HÜLLE

(حلة)

Üç talâkla boşanmış bir kadının ayrıldığı kocasına tekrar dönebilmesi amacıyla bir başka erkekle evlenmesi.

Gerek İslâm’dan önceki Câhiliye döneminde gerekse İslâm’ın ilk yıllarında evlilik ve boşama konusunda bir sınırlama söz konusu olmadığı, bu durumun erkekler tarafından istismar edilip kadınların bundan büyük zarar gördüğü, talâkla ilgili hükümleri düzenleyen Bakara sûresindeki âyetlerin de (2/229-230) bu gelişmeler üzerine nâzil olduğu bilinmektedir. Bu âyetler erkeğin boşama hakkını üçle sınırlandırmakta ve üçüncü boşamadan sonra kadının başka bir erkekle yeni bir evlilik yapmadıkça ve bu evlilik de sona ermedikçe önceki kocasıyla tekrar evlenemeyeceğini hükme bağlamaktadır. Âyetin ifadesi, konuyla ilgili hadisler ve sahâbe uygulaması dikkate alındığında bu sürecin tabii bir şekilde işlemesi, yani üç talâkla boşanan bir kadının aynı erkekle evlenebilmesi için iddet bekledikten sonra bir başkasıyla sahih bir evlilik yapması, bu evliliğin de ölüm veya boşama ile sona ermesi ve tekrar iddet beklenmesi gerekmektedir. Ancak dinen doğru bulunmasa bile teamülde bu şartların sunî bir şekilde yerine getirilip kadını kocasına helâl kılmak amacıyla şeklî bir evliliğin yapıldığı da bilinmektedir. Bu tür evliliğe Türkçe’de hülle, Arapça fıkıh literatüründe tahlîl denilmektedir. “Helâl kılma” anlamı çerçevesinde oluşan bu adlandırmada, şüphesiz ki üç talâktan sonra taraflar arasında dönüşü olmayan bir ayrılığın ve bir evlenme yasağının doğması, ikinci evliliğin de bu yasağı kaldırma, haramı helâl yapma işlevini görmesi etkili olmuştur.

İslâm toplumunda hülle âdetinin dönem ve bölgelere göre farklılık göstererek belli ölçüde yaygınlaşmasında, yukarıdaki âyetin böyle bir imkândan söz etmiş olmasından ziyade Hz. Ömer devrinde başlayan “tek celsede üç talâk” hükmü ve uygulamasıyla klasik doktrindeki talâk telakkisinin, ayrıca muâmelât hukukunda ölçü alınan şekil ve lafız unsurunun yemin gibi talâk alanında da fazlaca işletilmesinin etkisi vardır. Hz. Ömer’in hilâfetine kadar kadının bir temizlik dönemi içerisinde yapılan talâklar sayısı ne olursa olsun bir talâk, yani eşlere tanınan üç defa boşanabilme hakkından sadece


birinin kullanılması şeklinde kabul edilirken kural olarak erkeğe ait olan boşama hakkının bir tehdit vasıtası şeklinde mübalağalı sayı ve ifadelerle kullanılmaya ve kadınlar da bundan zarar görmeye başlayınca Hz. Ömer ashapla istişare ederek aynı anda yapılan üç boşamayı hukuken üç boşama olarak geçerli saymış, yani üç talâk hakkının tamamının kullanılmış olduğu hükmünü vermiştir. Bu ictihadî hüküm daha sonra dört Sünnî mezhep imamı dahil fakihlerin çoğunluğu tarafından gerekçeleri kısmen farklı da olsa benimsenip yürürlükte tutulmuştur (bk. TALÂK). Aile hayatına son veren talâk hakkının kızgınlık vb. sebeplerle fevrî olarak kullanılması ve bir anda hukukî neticeler doğurması çok defa evlilik birliğini devam ettirmek isteyen tarafları zor durumda bırakmış ve hülle de âdeta bu sonucu aşmaya yarayan bir çare olarak yaygınlık kazanmıştır.

Üç talâkla boşanan bir kadının bir başkasıyla nikâhlanıp ondan da boşanmadıkça eski kocasına helâl olmayacağını bildiren âyette yer alan “nikâh” kelimesi (el-Bakara 2/230), İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre mücerret nikâh akdini değil fiilî evliliği ifade etmektedir; bu sebeple de helâllik için cinsî münasebet şarttır. Ancak fukahâ-i seb‘adan Saîd b. Müseyyeb, cinsî münasebetin bulunmadığı mücerret nikâh akdiyle helâlliğin meydana geleceğini söylemiş, Bişr b. Gıyâs el-Merîsî ile Şîa fakihleri de bu görüşü benimsemiştir. Saîd b. Cübeyr’in de bu görüşte olduğu nakledilmekle birlikte bunun Saîd b. Müseyyeb ile karıştırılmasından kaynaklanmış olması muhtemeldir. İslâm âlimlerinin çoğunluğu ise söz konusu görüşe karşı çıkmıştır. Sadrüşşehîd, meşhur hadise aykırı olduğunu söylediği bu telakkiye dayanarak fetva verenlerin Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lânetine uğrayacaklarını söylemiştir. Saîd b. Müseyyeb’in bu görüşte olmasının hüllecileri lânetleyen hadisin kendisine ulaşmamış olmasından kaynaklandığı belirtilmiştir. Bu sebeple bazı İslâm hukukçuları, onun görüşüne göre hüküm veren hâkimin hükmünün geçersiz olduğunu ileri sürmüşlerdir. Saîd b. Müseyyeb’e göre mutlak mânada nikâh hem akdi hem de cinsî münasebeti ifade ediyorsa da ilgili âyette nikâhın kadına izâfe edilmesi ve erkek olmadan münasebetin meydana gelemeyeceği dikkate alınırsa âyet cinsî ilişkiyi değil akdi şart koşmaktadır. Onun bu görüşünden rücû ettiği de nakledilmiştir. Saîd b. Müseyyeb’in görüşüne karşı çıkan İslâm hukukçuları ise nikâhın hakiki mânada cimâ, mecazi olarak da akid için kullanıldığını, âyette geçen nikâhtan maksadın cimâ olduğunu ve akdin buna sebep teşkil ettiğini belirtmişlerdir. Ayrıca âyette bir başka erkekle değil “bir başka koca ile nikâhlanmadıkça” ifadesinden esasen akid mânasının bulunduğunu, bu sebeple nikâh kelimesinden akid mânasını çıkarmanın tekrara sebebiyet vereceğini söyleyerek bir kişinin hukukî şartlarını gözetip beraber yaşamaya niyet etmedikçe koca olarak adlandırılamayacağını belirtmişlerdir. Ayrıca burada cinsî ilişki mânasının bulunduğuna karîne vardır. Zira bu ilişki boşamayı, dolayısıyla bir yuvanın yıkılmasını engelleme konusunda bir caydırıcılık özelliği taşımaktadır, ilişkisiz nikâhta ise bu faktör yoktur. Nitekim 1917 tarihli Aile Hukuku Kararnâmesi de İslâm hukukçularının büyük çoğunluğunun görüşüne uyarak üç talâkla boşanan kadının boşayan kocaya helâl olabilmesi için kadının iddeti bittikten sonra hülle kastı olmaksızın bir başka erkekle evlenip zifafa girmeleri ve bundan sonraki ayrılığın ardından iddetini doldurması gerektiğini hükme bağlamıştır (md. 117-118).

Gerek Hz. Peygamber’in hadislerinde gerekse ashabın uygulamasında, Kur’ân-ı Kerîm’de ifade edilen şartın (el-Bakara 2/230) yerine getirilebilmesi için ikinci evliliğin hilesiz, muvâzaasız, sahih bir şekilde ve evlilik amaçlarına uygun olarak gerçekleşmiş olması hususuna ayrı bir önem atfedilir. Ashaptan Rifâa el-Kurazî karısını boşadığında kadın tekrar ona dönebilmek için Abdurrahman b. Zebîr’e nikâhlanmış, fakat zifafa girmeden Resûl-i Ekrem’e başvurarak eski kocasına dönüp dönemeyeceğini sormuş, Hz. Peygamber de yeni kocasıyla cinsî ilişkide bulunmadan bunun mümkün olamayacağını söylemiştir (Buhârî, “Şehâdât”, 3, “Ŧalâķ”, 4, “Libâs”, 6, 23, “Edeb”, 68; Ebû Dâvûd, “Ŧalâķ”, 49). Yine Resûlullah, hülle yapanla kendisi için hülle yapılan erkeği Allah’ın lânetine uğramış insanlar olarak ilân etmiş (Ebû Dâvûd, “Nikâĥ”, 15; Tirmizî, “Nikâĥ”, 28; Nesâî, “Ŧalâķ”, 13, “Zînet”, 25; İbn Mâce, “Nikâĥ”, 33) ve hülle yapanı “kiralık teke” olarak nitelendirmiştir (İbn Mâce, “Nikâĥ”, 33). Hz. Ömer de bu yola başvuranları taşa tutmak suretiyle idam etmekle tehdit etmiş, oğlu Abdullah, bu tür bir evliliğin nikâh akdi değil zina fiili olduğunu ve yirmi yıl beraber yaşasalar bile zinakâr sayıldıklarını söylemiştir. Hz. Ali, Abdullah b. Mes‘ûd, Ebû Hüreyre, Câbir b. Abdullah, Ukbe b. Âmir, Abdullah b. Abbas da bu görüşe katılmış ve kadının kocasına helâl olmayacağını belirtmişlerdir. Abdullah b. Abbas bunun Allah’ı aldatmaya kalkışmak olduğunu söylemiştir. Hz. Ömer böyle bir evlilikten sonra boşamaya izin vermeyerek evliliğin devamına hükmetmiş, Hz. Osman da hülle maksadıyla evlenen bir karı kocayı ayırmıştır.

Üç talâkla boşanmış bir kadını, boşayan kocasına helâl kılmak niyetiyle veya bu şartla yapılan evliliğin dinî ve hukukî hükmü İslâm hukukçuları arasında geniş tartışmalara yol açmıştır. Hanefîler bu meselede, evlenecek erkeğin helâl kılma niyeti taşıması ile evlendikten sonra boşama şartı koşularak yapılan evlilikleri ayrı ayrı ele alırlar. Buna göre boşanmış kadınla onu boşayan ilk kocanın herhangi bir bilgi ve isteği olmaksızın bir erkeğin bu kadınla onu ilk kocaya helâl kılma niyetiyle evlenmesi halinde onun bu niyeti akdi hukuken etkilemez ve yapılan akid sahih olup helâllik gerçekleşir. Boşama şartıyla yapılan evlilik akdinde ise Ebû Hanîfe ve Züfer’e göre nikâh geçerli, şart geçersizdir; evlilik şarta bağlı olmaksızın devam eder. Diğer bir ifadeyle şart yok hükmünde görüldüğünden yapılan işlem süreklilik amacıyla yapılmış bir evlilik sayılır. Bu tür bir evlilikten sonra kocası tarafından boşanan kadın eski kocasıyla tekrar evlenebilir. Bazı Şâfiîler de bu görüştedir. Bezzâzî’nin bu konuda Ebû Hanîfe’ye, “Nikâh ve şart câizdir, ikinci kocanın boşamaması durumunda hâkim kadını boşattırır” şeklinde bir görüş nisbet etmesi (el-Fetâvâ, IV, 263) hatalıdır. Mezhebin ilk muteber kaynaklarında (zâhirü’r-rivâye) böyle bir görüş bilinmemektedir (İbnü’l-Hümâm, IV, 35). İmam Muhammed de nikâhın geçerli, şartın bâtıl olduğunu söylemekte, ancak böyle bir evliliğin kadını ilk kocasına helâl kılmayacağını ifade etmektedir. Ebû Yûsuf’a göre de böyle bir evlilikte cimâ vâki olsa bile kadın ilk kocasıyla evlenemez. Ebû Hanîfe’ye göre helâl kılma şartı mekruh ve geçersiz, nikâh akdi ise sahih olduğu için Allah’ın “bir başka koca ile nikâhlanmadıkça” âyetindeki hitabına dahil olması sebebiyle kadın ilk kocasıyla evlenebilir. Ebû Hanîfe’nin bu görüşünü hileli ve muvâzaalı bir yola cevaz olarak görmekten ziyade onun hukukî işlemlerin


dinî sonuçlarıyla şeklî ve hukukî sonuçları arasında ayırım yapmasının ve hukukî işlemlerde mümkün olduğu ölçüde şeklî, zâhirî ve objektif kıstasları benimsemesinin tabii sonucu olarak görmek gerekir. Aynı yaklaşım daha geniş bir şekilde İmam Şâfiî için de geçerlidir. Ebû Yûsuf ise helâl kılma şartının süre tayini anlamına geldiğini ve bunun da geçici evliliği ifade ettiğini, sahih olmayan böyle bir nikâh akdinin ise kadını kocaya helâl kılmayacağını ileri sürmektedir. İmam Muhammed’e göre de helâl kılmak şartıyla nikâh akdi yapanlar, kanun koyucunun tehir ettiği bir şeyi acele olarak elde etmek istemektedirler. Bu sebeple böyle bir yola başvuranlar, bir an önce miras almak isteyen mirasçının, vârisi olduğu kişiyi öldürmesinde uygulandığı gibi bundan mahrum bırakılmak suretiyle cezalandırılırlar.

Şâfiî mezhebinde de hâkim görüş, gerekçe farklı bile olsa Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’in görüşü istikametindedir. Şâfiî mezhebine göre üç talâkla boşanan kadını kocasına helâl kılmak şartıyla yapılan nikâh akdi süre tayinine dayalı bir nikâh akdidir ve müt‘a nikâhının bir türüdür. Nikâhı sona erdirme amacıyla ileri sürülen her şart akdi bâtıl kılar ve evlilik akdinin neticelerini doğurmaz. Buna göre kadının önceki kocasıyla yeniden evlenebilmesi için sahih bir evlilik gerekir. Ancak akid esnasında böyle bir anlaşma ve şart olmadığı halde karı kocadan herhangi biri devamlı bir evlilik kurmak değil ilk kocaya helâl kılmayı sağlayan geçici bir evlilik yapmaya niyet etmişse niyet gizli olduğundan hukukî bir değer taşımaz, şekil esas alınır ve yapılan akid geçerli sayılır. Mâlikîler’e göre hülle şartı veya ikinci kocanın helâl kılma niyetinin bulunduğu nikâh akdi fâsiddir. Süfyân es-Sevrî ve Evzâî de bu görüştedir. Böyle bir şartın ikrarı veya tesbiti halinde akid feshedilir ve kadın, ikinci kocası, şahitler ve veli cezalandırılır. Hanbelîler’e göre de hülle niyeti veya hülle şartıyla yapılan nikâh akdi dinen haram, hukuken bâtıldır. Ebû Hanîfe’nin hocası İbrâhim en-Nehaî, kadının veya ilk ya da ikinci kocadan birinin niyetinin hülle olması durumunda nikâhın bâtıl olduğunu ve kadının ilk kocaya helâl olmayacağını söylemiştir.

İslâm mezhepleri hüllenin dinen haram olduğunu ve hülle şartıyla yapılan evliliğin önceki kocaya helâl oluşu sağlamayacağını ifade etmişler, ancak hukukî işlemlerde açık ve objektif delil ve verilerden hareket etmek gerektiğinden hülle niyetiyle yapılan ikinci evliliğin pozitif hukuk açısından değeri konusunda, yani hâkime intikal edecek maddî deliller bakımından farklı değerlendirmeler yapmışlardır. Bu sebeple de bir kısım fakih hülle amaçlı evlilikleri dinen haram ve günah saymakla birlikte niyet açığa vurulmadığı sürece hukuken geçerli saymıştır. Esasen bu yaklaşım, fakihlerin hukukî işlemlerin diyânî hükmü ile kazâî hükmü arasında fark gözetmelerinin tabii sonucudur ve hiçbir zaman onların hülleyi haram görmediği anlamına gelmemektedir. Ancak fakihlerin bu ayırımı hukuk tekniği açısından savunulabilir olsa da halk arasında algılanma biçimi ve uygulamaya aksediş yönüyle olumlu sonuç doğurmamış, neticede hülle evliliklerinin haram olmadığı, hatta dinen onaylanan bir çıkış yolu (hîle-i şer‘iyye) olduğu şeklinde bir anlayışın yaygınlaşmasına zemin hazırlamış, bu yönde uygulamalar için gerekçe yapılmaya başlanmıştır. Bu süreç, gerek İslâm dünyasında gerekse Batı’da hülle evliliklerini hedef alan, bu arada İslâm hukukuna ve geleneğine kadar uzanabilen ağır eleştirilerin yapılmasının, hatta konu etrafında mizahî bir literatürün oluşmasının da temel âmili olmuştur. Ancak İslâm’ın aile kurumuna verdiği önem, evlilik akdinin kurulması ve korunmasına yönelik aldığı tedbirler, hülle evliliğini açıkça yasaklayan ve kınayan hadisler göz önüne alındığında bu tür bir evliliği İslâm’ın haram ve günah saymakla kalmayıp önlemek de istediği ve asla tasvip etmediği açıkça anlaşılır.

Hüllenin İslâm toplumlarında belli ölçüde de olsa yaygınlık kazanmasını İslâm’ın böyle bir işlemi câiz görüp tavsiye etmesi şeklinde değil diğer toplumlar gibi İslâm toplumunda da zaman zaman bu tür ihlâl ve istismarların olabileceği şeklinde açıklamak ve bu tür gelişmeleri fertlerin dinin emir ve yasaklarına uymada gösterdikleri şahsî zaafa bağlamak daha yerindedir. Ancak aile hukuku alanında klasik doktrinde hâkim telakkilerin, özellikle de boşama hakkının kocaya tahsisi, bu hakkın kullanımının ferdî tercih niteliğinde görülüp yargı denetimine fazla açılmayışı, boşamanın gerçekleşmesinde şeklî unsurların ön planda tutulması gibi tercihlerin âdeta kanuna karşı hile niteliğindeki hülleyi beslediği ve onun yaygınlaşması için uygun bir zemin oluşturduğu da söylenebilir.

BİBLİYOGRAFYA:

Buhârî, “Şehâdât”, 3, “Ŧalâķ”, 4, “Libâs”, 6, 23, “Edeb”, 68; Müslim, “Ŧalâķ”, 1, 2, 4, 5; Ebû Dâvûd, “Nikâĥ”, 15, “Ŧalâķ”, 49; Tirmizî, “Nikâĥ”, 27, 28; Nesâî, “Nikâĥ”, 43, “Ŧalâķ”, 9-13, “Zînet”, 25; İbn Mâce, “Nikâĥ”, 32, 33; Şeybânî, Kitâbü’l-Ĥücce Ǿalâ ehli’l-Medîne (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgānî), Haydarâbâd 1385-90/1965-71, IV, 104-128; el-Meħâric fi’l-ĥiyel (nşr. J. Schacht), Leipzig 1930, s. 54; Şâfiî, el-Üm, V, 71, 230-231; Muhammed b. Nasr el-Mervezî, İħtilâfü’l-Ǿulemâǿ (nşr. Subhî es-Sâmerrâî), Beyrut 1406/1986, s. 173-175; İbn Hazm, el-Muĥallâ, X, 177-185; Bâcî, el-Münteķā, Kahire 1332, III, 299-300; Ebû İshak eş-Şîrâzî, et-Tenbîh fi’l-fıķhi’ş-ŞâfiǾî (nşr. İmâdüddin Ahmed Haydar), Beyrut 1405/1985, s. 183; Serahsî, el-Mebsûŧ, VI, 9-10; XXX, 228; a.mlf., el-Uśûl, I, 130-131; Kâsânî, BedâǿiǾ, III, 187-189; Mergīnânî, el-Hidâye, Kahire 1384/1965, II, 11; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, II, 39, 48, 71-73; İbn Kudâme, el-Muġnî, VII, 574-578; İbn Teymiyye, el-Fetâva’l-kübrâ, Kahire 1385/1965, III, tür.yer.; a.mlf., MecmûǾu fetâvâ, XXXII, 293; İbn Cüzey, el-Ķavânînü’l-fıķhiyye, Beyrut, ts. (Dârü’l-Kütübi’l-ilmiyye), s. 156; İbn Kayyim el-Cevziyye, İǾlâmü’l-muvaķķıǾîn (nşr. Tâhâ Abdürraûf Sa‘d), Beyrut, ts. (Dârü’l-Cîl), III, 43-50; Bezzâzî, el-Fetâvâ, IV, 261-263; Aynî, el-Binâye, IV, 622-632; İbnü’l-Hümâm, Fetĥu’l-ķadîr (Kahire), IV, 32-39; İbn Kemâl, Risâletü’l-ferâǿid (nşr. Ahmed Cevdet, Resâǿilü İbn Kemâl içinde), İstanbul 1316, II, 304-307; Şirbînî, Muġni’l-muĥtâc, III, 182-183; el-Fetâva’l-Hindiyye, I, 473-475; Hacı Emîrzâde, Risâle fi’l-ĥülle, Süleymaniye Ktp., Süleymaniye, nr. 1038; Şevkânî, Neylü’l-evŧâr, Kahire 1357/1938, VI, 138-140; İbn Âbidîn, Reddü’l-muĥtâr, II, 537-542; İsmail Hakkı İzmirIi, İlm-i Hilâf, İstanbul 1330, s. 162-165; a.mlf., “Hüllenin Sukūtu Sûretleri”, Sebîlü’n-necât, I/2, İstanbul 1332, s. 246-247; Reşîd Rızâ, Tefsîrü’l-menâr, II, 381-394; Muhammed eş-Şerkāvî, el-Ĥiyelü’ş-şerǾiyye ve eŝerühâ fî nümüvvi’l-fıķhi’l-İslâmî (doktora tezi, 1973, Câmiatü’l-Ezher, Külliyetü’ş-şerîa ve’l-kānûn), Mektebetü’l-Külliyye, nr. 433, s. 150-164; Karaman, İslâm Hukuku, I, 326-328; II, 244; Emîr Abdülazîz, el-Enkiĥatü’l-fâside, Amman 1402-1403/1982-83, I, 355-363; II, 669-685; Bekir Topaloğlu, İslâmda Kadın, İstanbul 1984, s. 159-165; Abdülkādir Abdurrahman Sa‘dî, Eŝerü’d-delâleti’n-naĥviyye ve’l-luġaviyye fi’stinbâŧi’l-aĥkâm, Bağdad 1986, s. 321-325; Bilmen, Kamus2, II, 109-112; Mahmûd Bilâl Mihrân, eş-Şürûŧü’l-muķarine bi-Ǿaķdi’z-zevâc, Kahire 1406/1985, s. 70-72; Ahmed el-Husarî, en-Nikâĥ ve’l-każâya’l-müteǾalliķa bih, Kahire 1406/1986, s. 460-470; Abdülkerîm Zeydân, MecmûǾa Buĥûŝ fıķhiyye, Beyrut 1407/1986, s. 253, 257, 261, 264, 266; Yûsuf el-Kardâvî, Fetâvâ muǾâśıra, Küveyt 1409/1989, s. 533-535; Saffet Köse, İslâm Hukukunda Kanuna Karşı Hile: Hile-i Şer‘iyye, İstanbul 1996, s. 357-378; Muhammed Ahmed Sâlih, “Mevķıfü’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye min nikâĥi’t-taĥlîl”, Mecelletü’l-Buĥûŝi’l-İslâmiyye, sy. 15, Riyad 1406/1985-86, s. 139-171; M. Ubeyd el-Kebîsî, “Đavâbıŧu’ŧ-ŧalâķı’ş-şelâş”, Mecelletü Külliyyeti’ş-şerîǾa, IX, Bağdad 1406/1986, s. 119-121; Ahmet Çalışkan, “İslâm Hukukunda Hulle”, Diyanet Dergisi, XIII/4, Ankara 1974, s. 240-245; Pakalın, I, 853-854; “Taĥlîl”, Mv.F, X, 253-258.

Saffet Köse