ, “Cihâd”, 22; Buhârî, “Farżü’l-ħumus”, 7; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 149; Şevkânî, Neylü’l-evŧâr, VII, 260). Ayrıca Hz. Peygamber zamanında humusun dört kısma bölündüğü ve Peygamber’in humustan pay almadığı yönünde rivayetler de vardır (Ebû Ubeyd, s. 21, 408; Cessâs, IV, 243-244). Ancak Resûl-i Ekrem’in humusun beşte birini aldığına dair rivayetler (Ebû Yûsuf, el-Ħarâc, s. 23; Ebû Ubeyd, s. 22, 408-409) genel kabul görmüştür. Hanefî, Şâfiî ve Hanbelî mezhepleri, Hz. Peygamber zamanında humusun bir pay Peygamber’e, bir pay yakın akrabasına ve birer pay da diğerlerine olmak üzere beş kısma bölündüğü kanaatini paylaşırlar.

Humusta Resûl-i Ekrem’e ait bir pay bulunduğunu ileri sürenler, bu payın veriliş sebebinin peygamberlik mi yoksa devlet başkanlığı mı olduğu noktasında farklı görüştedirler. Bu payın peygamberlik sebebiyle hak edildiğini ileri sürenler Resûl-i Ekrem’in vefatından sonra bunun artık düştüğünü, devlet başkanlığı sebebiyle hak edildiği görüşünde olanlar ise onun ölümünden sonra bu payın gelecek devlet başkanına ait olduğunu söylemişlerdir.

Humus âyetinde zikredilen sınıflar içinde en fazla tartışma konusu olan sınıf yakın akrabadır (zevi’l-kurbâ). Bunların kimliği, humustaki haklarının sübût ve devamı gibi hususlarda değişik görüşler bulunmaktadır. Bazı âlimler bütün Kureyş’in, bazıları yalnızca Hâşimoğulları’nın, çoğunluk ise Hâşimoğulları ve Muttaliboğulları’nın zevi’l-kurbâ olduğunu belirtmişlerdir. İmam Mâlik, Şâfiî ve bazı Hanefîler bunların payının sadakadan (zekât) bedel olduğu, yani bu gruba zekât almalarının yasaklanmış olmasına karşılık böyle bir ayrıcalık tanındığı kanaatindedir (Cessâs, IV, 247; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, Aĥkâmü’l-Ķurǿân, II, 857; Şâfiî, Aĥkâmü’l-Ķurǿân, I, 76; krş. Serahsî, X, 13). Çoğunluk görüşünü Hz. Peygamber’in bu yöndeki uygulamasına dayandırır. Resûl-i Ekrem, zevi’l-kurbâ payını Abdülmuttalib’in dedesi olan Abdümenâf b. Kusayy’ın dört oğlundan Hâşim ve Muttalib soyundan gelenler arasında dağıtmış, Nevfel ve Abdüşems oğullarına pay vermemiştir. Hz. Peygamber Hayber humusunu dağıtırken Nevfeloğulları’ndan Cübeyr b. Mut‘im ile Abdüşemsoğulları’ndan Osman b. Affân onun yanına gelerek, “Hâşimoğulları’na ve Muttaliboğulları’na veriyorsun, bize vermiyorsun; Hâşimoğulları’nın faziletini biliyoruz. Ancak Muttaliboğulları’nın akrabalık derecesiyle bizim akrabalık derecemiz aynıdır” demişler, Resûl-i Ekrem parmaklarını birbirine kenetleyerek, “Hâşimoğulları ve Muttaliboğulları aynı şeydir -onlar Câhiliye devrinde ve İslâm’da beni terketmediler-” diye cevap vermiştir (Buhârî, “Farżü’l-ħumus”, 17; Şâfiî, el-Üm, IV, 146).

Hz. Peygamber’in vefatından sonra halifelerin, zevi’l-kurbâ payı konusunda nasıl davrandıklarına dair çelişik rivayetler vardır. Resûl-i Ekrem’in kendi payı ile birlikte zevi’l-kurbâ payının ne olacağı hususunda ihtilâf edilmiş, bunun Hz. Peygamber’in akrabasına veya devlet başkanının akrabasına verileceği şeklinde görüşler de mevcut olmakla birlikte asıl görüşler ve uygulama, Resûl-i Ekrem’in ve akrabalarının payının savaş hazırlığı için harcanması yönünde ağırlık kazanmıştır (Ebû Yûsuf, el-Ħarâc, s. 21; Ebû Ubeyd, s. 416). Ömer b. Abdülazîz’in Peygamber’in pa-yı ile zevi’l-kurbâ payını Hâşimoğulları’na gönderdiği de nakledilmektedir (Ebû Yûsuf, el-Ħarâc, s. 21). Ebû Yûsuf, İbn Abbas’tan, Resûlullah zamanında humusun bir pay Allah ve Resulü, dört pay da diğerleri için olmak üzere beş kısma bölündüğünü, Hulefâ-yi Râşidîn devrinde ise üçe taksim edildiğini nakletmektedir (a.g.e., s. 19). İbn Hazm, Hz. Ebû Bekir’in humusu tıpkı Hz. Peygamber gibi dağıttığını, ancak Resûl-i Ekrem’in akrabasına vermediğini, fakat Hz. Ömer ve Osman’ın Resûlullah’ın akrabasına pay verdiğini belirtir (bu yönde rivayet için bk. Ebû Ubeyd, s. 416; Ebû Dâvûd, “İmâre”, 20; krş. Ebû Ubeyd, s. 416) ve Ebû Bekir’in Hz. Peygamber’in akrabasına pay vermeme gerekçesi olarak da diğer müslümanların o sırada şiddetli ihtiyaç içerisinde olmasını gösterir (el-Muĥallâ, VII, 328). Hz. Ali, İbn Abbas ve Ebû Ca‘fer’den (Muhammed b. Ali), zevi’l-kurbâ payının Resûl-i Ekrem’in vefatı ile düşmediği kanaatinde oldukları yönünde rivayetler nakledilmektedir. Hz. Ali’nin humustaki paylarının yönetimini Hz. Peygamber’den istediği, Peygamber’in de bu yetkiyi ona verdiği, Ömer zamanına kadar dağıtım işini Ali’nin yürüttüğü, Ömer’in son dönemlerinde dağıtması için kendisine zevi’l-kurbâ payını gönderdiği, onun da, “Şimdi buna ihtiyacımız yok, müslümanların ise ihtiyacı var; sen bunu onlara harca” dediği ve, “Ömer’den sonra bu pay için bir daha bizi çağıran olmadı” dediği (Ebû Yûsuf, el-Ħarâc, s. 20; ayrıca bk. Ebû Dâvûd, “İmâre”, 20), İbn Abbas’ın bir rivayette, “Ömer, humustan dullarımızı evlendirmemizi ve borçlarımızı ödememizi teklif etti. Biz bunu kabul etmeyerek payımızı bize vermesini istedik, fakat o bunu kabul etmedi” (benzer bir rivayet için bk. Ebû Dâvûd, “İmâre”, 20; Ebû Ubeyd, s. 419), bir başka rivayette ise, “Biz humusun bize ait olduğunu söylüyorduk ama kavmimiz bunu bize vermedi” dediği (Müslim, “Cihâd”, 137) nakledilmiştir. Ebû Ca‘fer de Hz. Ali’nin humus hakkındaki görüşüyle ilgili olarak, “Ali’nin görüşü Ehl-i beyt’inin görüşü gibi idi; fakat Ali, Ebû Bekir ve Ömer’e muhalefet etmeyi hoş görmedi” demiştir (Ebû Yûsuf, el-Ħarâc, s. 19; Şâfiî, el-Üm, IV, 147-148; Ebû Ubeyd, s. 417). Bu farklı rivayetler, humus konusunda Sünnî kesimle Şîa arasındaki farklı anlayış ve uygulamalar için gerekçe teşkil etmiştir.

Humusun beşte üçünün yetim, miskin ve ibnüssebîle ait olduğunda ve bunların humustaki paylarına ihtiyaç sebebiyle hak sahibi oldukları konusunda önemli bir görüş ayrılığı yoktur (Cessâs, IV, 250; İbn Hazm, Merâtibü’l-icmâǾ, s. 114).

Resûl-i Ekrem’in vefatından sonra humusun taksim biçimine ilişkin olarak İslâm âlimleri arasında ciddi görüş farklılıkları ortaya çıkmıştır. Hanefî mezhebine göre humus üç kısma bölünür; bir pay yetimlere, biri miskinlere, biri de ibnüssebîle verilir (Şeybânî, el-CâmiǾu’ś-śaġīr, s. 124). Bu üç sınıfa pay verilmesinin şartı fakirliktir. Hz. Peygamber’in humustan pay alma illeti peygamberlik olduğu için vefatı ile birlikte bu pay düşmüştür. Hanefîler’in, zevi’l-kurbâ payının Resûl-i Ekrem’in vefatı ile düştüğü konusundaki dayanağı, ilk üç halifenin uygulaması yanında zevi’l-kurbânın humusta pay sahibi olma illeti konusundaki anlayışlarıdır. Hanefîler’e göre zevi’l-kurbâ bu payı, sadece akrabalık sebebiyle değil buna eklenen arka çıkma (nusret) ve birlikte olma (sohbet) sebebiyle hak etmişlerdir. Nusret, herkesin Hz. Peygamber’i terkettiği


boykot sırasında onu yalnız bırakmama ve etrafında toplanma fedakârlığıdır. Resûlullah’ın vefatından sonra nusret durumu kalktığından bu pay da düşmüştür. Ancak fakir olmaları halinde zevi’l-kurbâ diğer fakirlerden önce pay sahibi olurlar. Bunların humustaki payının zekâtın kendilerine haram kılınmasının bedeli olduğu hususundaki kanaat Hanefîler’in bu görüşleriyle uyum içindedir.

Mâlikî mezhebine göre humus ve fey sarf yerleri itibariyle aynı olup her ikisinde de tasarruf devlet başkanının ictihadına bırakılmıştır. Her ikisi de adı geçen sınıflara tahsis edilmeksizin bütün müslümanlar için olup gerektiğinde onların yararına sarfedilmek üzere beytülmâle konulur.

Şâfiî mezhebine göre humus beş kısma bölünür (Şâfiî’nin, humusun dört kısma bölüneceği görüşünde olduğuna dair yorum için bk. Kiyâ el-Herrâsî, III-IV, 159, 160). Şâfiî, Hz. Peygamber’in kendisine ait olan bu payın ailesinin nafakasından artakalan kısmını kamu yararına (mesâlih) harcadığı kanaatinde olduğu için onun vefatından sonra humusun kamu yararına harcanacağını söylemiştir (el-Üm, IV, 143, 144; Şîrâzî, II, 316; bu görüşün tenkidi için bk. Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, Aĥkâmü’l-Ķurǿân, II, 860-861). Şâfiî hukukçuları, Resûl-i Ekrem’e ait olan payın sarf yeriyle feyin (beşte dördünün) sarf yerini birleştirmişler ve bunların sınır güvenliği, hâkimlerin, müezzinlerin maaşları gibi kamu yararı ağırlıklı hizmetlere sarfedileceğini belirtmişlerdir. Şâfiî’ye göre zevi’l-kurbânın humustaki paya hak kazanma sebebi akrabalık olduğu için Hz. Peygamber’den sonra da bu isim altına girenlere pay ayrılır (el-Üm, IV, 147-153). Bu pay Resûlullah’ın akrabasına, zengin fakir, küçük büyük ayırımı gözetmeksizin ve kadına bir, erkeğe iki pay olacak şekilde verilir. Bir pay fakir yetimlere, bir pay miskinlere ve bir pay da ibnüssebîle ayrılır. Her sınıfın payı bizzat kendisine verilir (a.g.e., IV, 144, 147; Şîrâzî, II, 316-317). Fey konusundaki ihtilâf dışında Hanbelî mezhebinin görüşü de Şâfiîler’inki gibidir (İbn Kudâme, s. 90).

Humusun, âyette zikredilen sınıflar dışında harcanıp harcanmayacağı hususu da fakihler arasında tartışma konusudur. Humusun anılan sınıflar dışına sarfedilemeyeceği, devlet başkanının bu sınıflardan hangisi mevcutsa ictihadına göre ona vereceği görüşünde olanlar bulunmakla birlikte (Yahyâ b. Âdem, s. 17) çoğunluğun temayülü bunun devlet başkanının yetkisinde olduğu, mesâlih ve adaleti gözetmek şartıyla dilediği gibi tasarrufta bulunabileceği yönündedir. Tartışmanın kaynağı, âyette sınıfların zikredilmesinin belirleme mi yoksa örneklendirme mi sayılacağı, diğer bir ifadeyle âyette bu sınıfların anılması, humusun bunlara sarfedilmesinin cevazını mı yoksa vücûbunu mu göstereceği noktasında toplanmaktadır. Hanefî ve Şâfiî hukukçularının çoğunluğu âyette sayılan sınıfların hak sahipleri olduğu görüşündedir. Yetim ve miskinin humustan paya hak kazanmasının illetinin isim değil ihtiyaç olduğunda aynı görüşte olmakla birlikte zevi’l-kurbânın istihkak illeti konusunda aralarında görüş ayrılığı vardır. Mâlikî hukukçularına göre ise âyette sınıfların sayılması, hak sahiplerinin açıklanması değil sarf yerinin açıklanması amacına yöneliktir (Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, Aĥkâmü’l-Ķurǿân, II, 859, 862). Görüş ayrılığının bir diğer sebebi de Hz. Peygamber’in humusta ne yönde tasarrufta bulunduğu konusunda farklı rivayetlerin mevcut olmasıdır. Bazı rivayetler, Resûl-i Ekrem zamanında humusun beş kısma bölünüp anılan sınıflar arasında dağıtıldığını, bazı rivayetler, humusun hemen dağıtılmayıp ihtiyaç anında sarfedilmek üzere bekletildiğini ve bazı rivayetler de humusun anılan sınıflara tahsis edilmeksizin bunlar dışındaki kişilere de verildiğini göstermektedir. Câbir b. Abdullah’ın dediğine göre humus Allah yolunda ve toplumun karşılaştığı sıkıntılara harcanırdı. Mal çoğalınca yetimlere, miskinlere ve ibnüssebîle verilmeye başlandı (Ebû Yûsuf, el-Ħarâc, s. 20). Cessâs bu rivayeti, Hz. Peygamber’in humusu parçalara ayırmayıp bundan hak sahiplerine verdiği şeklinde yorumlamıştır (Aĥkâmü’l-Ķurǿân, IV, 244). Resûlullah’tan da bu kanaati destekleyici mahiyette ifadeler nakledilmiştir (Buhârî, “Farżü’l-ħumus”, 7). Buhârî’nin konuyla ilgili olarak açtığı bab başlıkları (“Farżü’l-ħumus”, 6, 7, 15 ve 17. bablar), onun humusun devlet başkanının ictihadına bırakıldığı görüşünde olduğu izlenimini vermektedir.

Hz. Peygamber’in humus gelirinden müellefe-i kulûba ve başkalarına verdiğine (Buhârî, “Farżü’l-ħumus”, 19; Ebû Ubeyd, s. 407) ve humus mallarının yönetim ve dağıtım işlerini yürütmek üzere görevli tayin ettiğine dair rivayetler bulunmaktadır (Müslim, “Zekât”, 167-168). Aynı şekilde Hz. Ömer’den, humusun anılan sınıflar arasında en fazla ihtiyaç içerisinde bulunanlara ve sayıca çok olanlara sarfedileceği yönünde görüş nakledilmiştir (Ebû Ubeyd, s. 419).

Atâ el-Horasânî, feyin ve humusun sarf yerlerinin aynı oluşundan hareketle Haşr sûresinin 6 ve 7. âyetlerinden muradın ganimetin humusu olduğunu söylemiştir (İbn Receb, s. 21). Buna göre humus, âyette zikredilenlere has olmayıp bütün müslümanlara ait hale gelmektedir. Mekhûl, Ömer b. Abdülazîz ve Mâlik de humusun fey gibi olduğunu, devlet başkanının bundan zengin fakir herkese verebileceğini söylemiştir (Ebû Ubeyd, s. 402-403; İbn Rüşd, I, 315). Bazı âlimler de devlet başkanının humusun tamamını nefel olarak dağıtabileceğini belirtmişlerdir. Ebû Ubeyd, prensip olarak humusun âyette anılan sınıflar dışına sarfedilemeyeceği görüşünü savunmakla birlikte Hz. Peygamber ve sahâbeden gelen haberlerin büyük çoğunluğunun humusun devlet başkanının görüşüne bırakıldığı yönünde olduğunu söylemiş ve buna dayanarak başka yere harcanmasının daha hayırlı görülmesi durumunda bunun câiz olduğunu ifade etmiştir. Ancak anılan sınıflar daha fazla ihtiyaç içerisinde iseler bu takdirde başka yere sarfedilemez. Ebû Ubeyd’in, humus ve feyin adı geçen sınıflar dışına taşırılmasının cevazına dair gerekçesi, her ikisinin de zekâttan farklı olarak öncelikle Allah’a ait kılınmış olmasıdır (el-Emvâl, s. 403, 409-412).

Bütün bunlar, humusun anılan sınıflara has olmadığını ve genel olarak bütün müslümanların yararına sarfedileceğini hissettirmektedir. Öyle görünüyor ki humus siyasî otoriteyi temsil eden Hz. Peygamber’in görüşüne bırakılmıştır. Resûl-i Ekrem, bu yetkiye dayanarak ilk zamanlarda humusu öncelikle toplumun karşılaştığı sıkıntılara harcamış, bundan artanı anılan sınıflar arasında dağıtmıştır. Sonraları mal çoğalınca humusu bir fon altında toplamış ve ihtiyaç oldukça ihtiyaç sahiplerine vermiştir. Bu fonun fey fonu ile birleştirildiği yönünde kuvvetli rivayetler bulunmakla birlikte zekât fonu ile birleştirilip birleştirilmediği konusunda farklı rivayetler vardır.

BİBLİYOGRAFYA:

el-Muvaŧŧaǿ, “Cihâd”, 22; a.e.: rivâyetü Muĥammed b. el-Ĥasan eş-Şeybânî (nşr. Abdülvehhâb Abdüllatîf), Kahire, ts. (el-Mektebetü’l-İlmiyye), s. 113; Buhârî, “Farżü’l-ħumus”, 1, 2, 6, 7, 15, 17, 19, 41, 48-51, 53, 56, “Zekât”, 66, “Müsâķāt”, 3; Müslim, “Cihâd”, 33, 137, “Eşribe”, 2, “Zekât”, 50, 167-168; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 149, “İmâre”, 20; Tirmizî, “Tefsîrü’l-Ķurǿân”, 9; Ebû Yûsuf, el-Ħarâc, s. 18-23, 27;


a.mlf., er-Red Ǿalâ Siyeri’l-EvzâǾî, Kahire 1957, s. 11-12; Şeybânî, el-Aśl (nşr. Ebü’l-Vefâ Efgānî), Beyrut 1990, II, 154-155; a.mlf., el-CâmiǾu’ś-śaġīr, Beyrut 1986, s. 124, 133-134; Yahyâ b. Âdem, el-Ħarâc, s. 17-19, 27, 31-32; Şâfiî, Aĥkâmü’l-Ķurǿân, I, 76; a.mlf., el-Üm, IV, 139-140, 142, 143, 144, 146-153, 181; Abdürrezzâk es-San‘ânî, el-Muśannef, V, 237-240, 310; Ebû Ubeyd, el-Emvâl, s. 20-25, 69-78, 382-436; İbn Sa‘d, eŧ-Ŧabaķāt, II, 10-11, 29-30; Taberî, CâmiǾu’l-beyân, IX, 114-115, 168-176; X, 31-32, 44; Tahâvî, el-Muħtaśar, Kahire 1950, s. 165-169; Kudâme b. Ca‘fer, el-Ħarâc (Zebîdî), s. 235-240; Cessâs, Aĥkâmü’l-Ķurǿân (Kamhâvî), IV, 222-224, 229-230, 243-250; İbn Habîb, el-Muĥabber, s. 116; Şerîf el-Murtazâ, el-İntiśâr (nşr. M. Rızâ Seyyid Hasan), Beyrut 1985, s. 86-87; Mâverdî, el-Aĥkâmü’s-sulŧâniyye, s. 176-179; İbn Hazm, CevâmiǾu’s-sîre, s. 80; a.mlf., el-Muĥallâ, VII, 328; a.mlf., Merâtibü’l-icmâǾ, [baskı yeri ve tarihi yok] (Dârü Zâhidi’l-kudsî), s. 114; Beyhakī, es-Sünenü’l-kübrâ, VI, 290-346; Ebû Ya‘lâ, el-Aĥkâmü’s-sulŧâniyye, s. 136-152; Şîrâzî, el-Müheźźeb, II, 316-318; Serahsî, el-Mebsûŧ, X, 8-14, 40-41; Kiyâ el-Herrâsî, Aĥkâmü’l-Ķurǿân, III-IV, 155-161; Ebü’l-Velîd İbn Rüşd el-Ced, el-Muķaddimât, Beyrut, ts. (Matbaatü’s-Saâde), Beyrut 1408/1988, s. 269-272; Necmeddin Ebû Hafs en-Nesefî, Ŧâlibetü’ŧ-ŧalebe (nşr. Şeyh Halîl), Beyrut 1986, s. 168-173; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, Aĥkâmü’l-Ķurǿân, II, 834-839, 854-865, 882-885; a.mlf., ǾÂriżatü’l-aĥveźî, Beyrut, ts. (Dârü’l-Kütübü’l-ilmiyye), XI, 201-223; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, I, 315-316, 325-326; İbn Kudâme, el-MuķniǾ fî fıķhi Aĥmed b. Ĥanbel, Beyrut, ts. (Dârü’l-Kütübü’l-ilmiyye), s. 89-91; Sıbt İbnü’l-Cevzî, Îŝârü’l-inśâf (nşr. Nâsırü’l-Alî el-Huleyfî), Kahire 1987, s. 235-237; Kurtubî, el-CâmiǾ, VIII, 9; Beyzâvî, el-Ġāyetü’l-ķuśvâ (nşr. Ali Muhyiddin el-Karadâğî), [baskı yeri ve tarihi yok] (Dârü’n-Nasr), I, 965-972; İbn Seyyidünnâs, ǾUyûnü’l-eŝer, I, 228; İbn Cüzey, Ķavânînü’l-aĥkâmi’l-fıķhiyye, Beyrut, ts. (Dârü’l-Kalem), s. 99-101; İbnü’t-Türkmânî, el-Cevherü’n-naķī fi’r-reddi Ǿale’l-Beyhaķī (Beyhakī, es-Sünenü’l-kübrâ içinde), VI, 292-293; Zeylaî, Naśbü’r-râye, [baskı yeri yok] 1392/1973 (el-Mektebetü’l-İslâmiyye), III, 397-434; İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ķurǿân, II, 284; İbn Receb, el-İstiħrâc li-aĥkâmi’l-ħarâc, Beyrut 1399/1979, s. 21; Ebü’l-Fazl el-Irâkī, Ŧarĥu’t-tesrîb, VII, 244-251; Aynî, ǾUmdetü’l-ķārî, [baskı yeri yok] 1972 (Mustafa el-Bâbî el-Halebî), VII, 119-120; Şevkânî, Neylü’l-evŧâr, VII, 260; a.mlf., es-Seylü’l-cerrâr (nşr. Mahmûd İbrâhim Zâyed), Beyrut 1404/1985, II, 91-107; Cevâd Ali, el-Mufaśśal, V, 264-267; Ebû Sâlih Muhammed el-Fettâh, Aĥkâmü ve âŝârü’l-ħums fi’l-iķtiśâdi’l-İslâmî, Kahire 1988; Hasan el-Hüseynî el-Kazvînî, el-Ħums fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye, Beyrut 1412/1991; Abdulaziz A. Sachedina, “al-Khums: The Fifth in the Imami Shi‘î Legal System”, JNES, XXXIX-XLI (1980), s. 275-289; M. Jawad Maghniyyah, “Zakāt and Khums According to Five Schools of Islamic Law” (trc. Mujahid Hasan), et-Tevĥîd, X/1, Tahran 1413/1992, s. 123-138; “Ħums”, Mv.F, XX, 10-20.

H. Yunus Apaydın




Şîa’da Humus. Genel İslâmî anlayışa göre ganimetten ve bu hükümde sayılan belli mallardan alınan beşte birlik payı ifade eden humus Şîa’da V. (XI.) yüzyıldan itibaren daha geniş kapsamlı değerlendirilmiş, onların fıkıh literatüründe zekâttan sonra ayrı bir bölüm halinde ele alınmış ve giderek kurumlaşmıştır. V. yüzyıldan sonra İmâmiyye fakihlerinin tamamı ve Zeydî âlimlerinin bir kısmı, Enfâl sûresinin 41. âyetinde belirtilen ganimetin sözlükte mutlak olarak “kazanç ve kâr” anlamına da geldiğini söyleyerek humusun sahasını genişletmişlerdir. Humus olarak verilmesi gereken çok az bir miktarı bile vermeyen kişinin Ehl-i beyt’e zulmettiği ve onların hakkını gasbedenlerden sayıldığı ifade edilerek bu görevin yerine getirilmesi mânevî müeyyideye bağlanmıştır (Muhsin et-Tabâtabâî, IX, 442). İmâmiyye’ye göre humusa tâbi olan mallar yedi kısma ayrılır. 1. Ganimetler. Ganimet, müslümanların kâfirlerle yaptıkları savaş sonucunda ele geçirdikleri her türlü maldır. Savaşın imamın huzuru yahut gaybeti zamanında yapılmasında, savunma veya taarruz maksatlı olmasında fark yoktur. Ehl-i beyt’e husumet besleyenlerle (Nevâsıb) yapılan savaşlar neticesinde elde edilen ganimetlere de aynı hükümler uygulanır. Bu durumda muhaliflerin mallarının ellerinden alınması ve ihtiyata uygun görüşe göre humusunun ödenmesi gerekir. 2. Yıllık gelirlerin ihtiyaç fazlası. Kişinin bir yıl içinde elde edip, yıl sonunda ihtiyacından artakalan gelirleri humusa tâbidir. Bu gelirleri ticarî, sınaî, ziraî, el sanatları, ücret, aylık, hediye ve mükâfat gibi yollarla elde edilen kazançlar teşkil eder. Kendisi için bir yıl başı tayin eden kişi yıl sonunda şahsının ve ailesinin ihtiyaçları ile iş hayatına ait masraflarını çıkardıktan sonra geri kalan kazancının humusunu vermekle mükelleftir. 3. Madenler. İnsanların yararına olan her türlü tabii servetler bu gruba girer. Madenin sahipli yahut sahipsiz araziden çıkarılması, ayrıca işleticisinin bir kişi yahut bir grup olması neticeyi değiştirmez. Madeni çıkaran kişinin kâfir olması halinde hâkimin onu humus ödemeye mecbur tutma yetkisi vardır. 4. Künûz veya rikâz. Önceki nesiller tarafından herhangi bir yerde biriktirilmiş yahut saklanmış olan her türlü maldır. Ele geçirilen ve nisab miktarına ulaşan bu mallarda belli bir müslümana ait olduğunu gösteren bilgiler varsa ona verilir. Müslümana ait olduğu halde sahibi veya vârisi bulunamazsa bulan kişi humusunu ödedikten sonra mala sahip olur. Belli bir müslümana ait olduğu konusunda bilgi yoksa ve arazinin mülkiyeti bulana aitse humusunu ödedikten sonra ona sahip olur. 5. Denizden çıkarılan mallar. Deniz veya nehirden çıkarılan her türlü kıymetli şeyler humusa tâbidir. Bu işi gelişmiş aletlerle yapmak veya denizin sahile attığı kıymetli taşları toplamak sonucu değiştirmez. 6. Mülkiyeti zimmîye intikal eden arazi. Herhangi bir arazinin mülkiyetinin satış, sulh, hibe veya başka bir yolla gayri müslime intikal etmesi halinde üzerindeki mesken ve tarım ürünleri dikkate alınmaksızın sadece arazi değerinin beşte biri humus olarak ödenir. Zimmînin temellükten sonra müslüman olmasıyla humus düşmediği gibi temellük ameliyesi tekrarlandıkça humus ödemesi de tekrarlanır. 7. Haramla karışmış helâl mal. Elde edilen malın bir kısmı meşrû, bir kısmı hileli ve gayri meşrû yollardan kazanılmış ve bu mallar birbirine karışmışsa malın meşruiyeti için humus ödenmesi gerekir. Kişinin helâl ve haram olmak üzere sahip bulunduğu malları bulunuyor ve kendisine kimlerin hakkının geçtiğini bilemiyorsa bütün mallarının beşte birini humus olarak verir, böylece kalan malları kendisine helâl olur. Humusa tâbi mallarda, define ve madenler hariç, nisab aranmaz (Hür el-Âmilî, VI, 338-355).

Zeydiyye’de ise humusa konu olan mal ve gelirler üç kısma ayrılır. 1. Kara veya deniz avcılığı ile ele geçirilen şeyler, kara ve denizden çıkarılan yahut yüzeyinden toplanıp buluntu (lukata) statüsüne girmeyen hazine, inci, amber, misk, kendiliğinden biten ot vb. şeyler. 2. Savaşta ganimet olarak alınan menkul ve gayri menkul mallar. 3. Haraç, muamele ve zimmet ehlinden alınan cizye gibi gelirler (İbnü’l-Murtazâ, el-Baĥrü’z-zeħħâr, II, 212; a.mlf., ǾUyûnü’l-ezhâr, s. 145).

Humusun sarfedileceği yerlere gelince, İmâmiyye ve Zeydiyye fakihleri bunu Enfâl sûresinin 41. âyetinde belirtilen tertibe uygun olarak altı kısma ayırırlar: Allah, Peygamber, Resûlullah’ın akrabası, yetimler, fakirler ve yolda kalmışlar. İmâmiyye’ye göre Allah’ın payı doğrudan doğruya Hz. Peygamber’e intikal eder, böylece onun humus hissesi ikiye çıkmış olur. İmâmiyye âlimleri bu görüşlerini Ca‘fer es-Sâdık’tan nakledilen ve Allah’ın hakkı olan şeyin velisine intikal edeceğini belirten bir hadise dayandırmaktadırlar (Küleynî, I, 537). Âyetteki “zevi’l-kurbâ”dan maksat, Resûl-i Ekrem’in vefatından sonra imam ve veliyyü’l-emr olması hasebiyle mâsum imamdır. Buna göre Ali ve


Fâtıma neslinden gelen mâsum imam Hz. Peygamber’e yakınlığı dolayısıyla “sehmü’l-imâm” denilen ve ikisi veraset, biri de asalet yoluyla intikal eden üç hisseye sahip olmaktadır. Bu konuda Ehl-i beyt imamlarından pek çok haber rivayet edilmiştir (meselâ bk. Ebû Ca‘fer et-Tûsî, Tehźîbü’l-aĥkâm, IV, 128; Hür el-Âmilî, VI, 355-364). Resûlullah’ın yakınlarının Hâşimîler olduğu hususunda İmâmiyye’nin icmâı vardır. Bu konudaki düşüncelerini dayandırdıkları delillerden biri, Ca‘fer es-Sâdık’a humus âyeti sorulduğunda Hz. Peygamber’in hissesinin kendilerine ait olduğunu belirtmesidir (a.g.e., VI, 362). Zeydiyye’ye göre Allah’ın payı toplumun yararı için harcanır, Peygamber’in payı zâhir ve mevcut ise imama verilir, değilse o da toplum yararı için harcanır. Üçüncü hisse erkek kadın, zengin fakir ayırımı yapılmaksızın Hâşimîler’e tevzi edilir (İbnü’l-Murtazâ, ǾUyûnü’l-ezhâr, s. 145-146). Ca‘fer es-Sâdık’tan gelen bir habere dayanan İsmâilîler’e göre savaşta elde edilen ganimetler beşe ayrıldıktan sonra beşte birinin yarısı imama, yarısı İsmâilîler’in yetim, fakir ve yolda kalmışlarına, kalan beşte dört ise savaşa katılanlara dağıtılır (Nu‘mân b. Muhammed, I, 386).

On ikinci imamın 260 (874) yılında gaybete girmesiyle başlayan gaybet-i suğrâ ve 329’dan (941) günümüze kadar süren gaybet-i kübrâ dönemlerinde imamın humus payının nasıl muhafaza ve teslim edileceği konusunda belirleyici bir nas bulunmadığı için İmâmiyye içinde geniş ölçüde ihtilâflar doğmuştur. Bazı âlimler, imama ait hissenin ayrılmasının da ayrılmamasının da mubah olduğunu ileri sürerken bazıları humusun ayrılıp bir yere konmasını ve imam ortaya çıktığında ona verilmesi için vasiyet edilmesini gerekli görmüşlerdir. Bu arada bazı Şiî âlimleri, imam geldiğinde yeryüzü, içinde bulundurduğu bütün kıymetli şeyleri dışarı atacağından hissesinin yere gömülmesi icap ettiğini, bazıları da gömmek veya imama teslim etmek üzere daha sonraki nesillere emanet etme konusunda kişinin muhayyer bulunduğunu belirtmişlerdir (Ebû Ca‘fer et-Tûsî, el-İstibśâr, II, 57-62; a.mlf., el-Mebsûŧ, I, 263-264). Yıllık gelirlerin, kapsamına dahil edilmediği humus gaybet-i suğrâ döneminde imamın vekilleri olan sefirler (süferâ veya nüvvâb) tarafından toplanmış, gaybet-i kübrânın başlamasından yaklaşık bir asır sonra kapsamına yıllık gelir de dahil edilerek imamın dolaylı temsilcisi sayılan ve ictihad şartlarını taşıyan âdil müctehidlere verilmeye başlanmıştır. Bu durumda İmâmiyye mensupları, humusun yarısını merci-i taklîdlere bizzat ulaştırmak yahut onların görevlendirdiği temsilcilerine teslim etmekle mükelleftirler. Eğer bir beldede şartları taşıyan merci-i taklîd veya müctehid yoksa bir başka yerdekine vermek gerekir. Âdil müctehid kendisine intikal eden meblağı meşrû işlere harcadığı sürece hiçbir mercie karşı sorumlu değildir. Humus payını müctehide vermek mümkün olmazsa bu pay şer‘î hâkim vasıtasıyla sarf mahallerine ulaştırılır ve toplanan meblağ İslâm toplumunun umumi faydaları dikkate alınarak imamın rızâsına uygun geniş bir çerçeve içinde sarfedilir. Humusun imamın hissesi dışında kalan üç payı ise Hâşimîler’den yetimler, fakirler ve yolda kalmışlara verilir. Humus verilen kişinin müslüman, yetimlerin de fakir olması şartı aranır. Bazı taklid mercilerine göre humus verilecek kimsede ayrıca adalet şartı da bulunmalıdır. On iki imama inanmayanlara humus verilmez (meselâ bk. Ebü’l-Kāsım el-Hûî, s. 274). Diğer taraftan kişi bakmakla mükellef bulunduğu kimselere humus veremez. Bu üç sınıfın ihtiyaçlarından artakalan meblağ, İslâm ümmetinin yararı için harcanmak üzere veliyyü’l-emre teslim edilir.

Şîa fıkhında humusun zamanla yıllık kazançlara teşmil edilmesi, ilgili âyetin (el-Enfâl 8/41) hükmüne ve Hz. Peygamber’in hadislerine aykırı olduğu gerekçesiyle eleştirilmiştir. Zira söz konusu âyetin hem lafzında hem bağlamında humusun ganimet olarak elde edilen mallardan verilmesi gerektiği hususu çok açık olduğu gibi hadis kaynaklarında da farklı bir kayıt yoktur. Çağdaş Şiî âlimlerinden Mûsâ el-Mûsevî, Resûl-i Ekrem’in ve başta Hz. Ali olmak üzere Şîa’nın imam kabul ettiği kişilerin hayatlarında yıllık gelirlerden humus toplattıklarına dair herhangi bir bilginin bulunmadığını söyler (eś-ŚırâǾ, s. 66). Ancak V. (XI.) yüzyıldan sonra Şiî âlimleri, Abbâsî halifelerinin malî bakımdan kendilerine destek olmamaları üzerine kazançlardan da humus verilmesi gerektiğini ifade etmiş ve bu konuda bazı rivayetler ortaya atmışlardır (a.g.e., s. 67). Esasen temel Şiî hadis külliyatının ilki olan el-Kâfî’de humusun sonradan genişletilmiş kapsamına uygun hiçbir rivayet bulunmamaktadır.

Humus, Şiî ulemâyı malî bakımdan siyasî otoriteye bağımlı olmaktan kurtarırken bilhassa tâbileri çok olan müctehidleri yüksek meblağlara ulaşan bütçelere mâlik kılmaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Küleynî, el-Uśûl mine’l-Kâfî, I, 537-548; İbn Bâbeveyh, Men lâ yaĥżuruhü’l-faķīh (nşr. Seyyid Hasan el-Mûsevî), Beyrut 1981, II, 21-24; Nu‘mân b. Muhammed, DeǾâǿimü’l-İslâm (nşr. Âsaf Ali Asgar), Kahire 1985, I, 384-387; Ebû Ca‘fer et-Tûsî, en-Nihâye fî mücerredi’l-fıķh ve’l-fetâvâ, Beyrut 1400/1980, s. 54-62; a.mlf., el-Mebsûŧ fî fıķhi’l-İmâmiyye, Tahran 1383, I, 262-264; a.mlf., Tehźîbü’l-aĥkâm (nşr. Seyyid Hasan el-Mûsevî), Tahran 1944, IV, 121-132; a.mlf., el-İstibśâr (nşr. Seyyid Hasan el-Mûsevî), Tahran 1970, II, 54-62; a.mlf., Kitâbü’z-Zekât (er-Resâǿilü’l-Ǿaşr içinde), Kum, ts. (Müessesetü’n-Neşri’l-İslâmî), s. 207-209; Şehâbeddin en-Necefî, Minhâcü’l-müǿminîn, Kum 1406, s. 280-295; İbnü’l-Murtazâ, el-Baĥrü’z-zeħħâr, San‘a 1366/1947, II, 208-214; a.mlf., ǾUyûnü’l-ezhâr (nşr. Sâdık Mûsâ), Beyrut 1975, s. 145-146; Hür el-Âmilî, Vesâǿilü’ş-ŞîǾa (nşr. Abdürrahîm er-Rabbânî eş-Şîrâzî), Beyrut 1412/1991, VI, 337-386; Meclisî, Biĥârü’l-envâr, Beyrut 1983, XCIII, 184-244; Abdülkerîm es-Seyyid Ali Han, Kitâbü’l-Ħums, Beyrut 1401/1981, tür.yer.; Ebü’l-Kāsım el-Hûî, Tam İlmihal (trc. Hüseyin Yeşil), İstanbul 1985, s. 262-274; Abdulaziz Abdulhussein Sachedina, The Just Ruler (al-Sultan al-‘Âdil) in Shi‘îte Islam, Oxford 1988, s. 237-245; a.mlf., “al-Khums: The Fifth in the Imami Shi‘î Legal System”, JNES, XXXIX-XLI (1980), s. 275-288; Mûsâ el-Mûsevî, eś-ŚırâǾ beyne’ş-ŞîǾa ve’t-teşeyyuǾ, [baskı yeri yok] 1407/1988, s. 65-69; Hasan el-Hüseynî el-Kazvînî, el-Ħums fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye, Beyrut 1412/1991, tür.yer.; Farhad Daftary, The Ismā‘īlis, Cambridge 1992, s. 317; Muhsin et-Tabâtabâî, Müstemsekü’l-Ǿurveti’l-vüŝķā, Beyrut, ts. (Dâru İhyâi’t-türâsi’l-Arabî), IX, 442-597; M. Jawad Maghniyyah, “Zakāt and Khums According to Five Schools of Islamic Law” (trc. Mujahid Hasan), et-Tevĥîd, X/1, Tahran 1413/1992, s. 135-138; M. Ca‘fer Şemseddin, “el-Ħums”, DMİ, III, 144-152.

Mustafa Öz